Miskin, aşık, yoldaş Yunus

Şu dörtlüğü çok severim.. severim de, bir gariplik, topallık içerir gibidir.. [5+3] Elif okuduk ötürü [5+3] Pazar eyledik götürü [5+3] Yaradılmışı hoş gördük [4+3] Yaradandan ötürü Son mısra.. Ölçüsü bozuktur; bir hecesi eskiktir. [5+3] YaradanINdan ötürü olabilirdi sanki.. İyi de, o zaman da, her yaratılanın yaratanının ayrı olduğunu imâ ediyor olur. Bu da, bu dörtlüğü monoeist değil de, sanki daha çok şamanist bir çerçeveye taşır. Fakat, tek sorun da o değil; orjinali (daha doğrusu, yaygın bilinen hali) de sorunlu: "Yaradılmışı hoş gördük, Yaradandan ötürü" demek ne demektir? Yaratılmışları, Yaratanın yüzü suyu hürmetine mi hoş gördüğünü söylüyor? Yaratılmışlara, bir Yaratan olmasaydı, Yunus'un hoşgörüsü olmayacak mıydı? Ben bunu okuduğum zaman, Yaratandan korktuğu için yaratılmışları hoşgördüğünü söylediğini düşünmeden edemiyorum.. Acaba, yaratılmışların 'arkası kuvvetli' olmasaydı, kimbilir Yunus ne yapardı dememek için kendimi zor tutarım.. Neyse. Ölçüsü bozuk o son mısranın başka alternatifleri de var tabii ki. Meselâ, [5+3] YaradanLARdan ötürü veya [5+3] YaradanIMdan ötürü Bu son mısra belki daha anlamlı ama, yine de o 'arkası kuvvetli' korkusunu gideremiyor. Aşağıdaki beyitleri de çok güzeldir; çok severim.. Miskinlikte buldular kimde erlik var ise Merdivenden iterler, kim yüksekten bakar ise Gönlü yüksekte gezer, dem-be-dem yoldan azar Dış yüzüne ol sızar, içinde ne var ise Ak sakallı bir koca, bilmez ki hâli nice Emek yetmesin hacca, bir gönül yıkar ise Sağır işitmez sözü, gece sanır gündüzü Kördür münkirin gözü, âlem münevver ise Gönül Çalabın tahtı, Çalap gönüle baktı İki cihan bedbâhtı, kim bir gönül yıkar ise Sen sana ne sanırsan, ayruğa da anı san Dört kitabın manâsı budur; eğer var ise Manâda götürmüşler, kardaştan yâr yeğrektir Oğuldan dahi tatlı, eğer doğru yâr ise Gördün yârin doğrudur, baş kogil ayağına Çıkar ciğerin yedir, eğer çâren var ise Gördün yârin eğridir, nen var ise ver kurtul Ululardan öğüttür, işittiğin var ise Az söz erin yüküdür, çok söz hayvan yüküdür Bilire bir söz yeter, sende güher var ise Bildik gelenler geçmiş, konanlar geri göçmüş Aşk şarabından içmiş, kim manâ duyar ise Yunus yoldan ırmasın, yüksek yere durmasın Sinle sırat görmesin, sevdiği didâr ise Evet, işte orada.. "Dört kitabın manâsı budur; eğer var ise" ne demektir? Dört kitabın manâsının olmayabileceğini mi imâ ediyor? Eğer imâsı o ise, o takdirde, Yunus'un Deist olduğuna hükmetmemiz gerekmiyor mu? Şiirlerinde Peygamber adı geçmez değil; geçer. Meselâ: Yaratıldı Mustafa, yüzü gül gönlü safâ Ol kıldı bize vefâ, ondandır ihsân bana Şeriât ehli ırak, eremez bu menzile Ben kuş dilin bilirim, söyler Süleyman bana Fakat, buradaki "Ol kıldı bize vefâ, ondandır ihsân bana" ne anlama gelir. Kim kime vefâ kılmıştır? 'Vefâ kılmak' ne demektir ve ondan Yunus'a ne ihsân edilmiştir? O kimdir? Aşağıdaki kıtalar da ilginçtir: Mâni evine daldık, vücuda seyrân kıldık İki cihan seyrini, cümle vücudda bulduk Yedi gök yedi yeri, dağları denizleri Cenneti cehennemi, cümle vücudda bulduk Tevrat ile İncili, Furkan ile Zeburu Bunlarınn beyânını cümle vücudda bulduk Yunus'un sözleri hak, cümlemiz dedik saddâk Kanda ister anda Hakk, cümle vücudda bulduk Bu dörtlükler benim için bir muammadır. Burada çok enteresan bir çok şey var. Herşeyi 'vücudda' bulmak ne demktir? Burada, 'vücud' ile kastedilen nedir? Dahası var.. Çarh-ı felek yoğidi canlarımız var iken Biz ol vakit dost idik, Azrâil ağyar iken Çalap aşkı candaydı, bu bilişlik andaydı Âdem, Havva kandaydı, biz onunla yâr iken Ne gök varıdı ne yer, ne zeber vardı ne zir Konşuyuduk cümlemiz, nûr dağın yaylar iken Ya da.. Aklın ererse sor bana, ben evveli kandayıdım Dilerisen deyüverem, ezelî vatandayıdım. Kâlû belâ söylenmeden, tertip-düzen eylenmeden Hakk'dan ayrı değil idim, ol ulu dîvândayıdım Bu cihana gelmeden ben sultan-ı cihandayıdım Sözü gerçek, hükm-i revan, ol hükm-i sultandayıdım Veya.. Adem yaratılmadan can kalıba girmeden Şeytan lanet olmadan arş idi seyran bana Bunları okuyunca, Yunus'un bugün yaygın inanılandan hayli farklı bir platformda olduğunu düşünmemek için çok sebep bulamıyorum. Son olarak.. Ben dervişim diyene bin ün edesim gelür Seğirdüben sesine varup yetesim gelür Sırat kıldan incedür kılıçdan keskincedür Varub anun üstüne evler yapasım gelür Altında gayya vardur içi nâr ile pürdür Varuban ol gölgede biraz yatasım gelür Oda gölge dedüğme ta'netmenüz hocalar Hatırunuz hoş olsun yanub tütesim gelür Ben günahumca yanam rahmet suyuyla yunam İki kanad takınam biraz uçasım gelür Andan Cennete varam Cennetde Hakk’ı görem Huri ile Gılmanı bir bir kaçasım gelür Derviş Yunus bu sözi eğri büğrü söyleme Seni sigaya çeker bir Molla Kasım gelür. Eyvallah.. 'Molla Kasım'lığın alemi yok tabii ki.. Ama, anlamak için soru sormadan da olmuyor.. Meselâ.. "Oda gölge dedüğme ta'netmenüz hocalar; hatırunuz hoş olsun, yanub tütesim gelür" dediğinde, niçin birilerinin (hocaların) hatırı hoş olsun (diye) yanıp tütesi gelir acaba? Hocalardan farklı bakıyor diyebilir miyiz; ve 'ne'ye farklı bakıyorlar? Veya.. "Huri ile Gılmanı bir bir kaçasım gelür" demekle ne kastediyor? Niçin hem Huri hem de Gılman? Ve, 'bir bir kaçasım gelür' demek ne demektir? Ait olmak yerine sahip olmak yaklaşımı sezinliyorum.. Cevabını bilmediğim sorular sanki Yunus'un (pantheist değil de) daha 'panenteist' olabileceğine işaret ediyor.. Yunus'ta açıkça Vahdet-i Vücûd beyânına rastlamış değilim --rastladıysam da hatırlmaıyorum-- ama, satır aralarında bunu görür gibiyim. Ve, benim anladığım doğru ise, nihai tahlilde (in the final analysis), Vahdet-i Vücûd, ilgili dinde peygamberi by-pass edebilmek anlamına gelir. Yunus'ta bunu (bazılarına göre, 'tasavvuf') sezinleyebiliyorum. Eğer bu sezgi doğruysa, Yunus'un hocalarla (yani, sofu ya da ortodoks inançlılarla) arasının çok da iyi olmayışına şaşmamak gerek. İlginçtir.. Yunus, 1240-1320 yılları arasında yaşamış ve halk arasında hep var oluştur da, aydınlar arasında --özellikle de İlmiyye çevrelerinde-- yerini pek bulamamıştır. Aydınlar arasında da, hak ettiği (?) itibârını tekrar kazanması, ancak, Cumhuriyet ile birlikte gerçekleşir. Burada ilginç bulduğum nokta, Cumhuriyet'in Yunus'u oldukça sevmesidir. Ardından da sağı ile solu ile hemen herkesin sevmesi.. Klasik solun sevmesi değil ilginç olan; sağın --'inanan' kesimin' Yunus'u sevmesi, sever hale getirilmesi benim için ilginç bir gözlemdir. Türkiye'deki inanç yapısının laisize edilmesinin temel taşlarından birisi gibi durur --bu bakımdan-- Yunus.. Yunus Emre; ya da Yoldaş Yunus.. Not: Emre kelimesinin etimolojik çözümlemesini Yalçın Küçük, Farsça 'hemrâh' kelimesine bağlıyor. Yani, 'hemrâh', 'yolu paylaşan' ('hemdert'in 'dert ortağı' olması, 'dertdaş' olması gibi) anlamına geliyor. Başka bir deyişle, 'emre', 'hemrâh'ın zaman içinde değişmiş bir telaffuzudur ve 'yoldaş' anlamına gelir. Yalçın Küçük'ün bu çözümlemesi bence oldukça isabetlidir. Fakat, Yunus'un devrinde 'yoldaş' kelimesinin anlamını bugünkü 'yoldaş' ile karıştırmamak gerekir. Yunus, tabii ki, solcu, komunist vb değildi --o devirde bu kavramlar yoktu. O devirde --ve o günden beri-- var olan ve 'yol' ile yakından alâkalı olan şey 'târikat'tir. Ve, 'târikat'taki 'târık' da tam olarak 'yol' demektir. Başka bir deyişle, Yunus, bir 'ehl-i târık' yani 'yol ehli'dir. 'Yol ehli'dir de, hin-i hacette (gerektiğinde) 'kitap'ı ve Peygamber'i by-pass edebilen 'yol'un hangisi olduğuna emin olamadığımdan, bu 'yol'un adını ben koyamıyorum. Adını koyamayışımın sebebi bir değil. Birincisi, bütün târikatleri tanıyor olmam gerekiyor; hem mümkün değil, hem de ne o denli ilgi sahama girdiler; ne de öyle bir iddiam da hiç oldu.. İkincisi, bence daha anlamlı olanı, eğer 'yol'un hedefi Allaha gitmek ise, gerektiğinde bazı şeylerin etrafından da dolanmak gerekir.. Bu pragmatik çözüme başvurmayan bir 'târikat'in var olabileceğini, varlığını devam ettirebileceğini hiç sanmıyorum. Yunus'un bunun farkında olmayacağını düşünemiyorum. Farkındadır; ve çok da zahmete girmeksizin, etrafından dolanmak yerine, doğrudan by-pass etmiş gibidir bence.

cemre

Ne hoş şeydi o gaflet; o zifirî karanlık 
Tozpembe çerçevede ufuğun dümdüz hattı 
Ve, inanmak --bilmeden, her ne varsa bir ânlık..  

Gafletin esrarında gayesiz bir hayattı 
Kendi kararımla ben cennetimden kovuldum.. 

O ân ok çıktı yaydan --geri dönmek imkânsız 
Uçurumdan aşağı boşluğa yuvarlandım 
Gafletim, çocukluğum --hatıralarım-- cansız  

Geçen her günle yeni sorulara bulandım  
Düşünüp dolandıkça sandım kendimi buldum.. 

Şömine oldu dünyam, aklım bir sacayağı 
Beynimde yandı ateş --sanki bedenim çıra 
Kıpkızıl parlak alev.. gözlerim kançanağı..  

Duvarda aynalardan korkarak, arasıra  
Ben her beni gördükçe, sorarım: Kimi buldum ?!.. 
 
Müzmin Anonim

umre

Az önce buradaydım 
Giderken bir ân caydım 
Şunu söylemek için: 
Bu ömrü umre saydım...

Müzmin Anonim

ömre

Öteki bene yazdım 
Geçip gidene yazdım 
Cevapsızlığa mahkûm 
Çaresiz gene yazdım  

Müzmin Anonim

Devlet ve millet

Bu yazı, 29 Mayıs 2007 tarihinde, Star gazetesinde Mahir Kaynak imzası ile ve 'Devlet ve millet' başlığıyla yayınlandı.

Önümüzdeki seçim ülkemizde iyiye gidişin simgesi olmayacak gibi görünüyor. Bu kanıya seçim sonuçlarını tahmin ederek ve oluşacak iktidarın niteliğine bakarak varmıyorum.

Ancak, seçim propagandasının ana temasının halkın egemenliği ve buna karşılık devletin etkisinin azaltılması üzerine yoğunlaşacağını görerek ürperiyorum.

Devlet iyiye gidişin, demokrasinin ve halkın beklentilerinin önünde bir engel olarak sunulacak ve devletle halk birbirinden farklı hatta rakip olarak gösterilecektir. Bir seçim için bundan daha kötü bir strateji belirlenemezdi ve biz bunu becerdik.

Herkes şunu bilmelidir ki hiçbir toplumda devlet yok edilemez. Onu yok ettiğinizi sandığınız zaman bir başka gücün onun yerini aldığını önce fark etmeyebilirsiniz ama bir süre sonra bir gücün, üstelik size tamamen yabancı olan birinin iliklerinize kadar egemen olduğunu görürüsünüz.

Bu nedenle devletin etkisinin azaltılması yönündeki söylemlerin gerçekte var olanın yerine bir başkasının konulması amacını taşıdığı açıktır.

Bu durum önümüzdeki seçimin yönetimin değişmesinden öte bir anlam taşıdığı ve egemenliğin el değiştirmesini hedeflediği anlamını taşır. Bugün yaşadığımız gerginliğin ve demokrasi dışı sayılan ihtimallerden söz edilmesinin nedeni budur.

Çünkü seçimlerle yönetim değiştirilebilir ama egemenlik her zaman güçle elde edilir. Seçimlerle değiştiği zannedildiği zaman bile arka planda bir güç vardır.

Egemenliğin el değiştirmesi ya da niteliğinin farklılaşması doğaldır. Ancak bir gücü bertaraf ederken yerine neyin konulduğunun bilinmesi ve bu sürecin dünya şartlarıyla uyumlu olması gerekir.

Devlet egemenliği yerine halkın tercihlerinin ikame edildiği biçimindeki iddia geçersizdir. Çünkü yeni egemen güç de devlet tarafından temsil edilecektir.

Yani, devletin etkisi bertaraf edilmiş olmayacak sadece bir gücün yerine başkası konulmuş olacaktır. Eğer ülke içinde devletin etkisi azalmışsa bu gücü dışardan birilerinin kullandığı sonucu doğar.

Türkiye’de devlet-millet karşıtlığı yaratmanın gereği yoktur. Böyle bir ikilem ancak egemenliğin yabancı bir güç tarafından kullanılması halinde geçerli olur.

Ülkemizde, devletin yapısının değişmesinin ve yeni dünya şartlarına uygun bir yapının oluşturulmasının gerektiği doğrudur ancak bunun kadar doğru olan başka bir şey de uluslararası güçlerin ülkemizdeki egemenliğe talip olduğudur.

Yapacağımız şey değişim sürecinde egemenliğin başka ellere geçmesine imkan vermemektir. Bunun yolu devlet-millet ayırımı yapmak yerine birlikte yeni bir yapı oluşturmaktır.

Bu, kadroların değişmesiyle değil düşüncenin değişmesiyle gerçekleştirilir. Bu konuda kendi düşüncelerimi özetlemek istiyorum.

İlk işimiz halkı, milleti yeniden tanımlamaktır. Bana göre birlikte yaşama iradesine sahip, gelecek tasavvurları aynı olan insanlar milleti oluşturur.

Yani milletin tanımında din, dil, soy gibi sosyolojik faktörler değil insanların zihninde oluşan birliktelikler belirleyicidir.

Devlet bu amaçları gerçekleştirmek amacıyla oluşturulan örgüttür ve imkanların elverdiği ölçüde güçlü kılınmalıdır. Zayıf bir devletin güçlü halkı olamaz.

Devlet hiçbir ekonomik, siyasal doktrine göre yapılanmak zorunda değildir. Kendi yolunu şartlara ve hedeflerine göre belirler. Benzeyerek değil yaratarak var olunur.

Mahir hocayla bu kadar örtüşmek benim de canımı sıkmağa başlamadı değil. Ya, benim dediklerimi o, bir hafta sonra başka kelimelerle söylüyor; ya da bir ay, beş ay, on gün önceden o yazmış oluyor.

Çok can sıkıcı, cok.

Bu nahoş tesadüfleri bir yana bıraksak bile, durumun ciddiyeti azalmıyor malesef; artıyor sadece.

Aydınımız, elitlerimiz, kendi elleriyle kendi yönetim örgütüne saldırıyor. Bunun kadar vahim başka birşey aklıma gelmiyor; bu bir kanser vakasıdır.

Erken teşhis mi değil mi, bilmiyorum. Zaten, ameliyatla kesilip alınacak bir şey de değil. Gerek de yok. Bir farketsek bu basit fakat vahim realiteyi, gerisi kolay.

Ah bir farketsek..

Bir nefes.. sıhhat gibi

Aşağıdaki yazı Radikal gazetesinde Aysel Tuğluk imzasıyla 27 Mayıs 2007 tarihinde yayınlandı.

Lâfı evirip çevirmeyeceğim. Bu yazı, benim çoook uzun zamandır görmek, okumak, duymak hasretiyle kıvrandığım sözleri içeriyor... Şunu çok sık söylemem, ama şimdi sırasıdır: Allah Aysel hanımdan razı olsun; aklına kalemine sağlık. Bence, büyüklük göstermiş; yakışanı yapmıştır.

Türkler arasından da kendi yanlışlarını farkedenleri çoktur da, saplanılan bu yanlıştan dönemeyenleri daha az değildi. Aysel hanım, hepimize, herkese bu fırsatı tanıyor bu yazısıyla. Bu yazı, sadece Kürt aydının, bir parti başkanının söyledikleri sözler değil; bir partinin programı da değil, bir devlet politikası olacak perspektifler içeriyor bence.

Hakettiği, layık olduğu şekilde ciddiye almamız gerekiyor; daha doğrusu, bence, şart.

Yani, artık, yakışanı yapmak bize düşüyor

Not: Yazının Radikal gazetesinde yayınlandığı biçemini biraz değiştirdim. Satır satır okunması gerektiğini düşünüyorum, o yüzden uzun blokları çoğunlukla bir-iki cümlelik paragraflara dönüştürdüm.

Sevr travması ve Kürtlerin empatisi

Bir toplumun varoluş gerçeğini anlamak, hangi dengeler üzerinde kurulduğunu bilmek ve varlığını hangi koşullarda sürdürdüğünü (ekonomik, sosyolojik, siyasal, kültürel, psikolojik vb.) kavramak, ortak bir toplumsal yaşam ve gelecek tasarımlarında bulunanlar açısından elzemdir.

Türk toplumunu da, olağan hali hiç yaşamamış, halen türlü risklerle yaşayan bir toplum olarak anlamak, aynı coğrafyada ve aynı kaderi yaşayan bizler açısından etik düzeyde bir sorumluluktur.

Toplumların tarihinde derin izler bırakan, kuşaktan kuşağa aktarılan sarsıcı tarihsel olaylar vardır. Bu olaylar kıvançla anlatılan zaferleri kapsayabildiği gibi büyük toplumsal çökkünlükleri anlatan travmatik olayları da kapsar. Kıvanç duyulan zaferler gibi toplumsal acı kaynağı olan travmalar da ortak bilinçte hatta bilinçdışında derin izler bırakabilir.

Bu acı veren olayın etkisi o kadar büyük olabilir ki hatırlatıcı her etken büyük toplumsal huzursuzluğa, bireyler arasında dayanışma ve ortak tepki verme eğilimine sebep olabilir.

1915'teki olayların Ermeni halkında yarattığı etkiler, 1988 Halepçe katliamının Kürtler üzerinde, Sırp katliamcılığının Boşnaklar üzerinde, İsrail'in Filistinliler üzerinde oluşturduğu derin izler, yaşadığımız yakın coğrafyada yarattığı derin travmatik yaşantılarla akla ilk gelen olaylardır.

Bu olayların mutlaka katliamlardan ibaret olması gerekmez. Travmatik olay bir ateşkes antlaşması, teslim tutanağı gibi toplumların geçmişinde utanç verici anıları çağrıştıran durumları da kapsayabilir.

Bu travmatik yaşantılar, maruz kalan toplumların uluslaşmasında ciddi roller oynarlar.

Zaferler gibi bilinçli şekilde ritüellerle anımsanmasalar bile her an toplumsal bilinçdışının patlamaya hazır bölümlerinde beklerler. Bir toplumu iyi anlayabilmek için buna benzer tarihsel olayların günümüze etkilerini de gözönünde bulundurmalıyız.

Tarihte pek çok imparatorluk kurmakla övünen, her zaman yöneten olduğunu düşünen ve bunun en şaşaalı dönemi olarak Osmanlı İmparatorluğu'nu anımsayan bir halkı düşünün. Doğru ya da yanlış, abartılı ya da isterseniz egemenlerin resmi tarih ideolojisi olarak tanımlayın, bu toplumun büyük bir kısmı tarafından benimsenmiş büyüklenmeci bir tarih konumlanmasıdır ama sarsıcı gerçekliklere tekabül eder.

Üzerine l. Dünya Savaşı'nı koyun, ardından teslim, işgal ve bir halkın tasfiyesine yol açabilecek onur kırıcı Sevr Anlaşması'nı da ekleyin.

Hepsi biraraya gelince yaşanılan toplumsal travmanın büyüklüğü ortaya çıkar.

Bu onur kırıcı durumu dayatan emperyalist güçlerin hemen başlayan pervasız işgalleri, örselenmenin boyutlarını ve etkilerini iyice artırmıştı. Sevr travmasını da bu olayların bütünü olarak değerlendirmeliyiz. Ratifikasyon {kabul, teyid –ma} olmasa da, tarihsel bir realitedir. Asla bir uydurma ve abartma değildir.

Etkileri sonraki dönemler üzerinde derin izler bıraktı.

Denebilir ki Türkiye Cumhuriyeti'ni oluşturan halkın büyük bir bölümü Osmanlı'nın yasını tuttu, ardından dayatılan onursuzluğa karşı kazanılan zaferin kıvancını yaşadı.

Toplumsal yas, halen Sevr travmasının anılarıyla yaşamaya devam ediyor. Yani, halen çözümlenip bir kenara bırakılamadı. Bu durum her zaman derin bir tedirginliği, aynı travmanın tekrarlanma ihtimalinin verdiği güvensizlik duygularını canlı tutuyor.

Sadece siyasal olayların dengelendiği dönemlerde toplumsal bilinç gerisine atılıyor; patlamaya hazır, toplumdaki tüm bireyleri ortak bir iradeyle harekete geçirmeye hazır, depolanmış bir enerji olarak bekletiliyor. Bizim coğrafyamızda da bu ruh halini harekete geçirebilecek olaylar her an yaşanıyor.

Kurtarıcı motif, tarihsel imge Mustafa Kemal ve onun tarihsel eylemselliğinin büyüklüğü kendisini gösterdi ve gösterecek. O bir mucizedir, ölümsüzdür. Uluslaşmada temel direktir.

Türk halkının ortak bilincinde Sevr ve büyük kurtarıcı imgesi çok güçlü bir enerjiyle ortaya çıkmaya başladı. Yaşanılanın ne kadar gerçekçi ne kadar hezeyan (paranoya) boyutunda olduğu tartışılıyor.

Üç değerlendirme

Toplumsal olaylarda tehlike algılaması geçmişte yaşananlarla çok ciddi temelde ilişkilidir.

Bu durum, tehlikenin gerçeklik boyutunu da belirler.

Bir siyasal gelişmenin oluşturduğu sonuçlar birileri tarafından değerlendirilir. Bunlar kendilerine genelde o toplumun aydınları sıfatını yakıştırmış kimselerdir.

Bir kısmı "Evet toplum ve ülke bütünlüğüne yönelik ciddi tehditler oluşmuştur, Sevr hortlatılmak isteniyor" söylemini dile getirirken bir başka grup "Evet kısmen bir tehlike mevcuttur ama boyutu abartılıyor" diyebilir.

Bir başkası ise "asla böyle bir tehlikenin olmadığını bunun ruh sağlığı bozuk ya da gerçekliği değerlendirme yetisini kaybetmiş kimselerin paranoyası olduğunu" ileri sürer.

Ülkemizde her üç değerlendirmeyi de kendi politik konumlanmalarına ve çıkarlarına uygun şekilde kullanan ve kitleleri etki altına almaya çalışan odaklar mevcut.

AB üyelik süreci, ABD'nin Irak işgali, Türkiye'deki ve Irak'taki Kürt sorununun emperyalist müdahalelerle geldiği son aşama ve AKP iktidarının ekonomik ve politik uygulamalarla uyumlu dış politikası çok ciddi kaygılara sebep oluyor.

En azından dürüst olarak kabul edebileceğimiz Türk yurtsever kesimlerce ve özellikle Kemalist aydınlarca bu kaygılar üst düzeyde yaşanıyor.

Burada bizim açımızdan sorulması gereken, Kürtlerin tavrının ne olacağıdır.

Bize göre Türk halkının korku ve kaygıları ciddi düzeyde gerçekçidir, anlaşılmaya değerdir. Türk halkı tekrar Sevr tehlikesine benzer bir durumla karşı karşıyadır tespitini rahatlıkla yapabiliriz.

Ve bu tehlikenin temasında Türk-Kürt çatışması kurgulanıyor.

Söz konusu travma Kürt olgusunda odaklanıp sürdürüldükçe, bu her türlü istismara açık ve uygun bir ortamı canlı tutar ve gerçek tehlike nedeni olur. Yakın tarihimizin bir de bu yönüyle irdelenmesi neden bir türlü kalıcı çözüme ulaşamadığımızın yanıtını da bize sunar.

Kürt olgusunun bölücülüğe kaynaklık ettiği ideası {fikri, görüşü --ma}, resmi ideolojinin yaygınlaştırdığı bir korku olsa da, toplumun usunda yer edindi ve bu toplumsal algı adeta gelenekselleşti.

Emperyalistlerin Kürtlere dayalı politikası Irak işgaliyle derinleşince, Sevr travması da kendisini sürekli güncelleme ortamına kavuştu.

Burada Kürtlerin gayet açık ve samimi olması gerekiyor.

Şu önkabulle başlangıç yapılabilir: Misak-ı Milli sınırlarını mutlak surette koruyarak Kürt sorununa çözüm bulunmalıdır. Emperyalist müdahalelere güvenmeden ve de gerçeklik dışı olmayan açılımlarla çözüm arayışı gerekiyor.

Gerçekçi çözümlerden kastedilen ülkenin birliğini zorlamayan açılımlardır.

Kürtlerin en büyük müttefiki Türkler olduğu gibi Türklerin en önemli müttefiki de Kürtlerdir.

Sevr korkularının objesi Kürtler olmamalıdır. Komşu ülkede yaşananlar Türkiye'deki gerçeklikle örtüşmüyor. Zaten başka bir boyuttan bakılırsa orası da Misak-ı Milli sınırlarındadır.

Bu işgalci bir yaklaşım değil, samimi ve gönüllü bir kucaklaşma olacaktır.

Burada Kemalist aydınlara büyük görevler düşüyor. Bu kesimler unutmamalılar ki; korkular canlandırılıp iki toplum birbirine geriye dönüşümsüz düşman edilmek isteniyor. Söylemler buna hizmet etmemeli.

Kürtler de bu durumu çağrıştırıp, korkuları anımsatan fotoğraflarda yer almamalı. Yaşanılan tecrübelere dayanarak karşılıklı gelişen endişelerin inandırıcı bir biçimde artık son bulması için, çözüm vaat eden reel bir siyaset ve rasyonel projeler oluşturulmalı.

Özellikle parlamentoda temsil edilmesi beklenen bu olgun siyasi anlayışın karşılığını bulması da bir o kadar önemlidir.

Söz söyleme mantığını stratejik Türk-Kürt ittifakının ruhuna uygun oluşturmak, sözü dinleyecekler açısından da anlamlı olacaktır.

Tarihsel toplumsal perspektif içinde yaratıcı demokratik yaklaşımlar sergilemek yeni dönem siyaseti açısından beklenilen bir tutum olacaktır; parlamento çatısı altında sürdürülecek böylesi bir siyasi ve toplumsal duyarlılıkla karşılıklı güvenin oluşturulabilineceğine inanmak gerekiyor.

Gerçek birliğin yolu

Kan ve gözyaşı acıları büyütüyor.

Şiddet ortamına hemen son verilirse harcanan enerji ülkenin birliğini korumak için yoğunlaştırılabilir.

Burada dikkat çekmesi ve üzerinde durulması gereken husus, Türklerin Kürtlerin nezdinde sömürgeci ve despot, Kürtlerinse Türklerin nezdinde bölücü ve barbar olarak görülmesinin, bu tüm sıfatları kendinde barındıran Batı emperyalizminin işi olduğudur.

Bu bakış açılarında diretmek Türkiye'yi bölünmeye, Kürtleri ise sömürülmeye götürecek esas neden olacaktır.

Her iki toplum karşılıklı duygudaşlık kurabilirse geçmiş hatalar unutulup çözüme kavuşturulabilir. Yani, acıları, korkuları ve sevinçleri karşılıklı hissedebilirlerse, büyüklenmeci tavırlar etkisini yitirerek gerçek birliğin yolu açılabilir.

Burada unutulmaması gereken husus Türklerin olduğu gibi Kürtlerin de toplumsal bilinçaltlarında bir dizi travmaya sahip oldukları gerçeğidir.

Kanımızca bu gerçeğin araştırılması ve incelenmesi Türk aydınlarının sorumluluk ve duyarlılıklarının kapsam alanındadır.

Bu ülkenin Kürt- Türk diye bölünmesinin maddi, psikolojik altyapısı asla oluşmadı.

Emperyalist ülkeler kendi aralarında ilk kez biraraya gelip kalıcı hukuki, sosyolojik temelleri sağlam birliktelikler kuruyorlar.

Oysa tarihleri kanlı çatışmalarla dolu.

Bizler de aynı şeyleri kendi aramızda başarabiliriz.

Yeter ki bize dayatılan kitle psikolojisiyle düşünmeyelim.

Aysel Tuğluk: DTP Eşbaşkanı

Bu arada, Aysel hanımın kim olduğu hakkında kısaca bakındım, en tafsilatlı bilgiyi Zaman gazetesinin 10 Kasım 2005 tarihli sayısında buldum. Aşağıya alıyorum.

Aysel Tuğluk - Öcalan'ın avukatı, çocukluk yıllarından beri PKK'ya yakını

Mesleği: Hukukçu

Avrupa Birliği'nin geçtiğimiz yıl her fırsatta 'sorun' olarak dile getirdiği 'tutuklu DEP'liler' artık özgür ve 11 yıl aradan sonra yeniden siyasetin içinde.

Öcalan'ın geçtiğimiz yıl cezaevinde avukatlarıyla yaptığı görüşmede "Demokratik Toplum Partisi kurulsun" talimatı üzerine harekete geçen DEP'liler, 16 aylık bir sürecin ardından partiyi ilan etti.

Leyla Zana, Hatip Dicle, Orhan Doğan ve Selim Sadak 'siyasi yasak' nedeniyle partinin yönetim kademesinde yer alamadı, bu görev Öcalan'ın avukatına verildi. Eski siyasetçi Ahmet Türk'le birlikte 'eşbaşkan' olarak görev yapacak.

Tuğluk, terör örgütünün elebaşına bağlılığıyla bilinen, 6 yıllık cezaevi sürecinde onunla pek çok kez görüşen, siyasetten uzak bir isim. Elazığ doğumlu Tuğluk, çocukluk yıllarından beri PKK'ya yakın.

Apo'nun arkadaşlarından Alaattin Tuğluk'un kız kardeşi. Abisinin PKK'daki aktif görevleri nedeniyle örgütle ilişkisi eskiye dayanıyor. Henüz 9 yaşındayken evlerinde Apo ve PKK'nın üst düzey militanlarını ağırlayan , 1999'da İmralı'daki ilk görüşmesinde, "Demek o küçük ve zayıf esmer kız sendin!" hitabıyla karşılandı.

Apo'ya hayranlığını her fırsatta dile getiren 40 yaşındaki , Öcalan'ın yakalandığı haberini aldığında dünyasının karardığını belirtiyor. Öcalan'ı savunmak için başvuru yapan ekibin içinde yer aldı.

Avukat arkadaşlarıyla günlerce savunma stratejisini tartıştı. Avukat sıfatıyla Öcalan'la yapacağı ilk görüşmenin öncesinde heyecandan gözlerine uyku girmediğini belirtiyor. Öcalan'ın sesini duyduğunda ürperdiğini, görüşme sonrası ağladığını anlatıyor.

Kürt sorununun yanı sıra diğer konulara da çözüm aramayı vaat eden, 'Türkiyelileşme' iddiasında bulunan DEP'liler, Apo'nun avukatının liderliğinde 'bağımsız' bir parti olmaya çalışacak. Ancak, daha önceki partileri gibi "PKK'nın, Öcalan'ın güdümünde" olmakla eleştirilecekler.

Yeni süreçte 'her sorunu Kürt meselesi kadar savunacağını' belirten DTP'nin, Apo'yu savunmayı asli görev edinen yöneticilerle hangi sorunu ne oranda gündeme getireceği merak konusu.

Hmmmm....

Aşağıdaki haber 28 mayıs 2007 tarihinde Sabah gazetesinde yayınlandı.

Aşağıdaki metin, sözkonusu haberin arabaşlıklar çıkarılmış halidir.

Genelkurmay Başkanlığı'nın internet sitesinden yaptığı "ABD'nin iki F-16'sı perşembe günü Hakkâri'de Türk sınırını 4 dakika ihlal etti" şeklindeki açıklama Ankara'da heyecan yarattı..

Genelkurmay Başkanlığı, 27 Nisan bildirisinde olduğu gibi internet sitesine koyduğu "2 ABD F-16'sı Hakkâri Üzümlü'de Türk hava sahasını ihlal etti" açıklamasıyla dün bir anda Ankara'yı hareketlendirdi. Bu, Genelkurmay Başkanlığı'nın bu yıl açıkladığı 33. hava ihlaliydi. 32 ihlal Yunanistan uçakları tarafından gerçekleştirilirken, Genelkurmay, aynı yöntemle ABD'nin yaptığı ihlali de web sitesi üzerinden duyurdu. Genelkurmay'ın Atina'ya karşı izlediği yöntemin aynısıyla karşılaşan Washington şaşkınlığa uğradı. Türkiye'nin saat 17.18'de Anadolu Ajansı'ndan öğrendiği açıklamaya göre ABD'ye ait 2 adet F-16 uçağı, 24 Mayıs Perşembe günü Hakkâri Üzümlü bölgesinde Türk hava sahasını 4 dakika süreyle ihlal etmişti. Açıklamada, "gerekli girişimlerde bulunulması maksadıyla" olayın Dışişleri Bakanlığı'na bildirildiği de vurgulandı.

SABAH'ın edindiği bilgilere göre, Afganistan'da bulunan ABD'ye ait Bagram üssünden havalandığı belirtilen iki F-16'nın Türk hava sınırını ihlalinin tespiti üzerine Diyarbakır'da bulunan Bölge Harekât Merkezi'nden "alarm uçakları" kaldırıldı. Ancak Türk F-16'ları bölgeye gitmeden, ABD uçakları Türkiye hava sınırından çıktı. Genelkurmay'ın duyurusu, K. Irak'a operasyon endişesi taşıyan Washington için de 'tatsız' bir pazar sabahı sürprizi oldu. ABD Büyükelçiliği'nden bir yetkili "İhlal kazaen olmuş olabilir. İnceliyoruz" açıklaması yaptı. Ancak Washington'un asıl yanıt aradığı soru, Genelkurmay'ın 4 dakikalık ihlali neden internet sitesine koyarak ABD gibi bir müttefiki Yunanistan ile aynı ölçekte değerlendirdiği oldu. ABD'li kaynaklar, Bagram'dan K. Irak'a eğitim uçuşu yapıldığını hatırlatarak "İlk kez böyle bir şeyle karşılaşıyoruz" dediler. Uzmanlar, son teknolojilerle donatılan F-16'ların Türk hava sahasını "kazaen" geçmesinin mümkün olmadığını belirtirken, K. Irak'a operasyon kaygısı yaşayan ABD'nin bu ihlalle Türkiye'yi "uyardığı" yorumu yapıldı.

İncirlik Üssü'nde 24 ABD F-16'sı bulunuyordu. Ankara dün, "İncirlik'te zaten ABD F-16'ları varken neden Perşembe günkü uçuşlar ihlal sayıldı" sorusuna da yanıt aradı. Genelkurmay kaynakları, bu düzenli uçuşların planlarının Türkiye'ye 1 ay önceden verildiğini, ancak perşembe günü iki ABD F-16 uçağının ülke dışından havalanarak geldiğini, bu nedenle bu uçuşların "ihlal" sayıldığını belirttiler. Genelkurmay'ın açıklamasının bölgeden bir süredir ABD'nin TSK'nın Güneydoğu'daki faaliyetlerini izlediği yönünde haberler geldiği bir döneme denk gelmesi de dikkat çekti. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Genelkurmay'ın açıklamasını Sivas'ta öğrendi. Hemen Ankara'yı arayarak bilgi alan Gül'ün yakın çevresine, "Benim böyle bir olaydan haberim yok" dediği öğrenildi.

Genelkurmay Başkanlığı'nın internet sitesindeki sayfadaki 33 Numaralı kayıt aşağıdadır:

No: 33

Tarih/Saat: 24 Mayıs 2007

Yer: Üzümlü / HAKKARİ

Olayın Cereyan Tarzı: ABD'ye ait 2 adet F-16 uçağı Güneydoğu Anadolu Bölgesinde Türk Hava Sahasını dört dakika süreyle ihlal etmiştir.

Alınan Tedbirler: Gerekli girişimlerde bulunulması maksadıyla olay Dışişleri Bakanlığına bildirilmiştir.

Bakalım 'aydın'larımız bu konuda ne diyecekler?..

Bunun bir cevabı olmalı..

Sabah gazetesinde Yılmaz Özdil diye biri var; yüzü yabancı değil ama ismini hatırladığımı söyleyemem.. Aşağıdaki yazısı, büyük bir ihtimalle, benim okuduğum ilk yazısı.

Hazır bakmışken, diğer yazılarının da birkaç tanesini okudum. Hiç de fena yazmıyor bence. Kısa cümlelerle yazmak, anlamlı şeyler yazmak zordur; Yılmaz bey, bence, bunu iyi yapabilenlerden.

Yazıyı aşağıya alıyorum. Zülf-ü yare dokunmak ihtimali yüksek olduğuğundan, son iki cümlesini buraya alıp almamak konusunda hayli tereddüt ettim..

Türkiye sizinle gurur duyuyor!

"Ne malum PKK'nın yaptığı?"

Yeni moda bu.

Bombacı kız diyor ki...

"Öcalan'ı zehirlediniz, ben de intikam için hepinizi öldürmeye geldim."

Bunlar diyor ki...

"Ne malum PKK'nın yaptığı?"

Saralım makarayı biraz geri...

Manyağın biri cinayet işliyor...

"Milliyetçiler yaptı."

"Ulusalcıların işi."

"Jandarma parmağı..."

"Türk olmaktan utanıyorum."

Astsubayın bagajında tabanca çıkıyor...

"Derin devlete suçüstü."

"Çete."

"İşte hain."

"Ucu nereye giderse gitsin, kime uzanırsa uzansın, peşini bırakmayacağız."

Hatırlayın...

Büyükanıt'ı yargılamaya kalktılar.

Sonra...

Ankara'da bomba patladı...

"Ne malum PKK'nın yaptığı?"

"Teröristler yapsa, söyler."

"Halkı vurmaz ki onlar..."

"Derin devlet olamaz mı?"

Allah sizi inandırsın, biri aynen şöyle dedi:

"Bu saldırılar CHP'nin suçu."

6 şehit...

"Mayın, İtalyan olamaz."

"Evet, silahlar AB malı da... Bunda AB'nin ne suçu var? Ne bilsinler?"

"Komplo."

"İktidarı zor durumda bırakmak isteyen derin güçlerin marifeti olabilir..."

Ama en çok şunu beğendim:

"PKK'yı hedef gösteriyorlar!"

Yani, bu lafım basın ahlâkına ne kadar uyar bilmem ama... Hakikaten suratına tükürülecek adamsınız be kardeşim.

Yılmaz beyin yazdıklarını tıpatıp yazar mıydım; sanmıyorum.

Ama, işaret ettiği şeyi de görmezden gelemiyorum. Görmezden gelmek ne kelime, elle tutulacak kadar maddî hâle gelmiş bir hâl bu: Sağcısı, solcusu, liberali, dindarı, laiki, şaşkını, akıllısı.. herkes, ağzını açar açmaz, topyekun devlete çullanıyor..

Bu işte ciddi bir gariplik var... Sayılara bakacak olursam, devletin hatalı olduğuna hükmetmek işten bile değil.

Değil de, devlet dediğimiz şey de biz insanlardan oluşuyor. Akrabamız, komşumuz, okul ya da asker arkadaşlarımız.. yani, bizler...

Bizim ve bizlerin oluşturduğu bu devlet denen yapıyı bu denli yabancılamak ne anlama geliyor?

Buna verebileceğim hiçbir cevap hiçbirşeyin çözümü değil. Tersine, çok daha büyük sorunlara, felaketere işaret ediyor.

Aklımıza ne olduğunu anlamağa çalışıyorum..

Ne oldu da hepimiz birer şımarık velet gibi, sürekli bindiğimiz dalı kesmeğe çalışıyoruz?

Bunun bir cevabı olmalı..

Kaportaci..

Şurada çok hoş giden bir anlatı ile karşılaştım. Bazı düzeltmeler yapıp aşağıya alıntılıyorum. Seveceğinizi umuyorum.

- Aloo alo.. Abdullah'la görüşcektim ben..

- Burda Abdullah diye biri yok siz nereyi aramıştınız?

- Benim nereyi aradığım önemli mi dostum, benim tek gayem Abdullah'la görüşmek.

- O zaman büyük ihtimalle yanlış bir numara çevirdiniz, çünkü burda gerçekten Abdullah yok.

- Hayır numarayı kesinlikle doğru çevirdim, Abdullah'ın orda olması gerekiyo.

- Yahu kardeşim bak burası bir işyeri ve burda Abdullah diye biri yok. Mehmet var Hasan Usta var ama Abdullah yoook!

- Ya demek öyle ha demek Mehmet var Hasan Usta var Zekâi var ama Abdullah yok.

- A a sen burda Zekâi olduğunu nerden biliyon ya?!

- Ne biliyim lâ. Attım tuttu işte. Hem Zekâi kim ya?

- Zekâi benim en sevdiğim arkadaşımdır burda çalışıyoruz beraber... Lân ben bunları sana niye anlatıyom ki!

- Kardeş ben sordum sana özür dilerim istersen mevzuya geri dönelim.

- Ne mevzusu?

- Abdullah

- Kardeşim ben sana anlatamıyorum galiba, burda Abdullah diye biri yok. Yok. Yok. Yooooook! Kapatıyorum iyi günler ve iyi uykular sana.

- Demek öyle ha demek Abdullah yok. Peki nerde bu Abdullah senin bir fikrin var mı kardeş?

- Lân ne biliyim. Ben sen benle dalga mı geçiyon; ağzımı bozdurcan şimdi bana. Töbe töbeee!

- Tamam kardeş, sinirlenme ben sadece Abdullah'ı sormuştum. Ona çok ihtiyacım var şu an.

- Ne, nasıl yani?

- Abdullah benim en yakın arkadaşım şu an acayip psikolojim bozuk her an kendime kıyabilirim. Beni bu işten döndürse döndürse Abdullah döndürür.

- Kendine mi kıycan kardeş dur bi ya noldu ki?? Sorun ne yani?!

- Sorun çok büyük bi sorun...

- Nasıl yani, kardeş, anlat bana. Burda Abdullah yok ama bende Abdullah kadar anlarım halden; bulunur bi çaresi be. Anlat bakiim sen...

- Abi..

- Buyur kardeş

- Psikolog musun sen?

- Yo, neden sordun?

- Hiç, dedin ya bulunur bi çaresi, anlat rahatla falan diye; ben seni psikolog sandım.

- He.. Yok be kardeş. Ben de çok isterdim psikolog olmayı ama babam okutmadı; ortaokuldan sonra kaportacıya verdi; ben de usta oldum okuyamadık işte hep içimde bi ukte kaldı.

- Anlıyorum abi

- Sen anlat kardeş; benim ne olduğum önemli değil. Sen anlat, ben halden anlarım; bunca yılın ustasıyım ben.

- Abi, ne olsun işte.. Moralman bitik durumdayım; Abdullah benim en yakın arkadaşım, o anlar benim halimi. Mevzu ne diye soracak olursan, kız mevzusu be...

- He anladım yahu, gençlikte olur böyle şeyler be. Biz de zamanında az kız peşinden koşmadık.

- Haklısın abi anlarsın halden. Ya, abi, kız bana posta koydu. Ya, ben senin gibi manyakla evlenmem diyo.. Ne manyaklığımı gördün diyom; bana ne işte evlenmem diyo.

- Aaaa.. Bak sen şimdi

- Evet abi; ben manyak falan değilim.. Tamam, bi ara psikolojik tedavi gördüm ama bu benim manyak olduğumu göstermez; ülkemizde çoğu insan psikolojik sorunlarla boğuşuyo..

- Tabi canım, tabi. Sen dert etme bunları kendine. Bi daha konuşursun düzelir aranız be...

- Öyle de abi; kızın bi de deyyus babası var, kaportacıymış Allahın kaportacısından kız istiycez bi de..

- Deme yaw. Adı neymiş; belki tanırım ben bu civarlardaysa.

- Adı.. şeeeyyy.. Mahmut mu neydi, deli Maho diyolarmış adına

- Ne Mahmut mu? Ee şey kızın adı ne peki?

- Kızın adı Leyla. Abi bitiyom o kıza ya. İçin için yanıyom

- Hımmm.. Peki bu kızın babası niye vermiyomuş kızı sana?

- Ne biliyim abi.. İşte, işi yok gücü yok hayta, karıya kıza düşkün falan diyomuş..

- Allah allah.. Bak sen ya

- Ne oldu abi?

- Bişey yok canım çok sinirlendim şu babaya, yani yanımda olsa vercem babayı eline..

- Haklısın abi aynen öyle Allahın kaportacısından kız dileniyoz iyi mi?

- (Ulan ben senin şimdi sülalenden başlarım ama)

- Efendim abi??

- He? Yok bişey; yok.. Ya sana bişey sorcam: Bu Maho yani deli Maho nerede çalışıyo biliyon mu??

- Yok abi, valla bilmiyom ama gerçekten bilsem nerde olduğunu gidip beynine vurcam kalleş herifin.. Kızla arama giriyo ya.. Kız, sırf bu yüzden benle evlenmek istemiyo abi biliyom ben.

- İstersen ben sana bu Deli Mahonun adresini bulabilirim.

- Nerden bulcan ki abi? Nasıl olcak yani?

- Ya koçum, nâmı Deli Mahoysa ve kaportacıysa ben onu bulurum merak etme sen. Şimdi ben sana buranın adresini vereyim yarına kadar bulurum ben onu sana veririm adresi. Uit ne yapıyosan yap.

- Abi aslansın be. Kralsın be abi. Abdullahı bulamadın ama Abdullah kadar yardımcı oldun abi bana sağol ya. Ver abi adresi alıyom, ulan iyi kaportacılar da varmış bee

- (Senin ananı.. puşt evladı)

- Efendim abi?

- He yazıyon mu adresi diyom...

- He tamam yazıyom abi söyle...

Ertesi gün süper ötesi tribal manyak kahramanımız belirtilen adrese gitti.

Orda gerçekte aradığı ve dün istemeden bilmeden konuştuğu kızın babasıyla buluştu. Adresi aldı.

Aldığı adres biraz yaban bi yerdeydi aslına bakarsanız orda kaportacı falan da bilmiyordu ama neyse adam manyaktı ya bi kere oraya dükkan açmış olabilirdi.

Hangar gibi bi yere geldi kapıyı çaldı ve açtılar. İri kıyım bir herif karşıladı onu; sordu, Maho abi burada dediler. İçeri aldılar elemanı.

Sonra takriben 14 kişi olarak saydığımız kaportacı eşrafından iri kıyım arkadaşlar kahramanımızı bi güzel dövdüler. Özellikle kafasına ve vücudunun muhtelif bölgelerine darbe alan kahramanımız oracıkta öldü.

Fakat ölmeden önce bir ayrıntıyı fark etti onu dövenlerin içinde Abdullah da vardı! Abdullah kişisinin kahramanımıza tekme atarken "Allahsız Kitapsız kız kardeşime haa, o.rspu çoc.gu" diyerek giriştiği rivayet ediliyor...

Ayıpsız demokrasi aşkına!

Önce hemen özür dilemek istiyorum: Belçika dilini bilmiyorum. İsmini bile bilmiyorum --Felemenkçe mi yoksa başka bir şey midir; emin değilim.

İngilizcem de o kadar iyi değil; aşağıda tercüme ettiğim kısımda bazı kelimelerin Türkçe karşılığını da bir türlü çıkaramadım. O yüzden, onları metnin içinde olduğu gibi kullandım --tırnak içinde tabii ki.

Umarım, iyi niyetimi dikkate alarak bu cehaletimi bağışlarsınız.

Şimdi de sadede geleyim.

Malum, önümüzde bir seçim dönemi var. Sistemimiz de, eksiğiyle artığıyla, demokrasi.. Yani, 'seçmen ne istiyorsa o olacak' sistemi..

Demokrasimiz de, bildiğiniz üzere, hayli genç bir demokrasi.. Sık sık kesintilere filan da uğramış.. Zaman zaman önü kesilmiş.. süreç içine bastırılmış bir sürü talebe dönüşmüş mağduriyetlerlerinin bini bir para olan toy bir demokrasi..

Nasıl işlemesi gerektiğini de her zaman çok iyi biliyor değiliz. Başka, daha olgun demokrasilerden örnekler ve/ya ilhamlar almamız gerekiyor.

Ben de, bu yönde bir katkısı olur ümidiyle, Belçika'daki 'Nee Partisi'nin seçim kampanyasından bir kesiti, yalap-şap da olsa, tercüme ettim.

Bilindiği üzere, 'nee' kelimesi Belçika dilinde 'hayır' demekmiş. Yani, yeri geldiğinde 'hayır' da diyebilecek bir demokrasiden bahsediyoruz. Bu önemli bir ayrıntıdır; bunu aklımızda tutmalıyız tabii ki.

Peki, madem 'hayır'da diyebilecek bir demokrasimiz olacak, o zaman neye 'hayır' diyeceğimizi de tabii ki biz belirleyeceğiz.

Başka bir deyişle, işimize gelmeyen, canımızın çekmediği herşeye 'hayır' diyeceğiz. Bunların tersine de 'evet' demek.. daha doğrusu sistemin 'evet!' demesi gerekiyor.

Aksi halde, haşâ!, anti-demokratik oluruz.

Neyse. Şimdi, 'Nee Partisi'nin seçim kampanyasından bir örnek vereyim:

Ben (Tania Derveaux), Nee Partisinin Belcika senatosu üyeliği için ilk siradaki adayıyım. Yaygın talep üzerine, bu sayfada istekte bulunan herkese 40,000 'blowjob' teklif ediyorum.

Belçikada'daki diğer partiler, akla hayale sığmaz sayılarda istihdam fırsatları yaratacakları yolundaki vaatlerde bulununca, biz de bunu teklif etmeğe karar verdik. Daha önceki ti kampanyamızda, benim çırılçıplak poz vereceğimi ve 400,000 kişiye istihdam sahası açacağımızı söylemiştik.

Bu ulusal kampanyamız uluslararası basının da dikkaitini çekti ve benden 'blowjob' isteyen yüzlerce e-mail aldım. Eğer bu bize daha fazla basın ilgisi anlamına gelecekse, 40,000 'blowjob' vermeğe hazırım.

Planlarıma göre, günde 80 'blowjob' üzerinden, bu benim 500 günümü alacak. O yüzden, teklifim --zorunlu olarak-- sınırlıdır ve hazır fırsat varken kaydınızı bir an önce yaptırmanız akıllıca olur.

Not: Evli ya da utangaç olanların durumu dikkate alınacak ve bunlara 'blowjob'ları 'İkinci Hayat'ta verilecektir.

Sizi bilmem, en azından ben, bazı şeyleri sanki görür gibi oldum...

Dikkatle bakarsanız, gerçek bir demokrasinin nasıl olması gerektiğine dair önemli ipuçları olduğunu görürsünüz siz de..

Şu anda, vaktim pek olmadığından, bunların nasıl bakılacağını gösteremiyorum, ama Google'da en çok arananların neler olduğuna bir ara bakmıştım ve halkın ne istediğini anlamak açısından çok faydalı olmuştu.

Seçmen yaşının daha da düşürülmesinin neden gerekli olduğunu o incelemede görmüştüm. Seçilme yaşının da 25 filan değil, 18'e --hatta daha aşağılara-- inmesi gerektiği de aşikardı.

Bütün bunları dikkate almamız şart. Aksi halde demokrasimiz ayıplı olacak.

Türkiye'nin geliştiğini, ve artık eksikli ve ayıplı demokrasilere tahammül etmeyeceğini dünya aleme göstermeliyiz.

Bunu yapmak da, tabii ki gençlere düşüyor.

Tek ümidimiz hep gençler çünkü.

Haydi gençler! Gösterin kendinizi!

Ayıpsız demokrasi aşkına!..

Sürmeli

Dersini almış da ediyor ezber Sürmeli gözlerin sürmeyi neyler [Aman aman ben yârelendim aman] Bu dert beni iflâh etmez del'eyler Benim dert çekmeye dermânım mı var [Aman aman sürmelim aman] Kaşın çeymelenmiş kirpik üstüne Havada buludun ağdığı gibi [Aman aman ben yârelendim aman] Çiğ düşmüş de gül sineler ıslanmış Yağmurun güllere yağdığı gibi [Aman aman sürmelim aman] Yozgat'ı sel almış Soğluk'u duman Sıtk'ınan severim billâhi inan [Aman aman ben yârelendim aman] Ölünce mezara girdiğim zaman Ben susuyım kemiklerim söylesin [Aman aman sürmelim aman] Derleyen: Nida Tüfekçi {Yöre: Akdağmadeni} Bozok yaylasında otlayan bu sürülerin biri Sürmeli Bey adında bir Türkmen Yörüğüne aittir. Halk tarafından sevilen bu yanık sesli halk ozan, elinde kavalı, sırtında sazı Yozgat'tan Akdağmadeni'ne uzanan ormanlarda dolaşırdı. Bazan bir çamın dibine rastlanır, sazının tellerini konuşturur bazan bir derenin kenarında kaval çalar, gönlünün sevgilisini, güzelliği Bozok Yayla'sına yayılmış, âhu gözlü, sürmeli kaşlı, ay yüzlü o dilberi düşünürdü... Sevdiğinin babası çok sert bir bir Türkmen beyi idi. Sürmeli Bey, ailesini salarak, kızın babasından sevdiğini istetir; mağrur adam, kızını bir çobana vermeye yanaşmaz. Araya beyler, ağalar girer ama boşuna, bir türlü gönlü olmaz kızın babasının ve iki sevgili ayrı düşerler. Üzüntüsünden sürüsünü bırakan Sürmeli Bey alır sazını eline Beşçamlar mevkiinde kendine bir dergâh kurar. Aşkını, yanık türküleriyle dağlara, taşlara anlatır. Küser otağına, obasına; Akdağlar'a kadar uzanan çamların arkasında kaybolur; onu bir daha gören olmaz. Dertli kavalına üflediği, işli sazına söylettiği nameler kalır geriye. O gün bu gündür dillerde yankılanır Sürmeli Bey'in türküleri. Bu da onlardan biridir...

Çırpınırken Karadeniz

Bu türkünün bir siyasi parti/görüş tarafından sahiplenilmiş olmasıda da, türküye bir siyasi partiye/görüşe terkedilmiş gibi davranılmasına da hiçbir zaman gönlüm razı olmadı... Keşke, 'Sivastopol Marşı' gibi, 'Yemen Türküsü' gibi, diğer birçok türkümüz gibi, bunun da Ruhi Su --bir defa olsun-- seslendirmiş olsaydı da, kahramanlıklarımız kadar, ağıtlarımız kadar, hasretlerimizin de hepimize ait olduğunu hep beraber anlasaydık.. Çırpınırken Karadeniz Bakıp Türkün bayrağına Ah diyerdin hiç ölmezdin Düşebilsen ayağına Ayrı düşmüş dost elinden Yıllar var ki çarpar sinem Vefalıdır geldi giden Yol ver Türkün bayrağına İnciler dök gel yoluna Sırmalar düz sağ soluna Fırtınalar dursun yana Selâm Türkün bayrağına Hamidiye, o Türk kanı Hiç birinin bitmez şanı Kazbek olsun ilk kurbanı Selâm Türkün bayrağına Dost elinden esen yeller Bana şiir selâm söyler Olsun bizim bütün eller Kurban Türkün bayrağına Ahmet Cevat (1892-1937) 1918 sonunda Nuri Paşa'nın kumanda ettiği Dokuzuncu Ordunun Bakü'ye girmesi münasebetiyle Üzeyir Hacıbeyoğlu tarafından bestelenmiştir.

Türkülü kısa tarih dersi

Bitlis'te beş minare [Beri gel oğlan beri gel] Yüreğim dolu yare [Beri gel oğlan beri gel] İsterem yanen gelem [Beri gel oğlan beri gel] Cebimde yok on pare [Beri gel oğlan beri gel] Tüfengim dolu saçma [Beri gel oğlan beri gel] Vururum benden kaçma [Beri gel oğlan beri gel] Doksan dokuz yarem var [Beri gel oğlan beri gel] Bir yare de sen açma [Beri gel oğlan beri gel] Kaynak: Nazmi Zülfikar {Bitlis} Rus işgali sırasında Bitlis, harabeye döner. Düşmanın çekilmesinden sonra, savaş esnasında Bitlis’ten kaçmış bir baba ve oğul, Bitlis’e dönmek üzere yola çıkıp şehre hakim konumdaki Dideban Dağı eteğine varırlar. Baba, şehirde canlı kalıp kalmadığını öğrenmek için oğlunu şehre gönderir. Bir süre sonra oğul geri döner ve uzaktan babasına şöyle seslenir: "Hayattan iz yok; sadece beş tane minare ayakta kalmış." Bunu duyan baba yıkılır, diz çöker ve şöyle bir ağıt yakarak oğlunu yanına çağırır: Bitlis’te beş minare, beri gel oğlan beri gel. Yüreğim dolu yare, beri gel oğlan beri gel. Bu ağıt zamanla türkü ve manilere konu olarak günümüze kadar gelir.

Küre. Sel. Ve TesliMilliyetçilik..

Aşağıdaki yazı, Ahmet Altan tarafından gazetem.net'te 'Türkiye bir iç savaşa mı gidiyor?' başlığıyla 21 Mayıs 2007 yayınlandı.

Yazı ilginç ve önemli bence. Çok geniş bir değerlendirme yelpazesi gerektiriyor. Türkiye'de çok şeyin değişmiş olduğuna da işaret ettiğini düşünüyorum.

İşaret ettiği şeylerin başında da, yazıda açıkça değinilmese bile, Kurtuluş Savaşı ile birlikte aydınlarımızda gördüğümüz ve 'mahrumiyet ve özgürlüklerin kısıtlanması anlamına gelse bile bağımsızlık' diyebileceğimiz yaklaşımın yerini, artık, 'bağımsızlık filân o kadar da önemli değil, yeter ki bireyler olarak istediğimizi yapabildiğimize inanalım' anlayışına bırakmak üzere.

Bu yeni anlayışın henüz ezici çoğunluk sayılacak kadar yaygın olmadığı --yazının lafzından maâda, ruhundan-- anlaşılıyor (ya da ben öyle okudum). Ve, eğer yanlış okumadıysam, Ahmet bey, bu ikinci anlayışın başat olması gerektiği görüşünü benimsiyor.

Ben ise, esasen kararsızım. Ortada bir çeşit açmaz var --bence.

Ve, bu açmaz benim kafamı bir hayli meşgul ediyor.

Yazının içinde bu açmaz(ım)la eklediğim yorumlarımı bulabilirsiniz...

Türkiye gerçek bir seçim yaşayabilirse, ordunun ve yargı bürokrasisinin o sonsuz egemenliğinin sonuna geleceğiz.

Bu çok sevindirici bir gelişme olacak. Olacak da, neyin ya da kimlerin egemenliği altına gireceğimize dair bir işaret göremiyorum...

Gerçi, açıkça söylenmese de, yeni durumda 'halkın egemenliği'nin gerçekleşeceği kolayca söylenebilir. Dilin kemiği olmadığından...

Ama, ben, 'halkın egemenliği'nin var olduğu söylenen heryerde hep bir klik ya da zümrenin egemenliğinin olduğunu gördüm. Yani, etiketi 'halkın egemenliği' olan, fakat içeriği bakımından 'sahip(ler)i' değişse de, 'aynı tas aynı hamam' olan...

O yüzden, bu tür 'nurlu ufuklar' müjdeleri bana çok heyecan vermiyor. Yerine, yeni durumda, neyin ya da kimlerin egemenliği altına gireceğimizin bir cevabını arıyorum.

Şemdinli olayında utanç verici bir anlaşma yaptığı ve bu anlaşmaya güvenerek cumhurbaşkanlığı stratejisini oluşturduğu anlaşılan AKP, kendisi için gidilecek demokrasiden başka bir yol olmadığını gördü.

Hiçbir siyasi partinin bu ülkede hukuk dışı kurnazlıklarla yapılacak işbirliğine dayanarak gerçek iktidarı ele geçiremeyeceğini anladı.

Burası ilginç..

Yönetimdeki bir siyasi partinin birileri ile 'utanç verici' bir anlaşmasından bahsediyor. Taraflardan birisi aşağı yukarı belli de, diğer taraf açıkça yazılmamış.

O yüzden AKP istese de istemese de, Türkiye’yi dünyanın bir parçası yapmayı ve demokrasiyi seçecek.

Burası daha ilginç..

'AKP istese de istemese de'..

Ahmet beyin deyimiyle, iktidari başka türlü ele geçiremeyeceğini anlayan AKP, 'istese de istemese de', belli bir şekilde davranmak zorunda.

Bu bir makyavelist bir pragmatizm, yani 'her yol mübâh' değilse nedir, ben bilmiyorum.

Birinci denemede 'utanç verici' bir anlaşma yapmışmış.. şimdi, istese de istemese de, Türkiye’nin dünyanın bir parçası olması zorunlu olduğu için, başka ve inşallah 'utanç verici' olmayan bir anlaşma daha yapmasından mı bahsediyoruz?

Amaç neydi?

Demokrasi ise, demokrasinin içinde itirazlar ve engellerin çıkması normaldir. Meclis içinden ya da dışından..

Fakat, 'Türkiye’yi dünyanın bir parçası yapma'k niçin demokrasi ile aynı nefeste telaffuz ediliyor --onu pek de anlamadım. Ve, hangi dünyanın?

Bu, ordunun ve adli bürokrasinin hukukun sarsılmaz disiplini içine alınması demek.

Bazı terimler var.. insan duyar duymaz seviyor.

Bunlardan birisi de 'hukukun sarsılmaz disiplini'.. ya da daha sık duyduğumuz şekliyle 'hukukun üstünlüğü'...

Hukuk ile adaletin aynı şey olmadığını vurgulamak için bir fırsat anlamına geldiği için, Ahmet beyin bu konuya değinmesi bence çok iyi oldu.

Malum, Hukuk, çoğunlukla Meclis tarafında çıkarılan kanunlar ve onun etrafındaki mevzuat demek. Bu külliyatın üstünlüğünün tanınacağını söylemek de kulağa çok hoş geliyor.

Geliyor da, acaba herzaman içinize sinecek mi?

Bu konuda iyi bir örnek, Onur Öymen'in Antalya Paneli'indeki (bana emaille gönderilmiş) bir konuşmasından alınabilir..

Şunları söylüyor Onur Öymen:

Son günlerde dikkatinizi çekiyorsa, Meclisten alelacele bir petrol yasası çıkarıldı. Basınımız da pek üzerinde durmadı, tek köşe yazarından okudunuz mu siz petrol yasası konusunda birşeyler?

Okumadınız.

Neden acaba?

Bunların petrolle ilişkisi var mı yok mu pek bilemeyeceğim ama nedense bizim basın buna hiçdeğinmedi. Halbuki bu Türkiye'nin en önemli konusudur.

Niçin en önemli konusudur?

Şunun için: bu petrol yasası Cumhuriyet tarihimizde en utanç verici yasadır. Tekrar ediyorum; en utanç verici yasadır! Bu yasayla eski yasalarda bulunan çok hayati bir cümle metin dençıkarılmıştır.

Nedir o?

Eski yasa diyor ki: Bu yasanın amacı Türkiye'nin milli menfaatlerini korumaktır.

Bunu çıkarttılar biliyor musunuz?

Bunu çıkarttılar!

Dünyaya ilan ediyorsunuz, biz milli menfaatlerimizi korumayacağız diyorsunuz.

Biz araştırdık, başka ülkelerin yasalarında ne var diye.

Hepsinin petrol yasasında milli menfaatler korunacaktır lafı var.

Daha iki hafta önce Irak'ta kabul edilen, askeri işgal altındaki bir ülkede kabul edilen petrol yasasında bile Irak'ın ulusal çıkarları korunacaktır diyor.

Biz de öyle hükümler var ki, diyor ki Türkiye'de üretilen petrolün tamamı serbestçe yurt dışına ihraç edilebilir.

Kıtlık olur, sıkıntı olur; önemli değil, yabancıların bir litre petrolü Türkiye'de bırakma mecburiyeti yok.

Başka ne diyor?

Efendim devletin payı %2'ye indirilmeli. Yüzde 2!

Danimarka Meclis Başkanı buradaydı, geçenlerde onunla konuştuk onların da Petrol Yasası var; kuzeydeki petrolle ilgili,

"Sizde yüzde kaçtır devlet payı? Bizde %70" dedi.

Norveç'te yüzde kaç biliyor musunuz? Norveç'te %90.

Türkiye'de %2.

Düşünebiliyor musunuz arkadaşlar?

Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı'nın devlet adına yaptığı bütün çalışmalarla ilgili maddeler metinden çıkarılmıştır.

Türkiye Petrollerinin hiçbir etkisi kalmamıştır.

Yabancı devletlere Türkiye'de arama işletme hakkı vermeyen madde eski metinden çıkarılmış.

Yani yabancı devlet adına Türkiye'de petrol arayabileceksiniz, Türk devleti adına arayamayacaksınız.

Hukuk demiştik değil mi?..

Evet, demokrasi vb gibi kulağa çok hoş gelen şeylerle beraber, 'Türkiye’yi dünyanın bir parçası yapma'k ile bu tür şeylerin bir ilgisi var mı acaba?

'İstesek de istemesek de' derken acaba ne kastediyoruz?

Biz bu seçimlerden geçebilirsek, bir daha görevini tamamlamış bir cumhurbaşkanı "tek oy" almış birini rektör atama keyfiliğini, generaller muhtıra verme suçunu, anayasa profesörleri "siyasi çoğunluk devlet iktidarını istiyor" türünden saçma açıklamaları, Anayasa Mahkemesi de "oturum ancak 367 üyeyle açılır" gibi hukuki bir çarpıtmayı gerçekleştiremeyecek.

Bunlar tabii ki hoş değil.

Değil de, yukarıda örneğini verdiğim, başka da örneklerini sayabileceğimiz --ve, basının da, Ahmet bey gibi aydınlarımızın da radarına pek de girmeyen-- konular ne olacak?

Ülke-içi demokrasiyi savunmak iyi.. İyi de, ülkenin gözgöre göre ve daha çok sömürgeleşmesi yolundaki gelişmelere ses çıkartmamak doğru mudur?

'Sömürge aydını'nı duymuşluğum vardır da, 'sömürge demokrasisi' diye bir kavramı biz mi --örneğini de sergileyerek-- yaratıyoruz?

Peki, ordu ve yargı hukuk sistemi içine girmeye razı olacak mı?

Ordunun tavrına ve yargının kararlarına bakarsak razı olmak istemediklerini düşünmek için kuvvetli nedenler olduğunu algılarız.

Razı olmazlarsa ne yaparlar?

Hem Türkiye hem de dünya için dehşet verici ihtimaller bu soruyla başlıyor.

Doğru. Yani, katılıyorum.

Bir yol ayrımına gelmiş gibiyiz..

Ve, yol ayrımı da, esasen, ya 'bağımsızlık' ya da 'demokrasi' cinsinden bir açmaz.

İkisi birden olamaz mı?

Tabii ki, teorik olarak olabilir.

Ama, pratik açıdan bunun mümkün olmadığını söyleyebiliyoruz artık.

Başta basınımız olmak üzere, bankalarımız, büyük şirketlerimiz, yeraltı kaynaklarımız vb.nin yabancılar tarafından işletilmesine izin verirsek 'demokrasi'miz olacak ve cebimiz de para görecek gibi.

İzin vermezsek, yani 'bağımsızlık' konusunda titizlenirsek, Türkiye dünyanın bir kenarında duracak, büyük oyundan dışlanacak, ve kıt kanaat geçinir olacak...

Kaba hatlarıyla böyle çizersek, bu çok zor ve önemli bir açmaz..

Kırk katır, kırk satır..

Ya, karnı tok fakat iradesiz.. Ya da, irade sahibi ve karnı aç..

Bu kez "darbe yaparlar" deyip geçilebilecek bir durum yok ortada.

Çünkü bu sefer "darbeden" fazla şeyler olur.

Birincisi, zaten çok disiplinli olmadığı, kimin tarafından yazıldığı bile anlaşılamayan muhtıraların geceyarısı Genelkurmay’ın internet sitesine konmasından anlaşılan, ordu ciddi bir bölünme işaretleri veriyor.

Şimdi.. Ordunun disiplinli olmasını beklemek iyi de, ordu da insanlardan oluşuyor. Dolayısı ile, bu açmaz karşısında ordu mensuplarının da kafalarının karışmış olması çok da anormal olmamalı.

Fakat, bu tür bir kafa karışıklığı gerçekten de sevindirici bir şey midir?

Bir grup subayın ya da cuntanın, nasıl derseniz, Batı’dan ve demokrasiden kopup Rusya’yla hatta İran’la işbirliği yapmak istediği seziliyor.

Bunu böyle konumlandırdığımız zaman tabii ki kulağa çok çirkin geliyor.

Halbuki, Rusya’nın, hatta İran’ın, ne (yapmak) istediğine bakmak lazım.

Yani, mesele sadece 'Batı’dan ve demokrasiden kop'mak mıdır?

Yoksa, Batı ve onun belirlediği şekliyle 'demokrasi' bu ülkelerin halklarının çıkarları ile çelişiyor mu acaba?

Çelişyor olduğunu söylemenin kolay alacağını sanmıyorum.

Bence, çelişki var ve daha derinlerde yatıyor.. Ve, ilk bakışta görülmesi de kolay değil.

Batı sistemine entegre olmak demek, ülke bazında şöyle bir manzara olacağı anlamına geliyor:

Basın-yayın kuruluşlarının --yani kamuoyunun-- Batı tarafından kontrol edildiği veya yönlendirildiği, ticari hayatın (sanayi ve hizmetler) köşe taşlarının da Batı şirketlerinin birer parçası olduğu bir 'demokrasi'..

Seçimler, oylamalar vb. yani sahne.. herşey yerli yerinde olacak.

Olacak, ama, Hz Ford'un dediği üzere, 'siyah olmak kaydıyla istediğiniz rengi seç'ebileceksiniz..

Aksini düşünmek ya aklınıza bile gelmeyecek, ya da dile getirecek ortam bulamayacaksınız.

Basın-yayın kanalları sizin dediklerinize itibar etmeyecek, yayınlamayacaklar.. {Bkz. yukarıda bahsi geçen Petrol Yasası örneği..}

Ya da sizin itibarınızı kolayca sarsacaklar, silecekler.

Bunun üzerine, bir de, ülke içindeki ekonomik güçlerini de eklersek, neyi nasıl yapmanız gerektiğini bilseniz bile, uygulamak şansınız hiç olmayacak.

Bunun adı da, ülkenin 'demokrasi' ile yönetilmesi olacak.

Bunu, bir köyün muhtarını seçimle belirlemesi, buna karşılık muhtarın da Kaymakama (yani devlete, bürokrasiye) bağlı olmasına benzetebiliriz.

Bu durumda, sözkonusu köyde sistem 'demokrasi'dir de, ne kadar anlamlı olduğu, köyden ötesinin ne olduğu Allaha kalmış..

Ülkeler bazında demokrasi biraz da köylerdeki muhtar seçine benzer olacak.

Bunun yeni literatürümüzdeki karşılığı 'tek kutuplu dünya'dır. Sizin kaderinizin ne olacağına karar verenlerin size bunu danışmak zorunda olmayacağı bir dünya.

Küresel baktığınız zaman, bunun pek de 'demokrasi' olmadığı ortada.

Ülke bazında kaderinize sahip çıkmak istediğiniz zaman da, sizi demokratik bir sisteme sahip olMAmakla itham edecekler. İçinizdeki değişik çıkar unsurlarını, etnik veya inanç gruplarını tahrik ederek sizi zora sokacaklar.

Sisteme dahil iseniz, içinizdeki bu unsurlara 'şimdi sırası değil, ekleyin biraz daha' derler fakat, sisteme tümleşik değilseniz, 'haydi, şimdi tam sırası' olur.

Bunları yakın zamanda hep gördük. Hayli de yetenekli olduklarını kabul etmek zorundayız --bunları yapabilmek için gerekli her türlü imkânları da hayli fazla. Başta da, 'kanaat önderi' yaratmak imkânları geliyor.

'Kanaat önderi'nin 'işbirliği' yapıyor olması da şart değil. Uygun odaklı birilerinin dediklerini yayınlamak ya da yayınlaMAmak imkânı kimdeyse, o istediğini yaptırtır.

Ahmet Altan örneği bunlardan sadece birisi bence..

Ahmet Altan, Petrol Yasası ile ilgili bir şeyler yazmış olsaydı, büyük yayın organlarında yayınlanacağını hiç sanmıyorum --onun da bunu bildiğine eminim--, ama demokrasi vb gibi kulağa hoş gelen, ama içinin nasıl doldurulacağı belli olmayan konularda yazarsa itibar gören bir kişi olacaktır.

Başka bir deyişle, Ahmet Altan'ın kendisi bir 'işbirlikçi' olmak zorunda değil; işe yarayanları alıp yayınlamak imkânı olan her kim ise, o, istediği anda istediği kişileri 'kanaat önderi' haline getirebilir.

Tek kutuplu dünyaya itiraz edenler aslında küresel anlamda demokrasi istiyor. Yani, ürettiğini nereye ya da kime hangi fiyattan satmak konusunda kararı kendisinin verdiği, kandi ülke savunmasını da kendi amaçları doğrultusunda düzenleyebileceği bir dünya..

Burada işler karışıyor..

Batı, kendisinde her türlü silah olmasına rağmen, o silahların çok az bir kısmının dahi --kendi kontrollerinde olmayan-- başkalarında olmasına izin vermiyor.

Batı, kimin kimle ticaret yapacağını, neyin hangi fiyattan nereye satılağını, nereden alınacağını belirlemek istiyor.

Bunları kabul ederseniz, sizin sisteminizin adı ne olursa olsun önemli değil. Kabul etmezseniz, içinizdeki unsurları tahrik edip sizi --kendi tarifledikleri şekilde-- 'demokrasi'ye zorluyorlar.

Batı'nın bu yeteneklerini çok takdir ediyorum.

Çünkü, çok iyi, çok maharetli oynuyorlar bu oyunu.

Emekli generaller çok uzun zamandan beri bunun sinyallerini veriyorlar.

Ama bütün ordunun ve subayların aynı fikirde olmadığı da bir gerçek.

Batı’dan yana, NATO üyeliğinden yana, Amerikan ittifakından yana olan subaylar da var.

Muhakkak vardır. Ama, subaylar o kadar da önemli değil.

Önemli olan onların kanaat önderleri; ve bu çerçeveden bakarsak, NATO üyeliğinden yana, Amerikan ittifakından yana olan çok sayıda 'kanaat önderi' var. Asıl önemli olan da budur.

Bir darbe olması halinde bu iki grup, Türkiye’nin geleceğini kendi düşünceleri çerçevesinde biçimlendirmek için ne yapacaklar?

Bunun örneklerini daha önceleri, Suharto zamanında, Endonezya'da gördük. Çok kibar, çok nezih kalem efendileri ellerine en gelişkin silahları alıp, sokaklarda binlercesini öldürdü.

Böylece, Endonezya, sisteme dahil edildi.

Böyle bir durumda Amerika’nın ve Rusya’nın kendi taraftarlarının kazanması için ellerini dirseklerine kadar Türkiye’nin içine sokacaklarını da unutmayın.

Bu ordunun bölünmesi ve ciddi bir iç savaş anlamına gelir.

Doğrudur. Ama, bu, bugün --en azından bir tarafın-- ellerini dirseklerine kadar Türkiye’nin içine sokmamış olduğu anlamına gelmiyor.

Tersine, bizde, 'özgürlükçü' etiketiyle ortalıkta dolanan çok sayıda 'kanaat önderi'miz, aslında ülke bazında bağımlılığımızın artarak devamını sağlamak için elinden geleni yapıyor...

İkincisi, cumhuriyet tarihinde hiç rastlanmamış başka bir ihtimalin ortaya çıkması.

Ordu hep silahlarını solculara, demokratlara, Kürtlere, Alevilere doğrulttu.

Bunlar, azınlıkta olan gruplar.

Doğrudur. Azınlıkta olanların talepleri bazan karşılanamaz (karşılanmak istenmez, ya da sırası gelmemiş) olabiliyor. O yüzden, silah doğrultulmuş oluyordu.

Ama bu kez darbe olursa silahlar Sünni dindarlara dönecek.

Yok. Hayır, buna katılmıyorum.

Nasıl ki, Ahmet bey, ordu içinde farklı düşünenler olacak diyorsa --ki, haklıdır--, benzer şekilde Sünnilerde de farklı düşünenler vardır.

Dolayısı ile, topyekün Sünnilere silah doğrultmak sözkonusu değil bence. Dindar olmak, ya da olmamak da önemli değil.

Yukarıda kısaca değindiğim üzere, her 'taraf', kendisi ile ittifak etmeyenlere silah doğrultacak... Kimin dininin ne olduğuna değil, neye hizmet etmek istediğine bakarak olacak bu --başka türlüsü anlamsız olur çünkü.

Yani orduyu oluşturan neferlerin ailelerine.

Annelerine, babalarına, kardeşlerine, amcaoğullarına, arkadaşlarına.

Neferler, diğer darbelerde olduğu gibi cuntacı generallerin emirlerini dinleyecekler mi?

Yasadışı bir hareketin parçası olup silahlarını ailelerine çevirecekler mi?

Bu da öyle kolayından "evet" denilemeyecek başka bir soru.

Doğru. Çünkü, 'cuntacı' filan kelimeleri çok da anlamlı olmayacak.

Yani, mesele --eskiden olduğu üzere--, 'belli bir (yabancı) devlet ya da bloğun istediğini silah zoruyla gerçekleştiren bir ordu' olarak özetlenemeyecek.

Öyle görünüyor.

Bu iki gerçeği yan yana koyduğunuzda ve AKP’nin bu kez direnmek konusunda kararlı gibi gözükmesini de buna eklediğinizde, bir dahaki darbe girişiminin Türkiye’yi çok kanlı bir içsavaşa sürükleyebileceğini tahmin edebilirsiniz.

Doğru. AKP'nin TC'yi sisteme dahil etmek yolundaki gayretleriyle hemfikir olmayanların daha bir ayrışacağı bir döneme giriyor olduğumuzu düşünüyorum.

Bu dönemde, şimdi neredeyse zil takıp oynadığımız yabancı sermaye girişinin artışı, aslında, bizim --herbirimize-- rakip olarak geldiğini idrak etmemizle birlikte, saflar daha bir belirgin olacak.

Bu, çalışan kesim {işçiler, aydınlar filan dahil, 'bordro mahkumları' (!) } için çok önemli olmasa da, TC'deki serbest meslek sahipleri ve iş dünyasının genelinde çok ciddi sıkıntılara yol açabilecek...

Hemen karşılarına, çok daha büyük sermayalerle gelip yerleşecek olan yabancı şirketler --eğer ortaklık yapısını iyi kurup serbest meslek sahipleri ve iş dünyasının genelini elde edemezlerse-- ülekde çok derin bir muhalefete yol açacaklar.

'Bağımsız Türkiye!' sloganlarının yeri göğü inleteceği bir dönem olabilir bu.

Üstelik, bu sloganları atanlar --eskiden olduğu üzere-- bir grup üniversiteli gençlik ve işçiler olmayacak; ülkenin serbest meslek erbabı ve yerli sermayesi olacak...

Fay hattı.. 'başörtüsü' filan değil, burada ortaya çıkacak.

Ordu da, halk da bu eksende bölünecek bence..

Cuntacılar ve hukukun dışına savrulan adli bürokrasi, gözü dönmüşlüğü darbeye kadar götürür mü, bilmiyorum.

Ama götürürlerse bu kez Türkiye büyük ve kanlı bir iç savaş yaşar.

Çok kanlı günlerden geçeriz.

Evet.. 'Kanlı mı olacak, kansız mı' diyen Erbakan'ın da kasdettiği buydu sanırım.

Erbakan, özünde, milliyetçi/ulusalcı idi bence.

Tasfiye edildi.

Tasfiye edildi, ama bütün tasfiyeler gibi, bu da geçicidir.

Sorun, devam ediyor; ve tasfiye edenlerin tasfiye edilemeyeceğini söyleyemeyiz.

Türkiye’yi dünyadan koparmaya çalışan cuntacıların, hukuka hiç aldırmayan hukukçuların bu ihtimalleri de düşünmesi gerekiyor.

Bu bir tehdit/şantaj mesajı değilse nedir bilemiyorum. Ama, önemli de değil; içerik olarak özünde çok da yanlış söylenmiş değil.

Şöyle bir alternatifle okunursa tehdit/şantaj mahiyetinden çıkar demek istiyorum: Türkiye’yi Batı sistemine tamamen entegre etmek isteyenler de bazı ihtimalleri dikkate almak zorundadır.

Muhataplarının 'cuntacı' generaller olacağını söylemelerini anlıyorum, ama bunun gerçekten böyle olduğuna inandıkları kanaatini taşımıyorum.

Muhatapları halkın çok önemli bir kısmı olacak bence. 'Cuntacı generaller' bu listede ya hiç olmayacak ya da çok alt sıralarda olacak.

Darbe çığırtkanlığı yapan, kendi iktidarını cuntacıların gölgesinde arayan, siyaseti çığrından çıkaran politikacılar da hesaplarını iyi yapsınlar.

Doğru. Doğru da, bunun bir de öteki yüzü var.

Öteki yüzünde de aşağı yukarı şunlar yazıyor:

Türkiye, genç nüfusu ile, etrafında yeniden şekillenmekte olan siyasi coğrafya ile, çok büyük fırsatlara sahip ve bunların birçoğunu da gerçekleştirmek iktidarında olan bir ülke. Bu fırsatları, sırf NATO üyesi ve Batı sistemine entegre olmak uğruna (ve onların yönlendirmesiyle) tepmek niyeti ya da lüksü yoktur.

Türkiye, elindeki bu büyümek ve dünyada çok daha önemli bir oyuncu olmak fırsatını --kendi istediği şekilde-- değerlendirmek yerine, (şimdi Türkiye'den istendiği üzere) başkalarının dümen suyundan gitmeği kabul etmeyebilir.

Bu, bence, çok kuvvetli bir ihtimaldir.

Bu tercihi yapması halinde, Türkiye'nin Batı şablonuna uygun bir 'demokrasi' olmadığı yolunda yoğun itirazlar dile getirilecektir mutlaka. Ama, bu tür itirazlar, Türkiye'nin kendi istediği şekilde kararlar almasına direnmek anlamına gelebilir. Bu bakımdan, hepimiz (herkes) hesaplarımızı iyi yapmamlıyız bence.

Bu seferki darbe eskilerine benzemez.

Hiç kimse güvencede olmaz.

Doğru. Böyle bir gelişme, kartların dünya çapında yeniden karılması anlamına gelecek..

İddia edilebilir ki, şu anda bunu yapabilecek çok az sayıda ülkeden birisidir Türkiye.

Yani, enteresan zamanlarda yaşıyoruz.

Umarım yasa dışına çıkan cuntacılar, hukuku hiçe sayan hukukçular ve darbe meraklısı politikacılar hayatın gerçeklerini çok zorlamazlar.

Çünkü Türkiye’yi tutuşturacak bir yangının kimi yakacağı artık hiç belli olmaz.

Buraya katılıyorum; ama, 'sıtmayı gösterip ölüme razı etmek' anlamında değil ise, tabii ki..

Yalta'da çizilmiş haritanın devamı anlamına gelecek tavsiyeler ilericilik değil, aksine muhafazakarlıktır; yeni durumu, kendi açımızdan ve etiketlere mahkûm olmaksızın değerlendirmeliyiz bence.

Neyse... Yazının başında ve içinde 'açmaz'larımdan bahsettim. O açmazın adını şöyle koyuyorum: 'Gitmek mi zor, kalmak mı zor?'..

Kalırsak, İran ve Rusya'ya karşı tavır da almış oluyoruz bir bakıma. Yani, klasik milliyetçiliğimizin gereğini de yerine getirmiş oluyoruz.

Aynı zamanda da, halen içinde (daha doğrusu kenarlarında bir yerlerde) olduğumuz Batı sistemine tamamen teslim olmuş oluyoruz..

Bu, 'tesliMilliyetçilik' ve refah içinde önemsizleşmek --yani, küreselliğin selinde boğulmak-- anlamına mı geliyor?

Yoksa, Nirvana'ya erişimiz mi?

Bilmiyorum.

Bilenlerden --sloganlardan arınmış-- yardım istiyorum.

Teksesli küresel demokrasi

Aşağıdaki yazı 21 Mayıs 2007 tarihinde Neşe Düzel imzası ile, Radikal gazetesindeki 'Neden?' temalı söyleşiler dizisinde, 'Rusya'nın etki alanına girmiş askerler var' başlığıyla yayınlandı. Yazı, kendisi de bir gazeteci olan Yasemin Çongar ile yapılan söyleşidir.

Yasemin Çongar'ın ilginç bir pozisyonu var; yani bana hep ilginç gelmiştir. neden böyle düşündüğümü uzun uzun anlatmak yerine, Yasemin hanımı kısaca tanıtan bir metni buraya almak isterim:

Yasemin Congar is the Washington bureau chief of the Turkish newspaper Milliyet, for which she writes two weekly columns on U.S. politics and culture. She also is the Washington correspondent for CNN Turk. Among her many assignments, she has covered the Gulf War, writing from Baghdad, Amman, Jerusalem, and Northern Iraq.

Çok kısa özetleyecek olursam, Yasemin hanımın Milliyet gazetesinin Washington bürosunun şefi olduğunu, CNN-Türk'ün de Washington muhabiri olduğunu yazıyor.

İlginçlik de burada doğuyor. Şöyle: Aynı gazetenin Ankara muhabiri Türkiye'nin ne düşündüğünü pek de kolayca özetleyemezken, Türkiye'den 3-4 kat daha fazla nüfusa, ve hesaplayamayacağım kadar da küresel nüfuza sahip ABD'nin ne düşündüğünü Yasemin hanım bir çırpıda söyleyiverebiliyor. Hiç de tereddüt etmeksizin, ABD'de herkes tıpatıp aynı şeyleri düşünürmüş gibi, ABD'de dış politikada farklı görüşler yokmuş gibi..

Bunları, kendinden bu kadar emin söyleyebilmesini çok enteresan buluyorum. Bunu yapabildiğine göre, hayran olunacak bir yetenek olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bütün dünya alemde, ABD'nin nabzını Yasemin hanımdan daha iyi tutabilen başka bir gazetecinin var olabileceğini düşünemiyorum.

Bu da son derece normaldir. Zaten, bu denli yetenekli olmasa, Milliyet gazetesinin Washington bürosunun başına getirilmezdi herhalde. Bu da bizim şansımızdır. Dünyanın başka ülkeleri, başka gazeteleri kara bahtlarına, kem talihlerine ne kadar ağıt yakarlarsa yaksınlar, bu gerçek değişmeyecek.

Neyse. Neşe Düzel'in bu olğanüstü yetenekli gazeteci ile yaptığı söyleşinin tam metni; Türkiye'deki olaylara ABD'nin ne gözle baktığı, ABD'nin Türkiye'de kimleri veya neleri desteklediği, desteklemediği vb önemli konuları Yassemin hanımın tereddütsüz dilinden okumak isteyebilirsiniz.

Türkiye bir NATO ülkesi. Ordusu NATO'ya bağlı bir ordu. Bu nedenle bu ülkedeki bütün darbeler ya Amerika'nın bir kışkırtmasıyla ya da onun açık onayıyla gerçekleşti. Bu gerçek bilindiği için ne zaman Türkiye'de askerlerin siyasete müdahalesi ihtimali doğsa, bütün gözler ne düşündüğünü anlamak için Amerika'ya çevrilir. Askerlerin gece yarısı gerçekleştirdikleri son internet muhtırasından sonra da böyle oldu. Amerika'nın, bu muhtırayı izlemesi muhtemel bir askeri darbe hakkında ne düşündüğü herkes tarafından merak edildi. Amerika'yı çok iyi tanıyan Milliyet'in Washington temsilcisi Yasemin Çongar'a, Amerikalıların TSK'nın muhtırasına nasıl baktığını, bir darbeyi destekleyip desteklemeyeceğini, bir darbeden sonra Türkiye'nin ve ordunun, Batı kampı dışında yeni ittifaklar aramasından endişe edip etmediğini, AKP'nin politikalarına nasıl baktığını, ordunun son dönemdeki çizgisini nasıl değerlendirdiğini sorduk.

Türkiye'deki bütün askeri darbeler Amerika'yla bağlantılı yapıldı. Bizim ordu Amerika'dan onay alarak harekete geçti. Onun için ne zaman ordu hareketlense gözler Amerika'ya çevrilir Ve onun tavrının ne olduğu anlaşılmaya çalışılır. Amerika, Türkiye'de yaşayan insanların kendisine yüklediği rolün farkında mı?

Yetkililer farkında. Washington'da olup da Türkiye'yi biraz tanıyanlar, ağızlarından çıkan bir lafın bile Türkiye'de bir etki yapacağını biliyorlar ve konuşurken laflarını tartıyorlar.

Amerikalılar, şimdi darbe hakkında ne düşünüyor? Bir darbeyi destekleyecekler mi sizce?

Bence desteklemeyecekler. Amerika'nın darbeyi desteklememesi, bir darbeyi özendirmeyeceği, teşvik etmeyeceği ve bir darbe olabileceği izenimini aldığında da 'darbe olmasın' yönünde bir mesaj vereceği anlamına geliyor. Yoksa darbe olduktan sonra Amerika hiçbir şekilde Türkiye'yle ilişkileri kesmeyi göze alamaz. Hükümette asker de olsa, sevmediği bir milliyetçi parti de olsa, sonuçta onunla işbirliği yapmanın yolunu aramak zorunda Amerika. Ayrıca Amerika'nın Türk Silahlı Kuvvetleri'yle hâlâ çok yakın ve önemli ilişkileri var. Bu ilişkileri bozmak istemezler. Ama şöyle bir değişim de var.

Değişen nedir?

Daha önceki dönemlerde Türkiye'de ordu kendisini Batılılaşmanın, modernleşmenin, Batı'yla ilişkilerin, Batı kurumlarına bağlılığın öncü gücü olarak kabul ettiriyordu. Son dönemde ise Türk Silahlı Kuvvetleri'nden gelen birçok mesaj TSK'nın özellikle AB karşıtı olduğu yönünde bir izlenim yarattı Washington'da. AB'yle çıkarları bire bir örtüşmese de, ABD'nin Türkiye'ye yeni stratejik bakışı Türkiye'nin geleceğinin Avrupa Birliği'nde olduğu yönünde. Bush yönetimi de, bu yeni stratejiyi paylaşıyor. AB'ye üyelik sürecinin aksamamasını, Türkiye'nin AB sürecinin gerektirdiği sivilleşmeyi yaşamasını istiyorlar. Sürecin devamının birinci koşulunun da askerin siyasete karışmaması, demokrasinin sürmesi, bir darbenin yapılmaması olduğunu biliyorlar. Darbe olursa Türkiye'nin AB'ye üyelik sürecinin kesileceğinin ve süreci bir daha başlatmanın çok zor olacağının herkes farkında.

ABD'nin yeni Türkiye stratejisi, Türkiye'nin AB üyesi olması mı?

Evet. Kendi çıkarları gereği de buna samimiyetle sahip çıkıyorlar. Türkiye'nin içinde olduğu bir AB'nin hem kendilerine daha yakın bir AB olacağını varsayıyorlar, hem de Türkiye'nin uzun dönemli siyasi ve iktisadi istikrarı için AB'nin büyük güvence olacağını düşünüyorlar. Daha önemlisi, Türkiye'nin AB üyeliğini, 11 Eylül sonrası özellikle Batı'da bir İslami fobi yaşanırken, 'İslam'la demokrasi birlikte yürüyebilir mi? Müslümanlar Batı'yla barışabilir mi?' sorularını en iyi cevaplayan bir organik kurumsal ilişki biçimi olarak görüyorlar. Ortadoğu ve Arap ülkelerinin Türkiye'nin AB sürecini yakından izlediğini biliyorlar. Türkiye'nin reddedilmesinin ya da kendisinin bu yoldan çıkıp bambaşka bir dünya aramasının bu ülkelerde 'Batı karşıtlığı' gibi bir karşılığı olacağını düşünüyorlar.

Amerika, kendi onayı olmadan Türk ordusunun darbe yapabileceğine dair bir endişe taşıyor mu?

Taşıyor. Bu ihtimali her zaman göz önünde tutuyor. Kendi kontrolü dışında bir gelişme olabilir diye endişeleniyor. Zaten kafalarında 'Ordu darbe yapmayı istiyor mu? Türk ordusu bu aşamadan sonra darbe yapar mı?' sorusu hep var. Bu soruları Türkiye'den gelen herkese soruyorlar.

Amerika'nın TSK'yla en üst düzeyde çok yakın ilişkileri var. Biz Türkiye'de 'Acaba son muhtıra emir-komuta zinciri içinde mi oldu, bu muhtıra alt rütbeli subayların üste dayatması mıydı?' diye tartışıyoruz. Onların kafalarında da aynı sorular var. Türk genelkurmay başkanıyla konuşuyor olabilirler, ondan izlenim alabilirler ama, sonuçta Türk ordusunda her subay kademesinin ne düşündüğünü bilemiyorlar. Nitekim askerin muhtırası Amerikalılara sürpriz oldu. Böyle bir şeyi beklemiyorlardı. Muhtıra açıkça bir darbe tehdidini içeriyor.

Amerika, AKP'nin politikasıyla ilgili gizli endişe taşımıyor mu?

Hayır. AKP Türkiye'yi Ortadoğu'ya savurttu, AB'den uzaklaştırdı diye hiç düşünmüyorlar. AKP hükümetini Batı'ya en yakın, çalışmaya en müsait hükümet ve parti olarak görüyorlar. Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice daha yeni Senato'da bir soruya, 'Türkiye'nin son birkaç yılda Avrupa normlarından uzaklaştığını kesinlikle söyleyemeyiz. İslami kökenli bir parti Türkiye'yi Avrupa'ya entegre etmek için her şeyi yapıyor. Biz de demokratik süreci canla başla destekliyoruz' dedi. Refahyol deneyiminden sonra Amerika için AKP'nin nasıl bir politika izleyeceği ilk başta büyük bir soruydu. Ama şimdi Amerika şunu gördü. Bu hükümet IMF'yle tam da Amerika'nın istediği biçimde hiç aksatmadan çalıştı. AB üyeliğine bugüne dek hiçbir hükümetin yapmadığı yatırımı yaptı, AB rotasına sahip çıktı. Bunlar Amerika için önemli göstergelerdi.

Washington, AKP'nin Ortadoğu'daki dinci güçlerle işbirliği yapacağına dair korkulara sahip mi?

Hayır. Batı'yı bırakıp Ortadoğu'daki dinci güçlerle ittifak yapacak diye bir şey yok. Ama Hamas olayı yaşandı.

Türk hükümetinin Hamas'ın Filistin'deki seçilmiş siyasi liderini değil de, sürgündeki askeri liderini Ankara'ya davet etmesi Amerika'nın AKP'ye bakışında değişiklik yaratmadı mı?

Bu olay, ilişkilerde bir yılı etkiledi. Çok kızdılar. Amerikan yönetiminde son derece etkili bir yetkili bana, 'Bu 'Hamas görüşmesi bizim için 1 Mart tezkeresiyle eşdeğerdir' dedi. Ama daha sonra AKP'nin tavrı, Amerika'nın ve AB'nin Hamas politikasının çok dışına çıkmayan bir tavır oldu ve Türkiye İsrail'le yakın işbirliğini aksatmadı. Yalnız şu var, Amerika açısından Hamas olayı, Türkiye'yi çok daha yakından izleme ve Türkiye'yi her aşamada uyarma gibi bir etki yarattı. Mesela Demokratların ağır toplarından Richard Hallbrook'tan daha yeni İran'la ilgili uyarı geldi. 'Kulağımıza, Türkiye-İran diyaloğunun bir ortak planlamaya dönüştüğü geliyor. Eğer Türkiye ile İran ortak planlama yapıyorsa, bu NATO'nun altını oyar' dedi. Yani 'bir NATO müttefiki bunu yapamaz' dedi. Bu, Ankara'yla Tahran'ın bir nükleer pazarlık içinde olduğu dedikodularına karşı bir uyarıdır. Bence kesinlikle böyle bir şey yok ama bu laflar dolaştırılıyor ve Türkiye sert tepki görüyor.

Muhtıraya karşı Amerika pek bir tepki göstermedi ilk başta. Daha sonra biraz daha sert açıklamalar yaptı. Böylece AKP'nin Ortadoğu politikasını mı cezalandırmaya çalıştılar yoksa gizlice orduyu mu destekliyorlar?

İkisi de değil. Önlerini göremediler. Belki hükümet istifa edecekti ya da muhtıranın hemen arkasından bir askeri girişim daha olacaktı, ne olacağını göremediler. Oysa Türkiye'de demokratlar muhtıraya karşı ses çıkardılar. Mitinglerdeki görüntüye ek olarak TSK, Türk halkının genelinden destek alan bir girişim daha yapmış olsaydı, Amerika buna karşı duramazdı. Ayrıca Amerika, hükümetin açıklamasını da öngöremedi. Türkiye'de bugüne dek hiçbir hükümet 'Genelkurmay başbakana bağlıdır. Biz bu açıklamayı kabul etmiyoruz' dememişti. Ayrıca Amerika AB'nin kararlılıkla karşı çıkacağını da göremedi. İngiltere Başbakanı Blair'in darbe karşıtı açıklaması Amerika'da çok ciddiye alındı. Zaten bütün bunlar olduğunda Amerika ofsaytta kalmış bir ülke durumundaydı. Türkiye'deki demokratik sesin gücünü ve son dönemdeki demokratikleşmenin düzeyini kavramadığı ortadaydı. Sonuçta yanlış yaptıklarını anladılar.

Eğer, Türk ordusu Kuzey Irak'ta Amerikalıların istediği türden bir politika izlemek için söz verirse, Amerika darbeyi destekler mi?

Hayır. Amerika'nın stratejik faydası AB üyesi bir Türkiye. AB üyeliği hem Türkiye'nin uzun dönemli ekonomik ve siyasi istikrarı açısından önemli, hem de Türkiye gibi kimliğiyle ve dünyadaki yeriyle Amerika için çok önemli bir müttefikin Batı ittifakına bağlı kalacağının bir garantisi. Türkiye AB üyesi olursa, kimsenin Türkiye'yi kaybediyor muyuz diye bir endişesi olmaz. Amerika, AB üyesi olan Türkiye'yi kalıcı olarak kazanacak. Ayrıca, Türkiye iktisadi kriz yaşadığında Amerika'yla baş başa kalıp ondan aldığı garantilerle IMF'den milyarlarca dolar borçlanmak zorunda kalmayacak. Türkiye, Amerika'ya ekonomik yük olmaktan çıkacak. Dış politikası Batı'yla çok daha birbirine oturacak. Türkiye'nin AB üyeliği, Ortadoğu'ya ve Müslüman ülkelere vereceği mesaj açısından çok önemli.

Amerika, şu anda hem orduyla hem hükümetle ayrı ayrı pazarlıklar sürdürüyor olabilir mi?

Ayrı ayrı diyaloglar sürdürdüğü kesin de, Türkiye'nin rejimine ilişkin pazarlık yaptığını, darbeye özendirecek bir mesajı TSK'ya gizli olarak verdiklerini zannetmiyorum.

Peki Türk ordusu Amerika'nın karşı çıkmasına rağmen darbe yaparsa bunun sonuçları ne olur?

Bu biraz Türkiye'deki tepkiye bağlı. Diyelim ki seçilmiş hükümeti askeri müdahaleyle görevden uzaklaştıran bir ortam oldu, Amerika bunu tasvip etmez. Ama ambargo da uygulamaz. Açıklama yapar, demokrasiye dönüşü teşvik eder. Zaten öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, Türkiye en büyük darbeyi ekonomik olarak görür. Yatırımcı kaçar. Amerika, Türkiye'de darbeyi gerektiren bir durum olmadığını, bir şeriat riski bulunmadığını, laikliğin tehlikede olmadığını düşünüyor.

Amerika, bir darbeden sonra Türkiye'nin yeni ittifaklar aramasından endişeli mi?

Bunun gerçekçi olmadığını düşünüyor. Türkiye İslam âlemine savrulur mu diye fazla endişe yok ama, Türkiye Batı'dan, demokratik ülkelerden kopup, otoriter rejimlerle işbirliği yapan bir ülke haline gelir mi diye bir endişe var. Rusya sempatisi Amerika'yı rahatsız ediyor ancak Türk ordusu, bütün askeri stratejilerini, eğitimini, silah varlığını büyük ölçüde Batı'ya bağlamış bir NATO ordusu sonuçta. Türkiye, dünyadan kopuk, Rusya'nın kanadı altında bir otoriter rejim olarak yaşabilir mi? Yaşayamaz. Ama şu var. Putin'in konuşmasının TSK'nın internet sitesinde yayımlanmasını Amerikalılar kendilerine bir mesaj olarak yorumladılar.

Genelkurmay Başkanı Büyükanıt tam da Washington'dayken Putin'nin konuşmasının TSK'nın sitesinde yayımlanmasından nasıl bir mesaj aldılar?

Bu, TSK'nın mentalitesini anlamalarına biraz yardımcı oldu. Batı karşıtlığı anlamında... TSK'nın içinde Rusya'nın antidemokratik otoriter rejimine bir sempati var. Bu tedirgin edici bir şey Amerika açısından. Ordunun içinde Amerika karşıtı, Rusya'ya sempati duyan ve başka alternatifler arayan sesler artarak çıkıyor. Ama TSK'nın içinde, AB yanlısı ve Amerika'yla ilişkileri çok iyi götürmek isteyen muhtemelen sayıları çoğunlukta olan önemli etkin subaylar da var.

Rusya'nın Türkiye'deki gelişmeleri nasıl izlediğine dair Amerikalılar bir şey söylüyor mu?

Söylüyorlar. Türkiye'de Rusya'nın etki alanına girmiş asker ve sivil kafalar var diye düşünüyorlar. Ama son tahlilde, TSK'nın çoğunluğu ve karar veren güçleri açısından ve de sivil hükümetler bakımından, Batı'dan kopup, Rusya tercihini yapacak güçte bir eğilimin olmadığını düşünüyorlar.

Peki herhangi bir darbeden sonra Türkiye'nin, Rusya'yla yakınlaşabileceğine, onunla ittifaka ve onunki gibi bir otoriter sisteme savrulacağına dair Amerikalıların bir endişesi yok mu ?

Türkiye'de bir darbenin, küreselleşmenin sonucu olan ekonomik süreçlerle çok ciddi cezalandırılacağını düşünüyorlar. Çünkü öyle bir Türkiye bugünün dünyasında ayakta duramaz ve onu öyle bir krizden de Rusya kurtarmaz. Gene IMF kurtarır. Sonuçta bu ekonomik cezalandırmanın Türkiye'yi Batı sistemine ve Amerika'ya geri döndüreceğini görüyorlar. Yani Türkiye'deki demokrasinin en büyük güvencesini ekonomide görüyorlar. Rusya'yla ittifak özlemleri yok mu? Var. Batı karşıtı, Rusya yanlısı özlemleri dile getirmiş önemli üst rütbeli subaylar var. Ama günün sonunda kararı, Rusya'yla ittifak özlemindeki üst düzey subayların vermeyeceğini düşünüyorlar.

Türkiye'nin bir darbeyle Batı'dan kopmasının, dünyanın siyasi dengelerini nasıl etkileyeceğini Amerikalılar kendi aralarında tartışıyorlar mı?

Tartışıyorlar. Mesela en çok şu beş soru soruluyor. Birincisi, 'Mitinglerden AKP bir mesaj alacak mı?' diye soruyorlar. 'Madem AKP kendisini AB ve Batı yanlısı demokrat bir parti olarak tanımlıyor. Sadece dindar kesimi temsil etmenin ötesinde bir temsil gücü olmalı. Dindar olmayan demokratları da temsil edebilmeli ve sadece aday listelerinde değil parti yönetiminde, ve hükümette de bu insanlara yer vermeli. Böylece AKP'nin kimliğinin sadece dindar bir kimlik olmaması, darbenin gerekçesi yapılabilecek bir dinamiği ortadan kaldırabilir' diyorlar. İkinci olarak 'Mitinglerde verilen mesaj ne?' diye soruyorlar. Amerika Türkiye'de iki yıldır kabaran milliyetçilikten çok rahatsız. 'Bu mitingler milliyetçi oylara dönüşecek mi? Milliyetçi partilerin gücü artacak mı? MHP, CHP seçmene ne tür mesajlarla gidecekler? Amerika ve AB karşıtı, içe kapanmacı, koyu dar bir milliyetçilik mesajı mı verecekler? Bununla oy alacaklar mı?' diyorlar.

Sordukları üçüncü soru ne?

'Seçim süreci demokratik işleyecek mi? Mesajlarla, muhtıralarla bir müdahale olacak mı? Seçimden hemen önce AKP'yi kapatma davası açtırılacak mı? Genel seçimin ve cumhurbaşkanlığı seçiminin sonuçları saygı görecek mi? Türkiye AB yoluna devam edecek mi?' diye soruyorlar. Bütün bunlardan, sürecin normal işleyeceğinden, askerin müdahale etmeyeceğinden emin değiller. 'Bir süreç başladı. 27 Nisan bir atımlık barut gibi değil. Sonuçları olan bir süreç bu. Bu süreç nereye varacak? Bu sürecin devamı gelecek mi? Bu süreçte K. Irak ve PKK nasıl bir rol oynayacak? Milliyetçi mesajları ve partileri güçlendirmek, AKP'yi zor durumda bırakmak için mi kullanılacak?' diyorlar. Amerika bu soruların cevabını net veremiyor ve belirsizlikten endişe ediyor. Bir başka soru da muhtıranın emir komuta zincirinde yapılıp yapılmadığı konusunda soruluyor.

Ne düşünüyorlar peki?

Bizim tartıştığımız gibi onlar da 'Bu muhtıra bazı belli rütbedekilerin ve genç subayların inisiyatifiydi de Büyükanıt bunu sahiplenmek zorunda mı kaldı' diye soruyorlar. Bu soru ortada dururken, TSK Amerika'yı şaşırtan muhtıra adımını atmışken ve henüz geri adım atmamışken, Amerika, muhtıranın devamının gelebileceğinin endişesinde. 'Emir-komuta zinciri altında olmayan yeni bir askeri girişim olur mu?' kaygısında.

Bu söyleşiyi okuyunca aklıma bir soru takıldı: 'Rusya'nın etkisinde kalmak' ne demektir?

Biraz bakındım ve Genelkurmay Başkanlığının sitesinde şu yazıyı (' Vladimir Putin’in 43. Münih Güvenlik Konferansında Yaptığı Konuşma'nın metnini) buldum.

Çok da kısa bir metin değil; dolayısı ile, içinden ilginç bulduğum kısımları buraya almam gerekti.

Acaba, Yasemin hanımın değindiği 'Rusya Etkisi' şu paragraflar olabilir mi?

Ancak, tek kutuplu dünya nedir? Bunu ne kadar süslerseniz süsleyin, netice itibariyle tek tip durum, tek erk, tek güç merkezi, tek efendi anlamına gelir.

Tek egemenin, tek efendinin olduğu bir dünya demektir. Sonuç olarak, bu durum sadece sistemin içindekiler için değil, aynı zamanda egemenliği elinde bulunduran için de ölümcüldür, çünkü onu içeriden yıkar.

Ve bunun demokrasiyle kesinlikle hiçbir ortak noktası yoktur. Çünkü, bildiğiniz gibi, demokrasi azınlığın menfaat ve fikirleri ışığında, çoğunluğun iktidarı demektir.

Rusya olarak, bize birileri hep demokrasiyi öğretiyor. Fakat her nedense, bize demokrasiyi öğretenler, kendileri öğrenmek istemiyor.

Günümüz dünyasında, tek kutuplu dünyanın kabul edilemez olmasının yanı sıra, aynı zamanda imkansız olduğu kanaatindeyim. Ve bunun tek sebebi, günümüz dünyasında tekil liderliğin varlığı halinde, askeri, siyasi ve ekonomik kaynakların yetersiz kalacak olması değildir. Bundan daha önemlisi, model bizatihi kendisi kusurludur, çünkü esası gereği modern uygarlık için ahlaki bir temel yoktur ve olamaz.

Bunun yanı sıra, şu anda dünyada olan ve tartışmaya henüz başlamış olduğumuz şey, geçici bir kavramdır, tek kutuplu dünya kavramı.

Peki, sonuçları nelerdir?

Tek taraflı ve çoğu kez gayri meşru olan eylemler hiçbir soruna çare olmamıştır. Üstelik, yeni insanlık trajedilerine sebep olmuş ve yeni gerilim noktaları yaratmıştır. Kendi kendinize değerlendirin: savaşlar ile yerel ve bölgesel çatışmalar son bulmamıştır. Sayın Teltschik bu konuya yumuşak bir dille değinmiştir. Bu çatışmalarda kaybolan ve hatta ölen insanların sayısı eskisinden daha fazladır. Çok daha fazla, çok daha fazla!

Bugün, uluslararası ilişkilerde gücün – askeri gücün – neredeyse sınırsız kullanımına şahitlik ediyoruz. Bu güç, dünyayı daimi çatışmalara sürüklemektedir. Sonuç olarak, bu çatışmaların hiçbirine kapsamlı bir çözüm bulacak güce sahip değiliz. Siyasi bir çözüm bulunması da imkansız hale geliyor.

Uluslararası hukukun temel ilkelerinin her geçen gün artan bir şekilde küçümsendiğini görüyoruz. Ve aslına bakılacak olursa, bağımsız yasal normlar, gittikçe bir devletin hukuk sistemine benzemektedir. Bu tek devlet, en önemlisi ve en başta ABD, her yönden ulusal sınırlarının ötesine geçmiştir. Diğer uluslara dayattığı ekonomik, siyasi, kültürel ve eğitimsel politikalar bunun kanıtıdır. Peki, bundan kim hoşnut? Kim bundan memnun kalıyor?

Uluslararası ilişkiler alanında, herhangi bir sorunun, mevcut siyasi atmosfere bağlı olarak, sözüm ona siyasi olarak öncelikli konulara göre çözümlenmesi yönünde bir iradenin baskın hale geldiğini görüyoruz.

Elbette, bu son derece tehlikeli bir durumdur. Bunun sonucunda, hiç kimse kendini emniyette hissetmiyor. Bunu vurgulamak istiyorum – hiç kimse kendini emniyette hissetmiyor. Çünkü, hiç kimse uluslararası hukukun taştan bir duvar gibi kendilerini koruyacak durumda olduğunu hissedemiyor. Elbette, bu türden bir politika silahlanma yarışını da tetikliyor.

Bu gücün hakimiyeti, kaçınılmaz olarak, bazı ülkeleri kitle imha silahları edinmeye teşvik ediyor. Ayrıca, daha önce bilinseler de, yeni bazı önemli tehditler ortaya çıkmıştır, ve bugün, terörizm gibi tehditler küresel bir nitelik kazanmıştır.

Bence ilgili bölümler buraları olmalı; Putin'in konuşmasında, bunun haricinde başka noktalar da var tabii, ama asıl önemli kısımlar bunlar bence.

İyi de, kendisi elinden gelse --Irak örneğinde gödüğümüz üzre-- bütün dünyaya demokrasi ihraç etmek isteyecek olan ABD'nin, 'tek kutuplu' bir dünya arzusu sahibi olmak ihtimalini eleştirmenin neresi kötü olabilir ki?

Dünyanın her bir ülkesinde --tek tek-- çok sesliğin şampiyonluğunu yapan ABD'nin, ülkelerarası platformda teksesliliği savunması hangi aklı başında in sanın aklına hafsalasına sığar ki?..

Sığmaz tabii...

ABD bütün dünyada kayıtsız-şartsız ve topyekün demokrasi istiyor.

Bunu artık hepimiz biliyoruz. Demokrasi de, malum, çoksesliliktir. İster ülke, isterse de dünya ölçeğinde bakalım, çokseslilik ve demokrasi dediğimiz zaman --otomatik olarak-- 'tek kutuplu' olmayan bir sistem demiş oluruz.

Putin de bunu diyor zaten.

Bu durumda, Putin'den etkilenmiş olmak neden olumsuz bir şey olsun ki?

Türk ordusunda, küresel anlamda çokseslilik, yani küresel demokrasi arzusu olanların varlığı --kendisi de bir demokrasi aşığı olan-- ABD'yi rahatsız edemez.

Yani, bu mümkün değil. Böyle bir iddia, ABD'nin o güzelim hasletlerini inkâr anlamına gelir bence.

İşte, tam da bu noktada, aniden, Yasemin hanımla ilgili en derin hayal kırıklığımı yaşıyorum:

Yasemin hanım, Türk ordusundaki küresel demokrasi arzusunun ABD'yi rahatsız ettiğini söylüyor ve --dolayısı ile-- ABD'nin o güzelim hasletlerini inkâr ediyor.

Böyle olunca, Yasemin hanımın ABD'yi o kadar da iyi tanımadığına hükmetmek zorunda kalıyorum.

Ya da, Türkiye'de herkesin her söylenen masala tereddütsüz inandığını sanıyor olduğuna...

Hangisidir bilemem.

Ama, ne farkeder ki?..

Her iki ihtimal de aynı kapıya çıkıyor.