Eşcinsel, terscinsel, reklâmlar ve din..

Aşağıya alıntıladığım yazı 20 Nisan 2007 tarihinde Zaman gazetesinde Alev Alatlı imzası ile 'Yorumlar' bölümünde yayınlanmış.

Alev Alatlı'nın yazılarında, ne dediği genelde karışık olmakla beraber, yazının ilk paragraflarında dedikleri ile yezının geneli arasında bu derece örtüşmezlik, ya da muğlaklık pek sık karşılaştığım bir garabet değil; o yüzden, diyeceklerimi Alatlı'nın yazısının arasına yazacağım. [Büyük bir ihtimalle, benim yazdıklarım da örtüşmezlik ya da muğlaklık ile malûl olacak.]

Fakat, önce, yazıya seçilmiş başlıkla başlamak istiyorum. '[Din'in içi nasıl boşaltılır?] "Gay-Lesbiyen öğrenci kulübü"'. Buradaki 'lesbiyen' kelimesinin Türkçe yazımının 'lezbiyen' olması gerekiyor bence; fakat o kadar da önemli değil. Asıl ilgilendiğim tarafı 'Din'in içi nasıl boşaltılır?' ibaresi..

Alatlı'nın bu yazısından benim anladığım –eğer doğru anlamış isem–, 'dinin içi özellikle faydalı şeyler ile doldurulur'dur. Yani, karmaşa, kaos, başıbozukluk, fetret vb illetlere izin vermeyecek, yol açmayacak hüküm, telkin, tembih ve nasihatler olmalıdır dinlerde. Benim buna itirazım yok aslında; zaten asırlardır yapılan da odur: Faydalı telâkki edilmekle birlikte, bir şeyler eksik kalmışsa, 'yetkili kılınan' birileri çıkar ve bunları ekler. İçtihatler, tefsirler şunlar bunlar hep bu tür faaliyetlerdir.

'Allahın kelâmı'nda eksiklik bulmanın ne demek olduğunu; bu eksiklikleri tamamlamanın filân tam olarak nereye oturduğunu bilmediğim gibi, 'Allahın kelâmı'nda buldukları 'eksiklik'leri, kimlerin kimleri –neye dayanarak– 'yetkili' kılabildiklerini anlamış da değilim. Yani, müfessir ve müçtehid taifesinin bu yetkileri nereden aldığını filân lütfen bana sormayın. Onu ben bilemem.

Ama, hepimizin bildiği üzere, bu taife dinlerin içini doldurmak konusunda yetkilidir. 'İyi ve faydalı' şeyler ile, tabii ki.

Burada hemen aklınıza bir soru gelebilir tabii ki: 'İyi ve faydalı'nın ne olduğuna karar vermek yetkisini onlara kim veriyor? Cevap: Hiçkimse. Yani, siz; yani biz.

'Hüküm' tek başına bir anlam ifade etmediğinden, hükmün bir kıymet-i harbiyesi olacak ise, onun uygulamaya konulmasını birileri sağlamak zorundadır.

Yani, egemenler.

Her defasında egemenlerin borusu ötmez tabii ki; egemenlerin muktedir olmadıkları durumlarda –avamın arzularının baskın çıkması halinde– avamın arzu ettiği 'hüküm'ler geçerli olur.

İçtihat ve tefsirlerin popularitesini, ya da uygulanabilirliğini –görüldüğü üzere– onu icra ettirtecek olanlar belirler.

Dinler de biraz öyledir.

Kimse, hiçkimse, belli bir din ile doğmaz (doğsaydı, dinlere ihtiyaç olmazdı); herkes dinini daha sonra, kendi aklına dayanarak seçer. Aksi olsaydı (yani, akıl önemli olmasaydı), belli bir yaşa kadar çocuğun işlediği 'günâh'ların ebeveyne fatura edileceği söylenmezdi.

Kısacası, dini de kendi aklımızla seçiyoruz. Akıl ki, esasen, bir 'çıkar belirleme' prosesidir. 'Din'in, genel anlamda, 'iyi ve faydalı' şeyler içermesi de bu yüzden zorunludur; aksi halde, kimse o dini seçmez; 'Allahın kelâmı' olduğu söylense de seçmez.

Zaman içinde, 'iyi ve faydalı'nın tanımı ya da kapsamı değişebilir; bu yüzden de, dinler de –tercih edilir olmağı devam ettirebilmek için– güncellenirler. Bunu da, müfessir ve müçtehidler yapar. Bunların yaptıkları iş, her ne kadar 'Allahın kelâmı'nda eksiklerin tespit edilmesi anlamına gelse bile, dinin devamlılığı açısından elzemdir.

'Dinlerin devamlılığı' deyince, aynı soyağacından gelen dinlerin –birbirinin devamı, tamamlayıcısı olduğunu iddia eden dinlerin– aralarında genel bir tutarlılık olduğunu söylemiyorum tabii ki.

Buna bir örnek, Alatlı'nın da değindiği üzere, yeni doğan bebeklerin 'masum' mu yoksa 'günahkâr' mı olduğudur. İslam'a göre 'masum', Hiristiyanlık'a göre 'günahkâr'; ve ikisi de (nasıl oluyorsa) 'hak din'..

Garip ama gerçek: Bir anlamda, 'Allahın oğlu' ile 'Allahın son peygamberi'nin söyledikleri arasında siz hakem oluyorsunuz.. Hangisinin 'en hakiki' 'hak din' olduğunun kararı size kalmış; hangisi aklınıza daha çok yatıyorsa o..

Dinler, özellikle de İbrahimî dinler (bir kitap ile gelmiş; ya da, kitap haline dönüşmüş metinleri olan dinler), evrensel ve zamanlarüstü olmak iddiasındadırlar. Evrensel ve zamanlarüstü olmak iddiası, tefsir ve içtihad ihtiyacı duymasaydı, daha tutarlı olurdu tabii ki ama onu geçelim. Evrensel ve zamanlarüstü olmak iddiası, temelde şu anlama gelir: Hiçkimse, ellerinde olmayan, kendi tercihleri olmayan, sebeplerle dışlanmaz.

Yani, hiç kimse, erkek olduğu için, kadın olduğu için, uzun boylu olduğu için, kısa boylu olduğu için; beyaz derili, sarı derili, zenci (siyâhî) vs olduğu için dışlanmaz.

Fiziksel yeterlik şartı da yoktur: Kimse 100 metreyi 9 saniyenin altında koşamadığı için dışlanmaz.

Zekâ yeterlik şartı da yoktur. Kimse, IQ'su 160'ın altında olduğu için dışlanmaz.

Kısacası, Allahın yarattığı herkes kabuldür. Kabüldür de.. bunun, en azından bir, istisnası vardır.. Eşcinseller.

'Eşcinsel' kelimesi bence yanlış bir etiket. Çünkü, ağırlıklı olarak, ilgili kişinin cinsel pratiğine işaret ediyor. Bu da, tabii ki, kişinin kendi iradesindeki tercihlerine işaret ediyor.

Benim kasdettiğim bu değil. Yani, ben konunun çinsel ilişki tarafı ile ilgilenmiyorum.[*] Benim ilgilendiğim 'yaradılış'; yani, 'kadın bedeninde erkek beyni' veya 'erkek bedeninde kadın beyni' diye nitelendirebileceklerimiz.

Başka bir deyişle, eğer bir kelime uyduracak olursam, 'terscinsel'ler –yani, fizyolojik donanımları ile ters düşen beyin sahipleri; yani, 'kadın bedeninde erkek beyni' veya 'erkek bedeninde kadın beyni' taşıyanlar..

'Terscinsel'lerin var olmadığını söylemek, ya da bunun bir 'hastalık' olduğunu söylemek kolay. Dilin kemiği yok.

'Renk körlüğü'nün de var olmadığını söyleyebiliriz, ya da onun da bir 'hastalık' olduğunu iddia edebiliriz. Eminim tarihte bunlar da söylendi. Fakat, sonuda varlığını kabul etmek zorunda kaldık.

Doğuştan olduğu için de, kimse bunların tedavisini de dayatmıyor artık. Daha da ötesi, reklâm panoları, sokak tabelâları vb tasarlarken, renk körlüğünü de dikkate almağı öğrenmeğe başladık.

Hayatımızı renk körlerine göre düzenlemiyoruz, tabii ki; sadece, onları da dikkate alıyor, onlara da hayatı kolaylaştırmağa gayret ediyoruz demek istiyorum.

'Albino'lar da bir başka 'renk' örneğidir. 'Albino'lar, vücutlarında renk pigmentleri olmayan canlılardır –insan ya da hayvan. Geçmişte albinoları 'iblisin elemeanı' sayıp imha ettikleri çoktur. Şimdilerde sadece 'norm dışı' görülüyorlar; yani, sadece herkesten farklı.

Başka örnekler de verebiliriz. Ama, benim amacım 'eşcinsel'leri (ya da 'terscinsel'leri) savunmak değil. Benim ilgi sahama, dinlerin –hele de bugünlerde olduğu üzere– 'müsamaha', 'eşitlik', 'özgürlük', 'bir arada yaşama hakkı' vs gibi talepleri dillendirmeleri ve benzeri talepleri isteyen başka herkese bahşedeceklerini söylemeleri –yani, reklâmlar– giriyor.

Bugün için, bu 'reklâm'ların iki temel turnusol kağıdı var.

Birincisi 'kadın hakları'dır.

İkincisi ise 'terscinsel hakları'dır.

Ne tesadüftür ki, ikisi de sonuçta bir tür cinsiyet fay hattında buluşuyorlar.

Neyse, şimdi Alev Alatlı'nın yazısına dönelim.

Ülkemizin ilk 'Gay-Lesbiyen Öğrenci Kulübü'nü kurmayı başardın, 'insan hak ve tercihlerine saygılı' bir toplum olduğunu tartışılmaz bir biçimde kanıtladın! Üstelik, askeri ya da sivil bir darbe ya da YÖK dayatması olmaksızın, ülkenin en zengin beşinci (1) yükseköğretim kurumu olan 'Bilgi Üniversitesi'nde, üstelik 8,887 öğrenci velisinden sadece 10-15 kadarının tepki gösterdiği, mükemmel bir mutabakat ortamında!

Yardımcı Doçent Dr. Halit Kakınç, ki, kendileri Öğrenci Dekanı'dırlar, “Onları [yani, erkek ve dişi eşcinselleri] yoksaymamız ve kulübünün kurulmasına izin vermememiz, insan hakları ihlâli olurdu”, demişler, (2) “Türk toplum yapısına ters düştüğü için 10-15 veli tepki gösterdi [ama] biz, liberal bir bakış açısıyla kulübün açılmasına izin verdik.. İyi bir yaklaşımda bulunduğumuzu düşünüyoruz. [çünkü] İnsan hak ve tercihlerine saygılı bir üniversiteyiz.” Ne güzel! Kakınç'ın demeci, eşi türbanlı bir başbakanın Çankaya'yı işaret ettiği bugünlerde, hele deİslamfobiklere, ilâç gibi gelmiş olmalı! Nasıl gelmesin ki!? Modern dünyanın geri kalanı gibi, Türk insanının da 'kul' olmaktan geçip, 'insan' olmaya karar vermişliğinin en kesin kanıtıdır aleni eşcinselliğin böylesine tescili!

Alatlı, bence burada konuyu magazinleştiriyor ve haksızlık ediyor. Meseleyi getirip getirip İslamfobiklere, 'kul olmak'a, 'insan olmak'a dayarsak sloganize etmekten öteye bir hizmetimiz olmaz bence. Hele de Çankaya'ya filan işaret edersek hiç.

Fakat, öte yandan da doğrudur. Evet, bu konu –tıpkı kadın hakları gibi– İslam'ın 'aşil topuğu'dur. Geçmişte gündeme getirilemiyordu, çünkü 'zinhar şöyle olursun, böyle olursun' denilerek susturuluyordu; şimdi o olamıyor ve cevap vermesi gerekiyor. Verdiği cevapların da tatminkâr olması gerekiyor.

Fakat, akla uyacak, tatminkâr, bir cevap vermesi zor. Dolayısı ile, evet, İslam (birçok başka din gibi) zorlanıyor; ve zorlanmasını isteyenlerce bu iki konu gündeme getiriliyor. Daha da getirileceğine de eminim.

Bu bir açmaz.

Çözümü bence iki şekilde olabilir: Ya dinler, eskiden olduğu gibi, otorite haline gelecek ve tekrar 'zinhar şöyle olursun, böyle olursun' diyerek konuyu sümen altı edecekler, ya da –dinler otorite olamazlarsa– kabul edecekler. Başka bir yol, ortayol aklıma gelmiyor.

Öyle ya, 'kul' olarak kalsaydık, 'Allah tarafından yaratılmış' olduğumuz gerekçesiyle O'nun emirlerine teslim olmak zorunda kalacaktık! O'nun emirleri de açık! Daha Tevrat'ta defalarca söylemiş: 'Bir erkek bir erkekle kadınla yattığı gibi yatarsa, her ikisi de iğrenç bir şey yapmış olurlar; idam edilecekler - kanlarının günahı kendi üstlerine olacaktır.' (3) İncil'de de defalarca söylemiş: 'İsrail kızlarından [hiçbirisi] fahişe olmayacak, İsrail oğullarından [hiçbirisi] eşcinsel olmayacak.'(4). Kur'an'da, 'Göz göre göre hâlâ o hayâsızlığı yapacak mısınız? [Bu ilâhi ikazdan sonra hâlâ] siz, ille de kadınları bırakıp, şehvetle erkeklere yaklaşacak mısınız? Doğrusu siz, beyinsizlikte devam edegelen bir kavimsiniz' (5) buyurmuş. Cezası Kur'an'da muğlak ama hadislerde (6) açıklanmış.

İnsan fıtratına yapılan haksızlık..

Alatlı'nın dedikleri işte burada 'her anlama gelir' hale gelmiş.. Tam da “O'nun emirleri de açık!” dediği yerde ya kinaye yapıyor, ya da kafası karışmış.. Bir dinde 'idam yoluyla' infaz, ötekinde ise 'beyinsizlikle itham' yoluyla tenkid.. Ki, o 'beyinsiz'leri de yaratan O. Daha da ötesi, “cezası da hadislerde açıklanmış”.. yani, 'cezası sünnet'..

Öte yandan, Yahudiliğin kalesi İsrail'de, gay-lesbiyen öğrenci kulüpleri şöyle dursun, 'ABD'den farklı olarak, İsrail ordusu aleni gay yurttaşlarını' askerliğe 'kabul' etmektedir. İsrail devletinin eşcinsel evliliklere de itirazı yoktur, ancak 'İsrail'de sadece geleneksel (7) evliliklere resmi belge verildiğinden, İsrail'de yaşamak isteyen ama geleneksel evlilik istemeyen veya eşcinsel olan çiftler, ülke dışında evlenirler ve İsrail hükümeti evliliklerini yasal sayar. Nitekim, pek çok eşcinsel çift yakındaki bir ülkede, Kıbrıs'ta [Güney!] evlenip geri dönmektedirler.' (8)

Öte yandan, 'eşcinsel evliliği bir papaz kutsayabilir ama Tanrı kutsamayacaktır' diyen (9) Katoliklerin ABD'deki 200'den fazla üniversite ve kolejinde düzinelerce gay, lesbian veya çift-tercihli öğrenci kulübü faaliyet göstermektedir. Bunlardan Catholic University, Boston College, Georgetown, DePaul University, Loyola University, and St. Thomas University, yönetmeliklerini 'cinsel tercihin ayırımcılık nedeni olamayacağı' şeklinde değiştirmişlerdir. İslam ülkelerine gelince: eşcinselliğin tümünde yasak, hatta bazılarında idamla cezalandırılan bir suç olmasına karşın, amacını 'Lesbiyen, gay, gay/lesbiyen, travesti Müslümanların kimliklerini İslam'la uzlaştırmak; sosyal adalet, barış ve hoşgörü kavramlarını yüceltmek; herkesi önyargı, adaletsizlik ve ayırımcılıktan uzak bir dünyaya yakınlaştırmak' olarak açıklayan, uluslararası 'Al-Fatiha' örgütü 1997'de kurulmuş olup, halen altı ülkede düzinelerce şubesi vardır. Nasıl oluyor da oluyor, bütün bunlar?

Gerçekten nasıl oluyor diye sormak istiyorum Alev hanıma.. Kadın hakları için mücadele veren türlü çeşitli derneklerin hakkında da acaba “Nasıl oluyor da oluyor, bütün bunlar?” sorusunu soruyor mu?

Bugünden yarına olmadıkları muhakkak. Dönüşümü anlamak için beş yüz yıl kadar geri gitmek, 'Aydınlanma Çağı' ile birlikte 'kul' kavramının nasıl bir değişime uğradığına bakmak lâzım. Malûm olduğu üzere, 'Aydınlanma', Aristo'yu kaynak edinen ve Kopernik, Kepler, Galile ve Newton'la devam eden bir dizi buluş ya da keşif sonucunda, kitaplı dinlerin, yani Yahudiliğin, Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın, 'Dünya ve Kâinat'a dair açıklamalarını' reddeden, yerine yeni açıklamalar getiren sürecin adıdır. Bu süreçte, Hıristiyan dogma ve gelenekleri sorgulanmaya başlanır. Zaman içinde gözlem ve deneye dayalı 'bilimsel' düşüncenin çıkarsamaları, kutsal kitaplarda vaaz edilen doğruların yerini alır.

'İnsan'a, daha doğrusu, 'insanın fıtratına' ilişkin Hıristiyan ahkâmı, reddedilen doğrularının başlarında yer alır. Örneğin, 'insan' İncil'de vaaz edildiği gibi 'günahkâr' olarak mı doğmuştur, yoksa tümüyle 'masum' mudur? 'Kul olmak' bilinci, her insanda doğuştan var mıdır, yoksa sonradan mı telkin edilmiştir? İnsan 'her isteyenin üzerine her istediğini yazabileceği boş bir sayfa' olarak mı doğar? İnsanın 'özgür iradesi' diye bir şey var mıdır? 'Fıtrat' denilen nitelik nerede başlar, toplumsal 'öğreti' nerede biter?' vb. vb.. Düşünürlerin bunlara ve bunlar gibi yüzbinlerce soruya verdikleri (ve vermeye devam ettikleri!) cevaplar, Batı medeniyetinin düşün hazinesini oluştururlar.

Cevaplar, tartışmalı, çekişmeli, değişkendirler, ancak, bir ortak paydaları vardır: 'insan' çıkışlı olmaları; yani, insan denilen varlığı çözümlemeye bilimsel yöntemle yaklaşmaları, kutsal kitapların tanım ve tariflerini bir yana bırakarak, olayı 'gözlem, deneme-sınama, mantık' ile ele almaları. Yeri gelmişken, ülkemizde hemen her zaman 'yardımseverlik, hayırseverlik' gibi çağrışımlarına kurban giden 'humanizma' kavramının aslı, bu yaklaşımdır. 'İnsancıllık', Kainat ve Dünya'yı Yaratıcı'nın kitaplarından değil, 'insan'dan yola çıkarak, 'insan aklıyla' çözülmesi gerektiğine dair inancın adıdır. Nitekim, 'Aydınlanma, Kainat'ın merkezinden Tanrı'yı aldı, yerine insanı koydu' diye özetlenen gelişmenin aslı budur.

Hay Allah.. Alev hanım, “cevaplar, tartışmalı, çekişmeli, değişkendirler, ancak, bir ortak paydaları vardır: 'insan' çıkışlı olmaları” derken, İslam'da bu konudaki 'açıklık'ın hadislerden kaynaklandığını unutmuş mudur acaba.. ya da, hadislerin 'insan çıkışlı' olmadığını mı söylemek istiyor –ya da hadislerin söylendiği anda kayıt altına alındıklarını mı?

Evrensel ve değişmez gerçekler..

Ne ki, 'insan'ın bir laboratuar elementi gibi deneme-sınamaya tabi tutulabilmesi için, en azından 'insan aklı'nın herkeste aynı şekilde işlemesi gerektiği de açıktır. Aksi takdirde, Tanrı'dan boşaltılan 'merkez'in, paganların Kabe'yi putlarla doldurmaları misali, her biri bir başka telden çalan 'akıl'larla doldurulduğu kaotik bir durumun meydana çıkması kaçınılmaz çıkacaktır. Bu ciddi sakınca da, 'insan tabiatının evrensel ve değişmez' olduğu doktrininin kabulü ile giderilir. İster bir Eskimo olsun, ister bir Nepalli Gurka, Etopya yerlisi ya da Tibet göçebesi, insan için 'aklın yolu birdir' hükmü böylece yerleşir. Bu hüküm, 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin insanlar arasında 'ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasi veya diğer herhangi bir akide, milli veya içtimai menşe, servet, doğuş veya herhangi diğer bir fark' gözetilmesini yasaklayan 2. maddesinin de özüdür. 'İnsan tabiatının evrensel ve değişmez' olduğu doktrininin kabulü, insanoğluna ilişkin şiddet, tamah, aşk, nefret, hodgâmlık gibi hasletleriyle, bunların dışavurumlarının kuramsallaştırılması, neden-sonuç ilişkilerinin de 'evrensel ve değişmez' biçimde saptanması gereğini getirir.

Alev hanım burada bambaşka şeyler söylüyor. Dile getirdiği endişenin yersiz olduğunu söyleyemem: Tanrıdan boşaltılan merkezin putlarla doldurulması korkusuna katılıyorum. Bu sadece bir kuru endişe değil; geçmişte eşcinsellerin 'normal' ahaliye tasallut ettiği dönemler olmuştur. Öyle çok uzağa gitmeğe de gerek yoktur. Osmanlı'nın gelişme döneminin sonlarına doğru yaşanan geniş özgürlüklerin bir devamı olarak eşcinsellere de tanınan serbestlikler sonucunda ortaya çıkan durum halkın en çok şikayet ettiği şeylerden birisiydi. Duyulan ve ortaya konan tepki, bugünlere kadar gelen bu önyargının da –bence– temelini oluşturur.

Dolayısı ile, evet, sosyolojik açıdan, genel anlamda asayiş açısından, kamusal ortamlarda eşcinsel pratiğin sergilenmesinin kısıtlanmasına itirazım yok. Ama, bunu din kisvesi ile yapmak demek dinlerin fıtrata itiraz etmesi anlamına geliyor.

O zaman da, dinler kontripiyede kalıyor. Çünkü, 'şiddet, tamah, aşk, nefret, hodgâmlık gibi hasletler' ile 'tercinsellik'i aynı kapsamda değerlendiremeyiz –'haslet' ile 'fıtrat'ı birbirine karıştırmayacaksak.

Dipnotlar:
  1. Türkiye'nin Yükseköğretim Stratejisi, Şubat 2007, YÖK yayını,
  2. 6 Nisan, 2007, Hürriyet,
  3. Eski Ahit, Leviticus 20:13,
  4. Yeni Ahit, Deuteronomy 23:17,
  5. Neml Suresi, 54-55,
  6. 'Eşcinsel ilişkiye gireni de girdireni de katledin.' Tirmidhi (Ebu İsa Muhammed) 824-892,
  7. Ortodoks Yahudilik,
  8. Matt Lebovic, 16 Şubat 2007, Boston Üniversitesi konferansı,
  9. Lehman Strauss, Litt.D., F.R.G.S. Philadelphia Bible Institute, Eski Ahit tarihçisi.

Dinlerin sosyal ve siyasi hayatımızda daha bir yer almak isteyişlerini yersiz bulmuyorum. Birçok açıdan da gereklidir bu bence. Fakat, kendi isteklerinini 'Allahın kelâmı' diyerek kabul ettirmeğe varacak bir süreçte herkese her türlü 'müsamaha', 'eşitlik', 'özgürlük', 'bir arada yaşama hakkı' vb vaadlerinde bulunmalarının gerçekleri yansıtmadığını da bilmemiz gerekiyor.

Tutamayacakları vaadlerden birisi 'başka inançtan olanlar'a karşı nasıl durdukları; bir diğeri 'inançsız olanlar'a nasıl davrandıkları, diğerleri de kadınlar ve 'terscinsel'ler hakkında ne düşündükleridir.

Bütün bu konularda –şimdilerde sıkça vaadedildiği şekilde– herkese her türlü 'müsamaha', 'eşitlik', 'özgürlük' ve 'bir arada yaşama hakkı' tanıdıkları gün Cehennem'de kar yağdığını farzedebileceğimizi söyleyebilirim sanıyorum.

[* Merak edenler olabilir; 'escinsel' ya da 'terscinsel' değilim.]