Çığlık eden Çığ mı?

Aşağıya alıntılanan yazı Cevdet Akbay'a aittir. Nasname.com'da ' Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ'ı Ne Yapsak? Beslesek mi, Assak mı?' başlığı ile yayınlanmıştır. Yazının aralarına kısa notlar düşüp, sonunda da bir iki kelâm etmek istiyorum.

Son günlerde medyada arz-ı endam eden Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ'ı aramızda tanımayan yoktur herhalde. Sağolsunlar, çivisi sökük hukuk sistemimiz ve üstün zekalı muhbir vatandaşlarımız olmasa ne Orhan Pamuk'u, ne Elif Şafak'ı ne de Muazzez İlmiye Çığ'ı tanıyacağız! Bir kitap mı yazdınız, reklam ajanslarına milyonlar aktaracağınıza kitabınızın bir köşesine bir iki cümleyle dahi olsa hassas konulara bir iki dokundurmada bulununuz, veya sivri bir iki laf ediniz. Mesela, dine ve dindârlara sataşınız... Ermeni soykırımı'nı dilinizde vird-u zeban ediniz, veya en hafifinden "Ermeni Soykırımı" tabirinin önüne "sözde" kelimesi koymayınız... Hainsavar muhbir vatandaşlarımızın vatansever savcılarımızı harekete geçirmesi sayesinde bir anda dünya gündeminin göbeğine bağdaş kurarak ünlü olursunuz. Kitâbınız da çok kısa bir zaman zarfında birçok baskı yaparak tatlı bir kazanç da elde edersiniz. Allah bin bereket versin!

Aynen öyle.. Konuyla alakalı değil, ama bu bana başka bir şeyi daha çağrıştırdığı için araya girmek istedim. [ne yani, kendi blogumda da istediğim gibi davranamayacak mıyım? :) ]

Belki okumuş olanlarınız vardır, Kâzım Karabekir Paşa'nın İstiklâl Harbimiz isimli (hayli de çok sayfalı, daha da önemlisi, içinde o günün yazışma dilinin kullanıldığı bol sayıda belgeler, telgraf metinleri vb olan) önemli bir eseri vardır. Bu eser önemlidir de, her faninin okuyabileceği bir şey de değildir pek (en azından ben çok zorlandım). İçindeki belgelerin dili bugünlerde kolay anlayaMAyacağımız bir dildir. Fakat, en önemli yerlerini kitabı tamamen okuyarak bulup çıkartmak zorunda değilsinizdir. Sağolsun, 1960'larda Savcılarımızdan birisi bu meşakkatli işi sizin adınıza halletmiştir. Kitap mahkemelerde sürünmüş ve Savcılık marifetiyle de özetlenmiştir. İşte, bu özeti, daha sonra beraat eden kitabın girişinde bulabilirsiniz. Başka bir deyişle, kitapların mahkemeye verilmesine her zaman kötü gözle bakmamalıyız. :)

Benim gibi, medyayı günlük takip edemeyenler, Wikipedia'dan İlmiye Çığ hakkında malumat sahibi olabilirler.

Bu değerli Sümerolog'u, aleyhine açılan dava münasebetiyle tanıdığımı itiraf etmeliyim. Gazetelerde çıkan fotoğraflarında görüldüğü kadarıyla güler yüzlü ve sevecen birisine benziyor. Bir çok gencin bile bilgisayardan bihaber olduğu 21. yüzyılın başında, ilerlemiş yaşına rağmen dizüstü bilgisayarıyla poz vermesi, teknolojiyi yakından takip ettiğini gösteriyor. Yukarıda verdiğim bilgilerde bazı boşluklar olduğunu farketmişsinizdir. Bu boşlukları da kendi ifadelerinden öğrenelim istedim. Açık Gazete'den (açıkgazete.com) Birsen Altıner ile söyleşisinden (6 Şubat 2006) çeşitli kesitler vererek İlmiye hanımı biraz daha tanıyalım:

"1914 Bursa doğumluyum. 1926 yılında Bursa Kız Muallim Mektebine girdim, 1931 yılında mezun oldum ve babamın da öğretmenlik yaptığı Eskişehir'de öğretmenliğe başladım. 1936 yılında Ankara'da Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesinin ilk ve tek kez olmak üzere öğretmenleri kabul etmesiyle buraya kaydımı yaptırdım. Ben ve Hatice Kızılyay adlı bir öğretmen arkadaşımla bu fırsattan yararlandık ve fakülteye başladık." Ayrıca Hitit ve Sümerler'e olan ilgisinin de tesadüfen başladığını da bu söyleşiden öğreniyoruz. "Fakülteye kayıt yaptırdığımızda bütün bölümlerin dolu olduğunu söylediler. Sadece hocası yeni gelen Hititoloji bölümünde yer vardı. Yanında Sümeroloji, Arkeoloji ve yabancı dil de alacaksınız dediler. Biz de başka şeçeneğimiz olmadığı için kabul ettik. Ne benim ne de arkadaşımın konuyla ilgisi vardı. Bilgimiz de yoktu. Sümeroloji nedir, Hititoloji nedir bilmiyorduk, 'girelim de ne olursa olsun' dedik ve bölüme kaydımızı yaptırdık (...) Üniversiteyi 1940 yılında bitirdim ve İstanbul Arkeoloji Müzesine tayin öldüm. 33 yıl burada çalıştıktan sonra emekli oldum. Burada çalıştığım dönem içerisinde arkadaşım Hatice Kızılyay'la birlikte çiviyazılı belgeler arşivini oluşturduk. (...) Dr. Kraus'la birlikte bütün tabletleri tek tek konserve ettirtmeye başladık (...) 74.000 tableti tek tek arşivledik. Çevirdiğimiz tabletlerden 8 kitap basıldı. Kitapları MEB ve Tarih Kurumu bastı." İlmiye hanımın bu gayretini, çabasını ve üretkenliğini takdir ettiğimi söylemeliyim.

Muazzez hanımı ben daha önce, birkaç vesile ile, görmüşüm –can kulağı ile dinlediğimi söyleyemem, ama, galiba Hulki Cevizoğlu'nun Ceviz Kabuğu'ndaydı. Ve, galiba 28 Şubat sıraları ya da hemen sonraları idi. Kemalizm çizgisinde olduğunu sanıyorum; sanıyorum, çünkü Kemalizmin ne olduğunu halen tam olarak anlayabilmiş değilim. Eskiden biraz daha iyi anlıyordum, giderek anlamakta güçlük çektiğimi söylemek istiyorum.

Birsen Altıner'in "yanılmıyorsam okuyucuya ulaşan kitaplarınızı emekli olduktan sonra yazdınız..." hatırlatmasına karşılık verdiği cevaptan İlmiye hanımın ilerlemiş yaşına rağmen (ilk kitabı 1990'da, yani 76 yaşındayken çıktığını hatırlatalım) yazmayı seven bir insan olduğunu da görüyoruz:
"1990 yılında, Prof. Dr. Samuel N. Kramer'in Türkçeye çevirdiğim 'History Begins at Sumer - Tarih Sumerle Başlar' adlı kitap Türk Tarih Kurumu Yayınları'ndan çıktı. 1995 yılında Kaynak Yayınları'ndan 'Kur'an İncil ve Tevrat'ın Sumer'deki Kökeni', 1996 yılında 'Sumerli Ludingirra - Geçmişe Dönük Bilimkurgu', 1997 yılında 'İbrahim Peygamber- Sumer Yazılarına ve Arkeolojik Buluntulara Göre', 1998 yılında 'İnanna'nın Aşkı - Sumer'de İnanç ve Kutsal Evlenme', yine aynı yıl 'Zaman Tüneliyle Sumer'e Yolculuk', 2000 yılında 'Hititler ve Hattuşa - İştar'ın Kaleminden', yine 2000 yılında 'Gılgameş - Tarihte İlk Kral Kahraman', 2002 yılında 'Ortadoğu Uygarlık Mirası', 2003 yılında 'Ortadoğu Uygarlık Mirası 2', yine 2003 yılında 'Sumer Hayvan Masalları' adlı kitaplarım çıktı. Söz ettiğim kitapların hepsini Kaynak Yayınları bastı. Yine Kaynak Yayınları'ndan 2005 yılında 'Bereket Kültü ve Mabet Fahişeliği' ve 'Vatandaşlık Tepkilerim' adlı kitaplarım çıktı. 2005 yılında Epsilon Yayınları'ndan 'Atatürk Düşünüyor' adında bir kitabım daha basıldı. Bir de benim hayatımı anlatan Serhat Öztürk'ün kaleme aldığı 'Çivi Çiviyi Söker - Muazzez İlmiye Çığ Kitabı' var. Bu kitabı da 2002 yılında Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları arasında çıktı..."
Söyleşide söz gelip mahkemelik olan "Vatandaşlık Tepkilerim" adlı eserine dayanıyor. Birsen Altıner'in "Söz kitaplarınızdan açılmışken 'Vatandaşlık Tepkilerim' adlı kitabınıza gelmek istiyorum (...) Kitapta, camilere aşk odası konulmasından imamların genelevlerde nikâh kıymasına kadar birçok konuya değindiniz. Yanılmıyorsam bir avukat hakkınızda suç duyurusunda bulunmuştu" ifadesine karşılık olarak verdiği cevaba dikkat edelim:
"Evet kitabımda söz ettim bunlardan. O sıralarda televizyonlarda, gazetelerde genç güzel başı bohçalı ve makyajlı bir hanımın tarikatlarda imam nikâhı ile seks yaptığını okuyunca çok kızdım. Benim inandığım Allah'ı kandırmaya çalışıyorlar, onu en aşağı şekilde kullanıyorlar, diye çok kızdım. 4000 yıl önce yüzlerce tanrısı, tanrıçası olan Sümerliler evlenmenin bir hukuki andlaşma olduğunu bilerek yargıç önünde onu belgelemişlerdir. Belgesi olmayan birleşmeler de evlilik sayılmamıştır. Madem dinimizde imam nikâhı ile seks doğal görülüyor, o zaman gizli yerlerde değil, eski mabetlerde olduğu gibi, camilere de birer aşk odası konsun, isteyen gidip orada bir imam nikâhı ile seks yapsın dedim. Böylece hem camiye gelir olur, hem de imam para kazanır. Fakat ülkemizde din kanunu değil, medeni kanun geçiyor. İmam nikâhı, diye hem kanunu çiğniyorlar, hem de Allah'ın adını kullanarak insanları kandırıyorlar. Yine televizyonlarda görmüştüm, Fatih'te bazı evlerde yapıldığı gibi geneleve de bir hoca konsun, geleni nikâhlasın, çıkanı boşasın diye yazdım."
Sümerler konusunda engin bir birikime sahip olan İlmiye hanımın çok önemli bazı toplumsal sorunlara (camilerde seks odalarının olmayışı, kerhanelerin girişinde polisle birlikte bir imamın da hazır bulunamayışı vs!) pratik çözümler getirme konusunda da epey istekli olduğuna şahit oluyoruz! Ben şahsen İlmiye hanımı suçlamıyorum, bu garip tavrı Türkiye'nin içinde bulunduğu "özel şartlara" bağlıyorum. Hem zaten Türkiye'nin sahip olduğu bu "özel şartlardan" dolayı her on senede bir demokratik sistemi askıya alıp suyunu çıkarmıyor muyuz, en azından halk olarak rafa kaldırılmasına sessiz kalmıyor muyuz? Dişi ağrıyanlarla dişçi, başı ağrıyanlarla doktor, et ihtiyacı olanlarla kasab ilgilenirken, iş dini mevzulara gelince herkesin müftülük taslayıp ahkam kestiği dünyadaki yegane ülke herhalde Türkiye'dir. Dolayısıyla İlmiye hanımın bu dahiyane çözüm tekliflerine karşı şapka çıkartmaktan başka bir seçeneğim de kalmıyor galiba!

Bu konunun geneli hakkında da bir şeyler söylemek istiyorum, ama, burada Muazzez hanımın dediklerine azıcık takılmış olan Cevdet beye, bu bağlamda fiili bazı uygulamaların olabildiğini de hatırlatmak istiyorum. Bazı moderen cemaatlerde var gibi yani; emin değilim, çünkü mensuplarından değilim, fakat Radikal'deki şu yazıya (ve başka yerlere) bakıp 'cariye' kelimesini ararsak, şaşırtıcı sayabileceğimiz ilişkileri de okuyabiliriz sanıyorum. Aşağıdaki paragrafta geçen 'medyada çıkan doğruluk derecesi tartışılır haberleri referans al'mak buna atıf mıdır; bilmiyorum.

Latife bir yana, İlmiye hanımın medyada çıkan doğruluk derecesi tartışılır haberleri referans alarak İslam dinini aşağılaması ve müslümanları zan altında bırakması iyi niyetle açıklanamaz. Bu durumda İlmiye hanım ya medyanın dolmuşuna kolay binecek kadar saf veya bu gibi maksatlı haberleri bahane ederek dindârları rencide etme fırsatı kollayan bir islamofobisttir. Her iki durumun da İlmiye hanımın aleyhine olduğu kanaatindeyim. "Fatih'te bazı evlerde yapıldığı gibi geneleve de bir hoca konsun, geleni nikâhlasın, çıkanı boşasın" diyerek dindâr erkekleri kerhaneci, dindâr kadınları da fahişe göstererek dindârları töhmet altında bırakıyor. "Göğün fahişesi" olarak bilinen ve güzelliğin, aşkın, cinselliğin sembolü olan Sümer tanrıçası İnanna'dan etkilenmesini ve cinsel mevzulara olan merakını anlayışla karşılıyorum. Ama fantezilerine dindârları alet ve oyuncak etmesini yakışıksız buluyorum. Uluslararası bir üne sahip ciddi bir araştırmacının dini ve dindârları polemik malzemesi yapması, menfaatsiz dedikodularla kredisini tüketerek gülünç duruma düşmesine ciddi olarak üzülüyorum.

Bu satırlarda bir miktar haksızlık yapıldığını düşünmeden edemiyorum. Tamam, camilere aşk odası (conjugal cell) konulması abes tabii; ama, ondan ötesinde, Cevdet beyin itirazlarını –zemânede görmeğe başladığım trend itibariyle– (olmağa başlayan) realiteten kopuk saymak zorunda kalıyorum. Meselenin dindârları rencide edici yanı –olsa olsa– bu trendin artık dindârlar arasında da yer almağa başlaması olabilir. Bunları saymazsak, nikâhın belli bir minimum süresinin olmadığını da dikkate alarak, hem önerinin, hem de uygulamanın kitabına uygun olduğunu söylemek zorundayım.

İlmiye hanımın kitaplarında ve makalelerinde alay konusu ettiği ve "kerhane bileti" ile eşdeğer gördüğü, bilgisi olmayanların hakkında ileri-geri konuştuğu "imam nikâhı" ile ilgili olarak, günümüzde İslam Hukuku konusunda otoriter sayılan Prof. Hayrettin Karaman'ın Mukayeseli İslam Hukuku adlı kitabından "dini nikâh" ve "medeni nikâh" konusundaki görüşünü çok özet olarak aktarmak istiyorum: "İslamın evlenmeyle ilgili kuralları vardır fakat İslam dininde evlenme, 'medeni' (yanı sivil) bir tasarruftur. Nikâhın geçerli olması için dini bir makam, mesela imam veya müftü tarafından tasdik ve tescil edilmesi şart değildir. Nitekim fıkıhta nikâh 'ibadet' bahsinde değil, 'muamelat' (işlem) bahsinde yer alır."

Şimdi.. Evet, dini bir makam, mesela imam veya müftü gerekmediği gibi, bildiğim kadarıyla, şahit-şuhut da gerekmez. İki yetişkin arasındaki, yazılı ya da sözlü, mutabakattır. Böyle bakarsak, makam veya rütbe sahibi kişiler bu konuya, olsa olsa, görülen lüzum üzerine, dahil olmuşlardır. Taraflar, iki kişi, lüzum görülmüyorsa, bu unsurlar rahatlıkla devreden çıkarılabilir yani. Bunun daha iyi bir sonuç olup olmadığını tartışmıyorum, ama, bu böyledir.

Batı'da yaşayanların da gayet iyi bildiği gibi evlilik kayıtlarını kiliseler tutuyor. Osmanlı Devleti'nde bu işi mahkemeler yapıyordu. İslam literatüründe "imam nikâhı" diye bir kavramın bulunmadığını dini konular hakkında az-çok malumatı olanlar bilir. Bu kavram Osmanlı zamanından kalmadır. O zamanlar, nikâh işlemini yapacak mahkemlelerin bulunmadığı ücra yerleşim yerlerinde evlilik işlemlerini mahkeme adına yörenin imamları yaparlardı. İmamlar, mahkemelerin sahip olduğu bütün yetkiye sahip idiler. "İmam nikâhı"nin çok suistimal edildiğine maalesef şahit oluyoruz. Bayan ve erkek arkadaşlarımıza acizane tavsiyemiz: bu tür suistimallere açık olmasınlar, bayan kardeşlerimiz, her türlü haklarını güvence altında alacak bir anlaşma (resmi nikâh) ile evlilik müessesini oluştursunlar. En ufak bir şirket bile kurarken kılı kırk yarıyorken, evlilik gibi erkek-kadın arasındaki hayat boyu ortaklığı ciddiye almamak mümkün değildir. İslam Hukuku'nda kadının evleneceği erkeğe çeşitli şartları koşma hakkı vardır. Mesela "malın yarısı veya dörtte üçü benim olacak" gibi bir şart koşabilir (mehir). Birlikteliğin herhangi bir sebepten dolayı sona ermesi durumunda kadının mağdur duruma düşmemesi için gerekli olan her türlü önlem alınması şarttır.

Bunlara katılıyorum. Osmanlı'da –devlet idaresindeki disipline kıyaslarsak– sivil idarelerin kayıt ve arşiv disiplininin yok denecek kadar az ve olanın da berbat olması, veraset ve intikal açısından çok önemli fonksiyonları olması beklenen 'imam nikâh'ı dediğimiz şeyin anlamını yitirmesine yol açmıştır. İsmi vardı, cismi yoktur. Kadınlar ve çocukları bu yüzden mağdur olabilmekteydiler.

Çok basit kuralları maalesef ya bilmiyoruz veya yanlış biliyoruz. Mesela, İslam'a göre kadının gönlü olmadan kocası ikinci evliliği yapamaz, zorunlu durumlarda "dörde kadar hanım alma" yetkisi veriliyor ama bunun çok ağır sorumluluğunun olduğunu dolayısıyla bir evliliğin daha sağlıklı olacağı beliritliyor... Mesela kadın istemediği biriyle zorla evlendirilemez, kadın kocasından boşanma davası açabilir vs... Kadın hakları açısından resmi nikâhın, gece kondu mahiyetinde olan imam nikâhı'na tercih edilmesi gerektiğine inanıyorum. İlla da evlilik merasimine manevi bir manzara katmak isteniyorsa yazılı anlaşma (resmi nikâh) yapıldıktan sonra dini bir merasim de gayet tabii ki yapılabilir. Bu bilgileri bilgisine itimat ettiğim hatırı sayılır ilahiyatçılardan edindiğim bilgiye dayanarak yazıyorum, yoksa "Kimyacı müftü" olma hevesinde değilim.

Bu, 4 kadın meselesi giderek benim kafamı karıştırıyor. Yetimlerin hakkını yememek konusunda kendine güvenemeyenlere niçin (şartlı da olsa) 4 zevce ruhsatı verilmiştir bilmiyorum...

Bir de tabii, bu ağır sorumluluklardan hep bahsedilir de, fiili hayatta bunun ne anlama geldiğini açıklayacak bir vak'a ile karşılaşmış değilim. Buradan anladığım kadarıyla, bu ağır sorumluluk, ağırlıklı olarak vicdani ve itikâdi bir şey olsa gerek. Yani, 4 karısı olan ve sorumluluğunu yerine getirmemiş herhangi birisinin –hayattaykem– cezalandırıldığını ben hiç duymadım. Örnekleri varsa bilmek isterim. [Tamam, daha araya bir şeyler yazacak değilim; diyeceklerimi yazının bitişinden sonraya saklıyorum.]

Yukarıda bir nebze tanıma fırsatı bulduğumuz İlmiye hanım ile ilgili konumuza dönelim: Medyadan öğrendiğimiz kadarıyla İzmir Barosu'na kayıtlı avukat Yusuf Akın, Çığ ve yayıncısı İsmet Öğütücü hakkında "Vatandaşlık Tepkilerim" adlı kitaptaki bazı ifadelerden dolayı şikayette bulunmuş. Şikayete göre Çığ, kitabında başörtüsünün Sümerler'de genelev kadınları tarafından kullanıldığını yazmış. Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığı da, Çığ ve yayıncısı aleyhine "halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme ve aşağılama" suçundan dolayı dava açmış. Haberlere göre, Çığ ve Öğütücü'nün 9 aydan 1 yıla kadar hapsi isteniyor. 2005 yılında Kaynak Yayınları'ndan çıkan kitabın 48, 100, 150, 163'üncü sayfalarında yer alan örtünmeyle ilgili ifadeler nedeniyle açılan davada suç; "TCK'nın 125'inci maddesi ve 3'üncü fıkrasında basın yoluyla kişinin mensup bulunduğu dine göre kutsal sayılan değerlere hakaret, ve yine TCK'nın 216'ncı maddesi gereğince halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılama" olarak belirtilmiş. Ayrıca, Çığ'i şikayet eden avukat Yusuf Aydın'ın dilekçesinde şu ifadeler yer alıyor: "Son derece hassas bir zeminde muhafaza edilmeye çalışılan dini ve laik değerler, böylesine hakaret dolu sözlerle eleştirilir ve kişisel çıkarlar uğruna uluorta provoke edilirse, bunun ceremesini yine Türk halkı çekecektir. Türk halkının değer verdiği, saygı duyduğu böylesine ciddi öğelere, böylesine aşağılayıcı bir şekilde saldırmak kimseye fayda sağlamaz."
Kitabın davaya konu olan ilgili sayfalarından kısa alıtılar yaparak olaya biraz daha yakından bakalım: "Başörtüsünün başlangıcı da Sümerlilere dayanıyor. Çoktanrılı olan Sümer dininde özellikle büyük tanrıların ve şehrin tanrısının evleri, daha doğrusu mabetleri var. Bu mabetlere isteyen kadınlar, tanrının gelini olarak giriyor. Bunların çok çeşitli görevi var. Bu görevlerden biri de kutsal bir görev olarak genel kadınlık yapmak. Bunların diğer rahibelerden ayrılması için başlarını örtmeleri gerek. Daha çok sonra İÖ 1600 yıllarında bir Asur kralının yaptığı kanunda evli ve dul kadınların da başlarını örtmesi şart koşulmuş. Böylece bu kadınlar da yasal seks yapan mabet fahişeleri gibi kabul edilmiş olur. Bu gelenek önce Yahudi kadınlarına geçmiş, daha sonra da İslam kadınlarına uygulanmış (sayfa 163)."
Görüldüğü gibi, İlmiye hanım İslam Dini'nde olan bir kuralı Sümer fahişelerinin geleneğine dayandırılarak İslam Dini'ni açık bir şekilde aşağılıyor. Daha da ileri giderek işi iftiraya ve saldırıya kadar götürüyor: "Şimdi de bakıyoruz bazı başı örtülü kadınlar, din eğitimi veren dergahlarda seks yapıyorlar. Başı açık kadınlardan giden görülmüyor oralara. Madem ki dinimizde bir imam nikâhı ile seks döğal görülüyormuş, o zaman gizli yerlerde değil, eski mabetlerde olduğu gibi, camilerde birer aşk odası konsun, isteyen gidip orada bir imam nikâhı ile seks yapsın. Böylece hem camiye gelir ölür, hem de imam para kazanır! Canı seks isteyen kadınlar ve erkekler orada imam nikâhı ile kendilerine göre veya şeriata göre yasal seks yaparlar..." Seviyesi düşük bu iddiaları ciddiye alıp cevap vermek bile insanın seviyesini ciddi bir şekilde düşürüyor. Şimdi kalkıp ibadethaneleri kerhanelere çevirme projesine ne diyeceksiniz? Ya "başı açıklar mı daha çok fuhuş yapıyor başı kapalılar mı" gibi seviyesiz tartışmalar bize ne kazandırır? Seviyesizlik seviyesizliği doğurur. Bu seviyesiz sataşmalara ve tekliflere karşın biri kalkıp "madem öyle, cami benden fahişe senden!" diyerek kendilerini fahişe olmaya davet ederse İlmiye hanım ne cevap verecek? Koca bir kariyerin ve uluslararası ünün böyle seviyesiz cinsel argümanlara kurban edilmesi yazık değil mi?!
Ayrıca "Davaya konu olan yazı 1997'de Ütopya Dergisi'nde yayınlandığında herhangi bir tepki gelmemişti. 'Kur'an, İncil ve Tevrat'ın Sümer'deki Kökeni' kitabımda aynı bilgiler vardı. 1995'te yayınlanmıştı ve herhangi bir dava ya da tepki sözkonusu olmamıştı.(...) Bu tip rahatsızlıklar hükümetin mantalitesi ve onu takip eden insanlardan kaynaklanıyor (...) Danıştay'a yapılan saldırı ortada. Kitabımın haberi önce Zaman Gazetesi'nde yayınlanmış. Sonra İzmir'de bir avukat ihbarda bulunmuş. Bu çocukların kafaları maalesef bozuldu" diyerek dindâr insanları, Zaman Gazetesi'ni ve hatta A Parti Hükümeti'ni polemiğe çekmeyi de ihmal etmiyor İlmiye hanım! Kimin kafasının neyle bozulduğu aslında çok açık ama seviyesi düşük bir polemiğe girmemek için detaya girmiyorum.
"Bilgiler Prof. Schmöckle'nin 'Sümer' kitabında yer alıyor. Asur Kanunları'nda var (...) Şimdiye kadar en ufak tepkiyle karşılaşmadım. Ben bilimsel yazıyorum. Üstelik yorum yapmıyorum. Olanı yazıyorum" diyerek sanki Prof. Schmöckle sözkonusu kitabında "camilere seks odaları konsun, dini dergahlar fuhuş yuvasıdır" gibi seviyesiz ifadeler kullanmış gibi yazara (Prof. Schmöckle) da iftira atıyor! İlmiye hanımın lügatında "camilere seks odaları konsun," "dini dergahlarda fuhuş yapılıyor" iftiraları bilimsel ise, hakaret ve saldırının ne manaya geldiğini çok merak ediyorum doğrusu!
Bütün bu hakaret ve saldırılarına rağmen İlmiye hanımın kullandigi ifadelerden dolayı mahkemelerde süründürülmesine de kesinlikle karşıyım.

Cevdet beye bu en son cümle için teşekkür ediyorum –Muazzez hanım adına filan değil, kendi adıma. Fakat, yazının geri kalanında, katıldığım yerler olmakla beraber, katılmadığım bir hayli noktalar da var.

Bunlardan birisi de, söylenenleri İslam'a hücum olarak değerlendirimiş olduğunu sanışım var. Ben, Cevdet beyle aynı fikirde değilim; yani Muazzez hanımın dedikleri İslam dinini aşağılamak sayılmamalıdır bence. Aşağılamak, eğer arayacaksak, uygulamadaki halinin kendisine bakınca mecburen ve kendisinden ortaya çıkıyor.

Şunu demek istiyorum: Eşitlikçilik arzuları ve serbestleşmenin giderek daha bir tabana yayılmasıyla birlikte, din, ya da uygulayıcıları, arada sıkışıp kalmış durumdalar. Medeni (resmi) hukukun çizdiği çercevenin çok daha geniş halini temsil ettiğini iddia edebileceğimiz dinsel yorumlar, bu yorumların tanıdığı serbestiye ihtiyaç duyan kesimleri –ister istemez– dini kurumlara yöneltiyor. Din camiası da, bu taleplere cevap vermek zorunda hissediyor kendini –hacet kapısı.

Bu yöneliş, bence çok ilginç ve potansiyel anlamda çok da zararlı açmazlara yol açıyor.

Eldeki yazılı metinlerin fevkalade geniş yorumlanabilirliği ortada (nikâhın mecburi bir minimum süresi yok, diğer açılardan bağlayıcılığı da ilgili kişilerin gücüne kalmış). Bunun öyle değil de böyle olduğunu iddia edenler, iddia etmiş olmaktan öteye gidemiyorlar; otorite değiller. Yani, tanrısal bir otoriteleri yok.

Geleneksel haliyle, imam nikâhının hukuksal bir bağlayıcılığı yok. Ayrıca, çok da kısa zamanda gerçekleşebilen bir uygulamada belgeleri askıya çıkarmak, belli bir süre bekletmek, nüfus idaresinden sorgulamak vb hiç yok.

Bütün marifet, birkaç dua bilen (ki, o da gerekli değil) birisini bulmak (ki, bu da gerekli değil) ve çiftlerin keyfi elveriyorsa bir-iki de şahit... O kadar.

Bu akitte, yukarıda da bahsi geçen mehir filan da züğürt tesellisi bile sayılmaz. Ben, bugüne kadar, mehrin ciddiye alındığı bir boşanma duymadım. Nikâh sırasında latife/espri olsun diye söylenen bir şeydir artık bu.

Görüldüğü üzere, geleneksel nikâh (imam nikâhı) ciddiye alınmayacak kadar geniş, kolay ve muğlak...

Serbestlik, özgürlük vb açısından bakarsanız, ideal mertebede bir özelleştirme de diyebilirsiniz, fakat daha uzun erimli ve daha basiretli bakarsanız, hayli büyük mağduriyetlere yol açmak potansiyelinin olduğu da gün gibi ortada. Mağduriyetlere yol açacak bir uygulamanın yapılmasının da ahlâkî açıdan sorunlu olduğunu düşünmemek de imkansız...

Buradan şuraya gelmiş oluyoruz. Ellerindeki imkânlar (kayıt ve arşiv düzeni ve disiplinin yokluğu) ve yol açabilecekleri mağduriyetler dikkate alındığında, iğfâllere (aldatmalara, kandırmalara) yol açmak potansiyeli bu denli büyükken, halâ daha imam nikâhını uygulamaya devam eden din camiası (uygulayıcıları) –Cevdet beyin yorumundan çok farklı olarak– büyük vebal altına girmektedir bence...

Böyle bir vebalin varlığını, süslü kelimeler yerine, dobra dobra dile getiren Muazzez İlmiye hanıma yüklenmek bence talihsizlik ve haksızlıktır. Dini koruyacağız diye, onun uzantısı bir yanlışı sahiplenmek, ya da uygulamağa cevaz vermek, bence ne dini korumaktır, ne de imânı.

Bugün, arkamıza yaslanıp, heyecana kapılmadan, soğukkanlı bakarsak; mesele sadece aşk odalarının nerede olacağıdır da diyebiliriz..

Odaların camide fiilen olmayışı, sadece teknik bir detay sayılabilir. Yani, herhangi bir otel, kiralık ev –ya da her neyse– bunun yerine geçebiliyor. Camileri –camiler neden aniden kutsal oluyor sorusunu sormadan devam ediyorum– bundan arındırmış oluyoruz. İyi de ediyoruz, ama ugulamaya cevaz verilen yer/kaynak halâ daha camiler..

İmam nikâhı uygulması devam ettiği müddetçe, din camiası buna topyekün cephe almadığı, bunu durdurmadığı müddetçe, bu böyle olmağa da devam edecek bence.

Din camiası, nikâh söz konusu olduğunda, artık bir hacet kapısı olmadığını idrak ve kabul etmek zorunda, aksi halde cehennemin yollarının iyi niyet taşlarıyla döşeli olduğunu, cehennemi görmeksizin, ispatlayacağımızdan endişe ederim.