Asr-ı Saadet'te makam ve mevki sahibi kadınlar

Başörtüsü ve tesettür konusundaki tartışmalara artık bir nokta koymak gerektiği kanaatindeyim.

Cumhuriyet rejimi, evet, açıkça zulüm işlemektedir.

Bu zulmün ortadan kalkabilmesi için, ben de elimden geleni yapmak isterim.

Aktif bir şeyler yapmak, sokaklara dökülmek --tabii ki-- bana yakışmaz.

Bunun yerine, konuya terihsel gerçeklerden bakmak lazımdır bence.

'Tarihsel gerçekler' derken, benim yapmak istediğim şey, Kuran'ın ne dediği, Hadislerde neler söylendiği vb vs üzerinde sayfalar yazmak olmayacak.

Cünkü, bu tür şeyler --malesef-- her tarikat ve cemaatte farklı farklı yorumlanıyor ve bir birlik sağlamak hiç de kolay değil.

O yüzden, konunun teorik tarafıyla vakit harcamak yerine, Asr-ı Saadet'te (yani, Peygamberin hayatta olduğu dönemde) kadınların kamusal alanda ne denli yaygın yer edindiğine örnekler vereceğim.

Bunu yapmadan önce, şunu belirtmek gerekiyor: Bilindiği üzere, bir Hadis-i Şerif "İlim Çin'de de olsa gidiniz ve alınız" der.

Her ne kadar bu Hadis'in sahihliği tartışılır ise de, yine de gereğinin yapıldığına şüphe yoktur.

Buna örnek olarak, asr-i Saadet'te, her köyden, her kabilenin yerleşkesinden başlayarak ülkenin her tarafında hummalı bir eğitim faaliyetinin başladığını; ana okullarından tutunuz, ilkokul, orta okul, lise ve üniversite muadili (eşdeğeri) mekteplerin açıldığını; sağlık konusunda da benzeri bir çalışmayla, her köyden, her kabilenin yerleşkesinden başlayarak ülkenin her tarafında sağlık ocakları, klinikler, hastaneler açıldığını biliyoruz.

Bunca kamusal hizmetlerin verildiği bu kurumlarda da, yine hepimizin pekala bildiği üzere, sadece erkekler değil kızlar da okuyor; buralardan mezun olanlar yine aynı şekilde bu kurumlarda öğretmen, hoca, hemşire veya tabip (doktor) olarak çalışabiliyordu.

Kadınların kamusal hayata katılımları tabii ki bu kadarla kalmıyordu.

Köyler ve kabile yerleşkelerinin yönetimlerinden tutun, ilçelere kaymakam, illere vali olabiliyorlardı.

Zamanın polis teşkilatında da gerek alt kademede, gerekse de üst yönetimde kadınlar bilhakkın temsil ediliyorlardı.

Her ne kadar orduda daha az sayıda olsalar da, bugünün diliyle 'subay' diyebileceğimiz mevkilerde de kadınları rahatça görebiliyorduk.

Kısacası, o mesut devirde, Asr-ı Saadet'te, yaşanan uygulamalar bugüne kıyasla fersah fersah ileriydi.

Zaten, İslam'ın kadın hakları konusunda önceki dinlerden en temel farkı, kadınlara layık oldukları yeri tanımasıydı.

Neyse.

Daha fazla söz ile uzatmadan, doğrudan doğruya somut örneklere geçeyim istiyorum.

Aşağıdaki 10 kişilik listede, Asr-ı Saadet'te öğretmen, doçent, profesör, hemşire, tabip, başhekim, subay, emniyet müdürü, kaymakam, vali ve diğer kamusal görevlerde bulunmuş kadınların listesini bulacaksınız.

01) {kayıt bulunamadı}

02) {kayıt bulunamadı}

03) {kayıt bulunamadı}

04) {kayıt bulunamadı}

05) {kayıt bulunamadı}

06) {kayıt bulunamadı}

07) {kayıt bulunamadı}

08) {kayıt bulunamadı}

09) {kayıt bulunamadı}

10) {kayıt bulunamadı}

Şimdi..

Evet, görüyorsunuz..

Bir de bugüne bakalım..

Bugünkü laik ve çağdaş (dolayısı ile dinsiz de denebilecek) Cumhuriyet rejiminde bırakın 10 tane önemli mevkilere gelmiş kadını, bir tane bile mevcut mudur?

Önemli mevkileri geçelim, kızlarımızın bir tanesinin okullarda okutulduğunu iddia edebilecek bir tane dahi olsun helâl süt emmiş insan bulabilir misiniz?

Bulamazsınız.

Çünkü, yoktur.

İşte.

Aradaki fark budur; ve, evet, Asr-ı Saadet ile kıyas götürmez şekilde, laik Cumhuriyet rejimi, çağdaşlık kısvesiyle, kadınlarımıza kızlarımıza açıkça ve dayanılmaz zulümler etmektedir.

Bu zulümü sona erdirmek için, bir an önce Asr-ı Saadet şartlarına dönmek gerekiyor.

Yetişir çektiğimiz Cumhuriyet'ten ve dahi modernite denen bu illetten!

Dokuz eşin tümüne birden ihanet etmenin faziletli yolları..

Hayata zor şartlar altında başlamış olan kahramanımız, küçük yaşta öksüz ve yetim kalınca, amcası tarafından büyütülmüş; yirmibeş yaşına geldiğinde bile kendi yuvasını kuracak kadar bir mal varlığı edinememiş; hayli zengin fakat kendisinden onbeş yaş daha büyük ve iki kere evlenip dul kalmış bir kadına içgüveysi gitmek zorunda kalmıştır.

Aileden ticaretle uğraşan zengin karısının sayesinde onbeş sene oldukça rahat ve mazbut bir hayat yaşamış, fakat ölen karısının ardından yalnız kalmıştır.

Yalnız kalmıştır da, artık hem zengindir hem de, aşiret reisi denebilecek bir mertebeye ermiş olduğundan dolayı, çevresi fevkalade derecede geniştir.

Yani, artık ne yalnız kalmak, ne öyle eskisi gibi mazbut, ne de tek eşli yaşamak zorundadır.

Sonuçta, her ölüm hem acıdır hem de yeni fırsatlar anlamına gelir.. 

Kahramanımız da bunun farkındadır.

Ve, derhal, arkası arkasına tam dokuz karı alır...

Aşağıda, bu güçlü kudretli ağanın, dokuz karısını birden evin hizmetçisi ile aldattıktan sonra, başkaları için yüz kızartıcı olabilecek böyle bir durumdan nasıl alnının akıyla sıyrılıp çıktığını okuyacağız...

Kahramanımız, dokuz karısını iki gruba ayırmıştır. 

Bir grupta 4, diğerinde de 5 karısı vardır ve bunlardan herbiriyle sırası geldiğinde yatmak alışkanlığındadır.

Gün gelir, sıradaki karısı, annesinin evine gider bir günlüğüne.

O gün yatacak bir karıdan mahrum olan kahramanımız, pek de güzel ve taze olan evin hizmetçisini çağırır ve yatağa atar.

Atar da, aksiliğe bakınız ki, annesinin evine gitmiş olan karısı durumdan şüphelenmiştir. Haber vermeksizin, ansızın, eve geri döner.

Döndüğünde ne göreceğini hepimiz biliyoruz: Diğer sekiz kuma ile paylaştığı yetmezmiş gibi, kocasını evin hizmetçisi ile aganigi durumlarında basar.

Üstelik de kendi yatağındadırlar!

Böyle bir ihanetle karşılaşan herkes gibi, kadın, haliyle, feveran eder; bağırır çağırır.

Buna karşılık, konu komşuya rezil olmak istemeyen uyanık koca, 'bir daha olmayacak' anlamında, "bakma onunla yattığıma, artık onu kendime haram kıldım" filan der ve başka kimseye söylememesi için karısına sıkıca tembihler eder.

Fakat, karısı kaçın kurrasıdır; böyle tembihlere uyacak olsa, daha kimbilir kaç defa daha aldatılacağını bildiği için, hemen durumu öteki kumalara yetiştirir.

Bu sefer hepsi ayağa kalkmıştır.. çünkü, belki de öteki kumalar da bu azgın teke kocayı başka kadınlarla basmış fakat tembihlere kanarak üstünü örtmüşlerdir; bu sefer de öyle olmasını istemezler.

Bütün karılarına birden yakalanıp madara olan beyimiz, zeytinyağı misali, baskın çıkabilmek için, 'gücenmiş' pozlarına yatar.

Hiç de 'anlayışlı' çıkmadıklarını vurgulayarak, karılarıyla bir ay boyunca yatmamak kararını aldığını söyler.

Bu arada, karıları da ondan boşanmak istemektedirler.

Boşanmak isteyişlerinin birden fazla sebebi vardır.

Bunlardan birisi, kahramanımızın bu iflah olmaz azgın tekeliğinden bıkmış usanmış olmaları; diğeri de, onca nüfuz ve kudretine rağmen bir pinti hayatı yaşayan kahramanımızın karılarına zırnık koklatmayışı onları da sefil bir hayata mecbur edişidir.

Fakat, kahramanımız, elalemin kesesinden yaşadığı debdebeli hayatının kurulu düzenini bozmak anlamına gelecek bu boşanmak fikrine hiç de sıcak bakmaz.

Bakmaz, çünkü, bu, 'karizmayı çizdirmek' anlamına gelir: fevkalade usturuplu bir şekilde halletmek gerekir.

Bu arada, kahramanımızın elemanları da durumu sezmiş, kendi geleceklerinden endişe eder olmuşlardır. Ağanın düzeninin bozulmasını onlar da istemezler, haliyle.

Ağanın sağ kolu, kahyası, devreye girer; kadınlarla konuşur. Onlara ağanın tehditlerini iletir..

Ağa, istedikleri takdirde tabii ki boşanabileceklerini; fakat, hem onlara tek kuruş mal ya da nafaka vermeyeceğini; hem de çok kudretli dostları olduğunu, boşanırlarsa, onlara bu dünyada da öteki dünyada huzur vermeyeceğini söyler.

Yani, kadınlar, aldatılmış olmak bir tarafa, boşandıkları takdirde, hem bir başlarına cascavlak ortada kalacak, hem de türlü çeşitli hücumlara hedef olacaklardır..

Kim korkmaz ki.. Kadınlar da, haliyle, korkarlar ve vazgeçerler...

Ağa da, bu olumlu sonuç üzerine, pozisyonunu daha da bir sağlamlaştırmak için, kadınlara yeni şartlarını bildirir.

Bunlar kabaca şöyledir:

1- Ağanın emirlerine boyun eğecekler, teslim olacaklar.

2- Diliyle de söylediği gibi, kalbiyle de tasdik ederek, içi dışı ağanın istediği şekilde olacaklar.

3- Can-u gönülden ağaya itaat edecekler.

4- En küçük bile olsa, ağanın kusur ve yanlışlarını görmezden gelecekler.

5- Ağanın koyduğu kuralları eksiksiz uygulayacaklar.

6- Ağanın malına mülküne ortak olmak iddialarını bırakıp, ağanın verdiği kadarıyla yetinecekler.

Kadınlar, elleri mahkum, bu şartları itirazsız kabul ederler.

Ağa ise, daha önce boş bulunup yemin billah elini sürmeyeceğini söylediği her ne varsa, bunları fakirlere üç kuruş kefaret vererek tek tek bozar; ve bir zaman sonra, hizmetçiden bir çocuk sahibi olur. Çocuğu da hizmetçiden alır ve bir süt-anneye verir.

Fakat, kaderin tecellisine bakınız ki, bu çocuk da --tıpkı ilk karısından olan diğer iki erkek evladında olduğu üzere-- yaşamaz; iki yaşına gelmeden ölür.

Ağa da, o kadar istemesine rağmen, ardında bir erkek evlat bırakamadan ölür gider.

Kıssadan hisse: Eğer güçlü ve kudretli iseniz, istediğinizi becerebilirsiniz; ama, bu, her istediğinizin olacağı anlamına gelmez.

Not: Tahmin edebildiğiniz üzere, bu hikayenin şu yazıyla uzaktan yakından alakası yoktur. Dahası, bu hikayede ismi geçen ya da geçmeyen kim varsa hayal ürünüdür; yaşayan ya da yaşamış kişilerle ilişkişi, ilintisi yoktur.

Tahrim Suresinin Tefsiri

Aşağıdaki metin, hakikat.com isimli siteden, dili sadeleştirilerek ve formatı bir miktar yeniden düzenlenerek, alıntılanmıştır.

Tahrim Suresinin Tefsiri
Surenin Takdimi:

Tamamı Medine'de nazil olan bu Sure; on iki ayet, iki yüz kırk yedi kelime ve bin altmış harften teşekkül etmiştir.

İsmini birinci ayetten almıştır. İlahi hükümleri konu alan Surelerdendir.

Bundan önceki Talak Suresinde mümine hanımların boşanması ile ilgili hükümler yer aldığı gibi; Tahrim Suresinde de Peygamberin nezih hanımları ile ilgili hükümler bulunmaktadır.

Muhtevası:

Bu Surede, Peygamberin hanımları ile arasında geçen birçok mühim hadiseye işaret edilmekte, onların Allah katındaki ulvi makamları, yüce mevkileri anılmakta ve bir örnek alınacak numune olarak beşeriyete duyurulmakta, Peygamber hanımlarında bulunacak vasıflar öz bir şekilde ifade edilmektedir.

Başkalarını memnun etmek için helal olan bir şeyi haram imiş gibi göstermenin doğru olmadığı belirtilmektedir.

Yapılması meşru olan bir şey terkedilip yapılan yeminde durulmadığı zaman kefaret verilmesi gerektiği açıklanmaktadır.

Aile sırrının gizli kalması hususunda çok dikkatli olmak gerektiği üzerinde durulmakta ve bir ahlaki özellik olarak tanıtılmaktadır.

Allahın nuru, alemlerin gurur ve sururu olan Peygamberin Allah katındaki en yüksek mertebesi en beliğ bir şekilde inanmış gönüllere zerkedilmektedir.

Peygamber, pak zevcelerini boşasa da, onlardan daha hayırlı zevcelere nail olacağı müjdelenmektedir.

Müminlerin hem kendilerini hem de aile halkını pek şiddetli cehennem ateşinden korumaları emredilmekte, bu mesuliyetin çok ağır olduğu ihsas ettirilmektedir.

Kafir ve münafıklar ahiret gününde her ne kadar yaptıkları azgınlıklar için özür beyan etseler de hiçbir zaman kabul edilmeyeceği, cezalarını mutlaka çekecekleri ihtar edilmektedir.

Müminlere merhamet kanatları açılmakta, nefislerine uyarak yaptıkları günahlardan, bilerek veya bilmeyerek işledikleri kusurlardan dolayı, acısını duyarak tevbe etmeleri istenmektedir.

Allahın Sevgilisini ve ona gönülden inanan, yolunda ve izinde yürüyen müminleri kıyamet gününde rüsvay etmeyeceğini, utandırmayacağını, nurlara gark edeceğini haber vermektedir.

Her türlü şartlarda kafirlerle ve münafıklarla cihad edilmesi, onlara sert davranılması, böylece küfrün ve nifakın önüne geçilmesi emredilmektedir.

Tahrim suresinin sonunda iki misal getirilmekte; Nuh ile Lut'un eşlerinin kocalarına ihanet ettikleri ve en kötü akıbete uğradıkları, Firavun'un Allaha gönülden iman eden karısı asiye'nin imanındaki sadakati ile iffet numunesi Meryem'in Allah katındaki ulviyeti beyan buyurulmakta, böylece aile yapısında kadının yerinin ne kadar önemli olduğu vurgulanmaktadır.

Peygamber ve Muhtereme Hanımları:

Hicretin dokuzuncu yılında İslamiyet artık maddi ve manevi kuvvet bulmuş, müslümanların eline birçok maddi imkanlar geçmiş, durumları oldukça düzelmişti.

Her türlü imkana kavuşmuş olmasına rağmen, Peygamber hiç iltifat etmiyor, sade ve mütevazi yaşayışına devam ediyordu.

Fakat Peygamberin eşleri, kadınlığın fıtratında bulunan ziynet ve dünya malına karşı meyil sebebiyle yiyecek ve giyecek hususunda Peygamberden bazı isteklerde bulundular. "Bizler de başka kadınların istedikleri ziynetlerden isteriz." dediler.

Her biri birtakım şeyler istiyordu. Onların bu teklifleri, uygunsuz tutum ve davranışları kalbinin kırılmasına sebep olmuştu. Çünkü kendisi sade yaşadığı gibi, onların da sade bir hayat sürmelerini arzu ediyordu.

Aişe'in bildirdiğine göre, eşleri iki gruba ayrılmıştı.

Grupların birinde; Aişe, Hafsa, Safiye, Sevde bulunuyordu.

Diğer grubu ise; Habibe, Seleme, Zeyneb, Meymune ve Cüveyriye teşkil ediyordu.

Peygamber, günlerini eşleri arasında taksim ederdi. Hafsa'nın günü geldiğinde, anne ve babasını ziyaret için Peygamberden izin istemiş ve gitmişti.

Bu arada Peygamber, cariyesi Mariye'ye haber gönderip yanına getirtti ve onunla beraber oldu.

Hafsa, dönüp onu kendi odasında görünce fevkalade gücenerek bir kıskançlık duydu. "Ben yok iken onu odama alıp, onunla birlikte mi oldun? Bunu sadece beni hakir gördüğün için yaptığın kanaatindeyim." dedi.

Peygamber bunun üzerine gönlünü almak için: "Mariye'yi kendime haram kıldım, fakat sakın bundan hiç kimseye söz etme!" buyurdu.

Fakat, Hafsa, daha sonra Aişe ile kendi arasındaki duvara vurarak Peygamberin sırrını ona duyurdu. Çünkü birbirleriyle çok sıkı-fıkı idiler. Bundan sonra diğer hanımları da durumdan haberdar oldu.

Peygamber bu duruma çok kızdı, onlardan bir ay uzak durmak üzere yemin etti ve "Meşrebe" diye anılan çardakta tek başına yatıp kalkmaya başladı.

Bu hususta nazil olan ayetlerde Allah şöyle buyurdu:

"Ey Peygamber! Eşlerinin hoşnutluğunu gözeterek Allahın sana helal kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun?" (Tahrim: 1)

Bu hitap, kınama için değildir. Zira, Peygamberin helal olan şeyi nefsine haram kılması, evlayı terk kabilindendir. Yoksa Allahın helal kıldığı bir şeyi hakikatte haram kılmak değildir.

"Allah çok bağışlayan, merhamet edendir." (Tahrim: 1)

Sana merhamet buyurarak bundan dolayı seni sorumlu tutmamıştır, hakkında rahmet tecelli edecektir.

"Allah yeminlerinizi çözmeyi meşru kılmıştır." (Tahrim: 2)

Yemin kefareti vermek suretiyle o terkedilen şey yine ifa edilebilir.

"Allah sizin Mevlanızdır." (Tahrim: 2)

Onun için kendi arzunuza göre değil, Onun emirlerine göre hareket ediniz.

"O ilim ve hikmet sahibidir." (Tahrim: 2)

Binaenaleyh, size verdiği emirleri ve hükümleri de sizin ihtiyaç ve menfaatlerinizi bilerek ilim ve hikmetiyle vermiştir. Onun bütün emirleri baştan sona hikmete dayalıdır.

Daha sonra Allah, Peygamber ile Hafsa'le arasında geçen hadiseyi açıklamak üzere şöyle buyurdu:

"Hani Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti." (Tahrim: 3)

Bu, Mariye'yi kendisine haram kılması sırrıdır.

"Fakat eşi o sözü başkasına haber verdi. Allah da bunu Peygambere açıkladı." (Tahrim: 3)

Hafsa, bu sırrı Aişe'ye açınca, Allah, Cebrail vasıtası ile onun bu sırrı yaydığını Resulune bildirdi.

"Bir kısmını bildirmiş bir kısmından da vazgeçmişti." (Tahrim: 3)

Peygamber, Hafsa'ya sitem ederek yaydığı bu sırrın bir kısmını ona bildirdi. Lütufta bulunarak bütün yaptıklarını kendisine bildirmedi, yüzüne vurarak utandırmak istemedi.

"Peygamber bunu ona haber verince eşi: 'Bunu sana kim haber verdi?' dedi." (Tahrim: 3)

Aişe'nın haber verip vermediğini öğrenmek istedi.

Buna karşılık Peygamber da:

"'Her şeyi bilen ve haberdar olan Allah haber verdi.' dedi." (Tahrim: 3)

Peygamber bu kadar söylemekle yetindi ve yine onların hoşnutluklarını düşündü.

Bu sebeple onlarda gördüğü bazı dilekleri ve birbirlerine arka çıkmaları karşısında da başka bir şey yapmayıp sırf bir ibret dersi olmak üzere, bir ay müddetle onları kendi hallerine bırakarak bir yeminle yakın alakadan mahrum etti.

Büyük bir irfan sahibi olan eşlerinın daha fazla ıslah olmaları için bu şekilde acı bir dersin olması gerekiyordu.

O kadının sıradan bir insanın hanımı olmayıp, kendisinin hassas bir mevkide olduğu yüce bir zatın hanımı olması sebebiyle, Allah kıyamete kadar okunacak olan Kuran'da bu hadiseyi anmıştır.

Bu ilahi beyandan sonra Allah, Aişe ve Hafsa'e hitaben ayetinde şöyle buyurdu:

"Eğer tevbe ederseniz, kaymış olan kalpleriniz düzelmiş olur." (Tahrim: 4)

Peygambere eziyet yapmış olmakla, Peygamberin kalbini rencide etmişlerdi. Binaenaleyh bu halden dolayı kalpleri kaymıştı, düzelmesi için tevbe etmeleri gerekiyordu.

Maksat yalnız iki hanımın değil, eşleri iki grup halinde toplandıkları için, iki grubun hepsinin de kalplerine tembihte bulunmaktır.

"Şayet onun aleyhinde birbirinize arka çıkarsanız, hiç şüphesiz ki Allah onun Mevlasıdır." (Tahrim: 4)

Peygambere karşı birlik olup cephe kurmak sadece kendilerine zarar verir.

Çünkü her şeyden önce onun sahibi ve yardımcısı Allahdır.

Hem de Ruh'ul-emin olan ve ona vahiy getiren Cebrail da onun yardımcısıdır.

O iki hanımın babaları Ebu Bekir ve Ömer'den her biri, müminlerin iyi olan her ferdi onun yardımcısıdır.

Allah Cebrail'ın şanını yüceltmek ve Allah katındaki makamını açıklamak için tek olarak andığı gibi; salih müminleri şereflendirmek ve salih olmanın faziletini yüceltmek için de onları meleklerden önce zikretti.

"Cebrail de, müminlerin salih olanları da, bunun ardından bütün melekler de ona yardımcıdırlar." (Tahrim: 4)

Allahın, Cebrail'ın ve salih müminlerin muhabbetle yardımlarından sonra, bütün melekler de onun yardımcısıdır.

Onu bizzat kendisi koruduğu gibi, Cebrail ve mukarreb meleklerle koruyacağını, salih kullarının da canı ve malı ile yardımcı olacağını bize duyuruyor.

"Bütün melekler" ibaresinden, her meleğin ondan haberdar olduğu ve onun hakkında emir beklediği ifadesi çıkıyor.

Bütün manevi ve maddi kuvvetlerin desteğine, sevgi ve yardımına kavuşan bir zata karşı çıkmanın nasıl bir felakete yol açacağını düşünerek, böyle bir durumdan bütün müminlerin erkek ve kadınları korunup sakınmalıdırlar.

Daha sonra, Allah, eşlerinı korkutmak için şöyle buyurdu:

"Eğer o sizi boşarsa, Rabb'i ona sizden daha iyi, kendini Allaha veren, inanan, gönülden itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan, dul ve bakire eşler verir." (Tahrim: 5)

Bu ilahi hitap hanımlarının hepsinedir.

Onlar 'Müminlerin anneleri' ünvanına sahiptirler. Peygamberin sevgili ve itaatli hanımları olmaları sebebiyle yeryüzünde onların dengi olabilecek, onlardan daha hayırlı kadınların olabileceği düşünülemez.

Eğer eziyet ve isyan ederler de, Peygamber onları boşayacak olursa; o zaman bu hususiyetleri kalmaz ve onların yerine gelecek, her hususta itaat edecek, onun rızasını ve sevgisini kazanacak olan hanımlar, onlardan daha hayırlı olmuş olurlar.

Ayette: 'Peygamber hanımları'nda bulunacak vasıflar öz bir şekilde ifade edilmiştir.

İlk vasıf; şirkten uzak olarak, Allahın birliğini ve Peygamberin hakikatini kabul edip, Allahın ve Peygamberin emirlerine boyun eğmek, teslim olmak.

İkincisi; diliyle de söylediği gibi, kalbiyle de tasdik ederek içi dışı müslüman olmak.

Üçüncüsü; can-u gönülden itaat etmek.

Dördüncüsü; en küçük bile olsa, kusur ve günahlardan daima tevbe edip sakınmak.

Beşincisi; gerek farz gerekse nafile ibadetlere devam etmek.

Altıncısı; dünya hayatını bir yolculuk bilip, geçim hususunda bir yolcu gibi olduğuna kanaat ederek oruç ve riyazeti ahlak edinip, Allahın mükafat ve cezasını düşünmek.

Peygamber 'Meşrebe' diye anılan çardakta bir ay kadar yalnız başına kaldı, sabah ve akşam yemeğini yalnız başına yedi.

Bu durumu öğrenen Peygamberin yakın çevresi telaşa kapıldı, Peygamberin hanımlarını boşadığını sandılar. İçlerinden bazıları Mescid'de mahzun mahzun oturuyor, küçük çakıl taşlarıyla oynayarak içlerindeki sıkıntıyı açığa vuruyorlardı, bazıları da ağlıyordu.

Ömer, izin alarak Peygamberin huzuruna girdi. Beline bir ihram bağlayıp hurma lifinden yapılmış bir hasır üzerine uzanmış olduğunu gördü, selam verdi. Vücudundaki hasır izlerini görünce dayanamadı, ağlamaya başladı.

Peygamber: "Niye ağlıyorsun ya Ömer!"

diye sorduğunda,

Ömer: "Ya Resulullah! Ne diye ağlamayayım ki? Kisralar, Kayserler dünyanın zevk ve sefasını sürerken, siz Allah katında en seçkin kul olduğunuz halde böyle bir hayat sürüyorsunuz!" dedi.

Peygamber buyurdu ki: "Ya Ömer! Dünya onların, ahiretin de bizim olmasına razı değil misin?"

Ömer: "Razıyım!" diye cevap verdi. Daha sonra hanımlarını boşayıp boşamadığını sordu.

Peygamber: "Hayır boşamadım." buyurdu.

Bu cevap karşısında,

Ömer: "Allahu Ekber!"

demekten kendini alamadı ve

Ömer: "Bütün Ashab üzüntü içindeler, gidip de kendilerine durumu haber vereyim mi?"

dedi.

Peygamber: "Olur!"

buyurdu ve simasından üzüntüsü dağılıncaya kadar konuştu.

Nihayet yüzü gülmeye başladı.

Ömer, Peygamberin huzurunmdan ayrılarak Mescid'in kapısına geldi ve yüksek sesle

Ömer: "Peygamber hanımlarını boşamamıştır!"

diye bağırdı.

Bir ay dolunca Peygamber inzivadan çıkarak hanımları ile görüşmeye başladı.

Bu sırada Ahzab suresindeki ilgili ayetler nazil oldu:

"Ey Peygamber! Hanımlarına söyle: Eğer dünya hayatını ve onun ziynetini istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerini vereyim de sizi güzellikle salıvereyim." (Ahzab: 28)

"Eğer Allahı, Peygamberini ve ahiret yurdunu istiyorsanız, bilin ki Allah içinizden güzel davranan hanımlara büyük bir mükafat hazırlamıştır." (Ahzab: 29)

Bu hadiseye 'Tahyir' adı verilir. Bir erkeğin hanımını boşanma veya yanında kalma hususunda karar vermede serbest bırakması demektir.

Bu duruma göre Peygamber hanımlarını dünya ziyneti ile Allah ve Resulünü tercih etmekte serbest bırakmaya memur edilmiş bulunuyordu.

İlk olarak meseleyi Aişe'ye açtı.

"Ya Aişe! Sana bir şey soracağım, cevap vermekte acele etme, anne-babana sor, sonra karar ver." buyurdu ve nazil olan ayetleri okudu.

Aişe ise derhal cevap verdi. "Ya Resulellah! Ben bu hususta anneme babama hiç danışır mıyım? Elbette Allahı, Allahın Resulünü ve ahireti tercih ederim." dedi.

Diğer eşleri da aynı şekilde Allah ve Resulünü, dünya ziynetine tercih ettiler. Böylece sadakatlerini ispat etmiş oldular.

30. ve 31. ayetlerde Allah, Peygamberin eşlerine bizzat hitap ederek onlara ikazlarda bulundu.

Onlar Allah ve Resulünü seçtikleri için, Allah da onlara böyle ikram ve lütufta bulunmuş, Peygamber da vefatına kadar sadece bu hanımlarla evli kalmış, vefatından sonra da onlar müminlerin anneleri olarak kalmışlardı.

Onun ümmetinin nikahlayabileceği azami hanım sayısı dört olduğu gibi, Peygamberin aynı anda nikahı altında tutabileceği hanım sayısı da dokuzdur.

Bu, hem onların şereflerini muhafaza etmek, hem de yaptıkları tercihlerine ve rızalarına bir mükafat olmak üzere verilmiş bir hükümdür.

En büyük mantık bizim mantık..

"Allah var mıdır, yok mudur?" sorusunun kadim bir mesele olduğunu bilirdim de, bu meselenin --herhangi bir şüpheye veya itiraza mahal bırakmayacak kadar-- sağlam bir cevabının verildiğini bilmezdim. Meğer öyle değilmiş.. Mesele, yıllaar ve yıllar önce, daha çocuk yaştaki birisi tarafından kemalen halledilmişmiş.. Keşke daha önce birisi bana bunu söyleseydi de, kendi gayretlerimle bulmak zorunda kalmasaydım.. Şimdi.. gençliğime yanmadım desem yalan olur.. keşke benim de sorularıma cevaplar veren bilginler, din alimleri olsaydı o zamanlar.. Fakat, neyse ki, şimdiki gençler çok şanslı.

Nasıl mı?

Şöyle:

Bugün gazetesinde Ali İhsan Er isimli bir bilgin var; bu sayın alim 03 Temmuz 2009 tarihli mübarek bir Cuma günkü Ebu Hanife Hazretleri, Allah’ın varlığını nasıl ispatladı? başlıklı yazısında (aşağıda) meselenin nasıl da şakkadanak halledildiğini nakletmiş bizlere:

İmam-ı Azam Ebu Hanife daha küçük bir çocukken, yaşadığı Bağdat şehrine inançsız bir adam gelmişti. Adam kendine çok güveniyordu. "Kim bana Allah’ın varlığını ispat edebilir?" diye sordu.

Oradakiler İmam-ı Azam’ı gösterdiler.

İnançsız adam küçümseyen bakışlarıyla şöyle bir süzdü küçük bilgini ve dedi ki; "Hadi bakalım ispatlasın da görelim." 

Büyük bir meraklı kitlesi toplanmıştı etrafında.  Bu sırada İmam-ı Azam, "benim kitaplarım evde kaldı. Gidip onları getireyim önce" diyerek ayrıldı. İmam-ı Azam uzun bir süre gelmedi. Ama herkes bu işin içinde bir gariplik olduğunu da seziyordu. Çünkü İmam-ı Azam dosdoğru bir insandır. Yalan söylemez ve sözünde durur. Gelmeyecekse mutlaka söyler, ya da haber gönderir, diye düşündüler. Böylece bir hayli zaman geçtikten sonra çıkıp geldi küçük bilgin. İnançsız adam İmam-ı Azam’a sordu, "Nerede kaldın? Yoksa Allah’ın varlığını ispatlayamam diye mi korktun?" İmam-ı Azam gayet rahat ve soğukkanlılıkla cevap verdi, "Hayır, böyle bir korkum yok. Çünkü Allah’ın varlığını ispatlamak çok kolay bir konudur. Ancak benim gecikmemin bir sebebi var. Benim evim karşı kıyıda. Biliyorsunuz, Bağdat’ın ortasından kocaman bir ırmak akar. Karşıya geçtikten sonra büyük bir sel ve fırtına çıktı. Tekrar dönmek için ne bir sandal, ne bir köprü kaldı." İnançsız adam sordu, "Peki, şimdi nasıl geçip geldin?"

İmam-ı Azam cevap verdi: "İşte ben de onu anlatacağım. Geldim kıyıya, birde baktım ki, kocaman taşlar kıyıdan yuvarlanıp atladı ırmağın içine. Üst üste atlayan taşlardan köprü ayakları meydana geldi. Bu arada havada kendi kendine uçan uzun tahtalar bu ayakların üzerine örtüldü. Arkasından çiviler yine havada uçuşarak kurşun gibi saplanıp tahtaları ayaklara tutturdular. O sırada kıyıdaki toprak ayağımın altından kayarak bu tahtaların üstünü kapattı. Büyük ve rahat bir yol gibi, kocaman bir köprü meydana geldi. Ben de üzerinden yürüyüp geçtim ve geldim."

Herkes şaşkınlıkla bu sözleri dinlerken, inançsız adam dedi ki: "Karşıma küçük bir bilgin diye akılsız bir çocuk mu çıkardınız? Bir yığın saçma ile uğraşacak vaktim yok benim. Bu çocuk koskoca bir köprünün kendi kendine oluştuğunu anlatıyor. Hiç yapan, çalışan olmadan köprü oluşur mu?" 

Bunun üzerine İmam-ı Azam, adama bakmış ve şöyle konuşmuş:"Peki, bir köprü mü daha sanatlı ve büyüktür, yoksa dünya mı?"

İnançsız adam: "Elbette dünya çok daha büyük ve sanatlıdır."

İmam-ı Azam: "Öyle ise dünyaya göre çok daha küçük ve sanatsız olan bir köprünün kendi kendine olamayacağını söylüyorsun da, bu muhteşem dünyanın nasıl kendi kendine oluştuğunu söyleyebiliyorsun? Köprüyü bir yapan vardır, ustasız olmaz, diyorsun. Peki, bu dünyayı yaratan, yapan birisi olması gerekmez mi?"
Gördünüz mü?

Bu kadar basitmiş işte.. 

Miniminnacık bir köprünün dahi kendiliğinden ortaya çıkamayacağını kabul ettirdiğiniz anda, Allahın varlığını da kabul ettirmiş oluyorsunuz.. Tam o noktada, benim de aklıma "Yaw, iyi de, acaba şu anda ne işle meşguldur?" sorusu takılmıştı ki, aynı yazının yorumlar kısmında Ali Gonca isimli bir başka bilgin vatandaşın buna derhal açıklık getirmiş olduğunu sevinçle müşahade ettim: (yazım hatalarını düzelterek aktarıyorum)
Sn Ali İhsan Er, Ebu Hanife kıssanıza kısa bir eklenti yapmak istiyorum, izin verirseniz. O olaydan sonra adam sorar: "Peki, senin Rabbin şu anda ne yapıyor?" Cevap şöyle verilir... Adam yüksek bir yerde oturmaktadır. Ona, "İn ordan da söyleyeyim" der İmam. 

Adam iner; İmam çıkar ve der ki: "Benım Rabbim senin gibi akılsızı indirip, benim gibi çocuğu yukarı çıkarır ve konuşturur. İşte, şu anda yaptığı iş bu."

Adam da mahcup olur ve İslamiyetle müşerref olur. 

İşte böyle..

Bundan aşağı yukarı 1300 sene önce, daha Ebu Hanife olarak tanınmadan önce, henüz çocukken konuyu bir çırpıda halletmiş. Adamın akılsızlığını ispatladığı yetmemiş gibi adamın Müslüman olmasını da sağlamış..

Yani, bu kadar olur.

Şimdi.. "olmadı, onun yaptığı 'bul karoyu al paroyu' bir cinsinden el çabukluğudur; bu ispat filan sayılmaz" diyebilecek münafıkları duyar gibi oluyorum; ama umurumda bile değil. El-Numan bin Sabit bin El-Numan Zuta (Ebu Hanife) bizimdir ve onun hilesi dahi mübarektir. Şimdi, aranızdan başka münafıklar çıkıp, bana, "Peki, senin Rabbin şu anda ne yapıyor?" sorarsa, onlara vereceğim cevap çok basittir: "Benim Rabbim, şu anda bu blog yazısını bana yazdırıyor. Yazıda hata filan görürseniz, sorumlusu ben değilim" derim ve sus-pus olurlar.