PKK Kült mü Cemaat mi?

'Kült' sayılabilmek için şu üç temel unsur/olgu şarttır:

  1. 'Biz' ve 'onlar' terimleriyle düşünmek ve 'onlar'dan tamamen yabancılaşmak.
  2. Üye kazanmak ve kazanılmış üyeleri elde tutmak için, açıkça veya inceden inceye fakat her zaman yoğun endoktrinasyon (telkin, talim) teknikleri kullanmak.
  3. Karizmatik bir Kült liderine sahip olmak.
  4. Kültçülükte, Kültün dışındaki her şeyin şer (kötülük) ve tehditkâr olduğu; buna karşılık, kurtuluşun lider ve onun öğretileri sayesinde, ancak ve ancak Kültün içinde mümkün olduğu inancı yerleştirilir.

Telkin teknikleri şunlardır:
  1. Strese ve yorgunluğa maruz bırakma: Üyeler günün herhangi bir saatinde rahatsız edilebilir, onlara yapabileceğinden fazla iş verilir, sürekli meşgul edilirler.
  2. Sosyal ayrışım, tecrit ve baskı: Üyeler toplumdan kopmaya ve soyutlanmaya teşvik edilir ve zorlanır. Sistematik olarak sosyal hayattan koparılan ve soyutlanan üyelerde sosyal uyumsuzluklar görülür.
  3. Suçu hep kendinde arama ve daima kendini aşağılama: Üyeler asla haklı olamazlar; sonunda haklı çıksalar bile, onlardan özür dilenmez; haklı oldukları görmezden gelinir. Bütün yanlışlık ve başarısızlıklar onların samimi olMAması ve Külte yeterince yürekten bağlanMAmışlıkları nedeniyledir. Bu nedenle, başarısızlıklardan kendilerini sorumlu tutmak ve suçlu hissetmek zorundadırlar.
  4. Korku, endişe ve paranoya: Üyelerin sürekli korku ve endişe içinde olmaları ve kımıldayan her yaprağı aleyhlerinde görmeleri, onları bir arada tutmak için kesinlikle gereklidir. Kültün var oluşunu meşru kılmak, üyelerin Kült içinde kalmasının zorunlu olduğunu haklı göstermek ancak bu şekilde kaynaşma ve dayanışma dayatarak mümkündür.
  5. Bilgi kontrolü: Kült üyeleri öyle önüne gelen her şeyi okuyamaz, seyredemez ve dinleyemez. Kendi medya/basın yayınları kuruluşlarının neşrettikleri hariç, izlenen her şey kabahat, suç veya günahtır.
  6. Basamak basamak sadakat ve kendini vakfetme: En iyi üye asla sorgulamadan ve başını kaldırıp da "ben ne yapıyorum?" bile demeden her işe koşturan üyedir.
  7. Olağanüstü haller deneyimleri yaşamak için kendi kendini hipnoz: Kendisini psikolojik olarak iyice hazırlayan üye her türlü kerametvari deneyime açıktır. Duruma uygun gelişen olayların dikkatlice istatistiği tutulur ve tevafuk olarak kayda geçer; denk düşmeyenler ya görülmez ya da lihikmetin öyle olmuştur. Dervişin fikri-zikri meselindeki gibi, rüyalar da halet-i ruhiyeye uygun görülür ve öyle yorumlanır.
Tanıdığınız biri bir Kült üyesi mi?

İşte bunu anlamanıza yardımcı olacak bir kontrol listesi:
  1. Grup, yaşayan bir lidere odaklanmıştır; üyeler ona aşırı bir fanatizmle sorgusuz sualsiz bağlılık sergilerler.
  2. Grubun zihni sürekli yeni üyeler kazanmakla meşguldür.
  3. Sorgulama, kuşku duyma ve memnuniyetsizlik göstermeye kesinlikle izin verilmez; hatta cezalandırılır.
  4. Grup veya lider hakkındaki kuşkuları bastırmak için meditasyon, birlikte ilahi veya zikir, anlaşılmaz sözleri tekrarlama ve bezdirici iş rutinleri gibi zihin uyuşturucu teknikler kullanılır.
  5. Liderlik bazen üyelerin nasıl düşüneceği, davranacağı ve hissedeceğine dair epey detaylı bir biçimde kurallar koyar. Örneğin üyeler nişanlanmak, evlenmek ve iş değiştirmek için liderden izin alırlar. Ne tür kıyafetlerin giyileceğine, nerelerde yaşanacağına, çocukların nasıl terbiye edileceğine hep lider karar verir.
  6. Grup elit sayılmak ister; üyeleri ve lideri için toplumda özel mevki(ler) talep eder. Örneğin, lider beklenen Mesih, Mehdi veya 'avatar'dır; grup ve/veya liderin özel misyonu tüm insanlığı kurtarmaktır.
  7. Grup 'biz' ve 'onlar' ayrışımından beslenir; fakat, bu ayrışım onları büyük toplumla çatışmaya iter.
  8. Grubun lideri, ordu mensupları ve diğer Kültler veya diğer Külterin mensupları tarafından meşru kabul edilmez.
  9. Grup, dışarıya yaptığı propogandada, 'amacın aracı haklı kılmayacağını' savunur. Ancak, uygulamada kendisi buna riayet etmez. Örneğin, 'takiyye', tanımı gereği, riyakârlık olduğu halde, kullanılan en yaygın kamuflaj tekniğidir. (Sözgelimi, bazı Kültler için, Atatürk, kendi içlerindeki mahrem konuşma ve yazışmalarda 'deccal'dır; ancak, bu Kültlere ait resmi (kamuya açık) bir müessese kurulursa, mutlaka bir de 'Atatürk köşesi' açılır ve Ataürk resimleri asılır.) Grup için zararlı olacağı tahmin edilen kişileri gruba yaklaştırmamak veya gruptaki zararlı kişileri gruptan uzaklaştırmak için kullanılan yöntemler başkaları için 'ahlaksızlık' iken, kendileri sözkonusu olduğunda 'tedbir gereği'dir.
  10. Liderlik, üyeleri kontrol altında tutmak için onları sürekli suçlar. Bütün iyilik, güzellik ve başarı, 'lider'in; bütün yanlışlıklar, başarısızlıklar ve suçlar üyelerindir. Arada sırada, gerçekten suçlu olan bir üye, toplum içinde (bazen adı verilmeden, fakat suçu iyice tasvir edilerek) azarlanır ve böylece diğer üyelerin psikolojik olarak etkilenmeleri sağlanır.
  11. Üyelerin gruba bağlılıkları onları aile ve akrabalarından koparır ve gruba katılmadan önceki kişisel amaç ve aktivitelerinden vazgeçtirir.
  12. Üyelerin gruba orantısız zaman ve para ayırmaları beklenir.
  13. Üyelerin sadece grup üyeleriyle sosyal bağ ve ilişki kurmaları beklenir.

Yukarıdaki yazıyı, birey.com isimli sitede 'Bana kültünü söyle' başlıklı sayfadan alıntıladım; fakat, yazıda --bence-- hem cümle düşüklükleri hem de kolay anlaşılmasını engelleyen cümle kuruluşları vardı. Bu yüzden, sözkonusu yazıyı bir hayli değiştirdim. Buna rağmen, buradaki metnin de her türlü telif hakkı orjinal metnin yazarına aittir.

Yazıyı okuduktan sonra epeyi düşündüm..

Evet, PKK'da da kült özellikleri yok değil; ama, 'takiyye' diyebileceğimiz türden kamuflaj tekniklerine başvurduklarını pek görmedim.

Bu yüzden, PKK için, 'kült' diyebileceğimi sanmıyorum.

Cemaat olabilir.

Cemaat olup da kült özelliklerinin tamamını (takiyye dahil) gösteren yapılar hiç de az değil çünkü.

Kürt siyasal hareketinin sınıfsal kökenleri


Aşağıdaki yazı gelawej.net'te yayınlandı. Yayınlandı, fakat nedense PDF (Acrobat) dosyası şeklinde yayınlandı. PDF formatı iyi-hoş da, dosyayı okumak için önce indirmek, sonra da uygun bir görüntüleyici kurmak vs, yani biraz uğraşmak gerekiyor.

Bu da, benim açımdan, bu yazıya yapılabilecek en büyük haksızlıklardan birisi; çünkü okunması gereken bir yazı. O yüzden, Internet üzerinden kolayca okunması için yeniden formatladım: Dipnotları, sayfa sonundan alıp, ait oldukları yere aktardım. Çok uzun bulduğum paragrafları daha kısa paragraflara böldüm. Bunun haricinde yazıda bir değişiklik yapmadım.

Bu noktadan sonrası sözkonusu yazıdır.

Kürt siyasal hareketinin sınıfsal kökenleri

Tarık Ziya Ekinci

Her toplumun uzak tarihinde çoğu kez hurafelerle karışık genelde özcülük (essansializm) olarak adlandırılan daha çok masalımsı nitelikte milli köklere ilişkin tabulaştırılmış efsanelerin kullanılması yaygındır. Örneğin, Türklerin Orta Asya'dan çıkışını sembolize eden Bozkurt efsanesi özcü bir anlayışın günümüzdeki yansımasıdır. Keza Kürtlerin Kava efsanesi de buna benzer özcü bir yaklaşımdır.

Öte yandan çok uzak tarihsel dönemlere ait bilgilerin de doğruluğu tartışmalıdır. Örneğin Kürt tarihi, MÖ 3000 yıllarında hüküm süren Metlere ya da Urartulara kadar uzatılmaktadır. Bu bilgiler genelde salt tarihçileri ilgilendiren konulardır.

Günümüze ışık tutacak olanlar ise daha çok yakın ortaçağ ile yeniçağda, özellikle de 19. ve 20. yüzyılda yaşananlardır. Güncel siyasetin amaçları için Kürt siyasal hareketinin sınıfsal kökenlerini yakın ortaçağdan başlayarak günümüze kadar geçtiği evreleri aşağıdaki sırayı izleyerek incelemeye çalışacağım.
  • Ortaçağda Kürt aşiret ve beyliklerinin devletleşme sorunları.

  • Osmanlı İmparatorluğu'nda 1908 devrimini takiben oluşan Kürt aydın örgütlenmeleri.

  • Kurtuluş Savaşı'nda, Lozan'da ve birinci Büyük Millet Meclisinde izlenen Kürt siyaseti.

  • Cumhuriyet döneminde Kürt ayaklanmaları ve sınıfsal kökenleri.

    • 1925 Şeyh Sait ayaklanması.

    • 1926-1936 Ağrı direniş hareketi.

    • Koçgiri olayı ve 1937 Dersim ayaklanması.

  • 1938-1946 sessizlik yılları.

  • 1946'da Kürt sürgünlerin dönüşü ve oluşturdukları zımni devlet ittifakı.

  • 1950 ve sonrasında Kürt burjuvazisinin tarih sahnesine çıkışı.

  • 1950'nin ikinci yarısından başlayarak gelişen Kürt aydın ve proleter küçük burjuvazisinin tarih sahnesine çıkışı ile birlikte Kürt siyasal hareketinin modernleşmesi.
Ortaçağda Kürtler Neden Devletleşemedi?

Kürtler tarih boyunca Mezopotamya'da Osmanlı ve İran gibi iki güçlü devlet arasındaki bölgede özerk aşiretler ve beylikler şeklinde varlıklarını sürdürdüler. Bu konumlarından ötürü Kürtlerin devletleşmelerini güçleştiren önemli coğrafi, jeo-politik ve tarihsel nedenler vardır.

Ortaçağda dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi Ortadoğu'da da halkların milli nitelikte devletleşmeleri ancak bölgedeki feodal yapıların güçlü bir beyliğin öncülüğünde toplanmasıyla mümkündü. Genelde kapitalizm öncesi evrede bir bölgedeki feodal beylikler tarihi, coğrafi ve stratejik koşullar elverişli olduğunda aralarından en güçlü olanın denetimi altına girmekte, kimi siyasal ve yönetsel haklarını koruyarak feodal krallıklar biçiminde örgütlenmektedirler.

Batı'da olduğu gibi Doğu'da da ancak böyle bir birlikteliğin oluşmasına elverişli koşulların bir araya gelmesiyle feodal devletler kurulmuştur. Feodal bir krallığın oluşmasında öncülük görevini üstlenen güçlü bir beyliğin bölgede birlik oluşturması ancak, koşulların elverişliliği halinde ve belli bir süreç sonunda gerçekleşir.

Örneğin, kimi Türk tarihçileri Osmanlı Devleti'nin Ertuğrul Gazi'nin liderliğindeki Kayi aşiretinin öncülüğünde 1299'da kurulduğunu yazarlar. Ama gerçek durum bundan farklıdır. Öncü niteliğindeki bu beyliğin Anadolu'nun her tarafına yayılmış olan Selçuklu beyliklerini bir araya toplaması ve bir devlet haline gelmesi ancak 1453'te Fatih Sultan Mehmet zamanında mümkün olabilmiştir.Diğer bir deyimle Osmanlı Devleti'nin kurulması Kayı aşiret liderinin ilk girişiminden 150 yıl sonra gerçekleşebilmiştir.

Ortadoğu'da geniş bir coğrafyada görece bağımsız ve özgür yaşayan Kürt beyliklerinin bir araya gelerek feodal bir devlet oluşturmaları mümkün olmadı. Bunun nedeni, tarih boyunca, feodal bir Kürt devletinin kurulması için gerekli olan siyasal, sosyal, tarihsel ve jeo-politik koşulların bir arada oluşamamasıydı. Bu nedenleri şöyle sıralayabiliriz:
  • Birliğin oluşmasını engelleyen birinci neden, Mezopotamya'da yaşayan Kürt aşiret ve beylikleri arasında bir güç dengesinin varlığıydı. İçlerinden biri diğerlerini denetim altına almayı sağlayacak bir üstünlük kuramamıştır.

  • İkinci neden Kürt aşiret ve beyliklerinin, biri diğerinin rakibi olan güçlü Osmanlı Devleti ile İran Devleti arasındaki bir coğrafyada yerleşik bulunmalarıdır. Bunlardan güçlü olan birinin Kürt krallığı kurmak için giriştiği mücadelede, görece bağımsızlıklarını korumak isteyen diğerleri bu iki devletten birine sığınarak birliğin oluşmasını engelleyemişlerdir..

  • Üçüncüsü de Osmanlı Padişahı 4. Murat ile İran Şahı arasında 1639'da imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşmasıdır. Bu antlaşma, Kürt aşiret ve beyliklerini Osmanlılarla İranlılar arasında ikiye ayırdığı için birlik oluşmasını önleyen en büyük tarihsel engellerden biri oldu. Birlik için girişimde bulunan güçlü bir beyliğin karşısında bağımsızlığını korumak isteyen aşiretler kolayca karşı taraftaki Kürt beylikleri ya da aşiretleri aracılığıyla büyük devletlerden birinin desteğini sağlayabiliyor ve birlik girişimini önleyebiliyorlardı.
Kürtlerin tarihinde anılan nesnel koşulların oluşmamış olması ya da girişimi akamete uğratan beklenmedik nedenlerle devlet kurma girişimlerinin sonuçsuz kaldığı pek çok örnek vardır:

Örneğin, Cizre Beyi Bedirhan Bey (Mir Bedirxan) 19. yüzyılda çevredeki beylikleri kısmen barışçı yolla kısmen de savaşarak kendi otoritesi altında toplamış ve İran içlerine kadar uzanan geniş bir coğrafyada egemenlik kurmayı başarmıştı. Ortadoğu'daki diğer Krallıklar gibi kendi adına hutbe okuttu ve para bastırdı. Ne var ki, Osmanlı Devleti'nin müdahalesine maruz kaldı ve Osmanlı ordularıyla giriştiği savaşta, stratejik mevkideki büyük bir kuvvete kumanda eden öz yeğeni Yezdinşer'in Osmanlı cephesine katılmasıyla savaşı kaybetti ve kurduğu devlet dağıldı. Böylece, önemli bir girişim feodal değerlerin olumsuz etkisiyle akamete uğramış oldu.

Kürt aşiret ve beyliklerinin ortak bir devlet oluşturmalarına engel olan olumsuzluklar 20. yüzyılda da devam etti. Bunlardan yakın tarihteki en canlı örnek Mehabat Kürt Cumhuriyeti'nin dramatik yıkılışıdır. 22 Ocak 1946'da SSCB'nin desteklediği İran KDP'nin lideri Qadi Muhammed'in başkanlığında ve Mustafa Barzani'nin Genelkurmay Başkanı olduğu Mehabat Kürt Cumhuriyeti kuruldu. Sovyet ordularının İran'dan çekilmesi ve Kürtlere hiçbir askeri destek sunmayacağını deklare etmesi üzerine İran ordusu bütün ağırlığıyla Kürtlere yüklenince Qadi Muhammed'i destekleyen aşiretler arasında çözülme başladı.

Kuzey aşiret reislerinin başı olan Ömer Xan, askeri görevlerinden istifa ederek Zindeşt köyüne çekildi. Güney cephesinde kurulan 1,200 kişilik ordu aşiret liderlerinin isteği üzerine dağıldı. Kürt feodalleri zoru görünce İran ordu güçlerine biat ederek kendi bölgelerine çekildiler. Büyük askeri güçlere kumanda eden aşiret liderlerinin birer birer ayrılması üzerine çaresiz kalan Qadi Muhammed her şeyin bittiğini anlayarak teslim olmaya karar verdi ve idam edildi. Başından beri Qadi Muhammed'in yanında yer alan Mustafa Barzani bu dramatik sonu, şöyle anlatıyor:

"Qadî Muhammed'in yanına gittim. Bana Mehabad halkının kanının dökülmesini önlemek için kendini feda edeceğini söyledi. İran ordusuna teslim olacağını belirtti ve sözlerini şöyle sürdürdü: 'Sakın kendi cemaatinden başkasına güvenme. Çünkü bana bağlı kalacaklarına dair yemin edenlerin tümü ihanet ettiler ve İran ordusuna bağlılıklarını bildirmek için birbirleriyle yarışa girdiler. Sana aşiret reislerinden sakınmanı tavsiye ederim. Çünkü bir fırsatını bulurlarsa size kötülük edeceklerdir' diye nasihat etti." {Avukat Celal Aygen Mehabat Cumhuriyeti, Mızgin Dergisi, 27.07.2008}

Bu tarihsel olayın önemli dersleri vardır. Öncelikle feodal güçlerin konjonktürel olarak kurdukları birlik dağılmaya mahkumdur. Eğer birlik güçlü bir otoritenin denetiminde ve sürekliliği olan bir kuruluş biçiminde oluşmamışsa dağılması kaçınılmazdır. Öte yandan uluslaşma sürecini henüz tamamlamamış feodal bir toplumda aşiretlerin ya da beyliklerin bir araya gelmesiyle 'modern bir cumhuriyet' kurulamaz. Kurulursa da varlığını sürdüremez.

Kürt beyliklerinin bütünleşerek devletleşmelerinin önündeki engellerden biri de ikbal peşinde koşan etkili din bilginleriydi. Yakın ortaçağda Kürt medreselerinde yetişen, bölgenin etkin din bilginleri Arapça, Farsça ve Osmanlıca okuyup yazdıkları için ya Osmanlı ya da İran sarayına kapılanmaya çalışıyor ve onların hizmetine giriyorlardı.

Bu akil adamlar ayni zamanda güvenlik gerekçesini öne sürmek suretiyle Kürt beylerini bu devletlerden birinin egemenliği altına girmeleri için teşvik ediyorlardı. Bunun en çarpıcı örneği büyük Kürt Bilgini İdris-i Bitlisi'nin bağımsız Kürt beylerini Osmanlı egemenliğini kabul etmeye ikna etmesidir.

15. yüzyılın ikici yarısından 16. yüzyılın başlarına kadar yaşayan İdris-i Bitlisi 1501'de Şah İsmail'in kurduğu Sefavi devletinin yayılmasından kurtulmak için II. Beyazid'e sığındı. Mardin, Urfa, Diyarbakır ve çevrelerindeki Sünni Kürt beylerini etkileyerek onları savaş yapmadan Osmanlı Devleti'nin egemenliği altına sokmayı başardı.

Sarayın hizmetine giren İdris-i Bitlisi Yavuz Sultan Selim'in Çaldıran seferine katıldı. Eserlerini Farsça yazıyordu. İkinci Beyazid'in isteği üzerine Osmanlı padişahlarının ilk sekizinin saltanat dönemini anlatan 80,000 beyitlik Heşt Bihişt adlı manzum eserini yazdı. Yavuz Sultan Selim'i ve Mısır'da kurduğu yönetimi öven kasidesi onun saray uleması arasına katılmasını sağladı. Artık o bir Kürt bilgini değil bir Osmanlı tarihçisi ve devlet adamıydı. Bitlis doğumlu olan İdris-i Bitlisi 1521'de İstanbul'da vefat etti.

Kürt beyliklerinin birleşerek bir krallık oluşturmalarını teşvik eden ve eserlerinde bu özlemlerini dile getiren, Kürtçe'nin yazı dili olarak yaygınlaşması için çaba gösteren, çağın hakim dillerini bildikleri halde eserlerini özellikle Kürtçe yazan Kürt bilginleri de vardır.

Bunların öncüsü büyük Kürt Şairi ve Bilgesi Ehmedê Xanê'dir. 1651-1707 yılları arasında yaşayan Xanê'nin en önemli manzum eseri 1695'te tamamladığı Mem û Zîn'dir. Günümüzün Kürt siyasetçileri onu Kürt milliyetçiliğinin öncüsü ve milliyetçilik ideolojisinin kurucusu olarak tanımlamaktadırlar.

Oysa, o tarihlerde henüz burjuva devletleri oluşmamış, millet ve milliyetçilik kavramları bilinmiyordu. Bu evrede Ehmedê Xanê'nin beyanlarını milliyetçilikle açıklamak ve Kürt milletinden oluşan bir devletin kurulması için mücadele ettiğini iddia etmek bir yanılgıdır. Bu yanılgıya yol açan Xanê'nin dizelerinde dile getirdiği feodal bir Kürt krallığı özleminin yanlış algılanmasıdır.

Eger hebûya jibo me padişahekBizim de bir Padişahımız olsaydı eğer
Xwedê liyaq bidîya jibo wî kulahekAllah ona bir taç layık görseydi,
Û bihata diyarkirin jibo wî textekBelirlenmiş olsaydı ona bir taht
Eşkera dê vebibûya jibo me jî bextekAçıkça bizim için de açılırdı bir baht
Hevgirtin û yekgirtîya me hebûna egerOlsaydı bir dayanışma ve uzlaşmamız eğer
Û em hemû li pêy hev biçûna egerVe hepimiz birbirimize itaat etseydik eğer
Rom û Ereb û Ecem bi temamîRum, Acem ve Arapların tamamı
Hemûya dê ji me ra bikira xulamîBize hizmetçilik ederlerdi hepsi

Xanê bu dizelerinde açıkça Kürt beylikleri arasında ittifak ve dayanışma olmadığından şikayet etmekte ve bu nedenle de Kürtlerin bir krallık (feodal devlet) kuramadıklarından yakınmaktadır.

Nitekim, 'bizim de bir padişahımız olsaydı ve Allah ona bir taç layık görseydi eğer' derken Kürt milliyetçiliğini değil bir Kürt krallığının özlemini dile getirmektedir. Bu dizelere bakarak Xanê'yi milliyetçi bir bilgin olarak algılamak, ona millet (ulus) ve milliyetçilik kavramlarının öncüsü sıfatını atfetmek gerçekçi olmaz.

Aksi halde Kürtlerin ortaçağdan beri devam ede gelen bağımlı konumunu ve uluslaşamamış olmalarının nedenini feodal bölücülükte değil, bugünkü Kürt siyasetçilerin iddia ettiği gibi dış düşmanlarda aramakta devam ederiz.

Bu da yapısal sorunların göz ardı edilmesine ve Kürt sorununun çözümsüz kalmasına neden olur.

Osmanlı İmparatorluğu'nda 1908 Devrimi Sonrasında Oluşan Kürt Aydın Örgütlenmeleri

İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin öncülük ettiği 1908 devriminden sonra anayasanın yürürlüğe girmesi ve meşruti bir devletin kurulmasından sonra ülkede bir özgürlük havası esmeye başladı. Osmanlı devletini oluşturan halkların hemen tümü özgür vatandaşlar olarak kendi ulusal kimliklerini esas alan örgütler kurdular.

Bu arada gelişmeleri izleyen Kürt aydınları da kendi aralarında örgütlenmeye giriştiler. Bunların ilki 1908'de Bedirxanilerin ve Şeyh Abdülkadir'in öncülüğünde kurulan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti idi.

Cemiyetin programında Kürtçe'nin resmi dil olarak tanınması, Kürdistan'da Kürtçe eğitim veren okulların açılması ve Kürtçe yayın talepleri yer alıyordu. Ancak 1909 Temmuz ayına kadar varlığını sürdüren cemiyet Jön Türklerin müdahalesiyle kapatıldı.

1912 yılında bir Kürt öğrenci derneği olan Hevi Cemiyeti kuruldu. Cemiyet Roji Kurdi ve Hatevi Kurdi dergilerini yayımladı. Ancak Cemiyet, 1914'te Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesi üzerine kendiliğinden varlığına son verdi. Savaştan sonra tekrar kuruldu; ancak yaşamını sürdüremedi.

1908 devriminin getirdiği özgürlük ortamında yapılan seçimlerde çeşitli etnik grupları temsil eden bir parlamento oluşturuldu. Bu parlamentoda ittihatçılar 160 milletvekili ile Prens Sabahattin'in Ahrar Partisi ise 25 milletvekiliyle temsil edildiler.

Parlamentoya ayrıca 70 bağımsız milletvekili girdi. Etnik kökenleri itibariyle bu milletvekillerinin 147'si Türk, 60'ı Arap, 27'si Arnavut, 26'sı Rum, 14'ü Ermeni, 10'u Slav ve 4'dü de Yahudilerden oluşuyordu.

Resmi belgelerde bu gruplar arasında Kürt milletvekillerinden söz edilmediği dikkat çekicidir. Anlaşılan, Kürtler, ya İttihat-Terakki ya da Ahrar Partisi içindeki Türkler arasında gösterilmişlerdir. Oysa, o dönemde Bulgarların 'Devrimci Bulgar Partisi' ve Ermenilerin de 'Taşnak Partisi' adıyla oluşturulan siyasi partileri olduğu halde Kürtlerin bağımsız siyasi partileri yoktu. Çünkü, Kürt feodalleri Osmanlı Padişahının otoritesine bağlıydı.

Küçük burjuva aydınlarının kurdukları derneklerin, Kürt aşiret ve beyliklerini örgütleyerek siyasal bir güç haline getirmelerinin koşulları mevcut değildi.

31 Mart 1909 olayını takiben İttihat ve Terakki Cemiyetinin yaptığı Bab-ı Ali baskını ile mutlakıyetçi rejime son verildi; İttihat ve Terakki'nin otoriter rejimi kuruldu. İttihat-Terakki hükümeti 1914'te Almanlarla ittifak yaparak Birinci Dünya Savaşı'na girdi ve 1918'de savaştan yenilgiyle çıktı.

Savaş sonrasında galip gelen itilaf devletlerinin İstanbul'u işgal etmesi üzerine bir iktidar boşluğu oluştu. İşgalci devletlerin denetimi altında padişahın oluşturduğu hükümetin hiçbir fonksiyonu yoktu. İstanbul'daki halklar yeniden örgütlenmeye başladılar.

Bu arada Kürt aydınları da 30 Ocak 1918'de Kürt Teali Cemiyeti'ni kurdular. Merkezi İstanbul'da olan cemiyet 3 yıllık yaşamı boyunca Kürt aydınlarının öncülüğünde Diyarbakır, Malatya, Bitlis, Van, Elazığ vb., illerde örgütlenerek etkinlik gösterdi.

Cemiyet kapanıncaya kadar İstanbul'da Jîn Dergisi'ni yayınladı. Dergide dönemin tanınmış Kürt aydınlarının önemli yazıları yayımlandı. İtilaf devletlerinin desteğiyle Cemiyetin Şarkta bir devlet kurmak amacı ile yaptığı çalışmalar Kürt aşiret ve beylerinin ittifakını sağlamayı başaramadığı için sonuçsuz kaldı.

TBMM kurulduktan ve belli bir güce kavuştuktan sonra da 1921'de aldığı bir kararla Kürt Teali Cemiyeti kapatıldı. Cemiyetle birlikte derginin kapanması üzerine yönetici aydınların bir bölümü Türkiye'den ayrılarak yaşamlarını ve siyasal mücadelelerini Suriye'de sürdürdüler.

Aralarında Celadet Bedirxan, Kamuran Bedirxan, Kadri Cemil Paşa, Dersimli Baytar Nuri, Selim Mahmut, Dr. Ahmet Nafiz beyler gibi tanınmış Kürt aydınları vardı. Bunlar hem Kürtçe yayın organları çıkardılar, hem de siyasi örgütlenmelere destek olmak suretiyle Kürt ulusal davasına önemli katkılarda bulundular.

Kurtuluş Savaşı Yıllarında, Lozan'da ve Birinci Büyük Millet Meclisinde Kürt Siyaseti

Kürt aşiretleri, Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılma sürecinde yeni kurulacak devlette de savaş öncesi görece özerk konumlarını sürdürmek istiyorlardı.

Osmanlı merkezi hükümeti ve ona bağlı yerel otoriterlerle uyumlu bir yaşam biçimi oluşturmuşlardı. Padişahın verdiği beratlardan ve devletin koruması altındaki Hamidiye alaylarından aldıkları güçle Kürt bölgesinde görece özerk yaşamlarını sürdürebiliyor ve çocuklarına kendi medreselerinde Kürtçe eğitim verebiliyorlardı.

Bu özerklik karşılığında saltanatın giderlerine mütevazı ödemelerle katılıyor ve padişahın cihat çağrılarına köylülerini seferber ederek katkıda bulunuyorlardı.

Nitekim, 1915'te Başkumandan Vekili Enver Paşa'nın emriyle başlatılan Sarıkamış Savaşı'nda donarak ölen 60.000 Osmanlı askerinin yarısından fazlası Kürt aşiretlerinin oluşturdukları Hamidiye alaylarına mensup eğitimsiz ve donanımsız Kürtlerdi.

Kurtuluş Savaşında Kürtler

Mustafa Kemal'in Osmanlı Padişahını ve Hilafet makamını kurtarmak için yola çıktıkları söylemiyle başlattığı Kurtuluş mücadelesinin ilk evrelerinde toplanan Erzurum ve Sivas Kongreleri Kürt aşiretleri tarafından desteklendi.

Mustafa Kemal Kürt aşiret liderlerinin Ermeni tehcirindeki rollerini bildiği için onlara çağrı yaparken, galip devletlerle işbirliği içinde olan Ermenilerden gelecek tehlikelere vurgu yapmayı ihmal etmiyordu.

Erzurum Kongresi'nde oluşturulan Heyet-i Temsiliye adına Kürt aşiret liderleriyle din adamlarından destek istedi.

Bu desteği isterken, "Mustafa Kemal, 1919 yılı Ağustosu'nda Mutki aşiret reisi Hacı Musa Bey'e, Bitlis'te Küfrevizade Şeyh Abdülbaki Efendi'ye, Garzan'da rüesadan Cemil'e Çeto'ya, Şırnaklı Abdurrahman Ağa'ya, Derşevli Ömer Ağa'ya, Norşinli meşayihi izamdan Ziyaettin Efendi vb. zevata 'Efendi hazretlerine','Ağa hazretlerine' diye hitap ederek gönderdiği telgraflarda onları, 'makamı mualla-yı hilafete ve Saltanat'a yapılan tecavüzü def'etmeye ve 'mukaddes vatanı Ermeni tasallutundan' kurtarmaya" {Baskın Oran, Atatürk Milliyetçiliği, Birinci baskı, 1988, s:99} çağıran iki ana tema işliyordu.

Ayrıca, askeri komutanlıklara ve valiliklere gönderdiği telgraflarda Kürt Kulübü (Kürt Teali Cemiyeti) üyeleriyle uzlaşmalarını talep ediyordu. Mustafa Kemal Kürt aşiret lideri ile beylerine ittifak çağrısı yaparken hem Osmanlı devlet düzenini koruyacağı güvencesini veriyor hem de Kürt aydınlarıyla uzlaşma yollarını arıyordu.

Nitekim, Mustafa Kemal ve arkadaşları 20-23 Ekim 1919'da Amasya'da Heyeti Temsiliye adına Ali Rıza Paşa Hükümetini temsil eden Salih Paşa ve Albay Naci Bey'den oluşan heyetle yaptıkları görüşmede imzaladıkları 2 nolu Amasya protokolü ile Kürtlerin ulusal haklarının tanınacağını şu sözlerle taahhüt ediyorlardı:

"Beyannamenin 1. maddesinde Devlet-i Osmaniye'nin tasavvur ve kabul edilen hududu, Türk ve Kürtlerle meskun olan araziyi ihtiva eylediği ve Kürtler camiayı Osmaniye'den ayrılması imkansızlığı izah edildikten sonra bu hududun en asgari bir talep olmak üzere temini istihsali lüzumu müştereken kabul edildi. Maahaza Kürtlerin serbesti-i inkişaflarını temin edecek vech ve surette hukuki ırkiye ve içtimaiyece mazharı müsaadat olmaları dahi tervic ve ecanip tarafından Kürtlerin istiklal maksadı zahirisi altında yapılmakta olan tezviratın önüne geçilmek için de bu hususun şimdiden Kürtlerce malum olması hususu tensib edildi." {Naci Kutlay, 21. Yüzyıla Girerken Kürtler, Peri Yayınları, 2002, s.82.}

Birinci TBMM'de Kürtler

23 Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisi kurulduktan sonra Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa tarafından Kürtlere güven verici çeşitli açıklamalar yapılmıştır.
  • Milliyetçi bir milletvekilinin 1920 Mayısında TBMM'nin Türk milletini temsil ettiğini ifade eden konuşmasına gösterilen aşırı tepkileri ancak Mustafa Kemal Paşa şu konuşmayı yaparak yatıştırabilmiştir:

    "Meclis-i Alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir. Yalnız Kürt, yalnız Arap, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasırı İslamiye'dir. Samimi bir mecmuadır. Binaenaleyh muhafaza ve müdafaasıyla iştigal ettiğimiz millet bittabi bir unsurdan ibaret değildir. Muhtelif anasırı İslamiye'den mürekkeptir. Bu mecmuayı teşkil eden her bir İslam unsur, bizim kardeşimiz ve menfaatimiz tamamen müşterek olan vatandaşlarımızdır."

  • Mustafa Kemal, Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nce "Kürdistan" hakkında düzenlenen ve TBMM'nin 22 Temmuz 1922 günlü gizli oturumunda okunarak tutanaklara geçen bir talimatı, Büyük Millet Meclisi Reisi sıfatıyla El Cezire Cephesi Kumandanlığı'na göndermiştir. Bu talimatta, "Kürtlerin oturduğu bölgelerde ise hem iç hem de dış siyasetimiz açısından adım adam mahalli bir idare kurulmasını gerekli bulmaktayız" denmektedir. {TBMM Gizli Celse Zabıtları, C.3, İşbankası Yayınları, 1985, Nakleden 2.000'e Doğru, sayı: 39, 20 Eylül 1987.}

  • Kurtuluş Savaşı boyunca Mustafa Kemal ve arkadaşları TBMM'de yaptıkları konuşmalarda "Türk Milleti" deyimini kullanmamış, Meclisin kompozisyonunu ve toplumdaki çok etnikli yapıyı belirtmek için genel olarak "Türkiye Halkı" deyimini kullanmışlardır. Ancak, Cumhuriyetin ilanından sonra Mustafa Kemal ilk defa "Türk Milleti" deyimini kullanmış ve bu tarihten itibaren "Türkiye Milleti" deyimini bir daha kullanmamak üzere terk etmiştir. {Baskın Oran, Atatürk Milliyetçiliği, Birinci Baskı, 1988, s.164.}
Lozan Konferansı'nda Kürtler
  • Lozan Konferansı'nda azınlık sorunları konuşulurken İngiltere Başbakanı Lord Curzon Kürtlere ya bağımsızlık verilmesi ya da özerklik tanınarak ulusal demokratik haklarını özgürce kullanılmaları için antlaşma metnine bir bölüm ilave etmekte ısrar ediyordu. Musul sorunuyla birlikte bu konunun da çözümsüz kalması karşısında konferans kesintiye uğradı. Konferansın yeniden işlerlik kazanması için iki yol denendi. Birincisi Kürt aşiret ve beylerine konferans sekreteryasına gönderecekleri telgraflarla Kürtlerin Müslüman kardeşleri olan Türklerle birlikte yaşama azim ve kararında olduklarını bildirmelerini sağlamaktı. Baş delege İsmet Paşa da Konferansta "TBMM Hükümeti'nin Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümeti olduğunu" {Seha Meray, Lozan Barış Konferansı Cilt 1, Kitap 1, s.318.} belirtmeye özen gösteriyordu. Ayrıca, İsmet İnönü 1969'da Ulus Gazetesi'nde çıkan anılarında "Lozan'da milli davalarımızı biz Türkler ve Kürtler diye savunduk" {İnönü'nün Hatıraları, Hazırlayan: Sabahattin Selek, Ulus, 31 Mart 1969. } diye samimi itirafta bulunmuştur.

  • Kesintiye uğrayan konferansı kurtarmak amacıyla Mustafa Kemal 16-17 Ocak 1923'te İzmit'te düzenlediği basın toplantısında şu açıklamayı yapmıştır: "[...] başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim teşkilatı esasiye kanunu gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye'nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendilerine ait sorun yaratmaları daima mümkündür. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin ve hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur. Ve bu iki unsur, bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmişlerdir. Yani onlar bilirler ki, bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz." {Mustafa Kemal, Eskişehir-İzmit Konuşmaları 1923, Kaynak Yayınları 1993, s.105.}

  • Lozan Konferansı'nda Kürtlere bağımsızlık verilmesi ya da özerklik tanınması fikrini ortaya atan Lord Curzon'a, TBMM Hükümeti'nin yönlendirmesiyle İstanbul'daki kimi Kürtler adına gönderilen bir mesajda özetle şu ifadelere yer verilmişti: "[...] öz Türk oğlu Türk olan Kürtleri Yavuz Sultan Selim Han Kürtlerin Hanı Şeyh İdris-i Bitlisi'ye gönderdiği fermanda kendi ülkesine dahil etti. O günden bugüne kadar Türk akrabalarının şefkat ve himayelerinde huzurlu ve rahat yaşamakta ve Türk lehçesi ile de konuşmaktadırlar. (...) 1917 yılında Lord Curzon gibi bağımsızlık vaatlerinde bulunan Ruslara biz Kürtler: 'Biz Türk'üz, bizi anavatandan hiçbir kuvvet ayıramaz. Bizim rahata kavuşmamız sizin hemen bu topraklardan çekilmenizle olacaktır' dedik. İşte bugün bütün Kürtler Lozan'daki Avrupa ve bilhassa İngiliz diplomatlarına aynı cevabı veriyoruz. Kürtler bağımsızlıklarını kendilerini yok edecek yabancılara değil kendi ailelerinden olan Türklere ve onları temsil eden Büyük Millet Meclisi Hükümeti'ne emanet etmiştir. Sonuç olarak biz Kürtler, İngiltere Delegasyonu Reisi Lord Curzon'un bizler için fikirler üretmemesini rica eder ve Lozan'daki Temsil Heyetine ve Reisi sevgili hemşehrimiz İsmet Paşa hazretlerine başarılar dileriz." {Hasan Celal Güzel, Kürtlerin Lozan Konferansı'na Gönderdikleri Mesaj, Radikal Gazetesi, 03 Mart 2008, s.8.}

    Bütün bu girişimlerden sonra yeniden başlayan konferansta Kürtlerin Türklerle birlikte yaşamak istediklerinin kesinleşmesi üzerine Kürt sorunu gündemden çıkarıldı ve kesintiye uğrayan konferans yeniden başlayarak sonuçlandırıldı.
Mustafa Kemal Paşanın Özerklik Politikası Bir Aldatmacaydı

1920'de Koçgiri olayları münasebetiyle Alişan Bey'in özerklik talebinin reddedilmesi Kürtlere özerklik tanınacağı vaadinin asılsız olduğunu kanıtlıyordu. Kurtuluş Savaşı'nın başlangıcında ve TBMM'nin kuruluş evresinde Koçgiri aşiretinin 1920'de başlattığı milli nitelikli hareketin alevlenmesi karşısında Mustafa Kemal Paşa bizzat aşireti temsil eden Alişan Bey'le görüşerek kendisine ve diğer Dersim aşiret reislerine milletvekilliği ile yüksek kademede görevler teklif etti.

Ancak Alişan Bey ve kendisine yakın aşiret reisleri Kürtlere özerklik tanınması koşuluyla TBMM hükümetini tanıyacaklarını ifade ederek milletvekili olmayı ve devlet görevi kabul etmeyi reddetmişlerdi. Oysa Mustafa Kemal iki yıl sonra El Cezire Komutanına gönderdiği tamimde ve İzmit Basın Toplantısı'nda 1921 Anayasası hükümlerine göre Kürtlere özerklik tanınacağını beyan etmekteydi.

Alişan Bey ve arkadaşlarının bu çerçevedeki taleplerinin kabul edilmemesine karşılık, sonradan öne sürülen özerklik vaadinin aslında Kürt Kulübü üyelerini ve Lozan'daki İngiliz delegesini teskin etmek amacıyla başvurulan bir aldatmaca olduğunu ortaya koymaktadır.

Cumhuriyet Döneminde Kürtler

Birinci TBMM Mustafa Kemal'in iradesini tam olarak benimseyen bir kurul değildi. Zaman zaman kendisine karşı muhalefet girişimleri oluyor ve bundan rahatsız oluyordu. 1923 İlkbaharında Lozan Konferansı'nın sonuçlanma aşamasına yaklaştığı günlerde oluşturacağı yeni ulus-devleti tümüyle kendi kontrolü altında tutabilmek için önlem alması gerekiyordu.

1921 Anayasası'nın öngördüğü özerklik hakkı bir ulus devletin inşasına engeldi. Uyum içinde çalışabileceği yeni bir Meclis oluşturmak ve yeni bir anayasa yapmak ihtiyacı kafasında oluşmuştu. Bu nedenle onun isteği üzerine 1 Nisan 1923'te TBMM erken seçim kararı aldı. 15 Nisan 1923'te de Birinci Meclis son toplantısını yaptıktan sonra seçime gidildi. Adaylarını bizzat Mustafa Kemal'in belirlediği yeni seçilen İkinci Meclis muhalif unsurlardan arındırılmış ve kendisiyle uyum içinde çalışacak bir kurul oluşturulmuştu.

Lozan Antlaşması'nın imzalanarak yürürlüğe girdiği 24 Temmuz 1923'te Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının önü açılmış, artık bağımsız Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurulması ve ulus devletin inşası için her türlü engel ortadan kalkmıştı. Bu tarihten başlayarak Türkiye başta komşu ülkeler olmak üzere Batı ülkelerinin tümü tarafından tanınmış ve her türlü dış müdahale ihtimali de bertaraf edilmişti.

Savaş galibi ordu, sağlanan dış kaynakla yeniden organize edilmiş ve bölgesinde hatırı sayılır güçlü bir ordu konumuna gelmişti. Etkin bir orduya ve uyumlu bir Meclise dayanan Mustafa Kemal içte ve dışta her türlü muhalefeti de büyük ölçüde bertaraf etmişti. Artık içteki eski bağlaşıkları sürdürmenin gereği kalmamış, tek kültürlü vatandaşlık anlayışına dayalı türdeş bir ulus devlet oluşturmanın yolu açılmıştı.

O günkü koşullarda Batı uygarlığını temsil eden Avrupa ülkelerinin büyük bir bölümünde de her devletin tek kültürlü, türdeş bir ulusa dayanması düşüncesi revaçtaydı. Fransa, Almanya, İspanya, İtalya vb., Batı uygarlığını temsil eden ülkelerde tek kültürlü ulus-devlet politikası uygulanıyordu.

Henüz insan hakları düşüncesi gelişmemiş, farklı ulusal toplulukların kimlik, dil ve kültür hakları temel insan haklarının özü ve demokrasinin olmazsa olmaz koşulu haline gelmemişti. Irkçı düşünceler de giderek yaygınlaşıyordu. İtalya'da Musolini'nin başını çektiği faşist hareketin iktidara gelmiş olması ve Almanya'da Nazi Partisi'nin iktidara aday bir konuma gelmesi ırkçı düşüncelere saygınlık kazandırıyordu.

Tüm bu gelişmeler Türkiye'de de etkili olmuş ve yeni koşullarda Türk milliyetçiliği belirleyici bir ideoloji haline gelmişti. Aydın kesimde etkili olan bu düşünceler Kurtuluş Savaşı boyunca izlenen çok kültürlü ümmetçi toplum anlayışının terk edilmesine zemin hazırlıyordu.

1924'te yeni bir Teşkilatı Esasiye Kanunu yapıldı. 1921 tarihli eski Teşkilatı Esasiye Kanunu'nda öngörülen yerel yönetimlere ve farklı etnik topluluklara özerklik tanınmasına ilişkin anayasa hükmüne yeni Kanunda yer verilmedi.

Yeni Teşkilatı Esasiye Kanunu'nun 88/1 maddesine "Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (TÜRK) ıtlak olunur" hükmü konularak milliyetçi bir vatandaşlık tanımı getirildi. Böylece, tek kültüre bağlı vatandaşlık anlayışı anayasal bir zorunluluk haline getirildi. Artık, Kurtuluş Savaşı boyunca ve Lozan Barış görüşmeleri sürecinde ifade edilen çok kültürlü toplum modeli kesin olarak gündemden çıkmıştı.

Kurtuluş Savaşı'nın ilk yıllarında Mustafa Kemal'in Kürt beylerine ve aşiret liderlerine verdiği sözler, bir süreç içinde, adım adım yok sayılarak onları rahatsız edecek yeni bir devlet modeli oluşturuluyordu. Saltanatın ve hilafetin kurtarılacağını bekleyen Kürt feodalleri beklentilerinin tam tersiyle karşılaştılar:
  • 29 Nisan 1922'de daha önce kurtarılacağı taahhüt edilen saltanata son verildi.

  • 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet ilan edildi.

  • 3 Mart 1924'te de kurtarılacağı vaat edilen Hilafet kaldırıldı.

  • Yine 3 Mart 1924'te Şer'iye ve Evkaf Vekaleti kaldırıldı.

  • Aynı tarihte Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edilerek Kürt medreseleri tasfiye edildi.
Kürt Ayaklanmaları

Kurtuluş savaşı bittikten sonra daha önce Amasya Protokolü ile taahhüt edilen "Kürtlerin serbesti-i inkişaflarını temin edecek vech ve surette hukuki ırkiye ve içtimaiyece mazharı müsaadat olmaları" hükmü unutulmuş ve 1921 tarihli anayasanın Kürtlere özerklik tanınacağını öngören maddesi ortadan kaldırılmıştı.

Bu değişikliklerle artık Türkiye'de yalnız Türkler vardır ve herkes Türk olmak zorundadır. Kürtler ise ret ve inkar edilerek yok sayılıyordu.

1924 Anayasası Kürtler açısından iki önemli değişiklik getirmişti. Birincisi 1921 Anayasası'nın öngördüğü bölgesel özerklik kavramının kaldırılmış olmasıydı.

İkincisi de başta Kürtler olmak üzere tüm Müslüman azınlıkları yok sayan yeni bir vatandaşlık tanımının yapılmasıydı. Saltanatın kaldırılması, Cumhuriyetin ilanı ve sonra da Hilafetin kaldırılması Kürt din adamlarıyla tarikat liderlerini ve feodal beyleri büyük ölçüde rahatsız etmişti. Osmanlı devlet düzeninde sahip oldukları ayrıcalıkları kaybedecekleri kesinleşmiş ve tedirgin olmuşlardı.

Hilafetin kaldırıldığı gün Tevhidi Tedrisat Kanunu'nun çıkarılması aşiret liderleriyle birlikte Kürt köylü yığınlarını da huzursuz etmişti. Bu kanunla Kürt medreseleri kaldırılıyor ve yerine Kürtçe eğitim veren hiçbir kurum getirilmiyordu. Okullarda Türkçe eğitim zorunluluğunun getirilmesi ise asimilasyoncu ve inkarcı politikanın eğitim yoluyla pekiştirilmesi anlamına geliyordu.

Kürt beylerine tanınan unvanlar kaldırılmış, Hamidiye Alayları tasfiye olmuştu. Kürt feodallerinden silah toplanması, çocuklarının askere çağrılması, yerel devlet temsilcilerine, özellikle de jandarmaya mutlak şekilde itaat etmeye zorlanmaları, kanun kaçaklarının takibinde feodal liderlerin devre dışı bırakılması onların itibarını iyice sarsmıştı. Asayişi sağlamada bölgede görevli güvenlik güçlerinin zalimane uygulamaları, feodal beyleri olduğu kadar Kürt halkını da canından bezdirmişti.

Ağnam vergisi (hayvan vergisi), Yol vergisi (Papur) gibi geniş halk yığınlarını canından bezdiren ve jandarma refakatindeki memurlar eliyle köylünün yatak, yorgan ve kap-kaçaklarının zor alımıyla vergi tahsilatı yapılması merkezi hükümete karşı güvensizliği arttırmış, bölgedeki huzursuzluğu had safhaya çıkarmıştı.

Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre önce kurulan ve parti-devlet biçiminde örgütlenen Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) yeni ulus devleti oluşturacak bir siyasal yapılanmaydı. Parti tarafından Şefin buyruğuna göre seçilen milletvekillerinden de mutlak itaat isteniyordu. Kürtler kendi temsilcilerini seçemiyorlardı. Bölge illerinden CHF adına gösterilen adaylar İstanbul, Ankara, İzmir vb., illerden yönetici kadronun güvenini kazanmış şahsiyetlerdi. Hiçbirinin seçildikleri illerin yaşam koşulları ve halkın talepleri hakkında bilgileri yoktu.

Görevleri TBMM'de Şefin buyruğuna göre oy kullanmaktı. Kürt halkının sorunları, istekleri Meclise ve hükümete yansımıyordu. Hiçbir denetime tabi olmayan yerel hükümet memurları ile jandarmanın görevi de Kürt aşiretlerinin ve köylü yığınlarının devlete itaat etmelerini sağlamak ve vergi toplamaktı.

Bu ağır sosyal, ekonomik ve siyasal koşullar altında yaşamak zorunda kalan ve geçmişteki ayrıcalıklarını büyük ölçüde kaybeden Kürt beyleriyle aşiret liderleri şaşkınlık ve çaresizlik içindeydi. Aralarında birlik kurmanın ve eski düzeni geri getirmenin koşulları yoktu.

Cumhuriyetin ilanıyla birlikte yasadışı konuma düşen ve lider kadrosu yurtdışına kaçan Kürt Teali Cemiyeti'nin Türkiye'de kalan aydın üyelerinin de gayri memnun aşiretleri bir araya getirip somut koşullara uygun bir siyasal hareket oluşturacak güçleri ve olanakları yoktu.

Kaldı ki, dinsel ideolojiye bağlı aşiret liderlerinin milli ya da milliyetçili talepleri olmadığı için aydınların oluşturduğu Azadi Cemiyeti'ni izlemeleri söz konusu olamazdı.

Kürt aşiretlerinde beliren hoşnutsuzluğu en iyi kullanan Mustafa Kemal ve arkadaşları oldu. İttihat-Terakki geleneğinden gelen yeni devletin yönetici kadrosu başlattıkları tek kültürlü ulus-devlet politikasını başarmak için Ermeni meselesinde olduğu gibi Kürt sorununu da köktenci biçimde çözmek istiyorlardı.

Yukarıda belirttiğimiz gibi Batılı devletlerle kültürel ve ticari ittifaklar kurulmuş, ekonomi düzene girmiş, ordunun eksikleri tamamlanmış ve savaş kabiliyeti arttırılmıştı.

Yapılacak tek şey Kürt feodallerinin hoşnutsuzluğunu ve bölgedeki kaynaşmayı hazırlıksız bir kalkışmaya dönüştürmek ve Kürt sorununu Ermeni sorunu gibi ezerek bitirmekti. Bu strateji çerçevesinde 1925 tarihli Kürt ayaklanması kışkırtıldı.

1925 Tarihli Kürt Ayaklanması (Şeyh Sait İsyanı)

Yukarıda açıklanan nedenlerle Kürt bölgesinde oluşan huzursuzluk ortamında Şark ayaklanmasının kışkırtılması ile toplu kırıma varacak uygulamalar yapmak ve nüfus kaydırmalarıyla Kürtleri asimile etmek suretiyle Kürt sorununu çözmek mümkün olacaktı.

Öte yandan ayaklanma gerekçe gösterilerek, muhalif İstanbul basınını susturmak, Meclisteki muhalefeti denetim altına almak ve rejimi sertleştirmek suretiyle de her türlü muhalefet odaklarını tasfiye ederek 1924 Anayasası ile esasları hazırlanan mutlakıyetçi bir düzen kurma düşüncesi gerçekleştirilebilirdi.

Mustafa Kemal ve arkadaşları bu düşüncelerle Şeyh Sait ayaklanmasını tahrik etmeyi başardıkları gibi, bastırdıktan sonra da öngördükleri planları eksiksiz biçimde uyguladılar. Ayaklanmanın bir kışkırtma olduğu sonradan yayımlanan anı ve belgelerde somut olarak ortaya çıkmıştır.

Olayın perde arkasını anlatan Metin Toker, Şeyh Sait ayaklanmasının bir kışkırtmanın ürünü olduğunu dolaylı yoldan şu sözlerle açıklamaktadır: "Olay Cumhuriyetin bir dönemeci almasının fırsatı yapılmıştır ve bu mahiyeti itibariyle Cumhuriyetin işaret noktalarından birini teşkil eder." {Metin Toker, Şeyh Sait İsyanı, s.26.}

Aynı konuda İsmet Paşa CHF grubunda henüz bir zabıta olayı aşamasında iken hareketi şöyle değerlendiriyordu:

"Doğuda Şeyh Sait 'Din elden gidiyor', 'Kalkın ey ehli vatan' dememiş miydi? Bunu yıllardır muhalefet ve İstanbul basını söylemiyor muydu? Halk, Cumhuriyete karşı kıyama teşvik olunmuyor muydu? Bu patlama nasıl olsa olacaktı. Bu doğuda olmuş, belki de tam hazırlık yapılmadan harekete geçilmişti. Onun için hükümet tedbirlerini bu temel görüşü dikkate alarak uygulamalı, bir 'karşı ihtilalin' ilk adımlarının atıldığı gözden kaçırılmamalıdır." {Metin Toker, Şeyh Sait İsyanı, s.23.}

Metin Toker çalışmasının başka bir yerinde olayın hazırlıksız patlak verdiğini şu sözlerle dile getiriyor: "Şeyh Sait'in Piran'da zamansız attığı kurşun,'Ankara'daki Gazi Ekibi' için karşı tarafı, karşı taraf hazırlığını henüz yapmamışken ezmenin fırsatını teşkil edecekti." {Metin Toker, Şeyh Sait İsyanı, s.26.}

Ayaklanmanın başlama biçimi de zamansız kalkışmanın bir kışkırtma eseri olduğunun kanıtıdır.

Nakşibendi Tarikatının lideri olan Şeyh Sait konumu icabı vaazlarında şeriatı savunuyor, medreselerin yasaklanmasını ve Hilafetin kaldırılmasını eleştiriyordu. Ayrıca her yıl büyük bir mürit topluluğunun refakatinde Hınıs'tan Palu'ya giderek dedesinin türbesini ziyaret etmesini dinsel bir tören biçiminde ifa ediyordu.

Ayaklanmanın patlak verdiği 1925 yılı Şubat ayının 13'ünde bu ritüeli yerine getirmek için yola koyulurken kendisine katılan 200-300 atlı ile kardeşinin ikamet ettiği Ergani'ye bağlı Piran köyünde mola verince, yolculuğun bu aşamasında çeşitli evlere dağılan müritler arasında birkaç kanun kaçağının bulunduğunun resmi makamlarca öğrenilmesi kışkırtıcı planın uygulanmasına olanak sağladı.

Ergani jandarma komutanı 15 kişilik bir müfreze ile köye gönderiliyor ve kanun kaçaklarının bulundukları ev sarıldıktan sonra Şeyh Sait'ten bu şahısları teslim etmesi istenir. Müfreze komutanın isteği karşısında Şeyh Sait şu ricada bulunuyor:

"Biz onlarla beraber geldik, yoldaşız. Kendilerini şu ara bana bağışlayın ve ben burada iken bir şey yapmayın. Hele ben bir gideyim sonra ne isterseniz yaparsanız." {Metin Toker, Şeyh Sait İsyanı, s.37.}

Yöredeki feodal geleneklerin meşru saydığı bu istek jandarma komutanı tarafından reddedilmiş ve aranan şahısların derhal teslim edilmesinde ısrar edilmiştir. Sanıkları misafir eden ev sahibi de geleneklere uyarak jandarmanın isteğini yanıtsız bırakınca zor kullanmak isteyen jandarma ile kanun kaçakları arasında müsademe başlamış, bir erin ölmesi ve ikisinin de yaralanması üzerine müfreze geri çekilmek zorunda kalmıştır.

Bu olay, yüzyıllardır sürüp giden feodal geleneklere yönelik saldırıların yoğunlaştığı, medreselerin kapatıldığı, idari baskının arttığı, tanınmış din ve tarikat liderleriyle aşiret beylerinin otoritesini zedeleyen ve toplumsal huzursuzluğun doruğa çıktığı bir ortamda tezgahlanmıştı.

Bu davranış bölgenin en büyük dini liderlerinden olan Şeyh Sait'e yapılan bir hakaret sayıldığı için varolan toplumsal huzursuzluğu ateşleyen bir kıvılcım görevi yaptı.

Olayın duyulmasıyla birlikte Palu, Darahini, Lice, Çabakçur (Bingöl), Elazığ, Maden ve Çermik'te hükümet kuvvetleriyle silahlı çatışma başlamış ve kimi yerlerde yönetime el konulmuştur.

Kışkırtmayı açığa vuran bir diğer olgu da olayı bastırmak için Fethi Bey hükümeti ile CHF grubunun şahinleri arasındaki görüş ayrılığının dayandığı farklı yönetim anlayışı idi. Hükümetin, ayaklanmayı bastırmak için Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın (TpCF) da desteğini alarak sıkıyönetim ilan etmesi CHF şahinlerini tatmin etmemişti.

Onların "İstedikleri, devrimleri rahatça tamamlayacak bir ortamdı. Bu ortamda ancak mezar sessizliği hakim olacaktı. Yapılanlar sadece övülecekti. 1925 Türkiye'sinde Gazi'nin, İsmet Paşa'nın ve onların etrafında yer almış 'silahendaz mebusların' memlekete müsaade etmeye niyetli bulundukları hürriyet bundan ibaretti." {Metin Toker, Şeyh Sait İsyanı, s. 44.}

1925 tarihli Şark Ayaklanması'nın, Şeyh Sait'in de üyesi olduğu söylenen, Kürt aydınlarının oluşturduğu Azadi Cemiyeti'nin bilgisi ve iradesi dışında gerçekleşmiş olması da olayın bir kışkırtma sonucu patlak verdiğinin önemli bir kanıtıdır.

O günleri bizzat yaşayan cemiyet üyesi Kadri Cemilpaşa (Zınar Sılopi) Doza Kürdistan adlı anı eserinde ayaklanmaya ilişkin şunları yazıyor:

"[...] Kürt aydınları çok kıymetli bir şahsiyet olan Cıbran Aşiret Reisi Miralay Halit Bey'in etrafında toplanarak 1922 senesinde, İstiklal anlamına gelen AZADİ adıyla bir siyasi örgüt kurdular. Kürdistan'ı istiklaline kavuşturacak yeterli derecede bir savaş örgütünün gereğine inanan milletsever Kürt aydınları bunun icrasına çalışıyorlardı.

Kürt subaylarından Bitlisli İhsan Nuri, Süleymaniyeli Mülazım İsmail Hakkı Şaveys, Hertulu Hurşit örgütün önemli üyeleriydiler. Erzurum'da bulunan örgüt merkezinden aldığı talimat üzerine Kürdistan'ın çeşitli yerlerinde teşkilatın geliştirilmesi görevini üzerine alan Mülazım İsmail Hakkı Şaveys Diyarbekir'e de uğramıştı.

Diyarbekir'de ben, Cemil Paşazade Kasım Bey, Doktor Fuat, Dava Vekili Mehmet Efendi (Bave Tujo), yani Hacı Ahdi, Ekrem Cemil ve bazı diğer arkadaşların da iştirakiyle örgütün bir şubesi açıldı.
"

Kadri Bey, anılarında Şeyh Sait'in bu oluşumla bağlantılı olduğuna ilişkin herhangi bir bilgiye yer vermiyor. Buna karşılık ayaklanmaya ilişkin olarak şu bilgileri veriyor:

"8 Şubat 1925 tarihinde Türk karakol erlerinden bazılarının Piran'da öldürüldüğünün haberini Diyarbekir'de işittiğimizde bu hususta bir şeyden haberi olmayan Azadi kuruluşu ile görevli Diyarbekir şubesi üyeleri bizler olayın içeriğini ve ne amaçla yapıldığını anlayamadık.

Cemiyetin reisi Halit Cibri ve nüfuzlu azalarının tutuklu olması, örgüt kuruluşunun tamamlanmamış olmasından ötürü örgüt kararıyla bu kıyam hareketinin yapıldığını çok uzak görüyorduk. Hayret ve tereddüt içinde idik.
" {Kadri Cemil Paşa, Doza Kürdistan, s. 92.}

Ne var ki, ayaklanmanın bastırılmasından sonra, hiçbir ilgileri olmadığı halde, cemiyetin üye ve sempatizanı olan Kürt aydınları İstiklal Mahkemesi tarafından ayaklanmayı kışkırtmakla suçlanmış ve yakalananlardan Dr. Fuat Bey ile arkadaşları idam edilmişlerdir. Bunlardan bir bölümü de yurtdışına kaçarak yaşamlarını kurtarmışlardır.

1925 Şark Ayaklanması'nın kışkırtılmasında Kürt sorununu kökten çözmek düşüncesi önemli olmakla birlikte, Mustafa Kemal'in asıl amacı her türlü muhalefet odağını tasfiye ederek ülkede yalnız kendi iradesinin egemen olduğu totaliter bir düzen kurmaktı.

Nitekim, isyan bastırıldıktan sonra İstiklal Mahkemeleri devreye sokulmuş ve ülkedeki muhalif unsurların tasfiyesine girişilmiştir.

İstanbul basınının önde gelen yazarlarından Ahmet Emin Yalman, Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Şükrü Esmer, Eşref Edip, Velid Ebüzziya, Fevzi Lütfü Karaosmanoğlu vb., İstiklal Mahkemeleri'nde yargılanmışlardır. İstanbul'daki muhalefet odaklarını tasfiye etmek amacıyla İsmet İnönü bunların tümünün idam edilmesini istediği halde, sanıkların telgrafla Mustafa Kemal'e ilettikleri af talebi kabul edilerek idamdan kurtulmuşlardır.

Bu bağlamda Mecliste muhalefeti temsil eden kurtuluş savaşının önde gelen şahsiyetlerinin yönetimindeki TpCF, programında yer alan partinin 'dine saygılı olduğu' ibaresi gerekçe gösterilerek hükümet kararıyla kapatılmıştır.

Mustafa Kemal'in emriyle CHF şahinleri tarafından kışkırtılan ayaklanmanın gerçek nedenini örtbas etmek için, olayın bir İngiliz kışkırtması olduğu öne sürülmüştür. Oysa Irak Kürdistanı ile başı dertte olan İngiltere'nin Türkiye'de Kürt sorununu kışkırtmada hiçbir yararı yoktu; aksine zararı vardı.

1925 Kürt Ayaklanması Bağımsızlık Amaçlı Milliyetçi Bir Hareketi miydi?

Kimi Kürt siyasetçileri Şeyh Sait Ayaklanması'nı bağımsızlığı amaçlayan milliyetçi bir kalkışma olarak sunmaktadırlar. Oysa, sosyolojik verilere, hareketin niteliğine ve o günkü yurt ve dünya koşullarına yakından bakıldığında bu hareketin milliyetçi hiçbir yanının bulunmadığı açıkça anlaşılır.

Tarihsel olaylar nesnel özelliklerine göre değerlendirilmediği takdirde geleceğe ilişkin sağlıklı politikaların üretilmesi mümkün değildir. Bu nedenle, ayaklanma konusunda yaygın biçimde öne sürülen 'Kürt Bağımsızlık Hareketi' yakıştırmasının gerçekçi olmadığını somut verilere dayanarak belirtmeyi gerekli görüyorum.
  • 1925 tarihli Şeyh Sait İsyanı merkezi bir örgütün kararıyla, yurt ve dünya koşulları değerlendirilerek planlanmış ve zamanlaması doğru yapılmış bir hareket olmadığı için Kürt bağımsızlık hareketi olarak algılanamaz.

  • Kürt feodallerinin birleşerek ortak bir milli devlet (krallık) oluşturmaları için en uygun zaman, savaş sonuna denk düşen ve devlet otoritesinin kalmadığı 1918-1919 yılları arasındaki dönemdi.Bu dönemde Kürt Teali Cemiyeti yöneticilerinin bilinçli çabaları Kürt aşiret ve Beyleri tarafından karşılıksız bırakılmış, eski düzenin kurulacağı beklentisiyle önerileri reddedilmiştir.

    Cemiyetin Paris'teki temsilcisi Kürt Şerif Paşa'nın 18 Ocak 1919'da toplanan Paris Konferansı'nda Ermeni temsilcisi Nubar Paşa ile anlaşarak bağımsız bir Kürt devletinin kurulması için yaptığı girişimler de Kürt feodalleri tarafından şiddetle protesto edildi.

    Paris'e gönderdikleri telgraflarda ve İstanbul basınında yayımladıkları ilanlarda Şerif Paşa'nın Kürtleri temsil etmediği belirtilmiş ve yaptığı girişimler kınanarak temsilcilikten derhal istifa etmesi istenmiştir.

    Bu ilanlarda "vazifemiz, Devlet-i Aliye'yi Osmaniye'yi yeniden ihya etmektir. Kürt devleti tahayyülü sadece İslam düşmanlarının işine yarar" diyerek, yeni devlette eski konumlarını sürdürme özlemini dile getirmişlerdir. Ağır suçlamalara maruz kalan Şerif Paşa Cemiyetin temsilciliğinden istifa etmiş ve Paris Konferansı'ndan çekilmiştir. {Recep Çelik, Milli Mücadelede Said-i Nursi, Köprü Dergisi, Bahar-2000.}

  • 1925 tarihli Şeyh Sait Ayaklanması, tüm Kürt aşiret ve beylerinin katıldığı bir hareket olmadığı için de bağımsızlık amaçlı bir kalkışma olarak gösterilemez.Harekete daha çok Şeyh Sait'in dini otoritesine bağlı Bingöl, Darahini, Hınıs, Muş, Palu, Piran, Hani, Lice, Maden ve kısmen de Siverek (Karacadağlı Şeyh Eyüp Gürpınar) yörelerindeki dini liderlerle feodal beyler katılmışlardır. Oysa, Urfa, Mardin, Siirt, Van ve Hakkari yörelerinden aşiret ve beylerden ayaklanmaya katılan olmamıştır.

  • Ayaklanmanın milliyetçi bir özü olduğunu söylemek de mümkün değildir. Çünkü, kalkışma salt Sünni Kürtlerin bir ayaklanması olarak kalmıştır.Alevi aşiretler tarafından desteklenmemiş, aksine, Aleviler Elazığ cephesinde hükümet kuvvetlerine destek sunmuş ve isyancıların bölgedeki kazanımlarını yenilgiye dönüştürmüşlerdir. Keza, 1937 Dersim Alevi Kürt Ayaklanması'nda da Sünni aşiretler Alevilere karşı savaşmışlardır.

    Kürtlerde mezhep ayrılığına dayanan bu düşmanca karşıtlık dinsel ideolojiye dayanan feodal dünya görüşünün bir yansımasıdır. Bu, her iki hareketin de feodal nitelikli olduklarını ve çağdaş milliyetçi bir öz taşımadıklarının somut göstergesidir.
Kışkırtılan Şark İsyanı Bastırıldıktan Sonra CHF Şahinleri Tüm Amaçları Gerçekleştirdi
  • Fethi Bey hükümeti tasfiye edilerek yerine Şahinlerin Sözcüsü İsmet Paşa atandı.

  • Meclisteki tek muhalefet partisi TpCF kapatıldı.

  • Takrir-i Sükun Kanunu çıkarılarak İstanbul basını susturuldu ve Meclis dışı muhalefetin sesi kesildi.

  • İstiklal Mahkemeleri kuruldu. Ayaklanmayla doğrudan ilgili olanlarla birlikte milliyetçi Kürt aydınları ile dolaylı bağ kurularak yönetime muhalif olan Türk aydınların tümü İstiklal Mahkemelerinde yargılandı.

    Bunlardan pek çoğu infaz edildi. Süratle yargılanan, temyizi olmayan ve kararları anında infaz edilen bu mahkemelerin çalışmalarıyla ülkede tam bir terör havası estirildi.

  • 1925 tarihli Şark Islahat Planı kabul edilerek uygulamaya konuldu. İnfazdan kurtulan Kürtler Islahat Planı uyarınca Türkleştirilmek için mecburi iskana tabi tutuldu ve bölgede kalanların da Kürtçe konuşmaları yasaklandı.1934'te çıkarılan Mecburi İskan Kanunu ile Şark Islahat Planı'nın eksikleri tamamlandı. Bu kanunla Kürtleri Türk çoğunluğun içinde eritmeyi amaçlayan sürgün ve zorunlu iskan politikası, devlet yanlısı aşiretleri de kapsayacak biçimde yaygınlaştırıldı.

  • Devletin lider kadrosunun öngördüğü üst yapı reformları yapıldı. (1925'te Tekke ve Zaviyeler kaldırıldı, Şapka ve Kıyafet Kanunu çıkarıldı, 1926'da Batı'dan ithal edilen Medeni Kanun, Borçlar Kanunu, Ticaret Kanunu ve Ceza Kanunu kabul edildi, 1928'de de 'devletin dini, ahkamı şeriye ve yemin metninin' oluşturduğu üç dinsel esas anayasadan çıkarıldı.)Altyapıda hiçbir değişiklik yapılmadan dayatmacı bir yöntemle yığınlara benimsetilmek istenen bu reformlar halk tarafından özümsenmediği için yerinde kalan sorunlar bugünkü siyasal tartışmaların nedeni olmakta devam ediyor.
Ayaklanmadan Sonra Türkiye'de Tek Kültürlü Bir Ulus-Devlet Oluşturuldu

Cumhuriyetin ilanından sonra tek kültürlü türdeş bir ulus-devlet oluşturma girişimi Şeyh Sait Ayaklanması'ndan sonra çıkarılan Takrir-i Sükun ve Mecburi İskan Kanunları'nın sağladığı olanaklardan yararlanılarak hızlandırıldı.

Kurulan baskı rejimiyle ülkede bir mezar sessizliği oluşturulduğu için Mustafa Kemal ve hükümeti istedikleri uygulamayı yapma olanağına kavuşmuşlardı.

Yaratılan korku ortamından yararlanılarak, homojen bir Türk ulusu oluşturmak için toplumun gayrimüslimlerden arındırılması yanında başta Kürtler olmak üzere Müslüman unsurların Türkleştirilmesi politikası uygulamaya konuldu.

Tek kültürlü homojen bir Türk milleti oluşturmak için toplumun tümünü bağlayan ortak bir dile (ulusal dil) ve ortak bir tarihsel aidiyete ihtiyaç vardı. Bu sorunun çözümü, bizzat Mustafa Kemal'in formüle ettiği Güneş Dil Teorisi ile Türk Tarih Tezi'nin topluma emirle benimsetilmesiyle mümkün olacaktı.

Türk Tarih Tezi, "doğal nedenlerle Orta Asya'daki ana yurtlarından bütün dünyaya göç etmek zorunda kalan Türklerin taşıdığı uygarlığın dünyadaki bütün uygarlıkların anası olduğu" yargısına dayanıyordu. Güneş Dil Teorisi ise "dünyadaki bütün dillerin Türkçe'den çıktığı" yargısının bir ürünüydü.

Bu yaklaşıma göre Türkiye'de yaşayan herkesin dili 'özüne' dönecek ve Türkçe olacaktı. Bütün uygarlıkların anası Orta Asya'dan göç eden Türkler olduğuna göre ülkedeki farklı ırksal ve etnik ayrılıklar da temelde söz konusu olamazdı.

Gayrimüslimlerin Türkleştirilmesi ise gerçekçi görülmüyordu. Homojen bir Türk ulusu oluşturmak için din faktörü de önemliydi. Ortak dil, ortak tarih yanında Sünni Müslüman olmak da gerekliydi. Bunun için bir süreç içinde mübadele, pogrom, vatandaş Türkçe konuş kampanyaları, varlık vergisi uygulaması, 6-7 Eylül olayları vb., araçlar kullanılarak toplum gayrimüslimlerden arındırıldı.

Müslüman asıllı topluluklardan, asimilasyon politikasına direnen Müslüman Kürtleri de Türkleştirmek için sürgün, baskı ve tenkil yöntemleri kullanıldı.

Türkçülük düşüncesini topluma benimsetmek için 1924 Anayasası'ndaki "Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur" tanımı yeterli değildi.

Türk milletini ve Türkçülüğü tanımlayan tutarlı bir milliyetçilik ideolojisine ihtiyaç vardı. Türk Ocakları yanında CHF'nin önde gelen ideologlarının çabalarıyla bu boşluk dolduruldu.

Türkiye'de kimlerin eşit vatandaş olarak yaşama hakkı olduğu bu ideologlar tarafından açıklanıyor ve devletin resmi politikası olarak uygulamaya konuyordu. Örneğin, Başbakan İsmet İnönü 26 Nisan 1925'te devlet adına şu tanımlamayı yapıyor:

"Milliyet yegane vasıta-i iltisakımızdır. Diğer anasır Türk ekseriyeti karşısında haiz-i tesir değildir. Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır."{Vakit Gazetesi, 27 Nisan 1925.}

İsmet İnönü 1930 yılında Sivas demiryolunun açılışı münasebetiyle yaptığı konuşmada Kürt ayaklanmalarını ima ederek aynı düşünceyi daha da belirginleştiriyor ve şöyle diyordu:

"Beş seneden beri Doğu vilayetlerimizde vukua gelen ve kökü dışarıda entrikalarla körüklenen isyan, bugün gücünün yarısını kaybediyor. Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur." {Milliyet Gazetesi, 31 Ağustos 1930.}

Dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt da 1930'da Ödemiş'te şunları söylüyor:

"Biz Türk denilen, dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir, saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman ve hatta dağlar bu hakikati böyle bilsin!" {Ömer Vehbi Hatipoğlu, Bir Başka Açıdan Kürt Sorunu, s. 25.}

Görüldüğü gibi yeni cumhuriyetin geliştirdiği millet ve milliyetçilik kavramları Kurtuluş Savaşı'nda izlenen ümmetçi ve çok kültürlü milliyetçilik anlayışından uzaklaşmış, şoven-ırkçı bir nitelik kazanmıştır.

Türkiye'de makbul bir vatandaş olabilmek için mutlaka Türk olmak ya da Türkleşmek ve Orta Asya kökenli olduğunu benimseyerek Türkçülük yapmak zorunlu olmuştu. Artık, başka bir ırktan ya da etnik topluluktan olanlara "hizmetçi olma, köle olma" hakkından başka hak tanınmıyordu. Yeni düzende Kürtler ya Türkleşerek Türkçülük yapacaklar ya da köle olarak kalacaklardı.

Şeyh Sait Ayaklanması bastırıldıktan sonra, Kemalist rejim ırkçı Türk milliyetçiliğine koşut olarak ayrıca totaliter bir nitelik kazandı. Tek şef (ebedi şef), tek devlet, tek millet ve tek parti esasına göre örgütlenen Kemalist rejim artık İtalya ve Almanya'daki faşist rejimlerin Türkiye'deki bir versiyonu olarak tarihteki yerini almıştı.

Kürt sorunu da bu yeni ırkçı ulus anlayışı temelinde ret ve inkara dayanan asimilasyoncu bir politikayla çözülecekti.

1936 Tarihli Ağrı Direniş Hareketi

1926-1936 yılları arasında cereyan eden Ağrı Direniş Hareketi, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra yurtdışına kaçmak zorunda kalan milliyetçi aydınların ve Şeyh Sait Ayaklanması'ndan sonra sürgün edildikleri Batı illerinden kaçarak Suriye ve Lübnan'a sığınan Kürt liderlerin milliyetçi amaçlarla oluşturdukları Xoybun örgütünün yönlendirmeye çalıştığı bir harekettir.

Yıllarca devam eden ve çeşitli aşamalardan geçen bu direniş hareketi, genellikle üç ayrı evrede gerçekleşmiştir. Hareketin birinci evresi Doğu Beyazıt ve Ağrı yöresindeki Kürt aşiret liderlerinin, Şeyh Sait Ayaklanması'na katılmadıkları halde, Şark Islahat Planı uyarınca sürgün edilecekleri kesinleşince kaçarak Ağrı dağındaki isyancılara katılmalarıyla başladı. Başlangıçta tepkisel bir hareket olan direniş, Xoybun örgütünün devreye girmesi ve İhsan Nuri Paşa'nın kumandayı ele almasıyla "milli" bir direniş hareketine dönüştürülmek istendi.

Ağrı direnişi, 1925 ayaklanmasından farklı olarak şeyhlerden ve tarikat liderlerinden güç almayan bir harekettir. İhsan Nuri Paşa'nın devreye girmesinden sonra hareketin bir düzen içinde yürütülmesi isteniyordu.

Direnişe öncülük eden Kürt feodalleri şeriata dayalı dini talepler öne sürmemişlerdi. Sürgünden kurtulmak, eski yaşamlarına dönmek ve kimi ulusal demokratik istemlerini tanıtmak dışında belirgin talepleri yoktu.

Ağrı direnişi bu özellikleriyle Şeyh Sait Ayaklanması'ndan ayrılıyordu.

Hareketin lideri İhsan Nuri Paşa olmakla birlikte, asıl güç Ferzende Bey, Halis Bey, İbrahim Ağa (Bro Ağa), Kör Hüseyin Paşa vb., Kürt feodal liderlerindeydi. İhsan Nuri ve asker kökenli arkadaşlarının, isyanı bir disiplin içinde yönetmek istemelerine karşın, dayandıkları sosyal güçlerin sınıfsal gerçeklerini aşmaları mümkün olmuyordu.

Naci Kutlay kumandanların disiplin sağlamadaki başarısızlıklarını "[...] geri bir toplumun insanlarına bu yöntemleri uygulamak öyle kolay değildi" {Naci Kutlay, 21. Yüzyıla Girerken Kürtler, s. 310.} diyerek hareketin düzensizliğini, sınıfsal niteliğiyle değil toplumun geriliğiyle açıklıyor.

İhsan Nuri Paşa ve arkadaşlarının halkla ilişki kurmak ve dünya kamuoyuna seslenmek için 'Ağrı' isimli bir gazete girişimleri de oldu. Merkezi Beyrut'ta bulunan Xoybun örgütü de Batı devletlerini ve dünya kamuoyunu hareketin ciddiyeti ve haklılığı konusunda bilgilendirici çalışmalar yapıyordu.

Ancak, hiçbir dış destek sağlamaları mümkün olmadı. Merkezi hükümetin 1936 yazında 66 bin askerle başlattığı saldırı 100'e yakın uçağın katıldığı bombardımanlarla desteklendi. İki taraftan da büyük kayıplar oldu.

Tarihte Zilan Tenkil Hareketi olarak geçen saldırıda yalnız Zilan Deresi'nde 1.550 Kürt peşmerge ve köylüsünün öldürüldüğü naklediliyor. Direniş hareketinin yenilgiyle son bulmasını takiben hükümet 3 bin Kürt öldürüldüğünü, Patnos ve Erciş'te de toplam 200 köy yakıldığını açıkladı.

Londra kaynakları ise hükümet kuvvetlerinin 2 bin kayıp ve 700 esir verdiklerini belirtmekteydi. {Naci Kutlay, 21. Yuzyıla Girerken Kürtler, s. 310-311.}

Görüldüğü gibi Ağrı Direnişi de milliyetçi liderlerin öncülüğünde kimi milli taleplerle yürütülmesine karşın, feodal nitelikli tepkisel bir hareket olarak sürdürülmüştür.

Hareketin omurgasını oluşturan Kürt beyleriyle aşiret liderleri ortak bir irade sergileyememiş, her biri kendi feodal amaçlarını gerçekleştirmek için mücadele etmiş ve tarihe geçecek bir iz bırakamamışlardır.

Aydın, milliyetçi liderlerin iyi niyetli önerileri gerçekçi bir programa dönüştürülememiştir. Hareketin hedefleri arasında Kürt köylü yığınları için nasıl bir gelecek tasarlandığı, ekonomik ve sosyal sorunlarının nasıl çözüleceğine ilişkin hiçbir yaklaşım yoktur.

Savaştan sonra da onları peşlerinden sürükleyen aşiret beylerinin iradesine bağlı kalacaklarının bir ön kabul olarak benimsendiği anlaşılıyor.

Böyle bir direnişin milli bir devlet kurmayı amaçlayan milliyetçi bir ayaklanma olduğunu iddia etmek gerçekçi olamaz.

1920 Koçgiri Hadisesi ve Onu İzleyen Dersim Olayları

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra patlak veren üçüncü Kürt hareketi Dersim Ayaklanmasıdır.

Bu hareket Kurtuluş Savaşı'nın başlangıç yıllarında ve TBMM hükümetinin kuruluş evresinde Kürt Aşiret Lideri Alişan Bey'in 1920'de başlattığı "milli" nitelikli Koçgiri hadisesinin bir devamıdır.

Alişan Bey 1920'lerde TBMM hükümetine bağlı özerk bir Kürdistan kurulmasını talep ediyordu. Mustafa Kemal Paşa ise bir taraftan Sakallı Nurettin Paşa ile Laz Topal Osman'ın tedip güçlerini kullanarak Koçgiri bölgesi Kürtlerine zorla boyun eğdirmek istiyor.

Öte yandan da aşiretlerin önde gelen liderlerine milletvekilliği ve yüksek idari görevler tevcih ederek hareketi bölmeye çalışıyordu.

Nitekim, Mustafa Kemal, Alişan Bey'le yaptığı özel bir görüşmede özerklik talebini kesin biçimde reddetmekle birlikte başta kendisi olmak üzere Dersim ileri gelenlerinin TBMM'de millet vekilli olmalarını önerdi. Önerinin aşiretleri bölmeye, daha sonra da Kürt hareketini tasfiye etmeye yönelik bir oyun olduğunu düşünen Koçgiri ve Dersim beyleri Ankara'ya "özerk bir Kürdistan'ı tanımak koşuluyla TBMM hükümetini tanıyacaklarını" bildirdiler.

Buna karşılık vermek için Mustafa Kemal kendisine bağlı TBMM üyesi 72 Kürt milletvekiline galip devletlere (İngiltere, Fransa, İtalya) gönderttiği ortak bir bildiride "ayrılık gütmeden Ankara ile birlikte hareket edeceklerini" açıkladılar.

Hükümet Sivas yöresinde askeri yığınak yaptı. Sakallı Nurettin Paşa ve Topal Osman'ın başlattıkları kıyım hareketiyle birlikte Kürtlerin de Ermeniler gibi kökünün kazınacağı propagandası yapılıyordu.

Bu gelişmeler Kürt aşiretlerinin büyük bir korkuya kapılmalarına yol açtı. Temmuz 1920'de aşiretlerin ortak girişimiyle direniş halk ayaklanmasına dönüştü.

Yakalananların işkenceyle öldürülmeleri ve köy yakmaları biçiminde yürütülen askeri tedip hareketinin korkutucu boyutlara ulaşması karşısında ayaklanma Koçgiri bölgesini aşarak daha geniş bir bölgeye yayıldı.

İsyancıların tediple görevli birlikleri kuşatıp teslim almaları üzerine 'Koçgiri Kürt Ayaklanması' fiilen başlamış oldu. Ankara 11 Mart 1921'de sıkıyönetim ilan etti.

Koçgiri önderleri harekete son vermek için TBMM'den bölgenin özerk olmasını ve başına da Kürt bir vali atanmasını önerdiler. Ankara talebi reddetti.

Hareketin kitleselleşerek tehdit edici boyutlara ulaşması karşısında Alişan Bey'e Sivas mebusu sıfatıyla Meclise girmesi ve Ankara'da yüksek bir makamda çalışmak üzere Dersim bölgesini terk etmesi önerildi. Alişan Bey sağlık durumunu gerekçe göstererek öneriyi reddetti.

Buna karşılık başta Diyap Ağa olmak üzere önde gelen 5 aşiret lideri teklifi kabul etmiş ve bölgenin ilk milletvekilleri sıfatıyla Ankara'ya gitmişlerdir.

Bu gelişmelerden bölgenin en güçlü lideri ve dini otoritesi de olan Seyit Rıza bilgilendirildi. Seyit Rıza ve kendisiyle birlikte hareket eden 10 aşiret lideri bu davranışı tasvip etmediklerini TBMM'ye telle bildirmiş ve adı geçen milletvekillerinin Dersim'i temsil etmediklerini açıklayarak özerklik taleplerini yinelemişlerdir.

Mevsimin kış olması münasebetiyle aşiretlerin bir araya gelmeleri ve etkin bir hareket başlatmaları mümkün değildi. Ankara, pazarlıklar sonucu kimi aşiret liderleriyle anlaşarak belli bir ölçüde birleşmeyi önledi. Gerisini de tedip hareketinin başı Sakallı Nurettin Paşa ile Laz Osman çetelerinin insafına terk etti.

Bunlar Ankara'ya boyun eğmeyen aşiret liderlerini toplayarak tutukladılar. Konakları yağmalandı ve onlara bağlı köyler yakılarak sakinleri topluca katledildi. Bölgedeki büyük ve küçük baş hayvanlar gasp edildi, evlerdeki zahireler toplandı ve kaçan köylüler de kış şartlarında ölüme terk edildi.

Böylece, 1921 Nisan'ında Koçgiri Alevi Kürt Ayaklanmasının ilk evresi kanlı biçimde son buldu.

Dersim Ayaklanması'nın ilk evresi olan Koçgiri hareketi Kürdistan Tali Cemiyeti üyelerinden kimi aydın Kürt beylerinin bölgelerinde özerk yaşama talebiyle başlatılan "milli" bir harekettir.

Bu hareketin de omurgasını oluşturan feodal beylerle aşiret liderleridir. Osmanlı döneminden beri devam ede gelen özerk yaşama statülerini, "milli" bir renk katarak TBMM hükümetine tescil ettirmek suretiyle resmileştirmek istiyorlardı.

Ancak, bölgedeki aşiretlerle beylikleri denetim altına alarak ortak hareket etmelerini sağlayacak güçlü bir otorite yoktu. Her biri kendi çıkarı doğrultusunda hareket etmiş ve TBMM hükümetinin iğvasına kapılarak bağımsız davrandıkları için, direnenler yalnız bırakılmış ve kolayca tasfiye edilmişlerdir.

Uluslaşmamış feodal bir toplulukta, aşiretlerin Kürt olması, diğer bir deyimle "millilik" öğesi, ortak hareket etmeleri için yeterli değildi. Bu nedenle Koçgiri olayının da milliyetçi bir ayaklanma olarak algılanması gerçekçi değildir.

Böyle bir yanılgının da günümüzdeki Kürt sorununa doğru bir tanı konulmasına ve sağlıklı bir çözüm üretilmesine engel oluşturacağı unutulmamalıdır.

1937 Dersim Tedip ve Tenkil Harekatı

Koçgiri olayı kapandıktan sonra, Dersim bölgesinde, görece özerk yaşamlarını sürdüren Alevi Kürt aşiretleri bir sessizlik evresine girmişlerdi. Merkezi hükümetle bir ihtilafları yoktu.

Hatta, Dersim Alevi aşiretleri Şeyh Sait liderliğindeki Sünni Kürt ayaklanmasının Elazığ cephesinde hükümet kuvvetlerine destek olmuş ve bu cephenin çökmesini sağlamışlardır.

Ne var ki, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nin yeni ulus-devlet politikası Dersim aşiretlerinin eskiden olduğu gibi merkezden kopuk görece özerk bir yaşam sürdürmeleriyle bağdaşmıyordu.

Sünni Kürt hareketi bastırılmış, yok edilmekten kurtulan feodal liderler yakın ve uzak akrabalarıyla birlikte önce Şark Islahat Planı sonra da onu tamamlayan Mecburi İskan Kanunu hükümlerine göre Batı illerinde sürgüne gönderilmişlerdi.

Sıra Kurtuluş Savaşı yıllarında TBMM hükümetini ve onun liderini rahatsız eden Dersim bölgesi Alevi aşiretlerinin tepelenmesine gelmişti.

Bunun için önce bir durum tespiti yapmak gerekiyordu.

Bu amaçla bölgede incelemeler yaparak bir rapor hazırlamak üzere Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey görevlendirildi. Hamdi Bey'in bölgede yaptığı incelemeden sonra hazırladığı raporda hükümete sunduğu önerilerin özeti şöyledir:

"Yaptığım temasların bende hasıl ettiği izlenime göre, Dersim gittikçe Kürtleşiyor, ülküleşiyor ve dolayısıyla tehlike arz ediyor. (...) Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbandır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleketin selameti bakımından mutlaka lazımdır.

(...) Okul açmak, yol yapmak, refah sebeplerini sağlayacak fabrikalar kurmak, kendilerini meşgul etmeye yarayan çeşitli sanayi işleri sağlamak, özet olarak yurt sahibi yapmak veya uygarlaştırmak suretiyle ıslaha çalışmak hayalden başka bir şey değildir.

(...) Kürtlük eğilimlerinin, son irtica hareketini tedipten doğan intikam hislerinin, dini ve içtimai devrimler vesilesi ile kara kuvvetlerin uyandırdıkları kötü telkinlerin etkisi altında bulunan avam halk; reis, şeyh, bey ve ağanın esir ve oyuncağıdır.

(...) 400 seneden beri Dersim'e hükümet nüfusu girmemiş ilmi anlam ve kapsamı ile bir otorite kurulamamıştır." {Faik Bulut, Devletin Gözüyle Türkiye'de İsyanlar, s. 219.}

Hamdi Bey'in raporundan yapılan bu küçük alıntıda, Dersim'in devletin hükümranlığı dışında olduğu, giderek devlet için tehlike yaratma noktasına geldiği belirtilmekte ve Dersim sorununun köklü biçimde çözülmesi gerektiği önerilmektedir.

Askeri ve sivil makamların da buna benzer raporlar hazırlattıkları biliniyor. Tüm bu bilgiler esas alınarak 1935'ten itibaren Dersim'de halkın tepki gösterip ayaklanmasına yol açan tedip, tenkil ve Türkleştirme politikası uygulamaya konmuştur.

Önce 1935'te Tunceli Kanunu olarak adlandırılan hukuk dışı özel bir kanun çıkarıldı. Bu kanunla Tunceli (Dersim) vilayetine Korgeneral rütbesinde bir askeri vali ataması öngörülüyor. Aynı zamanda Dördüncü Umumi Müfettiş unvanını taşıyacak olan askeri valiye geniş idari, askeri ve adli yetkiler tanınıyor.

Bu hazırlıklardan sonra 1937 yılının Nisan ayında başlayan tedip hareketi Mayıs ayından itibaren yoğunlaşarak sürdürüldü. Kara kuvvetlerinin ulaşamadığı dağ köyleri uçaklarla bombalandı. Bölge sakinleri saklandıkları mağaralarda hayvanlarıyla birlikte yok edildiler.

Harekat Temmuz ayı sonunda tamamlandı. Tedip hareketinin başından beri hedef alınan 6 büyük aşirete bağlı köyler yakılıp yıkılarak boşaltıldı. Aşiret reislerinden ikisi öldürüldü, üçü yakalanarak Elazığ'da hapsedildi.

Dini otoritesi olan en güçlü aşiret reisi Seyit Rıza ise 10 Eylül 1937 günü 2 arkadaşıyla birlikte Erzincan Jandarmasına teslim oldu ve yargılanmak üzere Elazığ'a gönderildi. Yerinde infaz edilenlerle biçimsel olarak yargılanıp idam edilenler dışında kalanlar 'Mecburi İskan Kanunu' uyarınca Batı illerine sürgüne gönderildi.

Dersim tedip harekatı çok kanlı bitti. Ayaklanma fiilen bastırıldıktan sonra aylarca devam eden arama tarama faaliyeti çerçevesinde pek çok insan öldürüldü. Ayaklanmanın lideri olarak bilinen Seyit Rıza 7 arkadaşıyla birlikte alelacele yargılanarak Elazığ'da asılmak suretiyle infaz edildi. Başbakan İsmet İnönü infazdan sonra 15 Kasım 1937'de ayaklanmanın bastırıldığını ve harekatın son bulduğunu resmen açıkladı.

Dersim ayaklanması olarak anılan tedip harekatı aslında Dersim aşiretlerinin geleneksel, görece özerk, yaşam biçimlerine son vermek ve onları devlet otoritesine boyun eğmeye zorlama hareketidir.

Bölgenin ekonomik, sosyal ve kültürel açılardan kalkınarak gelişmesini amaçlayan bir özelliği yoktur. Büyük ölçüde boşaltılan, neredeyse insansızlaştırılan bölgenin zapturapt altına alınması eylemidir.

Çok sayıda kışla ve karakol inşası dışında bölgede hiçbir yatırım yapılmamıştır. Köylünün topraklandırılması, hayvancılığın ıslahı, tarım ve hayvancılık temelinde bir sanayileşme girişimi düşünülmemiş ve de düşünülmek istenmemiştir.

Ayaklanma sürecinde Seyit Rıza'nın yanında yer alan kimi aydınların milliyetçi talepleri olmasına karşın, kalkışma tümüyle aşiretlere dayanan feodal nitelikli savunmacı bir hareket biçiminde devam etmiştir.

Aşiretlerin, eski yaşam biçimlerini sürdürmenin dışında ortak 'milli' ve kültürel talepleri olmamıştır. Kimi önderlerin özerklik olarak formüle ettikleri istemler yeni bir ortak yaşam biçimi, yani, özerk milli bir yönetim kurulması anlamında değil, Osmanlı döneminden beri devam ede gelen aşiret yaşamını koruma anlamında kullanılıyordu.

Tüm bu nedenlerle Dersim ayaklanmasını milliyetçi amaçlarla gerçekleştiren bir kalkışma olarak nitelemek gerçekçi olmadığı gibi 'milli' bir hareket olarak değerlendirmek de doğru değildir.

Feodal Nitelikli Kürt Kalkışmalarının Sonu ve Kürdistan'da Sessizlik Yılları

Dersim tedip ve tenkil hareketinden sonra uygulamadaki 1925 tarihli Şark Islahat Planı ile 1934 tarihli Mecburi İskan Kanunu uyarınca Dersimli feodaller de akraba ve taallukatlarıyla birlikte topluca Batı illerine sürgün edildiler. Kanunda belirtildiği gibi bu yığınsal sürgün asimilasyon amaçlıydı.

Sürgünler tamamlandıktan sonra Şark Vilayetleri yıllarca Umumi Müfettişlikler eliyle ve demir yumrukla yönetildi. Umumi Müfettişliklerin her biri birkaç ili kapsayan özerk yönetimlerdi. İdari, inzibati ve adli yetkilere sahip Umumi Müfettişler yetkilerini merkezdeki bakanlıklara tekabül eden müşavirlikler eliyle kullanırlardı.

Bunların ilki1925'te Diyarbakır'da kurulan Birinci Umumi Müfettişlikti. Bağlı iller Elazığ, Diyarbakır, Urfa, Mardin, Siirt, Bitlis, Van ve Hakkari illeriydi. Dersim tedip ve tenkil hareketinden sonra 6 Ocak 1936'da merkezi Dersim (Tunceli) olmak üzere Tunceli, Elazığ ve Bingöl illerini kapsayan IV. Umumi Müfettişlik kuruldu.

Uzun yıllar boyunca Fırat'ın doğusunda kalan bölge resmiyette önceleri Şark, sonra da Doğu bölgesi olarak anıldı. Bu deyimler kullanılması yasak olan Kürdistan anlamına geliyordu. Şark bölgesi yasak bölge ilan edildi. Her türlü turistik, kültürel ve siyasi faaliyetlere kapalıydı.

Bölgede ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal içerikli incelemeler yapmak, kitap yazmak yasaktı. Bölge vilayetleri, Umumi Müfettişler ve devletçe muteber yüksek memurlar tarafından yönetilirdi. Merkezin Kürt politikası da bu şahsiyetlerin hazırladıkları güvenlikle ilgili raporlara göre oluşturuluyor ve kararlar alınıyordu.

Bölgenin ekonomik kalkınması için rapor hazırlanmaz yatırım yapılmazdı. Resmi raporlarda sadece askeri kışla ve karakol yapılmasına ilişkin yatırım önerilerine yer verilir ve bunlar anında gerçekleştirilirdi.

Sürgündeki Kürt feodallerinin toprakları köylüye dağıtılmadı, genelde onlara yakın ama devletçe muteber kimseler tarafından kullanıldı. Kimi bağımsız köylülerin kullandıkları topraklar da güç dengesine bağlı olarak sonradan sahiplerine iade edildi.

Kalkışmalara katılmış ya da katılmamış olsun, hatta devlete yardımcı olanlar da dahil olmak üzere nüfuzlu ailelerin hemen tümü sürgün edilmişlerdi.

Bölgede ticari etkinlikler durmuş ekonomik yaşam gerilemişti. Bölgenin az sayıdaki liseleri kapatılmış, eğitim asgari düzeye indirilmişti. Eğitimli insan yok denecek kadar azdı. Sınırlı sayıdaki muteber aydın devlet hizmetindeydi.

Bir örnek olmak üzere 1930-1946 yılları arasında Lice ilçesinin nahiye ve köyleriyle birlikte toplam nüfusu 30 bini aşkın olmasına karşın biri Lice'de diğeri Hani nahiyesinde sadece iki ilkokul vardı.

Liceli olup Özalp'ta savcılık yapan tek bir üniversite mezunundan söz ediliyordu. Diyarbakır merkezinde avukatlık yapan ya da serbest çalışan üniversite mezunu parmakla sayılacak kadar azdı. Bunlar da ya Halkevi ya da CHP yöneticisi olarak rejimin hizmetinde çalışırlardı. Diğer illerin durumu Diyarbakır'dan daha parlak değildi. İşçi çalıştıran işyeri yok denecek kadar azdı.

Yıllarca Kürt aşiret reisi, şeyh ve beylerinin peşinden giden ve onların uğruna büyük acılar çeken köylü yığınları ise doğası gereği kaderci ve sessizdi. Toplumsal yapı, egemen sınıf konumundaki Kürt feodalleriyle, bağımlı konumdaki topraksız ve az topraklı köylülerden oluşuyordu. Kürt feodalleri ya sürgün edilmiş, ya yurtdışına kaçmış ya da bastırılmışlardı.

Cumhuriyet öncesi milliyetçi Kürt örgütleri tasfiye olmuş, aydın küçük burjuva hareketi sönümlenmişti. 1946'ya kadar tek parti yönetiminin ağır baskısı altındaki bu illerde CHP dışında açık ya da gizli hiçbir siyasal etkinlik yoktu.

Bölgede tam bir 'mezar sessizliği' egemendi. 1936-1946 arası dönem Kürdistan'da siyasal yaşamın felç olduğu, tarihin suskun olduğu yıllardır.

Kürt Feodallerinin Devletle Uzlaşarak İttifak Kurması

1946 seçimlerinden sonra Mecliste temsil edilen Demokrat Parti Mecburi İskan Kanunu'nun kaldırılması konusunu gündeme getirdi. Hükümette de sürgünlerin özgürleştirilmesi ve Mecburi İskan Kanunu'nun kaldırılması konusunda bir yumuşama oluşmuştu.

Sonuçta aynı yıl Mecburi İskan Kanunu kaldırıldı ve Kürt feodalleri ile bu kanunun mağduru olan sürgündeki Kürtler bir süreç içinde Doğu ve Güneydoğu'ya döndüler.

Uzun yıllar bölge dışında kalan Kürt feodalleri artık eski özerkliklerini sürdürmenin mümkün olmadığını yeni koşullara uyum sağlamak zorunda olduklarını anlamışlardı.

Çok partili yaşama geçmiş olmanın sağladığı yeni avantajlardan yararlanmanın ve yeni ittifaklar oluşturmanın koşulları oluşmuştu. Artık, rahatça, devletle kuracakları örtülü bir ittifak çerçevesinde eski yerleşim alanlarına dönebilirlerdi. Bu ittifaka göre Kürt feodalleri, yerel devlet otoriteleriyle işbirliği yapacak ve devlete itaat edeceklerdi. Karşılığında ise eski topraklarına kavuşacak ve nüfus alanlarında bulunan köylüler üzerindeki egemenliklerini sürdüreceklerdi.

Özellikle çok partili yaşamın canlılık kazanmasından sonra bu zımni anlaşma, açık bir işbirliğine dönüştü. Rekabet içindeki CHP ve DP'nin örgütlenmek için güçlü yerel önderlere ihtiyaçları vardı. Bunu da ancak deneyimli feodaller yapabilirdi. Böylece, siyasi partilerin il ve ilçe yönetimleri, mahallin belediye başkan ve üyelikleriyle il genel Meclisi üyelikleri Kürt feodallerinin ellerine geçti.

Hatta güçlü feodaller bu partilerden seçilerek parlamentoya girdiler. 1950'ye kadar devleti temsil eden CHP, başlangıçta Kürt beylerinin favorisiydi. DP'nin geleceği hakkında henüz kesin bir yargı oluşmamıştı. Buna karşılık 25 yıl süreyle jandarmanın ve yerel memurların baskısı altında inim inim inleyerek büyük acılar çeken köylü yığınları CHP'yi alaşağı etmekte kararlıydı.

Artık, beylerin devleti temsil eden CHP'ye yakın durmalarının zorunluluğu kalmamıştı. Ancak, karşıt konumda olan feodallerin aynı partide çalışmaları mümkün değildi. Bu nedenle CHP'yi tercih edenlerin karşısında olanlar genel eğilimi de gözeterek DP'ye geçtiler. İktidar değişikliği gerçekleşince DP merkez yöneticileri, daha önce karşı tarafta yer almış olsa bile en güçlü Kürt beylerini kendi saflarına almakta tereddüt göstermediler.

Bu durumda rakip konumdaki feodaller eski partilerini bırakmak ve karşı partiye geçmek zorunda kaldılar. Diyarbakır'da bu gidiş-gelişlerin pek çok örneğini gördük. Örneğin, uzun yıllar ailesiyle birlikte Malkara'da sürgün yaşayan Dr. Yusuf Azizoğlu 1946'da CHP'den Silvan Belediye başkanı oldu. 1950'de halkın eğilimine bakarak DP'ye girdi ve milletvekili seçildi.

Yine ilin güçlü isimlerden Şeyh Abdürrezzak Ensarioğlu 1946-50 arasında CHP'nin Dicle ilçe başkanı ve aktif bir üyesi iken 1950'den sonra yandaşlarıyla birlikte DP'ye geçti. Siverek ilçesinin en güçlü liderlerinden Bucak Aşiret reisi Hasan Oral sürgünden dönünce 1946 ve 1950'de CHP'den milletvekili seçildi. İktidar değişikliğinden hemen sonra da DP'ye transfer oldu. Bunların DP'li olan karşıtları da CHP'ye geçmek zorunda kaldılar.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak Kürt kamuoyunun çok yakından bildiği bu örnekler Devlet-Ağa ittifakının siyasal ve sosyal muhtevasını tüm açıklığıyla gösterdiği için anlamlı ve yeterlidir.

Kürt Feodallerinin Kapitalistleşmesi ve Ağalık Sistemine Geçiş

Çok partili yaşamın ilk yıllarında devletle örtülü ittifaka giren Kürt feodal sisteminde 1950 seçimlerinden sonra niteliksel bir dönüşüm başladı. Liberal bir politika izleyen DP'nin Amerikan emperyalizmiyle işbirliği içine girmesi ve Marshall Yardım Planı'ndan yararlanması bu dönüşümde önemli bir etkendi. Kürt feodalleri DP'nin sağladığı imkanlardan yararlanarak traktör, biçerdöver ve kimyasal gübre kullanmayı ve tarım zararlılarıyla mücadele etmeyi öğrendi.

Artık hayvan gücünü kullanarak yarıcılık ve marabacılık sistemiyle ilkel tarımcılık çağı kapanıyor, modern kapitalist işletmecilik dönemi başlıyordu. Bu dönüşüm aynı zamanda bölgedeki sosyal ilişkilerde de köklü değişikliklere yol açtı.

Köylünün emeğine olan ihtiyaç büyük ölçüde azalmıştı. Köyden şehirlere doğru bir göç başladı. Büyük şehirlerin etrafında kırsal değer yargılarının sürdürüldüğü gecekondular kuruldu. Bu dönüşüm iç dinamiklerle gerçekleşmediği için eski feodallerin yeni kapitalist ağaların şehirleşen köylüler üzerindeki otoritesi bir ölçüde devam etti.

İlkel yöntemlerle tarımcılık yapan Kürt feodalleri kendi özgür iradeleriyle tarımda Jünker tipi kapitalist ilişkiler kurmuşlardı. Aşiret reisliğinin ya da dinsel liderliğin (tarikat şeyhliği) halk üzerindeki manevi etkileri devam eden eski feodaller tarım sektörünün yeni kapitalistleri olarak ağalık unvanını aldılar.

Artık aşiret reisleri, şeyhler ve beyler 'toprak ağası' olmuşlardı. Bu yeni sınıf, hem feodal geleneklerden güç alıyor hem de kapitalist ilişkileri kullanarak zenginleşiyordu. Kazandıkları ekonomik güç yanında siyasal bakımdan da güçlenmişlerdi.

Ağalar, devletten aldıkları tarım kredileri, destekleme primleri ve çeşitli sübvansiyonlarla düzen partilerine bağımlı bir sınıf haline geldiler. Daha önce özerklik peşinde koşan ve devletle çekişmeli bir süreç yaşayan Kürt feodalleri, 1950'den sonra, devlete bağımlı kapitalist işletme sahibi toprak ağalarına dönüştüler.

Bu yeni sınıf için G. Hoell şu tespiti yapıyor: "Feodalizmden gelen büyük toprak sahipleri sınıfı (ağalar -TZE) en karanlık gericiliğin kalesini meydana getirir. Bu sınıf iktidar ve mülkiyet üzerinde tarihçe aşılmış hak ve iddialarına tüm olanaklarıyla sarılarak her türlü demokratik gelişmeye karşı var güçleriyle savaşırlar." {G. Hoell, Tarımda Kapitalizmin Gelişmesi ve Toprak Rantı, Bilim Yayınları, 1975, s. 18.}

Kapitalist Kürt toprak ağalarının devletle ilişkileri ve oluşturdukları ittifak çok yönlüdür. Ağalar devletten aldıkları ekonomik destekle birlikte siyasi nüfusla da takviye edilmektedirler. Örneğin 21 Temmuz 2008 seçimlerinde Doğu'da Kürt ağa ve şeyhlerini temsilen AKP'den 75 milletvekili seçildiği halde Kürtlerin ulusal demokratik hakları için mücadele eden DTP ancak 22 milletvekili çıkarabilmiştir.

Pekişerek devam eden ağa-devlet ittifakından ötürü Kürt köylü yığınlarının bağımsız ve özgür konuma gelmelerini sağlayacak toprak ve tarım reformu artık Türk siyasetinin gündeminden çıkmıştır. Tarımda kapitalistleşme olgusunun itici etkisine ve güvenlik nedeniyle köylerin boşaltılarak sakinlerinin göçe zorlanmasına karşılık bugün hala Kürtlerin %70'i tarım sektöründe yaşamaktadır. Buna karşılık toprak mülkiyetindeki adaletsizlik devam ediyor.

Örneğin Türkiye'de 500 dekardan büyük araziye sahip işletmelerin oranı %0,7 ve işledikleri arazi miktarı %11,4 iken Güneydoğu'da bu oranlar %2,1 ve %25,4'tür. Keza Güneydoğu'da topraksız köylülerin oranı %40'tır. 50 dekardan küçük araziye sahip az topraklı küçük mülk sahiplerinin oranı ise %53,1'dir. İşledikleri toplam arazi miktarı ise sadece %9,9'dur. {Doç. Bülent Gülçubuk, Cumhuriyet, Tarım-Hayvancılık Eki, 11 Ocak 2005, s.9.}

Başbakanlık aile araştırma kurumu adına Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji bölümünden Dr. Şevket Ökten GAP bölgesinde yaptığı araştırma sonunda; "Hiç toprağı olmadığını belirten aile reisi oranının %59, toprak sahibi olanlardan %67'sinin ise toprağı 50 dönümden daha küçüktür. Başkasının toprağında kiracı ve yarıcı olarak çalışanların oranı %47,8'dir. 51-100 dönüm arası toprağa sahip ailelerin %27, 101-200 dönüm arasındakiler %3,1, 200 dönümden büyük toprak sahibi olduklarını belirten ailelerin %2,5 olduğunu" belirtmiş ve "[...] bu işletme biçimleri beraberinde sosyal bağımlılık ilişkileri de getiriyor. Bu durum bireyselleşme ve demokratikleşmenin önünde ciddi engeller oluşturuyor" {Tarık Işık, Ağalık Aynen Devam Ediyor, Radikal Gazetesi, 08 Ağustos 2006, s.1-18.} yargısına varmıştır.

Toprak ve Tarım Reformu Kürt Sorununun Çözümünde Belirleyici Bir Etkendir

Toprak ağalarının devletle kurdukları ekonomik ve siyasal ittifak Doğu ve Güneydoğu'daki çarpık mülkiyet ilişkilerinin devamını sağlamaktadır. Bu da Toprak ve Tarım Reformu'nu engelleyen en büyük etkendir.

Kürt köylü yığınları bağımsız ve özgür üreticiler konumuna gelemedikleri ve bağımlı kaldıkları için statüko devam ediyor. Bu nedenle de baskı rejimi kalıcılaşıyor ve Kürt sorunu çözümsüz kalıyor. Son derece olumsuz sosyal ve politik sonuçları olan bugünkü mülkiyet ilişkileri karşısında düzeni korumak ve devlet-ağa ittifakını sürdürmek için toprak reformunun gündemden çıkarılmış olması doğaldır.

Buna karşılık, Kürtlerin ulusal demokratik hakları için mücadele ettiklerini iddia eden Kürt siyasetçilerinin 'Kürdistan'da dağıtılacak toprak yoktur' diye reforma karşı çıkmalarını anlamak mümkün değildir. Bu davranış ancak küçük burjuvazinin değer yargılarıyla açıklanabilir. Her halde 'Kürtlere ne gerekiyorsa onu da ancak biz biliriz!' diye düşünmektedirler.

Tarımda bugünkü mülkiyet ilişkileri değişmeden ve Kürt köylü yığınları özgür üreticiler konumuna gelmeden kendi yazgılarını belirlemeleri söz konusu olamaz. Toprak reformuna karşı çıkan Kürt siyasetçiler statükoyu koruyucu konumuna düşmekte ve objektif olarak ağa-devlet ittifakının destekçisi olmaktadırlar. Bu da demokratikleşmeyi engelleme k suretiyle Kürt sorununun çözümsüz kalmasına neden oluyor.

Türkiye'de 1945'ten başlayarak toprak reformu girişimleri olmuştur. Her seferinde bu girişimler toprak ağalarının karşı durmasıyla engellenmiştir.

Örneğin 1945'te çıkarılan 'Toprak ve Tarım Reformu Kanunu' ağaların tepkisi karşısında uygulanamadı ve 1950'den sonra kaldırıldı. 1972'de Ecevit döneminde çıkarılan 'Toprak ve Tarım Reformu Ön Tedbirler Kanunu' da Kürt ağalarının ağır saldırısına uğradı. Urfalı toprak ağaları Cumhurbaşkanlığına sundukları şikayet dilekçesinde "Toprak Reformu kanununun uygulanması Kürtçülük hareketine canlılık kazandıracak ve Kürt bölgesinin Türkiye'den koparak Kuzey Irak'la birleşmesine yol açacak" diye ihbarda bulunmuş ve uygulamaya karşı çıkmışlardır.

Kanun Urfa'da başlatılan kısa süreli uygulama yaygınlaşmadan Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Demirel'in kurduğu İkinci MC Hükümeti döneminde MHP'ye bağlanan müsteşarlık kaldırıldı ve kamulaştırılan topraklar sahiplerine geri verildi.

Bu tarihten itibaren toprak reformu düşüncesi hem Türk hem de Kürt siyasi partilerinin gündeminden çıktı ve ağalık kurumu anayasal güvenceye kavuştu.

Ekonomik ve siyasal bakımdan devlete bağımlı olan Kürt tarım burjuvazisi doğal olarak ayrı bir Kürt ulusal pazarının oluşmasına karşı çıkmaktadır.

Bu nedenle de Kürtlerin ulusal demokratik haklarının tanınması mücadelesinde ikircikli davranmaktadır. Bir yandan halk yığınlarına ters düşmemek için Kürt ulusal demokratik hareketine yandaş görünmekte.

Öte yandan varlık nedeni olan devletle ihtilafa girmemeye özen göstermekte ve statükoyu korumak suretiyle Kürtlerin ulusal demokratik mücadelesini dolaylı yoldan engellemektedir.

Bağımlı Kürt Ticaret Burjuvazisinin Oluşması

Çok partili dönemde Kürt tarım burjuvazisi oluştuktan sonra Türkiye'deki kapitalist gelişmeye paralel olarak bir Kürt ticaret burjuvazisi de gelişti. DP'nin iktidar yıllarında karayolları siyasetine ağırlık verildi.

Tek parti döneminde yasak bölge olduğu için büyük ölçüde ticaret yaşamından uzakta kalan Doğu bölgesi yasaklı olmaktan kurtuldu. Bölgede karayolları yapımına hız verildi.

Tarımdaki kapitalistleşmeyle birlikte ticaret yaşamında da bir canlanma oldu. Giderek Batı'daki sanayi burjuvazisine bağımlı bir Kürt ticaret burjuvazisi oluştu.

Genelde ticaret alanında da öne çıkan güçlü toprak ağalarıydı. Bunlar tarımdaki etkinlikleri yanında hem aktif siyaset yapıyor hem de artan tarımsal kazançlarını ticaret alanında değerlendiriyorlardı.

Başlangıçta kendi ihtiyaçları için traktör, biçerdöver, suni gübre, tarım ilaçları ve akaryakıt ticaretine giriştiler. Sonraları kamyon, binek arabaları, otobüs vb., ulaşım araçlarının temsilciliklerini aldılar.

Ulaşım olanaklarının yaygınlaşmasıyla bölgede üretilen ve ihtiyaç duyulan malların sınırlı biçimde ticaretini yapan eski dönemin esnaf tipi tüccarları da artan iş hacminden yararlanarak büyük çaplı ticari faaliyetlere giriştiler.

Bu gelişmenin doğal sonucu olarak Kürt bölgesinde Batı'daki tekelci sanayi ve ticaret burjuvazisinin ürünlerini pazarlayan bağımlı bir Kürt ticaret burjuvazisi oluştu.

Gücünü Türk tekelci burjuvazisinden alan Kürt ticaret burjuvazisi de doğal olarak bağımsız bir Kürt ulusal pazarının oluşmasına karşı çıkıyor.

Aksi halde kendi varlık nedenini yadsımış olur. Kürt ticaret burjuvazisinin de tarım burjuvazisi gibi kredi bulmada ve yeni temsilcilikler elde etmede bölgedeki düzen partilerinde siyaset yapmaya ihtiyacı var.

Bunlar aynı zamanda değişimi başaramayan çürümüş Kürt feodallerinin topraklarını satın alarak toprak ağalığına da giriştiler. Jünker tipi ağalığın ekonomik ve siyasal çekiciliği karşısında ticaret burjuvazisinin de tarım alanına yönelmesi Kürdistan'da ağalık kurumuna güç kattı.

Böylece, Kürdistan'da bir yandan devletle öte yandan tekelci burjuvaziyle bütünleşen demokrasi karşıtı bir burjuva sınıfı oluştu. Artık siyaset sahnesinde Osmanlı döneminin özerklik yanlısı ve çatışmacı Kürt feodalitesinin yerinde ve onun değer yargılarını kullanan devletle işbirliği içinde bir Kürt burjuva sınıfı vardır.

Bu sınıf geniş halk yığınlarının yükselen ulusal demokratik taleplerine karşı statükoyu korumakta ve değişime dolaylı yoldan karşı çıkmaktadır.

Kürt Aydın Küçük Burjuvazisinin Oluşumu ve Yeni Çatışmacı Siyaset

Doğu'da kapitalizmin gelişmesi ve eğitim kurumlarının açılmasına paralel olarak eğitimli bir toplumsal katman oluştu.

1940'larda Türkiye'de yüksek eğitim olanağı sağlayan tek kurum İstanbul Üniversitesiydi. Bu üniversitede eğitim gören Kürt öğrenciler Birinci Umumi Müfettişliğin koruması altındaki Dicle Talebe Yurdu'nda kalıyorlardı.

O yıllardaki Kürt öğrenci sayısı 50 civarındaydı. 1930lu ve 40'lı yıllarda Kürdistan'da eğitimin geriliğini ve yetişmiş kadroların yetersizliğini göstermek için Lice'deki durumu bir örnek olarak yinelemek yerinde olur. Anılan yıllarda Lice'nin tek bir ilkokulu ve tek bir üniversite mezunu vardı.

1950'den sonra günümüze kadar geçen süreçte pek çok köyde okul açıldığı gibi birkaç ortaokul ve bir de lise açıldı. İstanbul Üniversitesi'ne, Ankara, İzmir ve çeşitli Anadolu Üniversitelerinden sonra Doğu ve Güneydoğu'daki üniversiteler de eklenince yüksek öğretime devam eden Kürt öğrenci sayasında büyük artış oldu.

Her il için Dicle Yurdu'na benzer ayrı öğrenci yurtları açıldı. Üniversitelerde okuyan Kürt öğrenci sayıları giderek on binlere ulaştı. Üniversite eğitimi gören çeşitli 23 meslek sahibi pek çok Kürt aydını yetişti.

Özellikle yurtlarda kalan ve çeşitli fakültelerde bir arada bulunan öğrenciler, içinden çıktıkları toplumun dramını ve Kürt halkının acılarını birebir gözlemlemiş ve yaşamış gençlerdi. Çoğunluğu varlıklı ailelerden gelmiş olmalarına karşın eğitimli olmalarından ötürü bağımsız düşünme yetisini kazanmış ve devlet ağa ittifakının dışına çıkmışlardı.

Geldikleri ortamın farklı kültürü, farklı değer yargıları ve bölgeye özgü şiveleriyle Batılı gençlerle kaynaşamıyor, psikolojik olarak da ayrı bir topluluk oluşturuyorlardı.

Tüm bu faktörler Doğulu gençliğin ortak bir Kürtlük bilinci etrafında bütünleşmesinde etkili oldu. Başlangıçta ortak kültürel etkinliklerde bulunan bu gençler kendi aralarında Kürtçe türküler söylüyor, kamuya açık folklor gösterileri düzenliyor ve farklılıklarını göstermeye çalışıyorlardı.

Giderek bölge sorunlarını tartışma evresine gelindi. Ama henüz ortak bir ideolojileri yoktu. Onları bir araya getiren tek öğe Kürtlüktü.

Ne yapacaklarını nasıl bir siyasal davranış sergileyeceklerini hatta ne istediklerini bilmiyorlardı. Bu aşamadaki ortak eylemleri, farklılıklarını sergilemek ve kimi haksızlıklara karşı ortak tepki göstermekle sınırlıydı.

Gençliğin bu masum ve duygusal davranışları bile Milli Emniyet Hizmet Reisliği'nin takip ve provokasyonlarına konu oluyordu.

Kürt öğrenci gençliğinin ilk önemli tepkisi 49'lar Hareketi ile patlak verdi. 1959'da CHP Milletvekili Asım Eren, Irak'taki bir olay münasebetiyle Meclise sunduğu bir önergede Kürtlerce öldürüldüğü söylenen Türkmenlere karşılık Türkiye'de bir mukabele-i bil misil talep ediliyordu.

Kürt gençliğinin tepkisini çeken bu girişim CHP Genel Merkezine gönderilen telgraflarla protesto edildi.

Milli Emniyet Hizmet Reisliği hükümete, Kürt öğrenci gençliğinin duygusal tepkilerini siyasal amaçlarla kullanmak için Kürtçü komünist bir tehlike olarak göstermeyi önerdi. Hükümetin oluru alındıktan sonra birbiriyle bağlantısı olmayan 50 Kürt aydını ve üniversite öğrencisi bir anda tutuklanarak büyük bir sansasyon yaratıldı.

Bu tutuklama eylemi o günkü Kürt gençliği tarafından toplu bir tepki gördü. Bir anda yığınsal bir Kürt aydın hareketi oluştu. Bu, Kürt siyasal hareketinde yeni bir dönemin başlangıcıydı. Kürt küçük burjuva aydınları tutucu düzene karşı yeni bir özgürlükçü hareket başlatıyordu.

Böylece, 1937 Dersim tedip ve tenkil hareketinden sonra sessizlik içine giren, kimine göre tamamen sönümlenen Kürt özgürlük hareketine öncülük edecek yeni bir toplumsal katman çıkmıştı tarih sahnesine. Bu, Kürt aydın küçük burjuvazi hareketiydi.

49'lular Olayı

49'lular olayı, 17 Aralık 1959 tarihinde önceden belirlenen 50 Kürt aydınının ani bir baskınla toplanmalarıyla gerçekleştirilen bir siyasal tutuklama olayıdır. Tutuklananların büyük çoğunluğu üniversite öğrencisiydi.

Bir bölümü de üniversiteyi yeni bitirmiş meslek sahibi gençlerden oluşuyordu. Tutuklu gençlerden bir öğrencinin tabutluklarda yaşamını yitirmesiyle sayıları 49'a indi.

Kürt kökenli ve öğrencilikten gelen arkadaşlıkları dışında aralarında ideolojik bir birlik olduğunu söylemek mümkün değildi. Tek özellikleri birey olarak Kürt olduklarının bilincinde olmalarıydı.

Mahkemeye sunulan kanıtlardan anlaşıldığına göre 49'lulara yüklenen suçların özü "Kürt varlığının inkar edilmesine, Kürtlerin dil, kültür ve anadilde eğitim haklarının reddedilerek asimilasyona zorlanmasına karşı tepki göstermiş olmalarıdır."

Aralarında kurulan tek bağ CHP Niğde Milletvekili Asım Eren'in 1959'da Irak'ın Kerkük kentinde Kürtlerle Türkmenler arasındaki bir çatışmada birkaç Türkmen'in öldürülmüş olmasını gerekçe göstererek hükümetin 'bir mukabele-i bilmisil' düşünüp düşünmediğini, konu alan soru önergesine gösterdikleri tepkiydi.

Gençler, Asım Eren'i sergilediği Kürt düşmanlığından ötürü gruplar halinde ya da birey olarak gönderdikleri telgraflarla protesto etmişlerdi. Ayrıca, Diyarbakır'da çıkan 'İleri Yurt Gazetesi'nde başta Musa Anter olmak üzere kimi gençler olayı protesto eden yazılar yazmış ve mektuplar yayınlatmışlardı.

O yıllarda dönemin Başbakanı Adnan Menderes bozulan ekonomik durumu düzeltmek için dış krediye ihtiyaç duymaktadır. Hükümetin kredi talebi için ABD nezdindeki girişimler sonuçsuz kalmıştır. Önce 'meçhul kalan' kimi güçler tarafından Kızılay'daki ABD Kültür Merkezi'ne patlayıcı bomba konuldu ve Türkiye'de bir komünizm tehlikesi olduğu mesajı verilmek istendi.

Bu sonuç vermeyince Ortadoğu'da, özellikle de Türkiye'de komünist bir Kürt hareketinin geliştiği ve tehlikeli boyutlara ulaştığı haberi yayıldı. Bazı iddialarla da pekiştirilen haberler gazetelerde yayımlandıktan sonra kültürel etkinliklerde ön plana çıkan Kürt gençlerinin tutuklanmasına karar verildi.

Menderes hükümetinin arzusuyla Milli Emniyet Hizmet Reisliği önce bir tutuklama planı hazırlıyor. Başbakana sunulan plan mahkeme tutanaklarında şöyle özetlenmiştir: "Ankara ve İstanbul'daki üniversite gençleri arasında Kürtçülük faaliyetleri sezilmektedir. (...) Elde yeterli inandırıcı delil yoksa da, ani ve başarılı bir baskınla sanıkların evlerinde ve işyerlerinde yeterli delil bulunabilir. (...) Sonuç olarak 40-50 kişi tutuklanırsa Kürtçülük faaliyetleri uzun bir süre durdurulabilir."

Başbakana sunulan raporun sonunda şu öneriler sıralanıyor:
  • Bu tutanaklar ABD'den gerekli yardımların elde edilmesi için argüman olarak kullanılmalıdır.

  • ABD'ye ve Batı'ya bu tutuklamalar 'Komünist bir Kürt hareketi' olarak sunulmalıdır.

  • Türkiye genelinde ve Batı Anadolu'da yaşayan vatandaşlara ise bu tutuklamalar bölücü Kürtçü değil de 'komünist' oldukları şeklinde yansıtılması yararlı olacaktır.
Bu raporun varlığını ve içeriğini kamuoyuna açıklayan haftalık Yön Dergisi, 'devlet sırlarını açıklamaktan' ötürü yargılanmış ancak sonunda beraat etmiştir. {Naci Kutlay, 21. Yüzyıla Girerken Kürtler, s.533-534.}

49'lular olayının Milli Emniyet Hizmet Reisliği'nin bir tertibi olduğuna ilişkin Yön Dergisi'nde yayımlanan belgeyi, tarihe tanıklık etmek için, TİP grubu adına Meclis kürsüsünde açıklayarak tutanaklara geçirdim.

49'lular hakkında hazırlanan iddianamede sanıkların ülke topraklarının bir bölümünü ayırıp bağımsız bir devlet kurma suçlamasıyla TCK'nın 125. maddesinden idamla yargılanmaları talep edilmişti. 49'lular olayında yapılan bu suçlama daha sonra hangi nedenle olursa olsun haklarında kovuşturma açılan Kürt aydınları ile Kürtlerden söz eden Türkiyeli yazar ve bilim adamları hakkında yıllarca 'demirbaş bir suçlama' olarak kullanıldı.

İdamla yargılanan gençler, 14 ay tutuklu kaldıktan sonra tümü birden tahliye edildi ve yargılanmaları tutuksuz devam etti. Yargılama 30 Nisan 1964'te 51 sanığın tümü hakkında verilen beraat kararıyla sonuçlandı. Ancak askeri savcının itirazı üzerine bunlardan 15'i hakkında 'ırk mülahazasıyla milli duyguları zayıflatmaya matuf cemiyet kurmaktan' ötürü 16'şar ay hapis cezası verildi.

49'luların tutukluluk döneminde 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi yapıldı. Darbeyle birlikte asker ya da sivil bütün siyasi tutuklular tahliye edildikleri halde Kürt gençlerinin tutukluluk halleri devam etti. Darbecilerin kurdukları Milli Birlik Komitesi de, devletteki egemen Kürt düşmanlığına bağlı kalmış ve tutuklu Kürt gençlerinin tahliye edilmelerini engellemişti.

MBK, ayrıca, Kürtlerin asimilasyonu için Devlet Planlama Teşkilatı'nda kurdukları 'Doğu Grubu' aracılığıyla 1925 tarihli 'Şark Islahat Planı'na benzer bir plan hazırlattı. Plan gereğince, ilk etapta 550 Kürt siyasetçi Sivas'ta aylarca enterne edildi ve bunlardan 55'i hakkında sürgün kararı çıkarıldı. Raporun tam olarak uygulanmasına zaman kalmadığı için 1961 Anayasası'na göre kurulan Birinci İnönü Hükümeti'ne devredildi.

Bu rapor, Başbakan İnönü tarafından Ecevit'e havale edildi. Uzun yıllar onun gizli arşivinde saklı kalan belge, ölümünden sonra, Can Dündar ve Rıdvan Akar tarafından bulunarak 28 Ocak 2008 tarihli Milliyet Gazetesi'nde yayınlandı. Baskın Oran, Radikal İki'deki yazısında, MBK'nın asimilasyoncu amaçlarla hazırladığı Kürt raporu ile 1925 tarihli Şark Islahat Planı'nın tam bir benzerlik içinde olduğunu karşılaştırmalı olarak ortaya koydu.

Yazar, bu gözlemine dayanarak devletin Kürt politikasının 35 yıl boyunca değişmediğini belirtmekte ve şaşkınlığını dile getirmektedir.

49'lularda Siyasal Bilinçlenme ve Ayrışma

49'lular olayı, Kürt aydın küçük burjuvazisinin siyaset sahnesine çıkmasının sembol bir hareketi olduğu için tarihsel önemi vardır. Bu nedenle, gençlerin cezaevi yıllarında geçirdikleri siyasal ve ideolojik dönüşümlerin değerlendirilmesi gerekir.

27 Mayıs Askeri Darbesi'nden sonra ülkede görece bir demokratikleşmenin başlaması ve sol düşüncelerin tartışılabilir olmasıyla yeni bir döneme girildi.

Basında sol içerikli düşünceler tartışılıyor ve sosyalist kalkınma yolunu öven yazılar yayınlanıyordu. Sol nitelikli dernek ve siyasi partiler kuruluyor. Sosyalizme ilişkin tartışmalar yaygınlılaşıyordu. Haftalık Yön Dergisi'nde solcu aydınların kurulu düzeni eleştiren yazı ve yorumları çıkıyordu.

Yıllarca yasak kapsamında tutulan sol siyaset ve sosyalizm konuları açıkça konuşulur olmuştu. 1960 öncesinin her türlü düşünceye düşmanca yaklaşan ortamından görece özgür bir ortama gelinmişti. Bu gelişmeler cezaevindeki Kürt gençlerini de etkilemişti.

Gençler kendi aralarında Kürt sorununun çözümüne ilişkin yöntem tartışması başlatıyor. Okudukları sol içerikli yayınlardan ve basında çıkan kurtuluş savaşlarının öykülerinden etkilenen gençler sol düşünceleri benimsiyor. Gelenekçi olanlar ise sola karşı muhafazakarlıkta direniyor. Bu bir ayrışma nedeni oluyor.

Başlangıçta ortak bir komünde toplanan gençler iki ayrı komüne bölünüyor. Çoğunluğu sosyalizmi ve ulusal kurtuluş hareketlerini savunurken görece daha yaşlı olanlar ise muhafazakar bir çizgide kalmayı ve ağalık düzenini savunmayı yeğliyorlar.

Tahliyeden sonra bunlardan sol düşünceyi benimseyenler Türkiye İşçi Partisi'nde politika yapmayı yeğlediler. Muhafazakar konumlarını koruyanlar ise Adalet Partisi'yle Yeni Türkiye Partisi'ni seçtiler.

Kürt Küçük Burjuva Aydınlarının Siyasal Mücadelesi

1960'lı yılların ikinci yarısından başlayarak aydın kamuoyunda sıkça tartışılan ve öğrenci gençliği bir bütün olarak etkisi altına alan sosyalist düşünce Kürt aydınlarıyla öğrenci gençliğini de etkilemişti. Özellikle öğrenci gençlik sosyalizmi, hem sınıfsal sömürüye hem de sömürgeciliğe karşı olduğu için destekliyordu.

Ayrıca, başarılı bir ekonomik kalkınma modeli olduğu için sosyalizmi cazip buluyorlardı. Kürt aydınları için de sosyalist ülkelerin sömürge halkların kurtuluş mücadelesini desteklemeleri ve 'ulusların kendi yazgılarını belirleme hakkını' savunmaları ufuk açıcıydı.

Keza, başta Sovyetler Birliği olmak üzere, sosyalist devletlerin kendi ülkelerindeki farklı ulusal toplulukların kimlik, dil ve kültür haklarını özgürce kullanmalarına ve özerk sosyalist cumhuriyetler biçiminde örgütlenmelerine olanak tanıdıklarının Türkiye'de de öğrenilmesi, Kürt sorunu için çözüm arayan gençleri heyecanlandırıyordu.

Kürt olmayan sosyalist gençlerin de Kürtlerin kendi yazgılarını belirleme hakkını savunmaları ve Kürt öğrencilerle birlikte aynı doğrultuda mücadele etmeleri aydın Kürt küçük burjuvazi için yeni bir dönemin başlangıcıydı.

1960'larda Kürt aydın küçük burjuvazisi ve gençlik henüz nicel ve nitel bakımdan kendi ayakları üzerinde duracak bir güce ulaşmamışlardı. Bağımsız bir stratejileri yoktu. Tüm sol öğrenci gençlik gibi TİP'te ve onun paralelindeki Fikir Kulüpleri Federasyonu'nda (FKF) örgütlendiler.

Zamanla Kürtlerin dışındaki öğrenci gençliğin önemli bir bölümü TİP'in Sosyalist Devrim Tezi'ne karşı Demokratik Devrim Tezi'ne yöneldi. TİP, işçi sınıfı öncülüğünde ve demokratik yoldan sosyalizmi kurmanın mümkün olduğunu savunuyordu.

Demokratik Devrim Tezi'ni benimseyenler ise ordu içinde oluşacak solcu bir kadronun darbe yaparak iktidara gelmesinden başka bir yoldan devrim yapmanın mümkün olmadığını savunuyorlardı.

27 Mayıs Askeri Darbesi'nden sonra ordu içinde hareketlilik devam ediyor, birbirini izleyen başarısız darbe girişimleri yapılıyordu. Sol görüşlü subayların o günkü deyimle 'zinde kuvvetlerin' sol bir darbe yapacakları inancı yaygındı.

Kestirme yoldan 'devrim yapma' düşüncesi öğrenci gençler için çekiciydi. Gençler, TİP'ten ve FKF'den koparak Demokratik Devrim Tezi'ni benimseyen Dev-Genç'te örgütlendiler. Ortadoğu Üniversitesi ve Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencilerinin öncülük ettiği büyük yığınsal gösteriler ve protesto eylemleri darbe beklentileri için ortam hazırlıyordu. Hareket halindeki öğrenci gençliğin 'ordu-gençlik el ele' sloganı her tarafta yankılanıyordu.

Batı ülkelerinde de gençlik hareketlenmişti. Başta Fransa olmak üzere bu ülkelerin pek çoğunda öğrenci gençliğin yaptığı yığınsal eylemler hükümetleri köklü reformlar yapmaya zorluyordu. Bu, Türkiye'de kimi sol çevrelerin savundukları gençliğin devrim yapacak öncü bir güç olduğu düşüncesine güç katıyordu.

Kürt öğrenci gençliğin ve sol görüşlü Kürt aydınların askeri darbe yanlısı bir politika izlemeleri mümkün değildi. Niteliği ne olursa olsun Türkiye'de gerçekleşecek her askeri darbeden sonra Kürtlerin büyük zarar gördüklerini yaşayarak öğrenmişlerdi.

Yaşamın öğrettiği bu gerçek karşısında Kürt gençliğinin askeri darbe yanlısı olması mümkün değildi. Bu nedenle Dev-Genç'e katılmadılar.

Bağımsız örgütlenme aşamasına gelinceye kadar FKF ve TİP saflarında siyaset yapmayı yeğlediler. Bir sonraki aşamada Devrimci Doğu Kültür Ocakları'nda (DDKO) örgütlenerek TİP paralelinde mücadele etmeye devam ettiler. 12 Mart Askeri Darbesi'yle birlikte soldaki örgütlerin tümü tasfiye edildi. Yönetici ve üyeleri tutuklandı.

Diyarbakır Askeri Cezaevi'nde toplanan DDKO üyesi gençlerle solcu Kürt aydınları geçirdikleri acılı bir tutukluluk döneminden sonra ancak genel afla tahliye edildiler.

Kürt Aydınlarının Bağımsız Örgütlenme Evresi

Cezaevi koşullarında Kürt aydınları arasında farklı siyasal eğilimler uç vermeye başladı. Savunmalarda oluşan gruplaşmalar bu ayrışmanın ilk belirtileri olarak ortaya çıktı. Tümünün ortak düşüncesi bağımsız örgütlenmeydi.

Eskiden TİP'te üye ya da parti yandaşı olan Kürt gençlerinin tümü Marksist-Leninist düşünceye bağlı kalarak ayrı Kürt örgütlerinde mücadele etmenin gerekliğini benimsemişlerdi. Nitekim, cezaevi dönemi bittikten kısa bir süre sonra içerideki gruplaşmalara koşut değişik Kürt örgütlerin kurulduğuna tanık olduk. Değişik adlarla kurulan yasal derneklerin arkasında yasadışı Kürt partilerinin bulunduğu herkesçe biliniyordu. Derneklerde yapılan yasal çalışmalar yanında her örgütün bir yayın organı vardı.

Örneğin, Devrimci Halk Kültür Derneği'nin (DHKD) yayın organı 'Özgürlük Yolu' dergisi, arkasındaki siyasal parti de Türkiye Kürdistanı Sosyalist Partisi (TKSP) idi. Bir diğer dernek de Devrimci Demokratik Kültür Derneği (DDKD) idi. Bunun da arkasında 'Kürdistan Devrimci İşçi Partisi' (PPKK) olarak adlandırılan yasadışı bir siyasi parti vardı. Bu hareketin o yıllarda atılım yapan TKP ile güç birliği içinde olduğu söylentisi yaygındı.

Rızgari Örgütü de aynı adı taşıyan dergi etrafında toplanan bir grup Kürt aydını tarafından kurulmuştu. Bu da diğerleri gibi Marksist-Leninist çizgide mücadele eden bir Kürt siyasal örgütüydü. Türkiye Kürdistanı Demokrat Partisi'nden (T-KDP) ayrılan başka bir grup da sol eğilimli olduğu söylenen Kürdistan Ulusal Kurtuluş Hareketi (KUK) adını almıştı.

1965'te kurulan sağ eğilimli Türkiye Kürdistanı Demokrat Partisi (T-KDP) de yasadışı etkinliğini sürdürüyordu. Maocu çizgide örgütlenen Kürt aydınları da KAVA adında bir siyasal parti kurmuşlardı.

Kürt aydınlarının kurdukları yasadışı sol partilere karşılık Türkiye'de yeniden yasal sosyalist partiler kuruldu.

Bunların başlıcası Türkiye İşçi Partisi (TİP), Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP), Türkiye Emek Partisi, Sosyalist Devrim Partisi (SDP), Maocu çizgide Türkiye Köylü İşçi Partisi (TKİP) idi. Varlığını sürdüren yasadışı TKP ise yeni bir atılım yaparak etkin bir konuma gelmişti.

Kürt aydınlarının sayıca fazla olmayan bir bölümü de bu partilerde çalışmayı yeğlemişlerdi.

12 Eylül Darbesine Giden Yol Ve Sonrası

Sol eğilimli Türkiye öğrenci gençliğinde 12 Mart'tan önceki siyasal hareketlilik yeniden canlandı. 12 Mart askeri diktası altında tavsayan silahlı gençlik hareketi yeni dönemde farklı liderlerin öncülüğünde ve değişik yöntemlerle yeniden başladı. Örgütlü sağ gençlerle sol örgütler arasında sonu gelmez bir kanlı mücadele başladı.

Sağ ve sol gençlik arasındaki kanlı mücadele sürecinde, devletle bağlantılı örgütlerin kışkırtıcı rol oynadığı sıkça dile getirilmekteydi. Sivil hükümetlerin önünü alamadıkları olaylar rayından çıkmıştı. Sağ eylemcilerin örgütledikleri, özellikle Alevi vatandaşları hedef alan toplu cinayetler büyük ses getiriyordu.

Kahramanmaraş'ta yapılan toplu katliam, Malatya, Çorum, Sivas vb. illerde işlenen cinayetler toplumda büyük infial yaratıyordu. Tanınmış şahsiyetleri hedef alan cinayetler de aynı oranda yankı yapıyordu.

Kamuoyunun yakından tanıdığı eski başbakan Nihat Erim'in, eski milletvekili Derya Sazak'ın, tanınmış gazeteci Apti İpekçi'nin öldürülmeleri, TİP'li 7 gencin bir arada katledilmesi vb. olaylar siyasi iktidarları aciz bırakan ve toplumda huzursuzluk yaratan etkili terör eylemleriydi.

Ardı arkası kesilmeyen bu terör olayları hükümetlerin çabalarına karşın önlenemiyordu. Sıkıyönetim ilanından sonra da bu olaylar aralıksız devam etti.

Nihayet, 12 Eylül 1980'de ordu yönetime el koydu. Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren'in başkanlığında kuvvet komutanlarından oluşan Milli Güvenlik Konseyi (MGK) kuruldu. Askeri cuntanın yönetime el koyduğu anda terör eylemleri son buldu. Bu ani değişim terörün darbe yapmak için, özel olarak kışkırtıldığı yorumuna haklılık kazandırıyordu.

12 Eylül döneminde yüzbinlerce insan gözaltında ve cezaevlerinde işkence gördü. Mamakta, İstanbul askeri tutukevlerinde, Diyarbakır askeri cezaevinde ölümle biten sayısız işkence olaylarından söz edildi.

Özellikle Diyabakır'da yapılan toplu işkenceler ve onur kırcı uygulamalar Kürt gençlerinde, onarılamaz travmalara yol açtı. Cezaevinden çıkanlar tekrar, tekrar tutuklanıyor ve aynı işkence tezgahlarından geçiriliyorlardı. Artık onlar için tek kurtuluş yolu kalmıştı: Dağa çıkmak.

12 Eylül'den kısa bir süre önce kimi Kürt gençleri PKK adında bir örgüt kurmuş, darbeden sonra da silahlı mücadele kararı almışlardı. Diyarbakır zindanlarından kurtulanlar dağa çıkmak için bu örgüte katılıyorlardı.

PKK'nın Kuruluşu

12 Eylül Darbesi'ne giden süreçte Güneydoğu'da sıkıyönetim makamlarını büyük ölçüde rahatsız eden önemli olaylardan biri de PKK'nın kurulması ve şiddet eylemlerini başlatmasıydı. Abdullah Öcalan ve 17 arkadaşı tarafından Kasım 1978'de Lice'nin Fis Köyü'nde Marksist-Leninist temellere dayalı bir örgüt kuruldu.

İlk aşamada silahlı mücadeleyle bir Kürdistan devleti kurmayı amaç olarak belirlediler. Partiye 'Partiya Karkeren Kürdistan' (PKK) adı verildi. Genel Sekreterliğe Abdullah Öcalan seçildi. Parti 1980 Darbesi'ne kadar geçen süreçte varlığını kabul ettirmek ve Stalinci çizgisini tescil ettirmek amacıyla kendi dışındaki Kürt örgütlerini tasfiye etmek için içe dönük bir silahlı mücadele başlattı.

Kürt sorununda duyarlı olan öğeleri saflarına kazanmak için az da olsa güvenlik güçlerini hedef alan silahlı eylemleri de ihmal etmiyordu.

Kürt örgütleri arasında özellikle hedef aldığı Kürdistan Ulusal Kurtuluş (KUK) örgütüydü. TKSP'ye, Peşenge ve bölgedeki Kürt asıllı TKP üyelerine karşı da silahlı saldırı eylemlerini gerçekleştiriyordu.

Parti yöneticilerinden Selim Çürükkaya bu stratejinin ideolojik dayanağını şöyle açıklıyor: "Sosyalizme inanıyorduk ve bu Stalin tarzı sosyalizmdi. (...) 1920'lerin genel havası, Rus Komünist Partisinin öteki partileri yasaklayışı, kliklerden nasıl kurtulduğu bizim için bir model niteliğindeydi. Bunu tamamen olumlu görüyor ve aynısını yapmak istiyorduk." {Nakleden, Aliza Marcus, Kan ve İnanç, PKK ve Kürt Hareketi, S: 64}

PKK militanları diğer Kürt örgütlerine dönük eylemlerini sürdürürken çoğu kez yakalanıyor göz altına alınarak tutuklanıyorlardı. 1980'e gelinceye kadar yüzlerce PKK militanı tutuklanmıştı. Askeri darbeden sonra Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Cezaevi'nde onlarla aynı hücrelerde daha sonra da aynı koğuşta tutuklu kaldım.

PKK'nın devam eden eylemleri sıkıyönetim tarafından sürekli izleniyor ve yakalanan militanların ifadelerinden yönetici kadronun zor duruma gireceği anlaşılınca Abdullah Öcalan 7 Temmuz 1979 günü Türkiye'den ayrılarak Suriye'ye geçti. Oradan da Lübnan'a giderek Suriye'nin denetimindeki Bekaa Vadisi'ne yerleşti.

12 Eylül Darbesi'nden sonra Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'in liderliğinde kurulan Milli Güvenlik Konseyi (MGK) 3 yıl süreyle emsali görülmemiş bir baskı rejimi kurdu. Artan baskılar karşısında yurtdışına çıkan örgüt belli bir güce kavuştuktan sonra mücadeleyi yeniden Türkiye'ye taşıma kararı aldı.

12 Eylül'den sonra kurulan cunta yönetiminde yurtdışına çıkan PKK merkez komite üyeleriyle önde gelen militan kadrolar Bekaa'ya giderek Türkiye'de yapacakları silahlı eylemlerin hazırlıklarına başladılar. 20 Ağustos 1982'de yapılan ikinci kongrede Hakkari, Van ve Siirt'te silahlı mücadele kararı alındı. Alınan karar doğrultusunda PKK, 1984'te ses getiren eylemini yaptı. Ve 15 Ağustos gecesi Eruh ve Şemdinli ilçelerini bastı.

1985 yılında ERNK (Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi) adı altında cephe oluşturan örgüt, eylemlerinde köy baskınlarına ağırlık verip köy korucularına yönelik sistemli bir saldırı kampanyası başlattı. Ardından toplu katliamlar geldi.

Güneydoğu'yu kendisine mekan edinen ve burada örgütün ihtiyaçlarını karşılamak için altyapı oluşturan PKK, Şırnak, Siirt ve Kuzey Irak'ın Türkiye sınırına yakın kesimlerinde, dağlık bölgelerde yer altı sığınakları, askeri kamplar, tüneller ve hastaneler inşa etti.

Kent merkezinde başlatılması düşünülen ayaklanmaların ilk denemesi 1992 Nevruz kutlamalarında Cizre'de gerçekleştirildi. 4 kişinin ölümüyle sonuçlanan olaylardan sonra ilçede sokağa çıkma yasağı ilan edildi.

PKK, 1993'ten itibaren siyasi faaliyetlere ağırlık vermeye başladı. Bu dönemde meslek kuruluşları, demokratik kitle örgütleri ve sendikalara sızmak için çaba gösterildi. Almanya'da Kürdistan Ulusal Meclisinin temelleri atıldı. Böylece PKK'ya bağlı bir Meclis oluşturuldu.

DEP'in kapatılmasından sonra yurtdışına çıkan bazı milletvekilleri aracılığıyla 12 Nisan 1995'te Hollanda'nın Lahey kentinde DEP Eski Başkanı Yaşar Kaya'nın başkanlığında 'Sürgündeki Kürdistan Parlamentosu' kuruldu.

PKK, Avrupa ülkelerinin büyük çoğunlunda kendisine bağlı sivil toplum örgütleri kurdu. Kürtçe ve Türkçe yayın yapan televizyon kurumları oluşturdu.

PKK televizyonu, önce Belçika'dan sonra Hollanda ve İngiltere'den de Güneydoğu'da rahatlıkla izlenen Kürtçe ve Türkçe yayınlar yaptı. Ayrıca, kendisiyle irtibatlı sivil toplum kuruluşları aracılığıyla haber ajansları kuruldu, Türkçe ve Kürtçe yayın yapan gazete ve dergiler çıkarıldı. Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Batı Avrupa ülkelerinde de günlük gazeteler yayımlandı.

Bir yandan şiddet olaylarını sürdürürken öte yandan yurtdışında konferanslar ve toplantılar tertipleyerek Kürt sorununa uluslararası bir boyut kazandırmayı başardı. Giderek kurumlaşan ve bağlı sivil örgütleri ile PKK bugün uluslararası etkinliği olan önemli bir siyasal örgüt haline gelmiştir.

Proleter Kürt Küçük Burjuva Hareketi

Kürt aydın küçük burjuva unsurların öncülük ettikleri Kürt hareketinin tabanı proleter Kürt küçük burjuvazisinden oluşmaktadır. 1950'den itibaren Tarımda kapitalistleşme sürecinin artarak devam etmesine paralel olarak büyük köylü yığınları şehirlere akın etmek zorunda kaldı.

Bunlar eski maraba, yarıcı, kiracı konumundaki topraksız ya da toprağı yetmeyen köylü aileleriydi. Bölgede sanayi yoktu.

Devlet-ağa ittifakından kopan bu insanların işçi olarak çalışma koşulları mevcut değildi. Ya işsizler ordusuna katılıyor ya da geçici yarı-işsiz bir yaşam sürdürüyorlardı.

Köylülük değerlerine bağlı kalarak geldikleri şehirlerin etrafında büyük gecekondu mahalleleri oluşturdular. Zamanla hem sayıları arttı hem de ayırıma uğradıkları için Kürt olmanın bilincine vardılar.

Birinci kuşaktan sonra ikinci,üçüncü kuşak nesiller yetişti. Bunlar inşaat işçiliği, berberlik, ayakkabı tamirciliği, boyacılık, sıvacılık, terzilik, bakkallık, tuğlacılık vb. meslekler edindiler.

Bu yığınlar ağanın baskısından, jandarma ve tahsildarın zulmünden kurtulmuş özgür ama yoksul, proleter nitelikli Kürt küçük burjuva katmanını oluşturuyorlardı. Bunlar, köylülükten farklı olarak maruz kaldıkları ayırımcılığın ve ötekileştirmenin bilincine varmış ve ulusal demokratik haklar konusunda son derece duyarlı hale gelmişlerdi.

Kürt proleter küçük burjuvazisi olarak adlandırdığım bu yeni sosyal katman Aydınların öncülük ettikleri Kürt siyasal hareketinin tabanında aktif rol aldılar.

1984'ten itibaren hızlanarak devam eden iç savaş sürecinde güvenlik güçlerince boşaltılan 3000'i aşkın köyün eski sakinleri de tarım sektöründen kovulan yığınlara katılınca Kürt proleter küçük burjuvazisi yığınsallık kazandı. Eski Kürt köylülerinin soyundan gelen ve ulusal demokratik haklar için son derece duyarlı olan ikinci, üçüncü kuşak Kürtler Türkiye'nin her tarafına yayılmışlardır.

Büyük çoğunluğu proleter küçük burjuva niteliğini korumakla birlikte, aralarında gerçek sanayi işçisi, hatta orta boy kapitalist işletmecilik yapanlar da az değildir.

Bulundukları mahallerde ağır bir ayırımcılığa tabi tutulmakta, kimi zaman fiili saldırılara da maruz kalmaktadırlar. Günden güne artan ırkçı-Türk milliyetçiliğinin ağır baskısı karışında, bunların Kürtlük bilinçleri yükselmektedir.

Türkiye'de hukuk devleti normlarının benimsenmesi,eşit haklı vatandaşlık, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü ile kimlik, dil, kültür ve anadilde eğitim haklarının tanınması isteğini kapsayan demokratikleşme talepleri de aynı oranda yükselmektedir. Bu katmanlar, her türlü baskıya göğüs germek suretiyle örgütlü Kürt siyasal hareketini militanca desteklemektedirler.

Artık, Kürtlerin özgürlük mücadelesi aydın küçük burjuvazinin öncülük ettiği Kürt proleter küçük burjuva hareketine geçmiştir. Bu yeni sosyal katmanlar aynı zamanda Türkiye'nin demokratikleşmesinin de temel dinamiklerinin başında yer alıyor.

Bu nedenle Türkiye'nin bilinçli demokratları, ilerici ve devrimci sosyal güçleri ülkenin demokratikleşerek kalkınması için yükselen Kürt siyasal hareketini desteklemektedirler. Ne var ki, düşünsel planda kalan bu destek henüz ortak bir siyasal harekete dönüşemedi.

Bugünkü Kürt siyasal hareketinin başarısı Türkiye demokrasi güçleri ile bütünleşmesine ve ileri bir demokrasi için ortak bir siyasal mücadeleyi örgütlemesine bağlıdır. Keza Türkiye demokrasi güçlerinin özledikleri çağdaş bir demokrasinin kurulabilmesi de Kürt siyasal hareketiyle ortak siyaset yapma olanağını gerçekleştirmelerine bağlıdır.

Aksi halde, her iki hareket de sönümlenmeye mahkumdur. Çünkü bugünkü nesnel tarihsel koşullarda Türkiye'nin demokratikleşmesinin temel dinamiği Kürt sorunudur. Bu gerçek taraflarca kavranmadığı sürece Türkiye'de ne asker-sivil bürokrasinin kurduğu vesayet rejimi son bulur, ne demokrasi kurulur, ne de Kürt sorunu çözülür.