Çileli İçeriksizlik...
Televoleleri, boyalı basını önüne gelen eleştirir ve haklıdırlar; çünkü üzerine basıldığı kağıda değmez.
İyi de, –eğer eleştiri, bir şeyin daha iyi yapılması için yapılan bir yönlendirme gayretiyse– boyalı basını eleştirmenin ne anlamı var? Hiç eleştirmeyin. Bırakın, o pesypeyeliği yüzünden ya da sayesinde, tamamen çürüyüp gitsin.
Şunu demek istiyorum: Eleştirecekseniz, daha iyi olmasını istediğiniz şeyleri eleştirin; eleştirin ki, hiç olmazsa eksiklerini veya yanlışlarını göstermek cinsinden bir katkınız olsun. Ve, bunu da hatır gönül filan gibi iltimas perdelerine örterek yapmayın. Berbat olana berbat demek acımasızlık değildir; berbat olana idare eder demek dürüstlük de sayılmaz. Berbatlar ayıklanmasına mani olur, iyinin ortaya çıkmasını zor ya da imkansız kılar.
Fakat, bazan da çaresiz kalırsınız.. daha iyisinin olmasını istediğiniz yerde berbatlıklar o derece zengin ve boldur ki.. nereden başlayacağınızı bilemezsiniz.. Bürokrasi, üniversiteler, eğitim, sağlık, asayiş vb gibi konularda çok sık rastlanır bu durum.
Ama, bu berbatlık, sadece oralarda değil, bazan da en az eleştirilen, ya da çok değişik amaçlarla eleştirildiği halde, pek de eleştirilmiş sayılmayan yerlerde de karşınıza çıkar.
Bunlardan birisi de, İslamî kesim dediğimiz bir toplum kesitinin halen yayınladıkları şeylerde görülebilir. Neredeyse tamamı berbat sınıfına girer. Berbat ve sadece bir açıdan berbat da değil; bir sürü açıdan berbat... Başlanacak yeri seçmek o kadar zor ki.. her tarafı berbat..
Neresinden başlayayım?..
Önce genel biçim açısından bakalım..
Kitap boyutları, çoğu zaman, standardlarla uzaktan yakından alâkalı değildir.. Kitabın boyutlarının, her kitap için, tek tek ve ayrı ayrı belirlendiğini düşünmeden edemezsiniz..
Sarı saman kağıdına basılmıştır çoğu.. Bu devirde bu kağıdın daha ucuz olup olmadığı bir tarafa, eğer bu kitaplar için talep etmeseler, bu kağıt cinsinin üretimden kalkacağını düşünüyorum...
Ömürsüz, okunaksız, kullanışşız bir kağıt.. Kitabı eline aldığında insanın, değil okuyası, bakası bile gelmiyor.. Ya da, şöyle söyleyeyim: Bu kitapları okumak için üstün imanlı bir azim gerekiyor.. O da Maalesef herkeste yok –olsaydı bu kitaplara ne gerek olacaktı?..
Ardından dizgi gelir.. Nedense, İslamî kesimde farklı fontlar kullanmak akla gelmez. Herşey hep o dilekçe fontlarıyladır ve italik filan gibi varyasyonlar da bilinmez. İtalikler yerine, aşağıdaki örnek yazıda da göreceğiniz üzere, parantezler kullanılır. Tabii, parantezleri bu amaçla kullanırsanız, parantez için ne kullanacaksınız sorusu havada kalır ve okurken, bir taraftan Allahtan sabır dilerken, diğer taraftan da bu dizgiye onay verenin yedi ceddine rahmet yollarsınız.. çünkü, anlamak için aynı cümleyi birkaç defa okumak gerekir..
Ardından kelimelerin yazılışına sıra gelir .. Her yazar, daha doğrusu tercüman, apayrı bir yaratıcılık sergiler... Mesela, bazı yerde 'Allah-ü teâlâ' olur, bazı yerlerde 'Allahü teâlâ' olur, bazı yerlerde 'Allahü taâlâ', bazan 'Allah-ü taâlâ', bazan da 'Allahü taala'.. bu bööyle gider.. Aynı şey, kırk değişik varyasyonla aynı eser içinde mevcuttur.. ve, bu da editör denen mahluğun mevcut olmadığına işaret eder.. Herkes kendi kafasına göre yazım stili oluşturmustur yani..
Peşisıra, kelime seçimleri karşınıza çıkar.. Aynı anlama gelse bile, daha az bilinen kelimeler seçilir; 'etki' terine “te'sir” kullanılır –hem de kesme işareti ile.. sanki bu devirde “te'sir” şeklinde bir telaffuz kalmış gibi..
Bir adım sonra da içeriğin kendisiyle yüzyüze gelirsiniz.. Saygı tabii ki önemlidir ve eserde atıfta bulunulan kişilere saygısızlık yapılması beklenmez, ama bunu vıcık vıcık yalakalık noktasına çekmenin ne anlamı vardır?.. Eseri yazan kişi, kendisini 'aciz kul' olarak konumlandırır, buna karşılık, atıfta bulunduğu kişiler de hep 'hazret' olurlar ve bu hazretler bir şey demek yerine, hep bir şeyler 'buyur'maktadırlar..
Özellikle de, bir iki nesil önce yaşamış kişiler otomatik olarak hazret olur çoğunlukla.. Ve, hazret olanın neden hazret olduğu da pek anlaşılır gibi değildir.. Aşağıdaki örnek yazıda, mesela, bu tür bir hazret göreceğiz: 18 yaşında, bilmem hangi hazretin yazdığı bir açıklama (şerh) kitabından seçtiği kısımları bir kitaba toplamak marifetini gösterdiği için hazret olmuştur.
Ondan sonra?
İşte, asıl problem de ondan sonra başlar.. Çünkü, kitap genellikle birincil kaynaklara hiç erişmeksizin, bilmemkimin başka bir bilmemkimin dedikleri üzerine söylediklerine dair upuzun bir 'o bildirdi, bu buyurdu' yumağıdır..
Açıklamaların açıklamalarının açıklamaları... güyâ..
Halbuki, benim baktığım yerden de hiç birşey açıklanamış filan olmaz.. o ötekini şahit gösterir, bu da berikini ve sonunda da kelâm-i kadim diyerek birisinde dururlar. O hazret de 'âzam' rütbesindedir.. o ne derse o olur.. Âzamlar sorgulanmaz, sadece zikredilirler.. Hipotezler aniden hüküm olurlar ve mesele kapanmış addedilir..
Neyse. Daha uzatmayayım: Bir örnek metne bakalım..
Bu metin aşağıdaki yayından alınmıştır.. Hak Sözün Vesîkaları {Ebül-berekât Abdüllah Süveydî; Hakîkat Ltd. Şti. Yayınları; No: 2; Versiyon: 1.01}
Metnin aralarına –yukarıda saydığım kriterlere bağlı kalarak– kendi eleştirilerimi yazacağım.
Peygamberlik Nedir? Muhammed Son Peygamberdir
Önsöz
Allahü teâlâ, dünyada bütün insanlara acıyarak, faydalı şeyleri yaratıp göndermektedir.
Ben bu yaklaşımdan rahatsız oluyorum. Allahın yarattığı herşeyin insanlar için olduğu imâsı bence maksadını aşıyor. Allahı bu denli insan-merkezli bir faaliyetle kısıtlamak yanlış bence. Allahın neleri insanları acıyarak, neleri de başka amaçla yarattığını bilemeyiz. İnsanlara faydalı şeyler yaratmak zorunda da olmasa gerek.. İnsanlara faydasız, hatta zararlı şeyler yok mu; var. O zaman, bunları kim yarattı sorusu çıkar ortaya. O yüzden, yukarıdaki türde sözler etmek, bence, hem yanlış hem de gereksizdir.
Âhırette, Cehenneme gitmesi gereken âsî müminlerden dilediğini affedecek, doğruca Cennete kavuşturacaktır. Her canlıyı yaratan, her vârı, her ân varlıkta durduran, hepsini korku ve dehşetten koruyan yalnız Odur.
Böyle bir Allahın şerefli ismine sığınarak, bu kitabı tercüme etmeye başlıyoruz.
Allaha sığınmak ne demektir.. ve niye gerekiyor bunu bu şekilde ve burada söylemek... Bunun yerine, açıkça, 'bu kitap hatalar içerebilir, kasıtlı değildirler' türünden bir şeyler söylese daha anlamlı olmaz mı?
Allahü teâlâya hamd olsun! Onun çok sevdiği Resûlü Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm olsun! Bu yüce Peygamberin temiz Ehl-i beytine ve âdil, sâdık Eshâbının hepsine hayrlı duâlar olsun!
Bu, bu tür kitaplarda gelenekseldir. Hatta, burada oldukça kısa tutulmuş dahi denebilir.
Allahü teâlâ, kullarına çok acımakta, onların dünyada rahat ve huzur içinde yaşamalarını, âhırette de sonsuz saadete kavuşmalarını istemektedir.
Ne alakası var bunun? Allahın acımaktan başka sıfatı yok mudur?
Bunun için, insanlar arasından seçtiği en üstün, en iyi kimseleri Peygamber yapmış, bunlara kitaplar göndererek huzur, saadet yolunu göstermiştir.
Bu hüküm müdür, hipotez mi?
Saadete kavuşmak için, önce kendisine ve Peygamberlerine inanmak lâzım olduğunu bildirmiş, sonra kitaplarındaki teklîflere uymağı emretmiştir.
Bir dakika.. 'peygaber kime denir' bahsinde, bu sözlerin yeri nedir?
Böyle inanan ve teklîfleri beğenen insana (Mümin) ve (Müslüman) denir.
Evet.. parantezler.. Halbuki, şöyle olabilirdi: “Böyle inanan, ve teklîfleri beğenen insana Mümin ve Müslüman denir.”
Allahü teâlânın var ve bir olduğunu ve Peygamberlere nasıl inanılacağını bildirmek için, islâm âlimleri birçok dilde çok kitap yazdılar. Kısa, açık, kolay anlaşılır, şüpheleri, vesveseleri giderir olarak yazılmış olanlardan arabca (İsbât-ün-nübüvve) kitabı çok faydalıdır. Bu kitabı, büyük islâm âlimi, imam-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî, onsekiz yaşında iken yazmıştır.
Onsekiz yaşındayken yazmış.. aferin.. de.. nedense bu bana çok da huzur vemedi... 18 yaşında bir kişi neyi ne kadar bilebilir ki..
(Şerh-i Mevâkıf) kitabının son kısmından seçtiği yazıları almış ve bunları açıklamıştır.
Burası hayli ilginç işte.. 'Şerh-i Mevâkıf' demek, 'Durak Yerlerinin Açıklamaları' gibi bir anlama geliyor.
Bundan benim çıkardığım şu: Ortada 'Durak Yerlerinin' diyebileceğimiz yerler var. Yani, önemli, temel noktalar.. Seyyid Şerif-i Cürcânî isimli zat 'Durak Yerlerinin Açıklamaları' isimli eseri yazmış...
Ardından da.. bu, 18 yaşından itibaren büyük alim sayılan kişi, Ahmed Fârûkî, 'Durak Yerlerinin Açıklamaları'dan bir kısmını almış ve bunları ayrıca açıklamak ihtiyacı duymuş ve buna 'Durak Yerlerinin Açıklamalarının bir kısmının Açıklamaları' demek yerine, 'İsbât-ün-nübüvve' (yani, galiba, 'Peygamberliğin İspatı') ismini vermiş.
İsim değişikliğini önemsemezsek, bu, çok sık karşılaştığımız 'şerhe şerh döşenmek' gibi duruyor, ya neyse..
Ahmed Fârûkî, orijinal bir eser vermek yerine, 'şerhe şerh döşenmek' alışanlığını devam ettirdiği için 'büyük islâm âlimi' sayılmıyordur herhalde; herhalde başka ve kendisine ait orijinal eserleri vardır. Ama, bu galiba onlardan birisi değil.
'Durak Yerlerinin Açıklamalarının bir kısmının Açıklamaları' yazılmak ihtiyacı duyulmuşsa, 'Şerh-i Mevâkıf'ın pek de 'açık, kolay anlaşılır, şüpheleri, vesveseleri giderir' olduğunu söylemek pek kolay gibi gelmedi bana, ama ben uzman değilim..
İlk olarak, urdu tercümesi ile birlikte Pâkistânda basılmıştır. İmâm-ı Rabbânî, 971 [m. 1564] senesinde, Hindistânda Serhend şehrinde tevellüd etmiş, 1034 [m. 1624] de, orada vefât etmiştir.
Kabul.
Bütün insanların, sömürücü ve aldatıcı yayınların şaşırtıcı te'sîrlerinden kurtularak, bu kitabı dikkat ile ve insâf ile okuyup, dünyada rahata ve huzura, âhırette de sonsuz saadete kavuşmaları için âcizâne duâlar ederiz.
Buna ne gerek vardı şimdi?
Mukaddemenin Birinci Bahsi
Peygamberlik Ne Demektir?
Seyyid Şerif-i Cürcânînin (Şerh-i Mevâkıf) kitabının son kısmında diyor ki, kelâm ilminin âlimlerine göre, Allahü teâlânın, (Seni şu yerlerdeki insanlara veya bütün insanlara gönderdim), yâhut, (Benden kullarıma bildir!) veya bunlar gibi dediği kimseye (Nebî), yâni (Peygamber) denir.
Parantezler.. Açıklayıcı yan bilgiler içermeyen, metnin bir parçası olan parantezler.. yani, okumağı katleden parantez kullanımı...
Peygamber olmak için, insanda riyâzet ve mücâhede gibi, bazı şartların bulunması veya buna elverişli olarak doğmuş olmak lâzım değildir.
Bazı şeyler önemsiz.. kabul.
Allahü teâlâ, dilediğini seçerek, bunu ihsân eder. O, herşeyi bilir ve en iyisini yapar. İrâde ettiğini yapar. Herşeyi yapmaya kâdirdir.
Tamam. Buna hiçbir itirazım yok benim.
Kelâm âlimlerine göre, Peygamberin (Mucize) göstermesi de şart değildir. Başkalarının, Onun Peygamber olduğunu anlamaları için, mucize göstermesi şarttır dediler. Yoksa, Peygamber olması için şart değildir.
Yani? Yani ne?
Başkaları, onun peygamber olduğunu anlamadan mı peygamberliğini kabul edecekler? Nasıl olacak bu?
Eski yunan felsefecilerine göre, Peygamber olmak için, üç şart lâzımdır: Gaybdan haber vermek. Yâni geçmişte olmuş ve gelecekte olacak şeylerden kendisine sorulanları bildirmek. Hârika işler, yâni aklın, fennin yapamıyacağı şeyleri yapmak. Üçüncüsü, meleği cism ve şekllenmiş olarak görmek ve Allahü teâlânın (Vahy) ettiği sözü melekten işitmek şarttır, dediler.
Birincisi (gaybdan haber vermek) önemsiz dendi ve hariç tutuluyor zaten.. Peki de, diğerlerini diğer faniler nasıl teyid edecekler?
Peygamberin bütün gaybları bilmesi, bizce de, onlarca da lâzım değildir. Bazılarını bilmek ise, yalnız Peygambere mahsûs değildir.
Kısacası, 'ne odur ne de budur' diyoruz; bu da 'gaybdan haber vermek' konusunda titizlenmeğe gerek yok anlamına gliyor. Yani, şart olarak aramayacağız..
Riyâzet çekenlerin, yâni yalnız olarak bir odaya kapanıp, ölmiyecek kadar az yiyip içenlerin ve şu'ûru giden bazı hastaların, uyuyanların, bazı gaybları haber verdiklerini felsefeciler de kabûl etmektedir. Peygamberle bunlar, bu bakımdan birbirlerine benzer. Onların gayb dedikleri, belki (Hârik-ul'âde) olan, yâni âdet olmıyan, sık rastlanmıyan şeyler demektir. Bunlar ise, hakîkî gayb değildir. Bunları bilmek ve bir iki kere haber vermek, âdetin dışına çıkmak olmaz. Peygamber ile başkaları, bununla birbirlerinden ayırd edilirler.
Nasıl yani? Kaç defa doğru haber verdiğinde kişinin peygamber olduğuna hükmedilebilir?
Allahü teâlânın bildirdiği hakîkî gaybları Peygamberlerin bileceklerini, kelâm âlimleri de bildiriyorlar.
Gene aynı 'o buyurdu bu buyurdu' yöntemi... 'Kelâm âlimleri' bunu nereden bilebilirler; neye dayanarak bildiriyorlar? Nerede bunu bildiriyorlar? Kaynak nedir? Cevap yok.
Fakat gaybı bilmek Peygamber için şart değildir, diyorlar.
Bunu anladık; yani 'bilmese de peygamber olabilir'.. Tamam, o zaman, 'gaybdan haber vermek' konusunu tamamen geçebiliriz.
Felsefecilerin gaybı bilmek için ileri sürdükleri, yukarıda yazılı sebepler de doğru değildir. İslâm dîninin esaslarına uymamaktadır. Bundan başka, bu sebeplerle gaybı bilmek, ayrı bir mes'eledir. Âdet dışında şaşılacak şeylerdendir. Bunlarüzerinde ayrıca durmanın faydası yoktur.
Neyin üzerinde 'ayrıca durmanın faydası yoktur'.. az önce önemli olmadığı söylenmemişmiydi zaten?
Âdet dışı (Hârik-ul'âde) şeyler, meselâ cismlere, maddelere, dilediği gibi te'sîr etmek, istediği zaman, rüzgâr, zelzele, yangın hâsıl etmek, dilediği zaman geminin batması, insanın ölmesi, zâlimlerin belâya yakalanması gibi şeyler, insan ruhunun cismlere te'sîr etmesidir.
Bu da bugün artık anlamlı değil.. çünkü, bugün sıradan bir kişinin 'hârik-ul'âde' sanacağı şeyler yapmak mümkün hatta çok da kolay.
Hakîkatte, cismlere te'sîr eden yalnız Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, dilediği zaman, dilediği kimsede bu te'sîri hâsıl eder.
Tamam. Ama, bunun da konuyla alakası yok. Yani, Allahın dilediğini dilediği zaman yapıyor olduğuna kimsenin itirazı yok ki... bu her zaman öyle.
Bunun için, âdet dışı, şaşırtıcı şeyler, yalnız Peygamber içindir, denilemez. Bunu felsefeciler de kabûl etmektedir.
Tamam, hârik-ul'âde şartı da kalktı..
O hâlde, Peygamber, başkalarından, bu sûretle nasıl tefrîk edilebilir?
Eski yunan felsefecileri, Peygamber olmıyanlardan da şaşılacak şeyler hâsıl olabilir, diyorlar ise de, bunların sık sık olmasını ve hârik-ul'âdenin (İcâz) derecesine ulaşacağını kabûl etmiyorlar.
Bu cümleden hiçbir şey anlamadım.. 'sık sık olması' ne anlama gelir? Ne kadar zamanda bir olursa 'sık sık' sayılır?
Peygamberlerden böyle hârik-ul'âde şeyler hâsıl olduğu için, Peygamber ile başkaları birbirlerinden ayrılır, diyorlar.
Yani, 'sık sık hârik-ul'âde şeyler gerçekleştirebilir' demek istiyor galiba.. Ama, ne kadar zamanda bir olursa 'sık sık' sayılacağını söylemiyor.
Felsefecilerin, Peygamberlere melek görünmesi ve Allahın (Vahy) ettiği sözleri onlara bildirmesi şarttır, demeleri, kendi felsefelerine uygun değildir.
Tamam, ama, bu onların (felsefecilerin) sorunu değil midir?
Îman sahiplerini aldatmak için böyle söylüyorlar.
Îman sahiplerini aldatmak için... hmmmm... evet, bak bu ciddi bir cevap örneğidir..
Çünkü onlara göre, melek, madde değildir. Söylemez. Ses vermek için madde olmak lâzımdır demektedirler. Ses, hava dalgalarından hâsıl olmaktadır. Felsefecilerin bu şartları, belki, melekler şekil alır, cism hâline girerek görünür, konuşur demek olabilir de deriz.
Herşeyi demek mümkün.. ama, öyle olduğunu ikna edici şekilde açıklamak mümkün mü? Pek değil sanki.. ya da ben burada göremiyorum.
Sonuç?
'Mucize' ve 'hârik-ul'âde şeyler' gerçekleştirmenin gereksiz olduğuna hüküm veriliyor. Ben, bundan, bir kişinin peygamber oldugu iddiasına, bu iki unsuru destek olarak kullanamayacağını anlıyorum.
Kala kala, sadece, peygamber olduğunu söyleyen kişinin, kendisine 'Vahy'i ileten meleklerin sözlerini duyup duyamayacağı kalıyor.
Yani, meleklerin konuşup konuşamayacağına, ses çıkarıp çıkaramayacağına kalıyor..
Meleklerin ses çıkarabileceğini, dolayısıyla konuşabildiğini kabul ederseniz, meleklerin 'Vahy'i (Allahın kelâmını) nakledilebilir olduğuna hükmedebiliyorsunuz; etmezseniz, melekler konuşamayacağı için 'Vahy'in bir insana (Peygambere) nakli de imkansız olacak...
Peygamberlik ne demekmiş? Ya da, dönüp dolaşıp geldiğimiz nokta nedir? Kabul etmek..
Çünkü, bütün mesele meleklerin ses çıkarabileceğini, dolayısıyla konuşabildiğini kabul etmek üzerinde düğümleniyor... geri kalanı önemli değil.. Meleklerin var olup olamayacakları noktasını çoktan geçmişiz, meleği cism ve şekllenmiş olarak görmeğin nasıl olduğunu da geçmişiz, sıra meleğin atmosferde ses dalgaları yaratmasına gelmiş ve bunu da herhangi bir şekilde açıklamış değiliz. Fakat.. 'Peygamberlik Ne Demektir' bahsi de burada bitiyor. Yani bitti.. Neyi açıkladı? Bence hiç bir şeyi.. Bundan sonraki bahis de 'Mucize' bahsi.. Hani, yukarıda önemsiz olduğunu söylediği şey vardı ya.. evet o.. 'Mucize' bahsi.. Önemlileri açıklamak yerine, önemsizlere sayfalar ayıran bir şey istiyorsanız, kitabın geri kalanını da aynı iç huzuru ile okuyabilirsiniz.. Siz, tabii ki, isterseniz okuyabilirsiniz demek istiyorum, fakat benim sabrım buraya kadar. Okumak çilesinin sonunda bir şeyler öğrenmek varsa eğer okumanın bence bir anlamı olabilir. Bu metnin bu çileye değdiğini düşünmüyorum.
Ve, malesef, çileli içeriksizlik, bu tür yayınlarda karşılaştığım karakteristik bir problem..