Çernobil, Karadeniz ve Derin Sır

Sahi.. Çernobil tam olarak nerededir?

Karadenizin Türkiye'ye bakan, Türkiye'ye bir taş atımı mesafede, Kırım sahilinde midir?

Yoksa.. yoksa, Ukrayna'nın en kuzeyinde, Ukrayna'nın başkenti Kiev'den de yukarıda, Beyaz Rusya (Belarus) sınırında filan mıdır?

Çernobil ile Rize arasında ne kadar mesafe var acaba? [1,400 km]

Çernobil'e Rize mi [1,400 km] yoksa Berlin mi [1,100 km] daha yakındır?

Veya, Çernobil'e Rize [1,400 km] mi, yoksa İstanbul [1,100 km] mu daha yakındır?

Allahallah.. çok ilginç..

Ben Çernobil'i Kırım sahilinde, hatta Sinop'ta filan sanıyordum..

İsmi o kadar aşina ki..

Peki, Çernobil'de tam olarak ne olmuştu? 1986 senesinde (20+ sene önce), açık havada, atmosferde bir infilâk (patlama) mı, ya da reaktörün zincir (nükleer) reaksiyona girmesi mi, yoksa reaktör binasındaki buhar kazanlarının patlaması sonucunda bir radyasyon sızıntısı mı?

Sızıntı.

Peki, nasıl bir sızıntı?

Aşırı derecede yükselen basınca dayanamaz hale gelen buhar kazanları patlar. Bu patlamanın şiddetinden reaktör göbeğinin en az %5 kadarlık bir kısmı alevlerle beraber havaya fırlar.

Peki, peki de, bu sızıntıyı nasıl anlamlandırabiliriz, neyle kıyaslayabiliriz; ya da sızıntı olmasaydı en kötüsü olsaydı ne olurdu?

El cevap: Bir çeşit infilâk, patlama...

Nasıl patlama?

En kötü ihtimal olarak bir nükleer patlama olabilirdi..

Hmm.. Nükleer patlama... Yani atom bombası. Yani hidrojen bombası..

Korkunç bir şey..

İnsanın aklına, ister istemez, ABD'nin Japonya'ya attığı iki bomba geliyor:

  • 6 Ağustos 1945, [15 kiloton] Hirosima, şehrin %90'ı yer ile yekzan oldu.
  • 9 Ağustos 1945, [22 kiloton] Nagazaki, Hirosima'dan daha şanslı sayılır, sadece 3'te biri yerle bir oldu...

Hiroşima ve Nagazaki'yi hatırlayınca da, canlı canlı yanan, kavrulan insanlar; ondan sonra da sakat kalanlar; hayatta kalanların sakat doğan bebekler gözümüzün önüne geliyor..[İkisinin toplamı: 37 kiloton]

Korkunç bir şey.

Allah kimsenin başına vermesin..

Vermesin de, acaba vermemiş mi hiç 1945'ten beri?

Vermiş.

Hem de çoook.

Tamamını şuradan görebilirsiniz. Ama, kısaca özetleyecek olursam:

  • ABD: 1,030 adet infilâk.
  • Sovyetler Birliği: 715 adet infilâk.
  • Fransa: 210 adet infilâk.
  • İngiltere: 45 adet infilâk.
  • Çin: 45 adet infilâk.
  • Hindistan: 6 adet infilâk.
  • Pakistan: 6 adet infilâk.
  • İsrail + Güney Afrika Cumhuriyeti: 3 adet infilâk.

Bu tabloda 'nükleer deneme' ibaresini kullanmadım, çünkü yapılan işin 'deneme' filanla alâkası yoktur; yapılan şey nükleer bomba patlatmadır. İnfilâk da patla(t)ma demektir.

Toplam olarak, yaklaşık 2,000 adet nükleer infilâkten bahsediyoruz ve bu infilâkların yarıya yakını atmosferde yapılmıştır.

Atmosferde yapılan infilâklerin çok az sayıda olanı yüksek irtifada (40-50 km) yapılmıştır, geriye kalanı normal uçuş yüksekliklerinde ya da daha aşağı irtifalarda yapılmıştır.

Sadece Amerikan ve Rus rakkamlarını alırsak, bu da senede 40 infilâk eder.

Amerikan rakkamları elimde yok, ama, Rus rakkamları yukarıdaki sitede vardı ve buradan ortalama bir nükleer infilâkın 1,000 kiloton (bir milyar kilogram) dinamite karşılık geldiği hesaplanabiliyor.

Amerikalıların nükleer infilâkları Nevada çölünde ve Güney Pasifik Okyanusunda yaptığını biliyoruz. Çoğunun yeraltı ya da deniziçi deneyler olduğunu tahmin ediyorum.

Ruslar ise Kazakistan ve Astragan başta olmak üzere bir kaç yerde bu deneyleri yaptılar.

Dünya üzerinde infilâklerin nerelerde yapıldığını gösteren bir harita burada görülebilir.

Bu resimde:

  • Kırmızı = SSCB (açık kırmızı renkle gösterilenler bugükü Rusya'nın dışında kalan bölgelerde yapılan infilâkleri temsil eder)
  • Açık Mavi = ABD
  • Lacivert = Fransa
  • Mor = İngiltere
  • Turuncu = Çin
  • Sarı = Hindistan
  • Kahverengi = Pakistan
  • Yeşil = Bu topraklarda başka bir devletin infilâk deneyleri yaptığını gösterir.
  • Gri + Soru işareti = Faili meçhul (yani, İsrail veya Güney Afrika Cumhuriyeti)

Rusların yaptıklarının diğerlerinden temel farkı, önemli bir kısmının atmosferde (Kazakistan'da yaşayanların tepesinde) gerçekleştirilmiş olmasıydı. Atmosferde yaptıkları testlerin 41 yıl içindeki toplamı 266,000 kiloton civarında idi.

Başka bir deyişle, sadece Ruslar, Kazakistan'da yaşayan insanların tepesinde, Amerikalıların Hiroşima'ya attıkları bombanın aynısından 17,730 adetten fazlasını patlatmışlar.

Şimdi... Bu konuya, atmosferde bomba patlatmak konusuna, azıcık daha eğilelim.

Nükleer patlama sonucunda şu ana unsurlar oluşur:

  • İnfilâk: Toplam enerjinin %40 ilâ %60 civarındaki kısmı.
  • Isısal yayınım: Toplam enerjinin %30 ilâ %50 civarındaki kısmı.
  • İyonlara ayrıştıcı ışınım: Toplam enerjinin 5% civarındaki kısmı.
  • Geri kalan (Serpinti): Toplam enerjinin %5 ilâ %10 civarındaki kısmı.

Tamam. Bu kadarı yeterli. Dersimiz nükleer bombalar değil, ben de uzmanı değilim.

Ama, burada asıl dikkat etmemiz gereken şey şu yukarıda saydığımız dört unsurun hangisinin bizim konumuzla –Çernobil ile– alâkalı olduğudur.

Çernobil'de bir infilâk olmadığını, sadece bir sızıntı olduğunu biliyoruz.

O zaman, yukarıdaki dört unsurdan ilk üçü geçerli değil. Patlama olmamıştır, ışık/ışınma da görülmemistir. Dolayısı ile bir yayınım, ya da ışınım söz konusu olamaz.

Geriye ne kalıyor?

Serpinti diyebileceğimiz etkiler.

Serpinti önemsiz midir, tabii ki değil.

Lanet olası nükleer bombanın ismi dahi tehlikeliyken, nükleer serpinti önemsiz olabilir mi hiç.

Olamaz.

Olamaz, ammaa.. Önemini de perspektife yerleştirmek zorundayız. Gerçek bir patlamanın çok olsa %10 kadarına denk gelir.

Tekrar edelim: Sızıntı, gerçek bir patlamanın en fazla %10 kadarına denk geliyor. Bunu da aklımızın bir köşesinde tutalım.

Şimdi de, tekrar, Çernobil faciasına bakalım.

Çernobil'deki sızıntının bomba cinsinden karşılığı nedir?

Bunu söyleyen yok; bulabildiğim tek –kısmen anlamlı– rakkam şurada var ve orada da "Çernobil sızıntısının 20 kilotonluk bir bombaya kıyasla bir hayli daha fazla etkili olduğu" söyleniyor.

Bir hayli daha fazla... Ne kadar, 2 misli, 3 misli, 10 misli?

Hadi, sizi mi kıracağım, 10 misli daha fazla olsun.

Yani, 200 kilotonluk bir nükleer bombaya eşdeğer olsun –bunu da sırf laf olsun diye ve geçici olarak kabul ediyorum; zira, biraz daha detaylı eğilmemiz gerekiyor.

İlk olarak, Hiroşima'nın tepesinde ABD'lilerin patlattığı 15 kilotonluk bu bombanın 110,000 kişiyi öldürdüğünü, 130,000 kişiyi de sakat bıraktığını bir kenara yazmak gerekiyor. Bunlar o anda olanlar.

Çernobil'de kaç kişi ölmüş, kaç kişi de sakat kalmış filan gibi nahoş rakkamlara da bakmamız gerekiyor şimdi...

İşte burası biraz acayipleşiyor. O gün bugündür, kalemi her eline alan ayrı bir rakkam yazıyor.

Bunların arasında da, ismi en yaygın bilinenlerden birisi olarak, Yeşil Barış Örgütü (Green Peace) geliyor.

Yeşil Barış Örgütüne soracak olursak, ölenler hakkında kendilerinin pek bir bilgisi yok ama, Uluslarası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) tarafından yayınlanan rakkamları –bu sızıntıya maruz kalan herkesi kapsayan bir çalışma olmadığını da söyleyerekaz buluyor ve UAEK'i nükleer enerjiyi gelecekte kullanılacak enerji kaynaklarının arasında saydırmak için bunu yaptığını ekleyerek itham da ediyor.

[Tabiii.. böyle bir itham olağanüstü kapsayıcı bir şey –çok geniş bir battaniye yani– altına neler neler sığdırılmaz ki.

Yeşil Barış Örgütünün çiğnediği sakızın anlamlı olmadığını söyleyen herhangi bir kişi, dolayısıyla bu yazı da, istendiği anda nükleer enerji yandaşı sayılır.

Allah saklasın.

Böylesine, durduk yerde, insanlık düşmanı ilan edilmek de var işin ucunda.

Öyle bir şeyden kendimi tenzih ederim.]

Neyse ki, ve çok şükür ki, Birleşmiş Milletler'in bir diğer kolu olan Dünya Sağlık Teşkilatının rakkamlarını daha kabul edilebilir buluyor gibi görünüyor Yeşil Barış Örgütü.

Yani, doğrudan doğruya Çernobil'deki sızıntıya dayalı sebeplerle ölenlerin sayısı 8,000 civarında olması gerekiyormuş.

Tamam, bunu kabul edelim. Ölenlerin sayısı 8,000 kişi...

Bunu Hirosima ile kıyaslayacak olursak, aşağı yukarı sağlama da tutuyor:

Hirosima'da atılan 15 kilitonluk bomba ile 110,000 kişi ölmüştü. O doğrudan doğruya atmosferdeki bir infilâk idi; Çernobil ise bir sızıntı.

Dolayısı ile serpinti kısmını benzetebiliriz. 8,000 kişi %7.2'ye karşılık geliyor –daha önce verilen %5 ilâ %10 rakkamları arasında yani.

Şimdi gelelim Yeşil Barış Örgütünün diğer iddialarına:

Aradan gecen 15 küsur sene icinde 1 milyon kişi kanser olmuş, bunların da 100,000'i ölümcül derecede kanserli imiş...

Bu rakkamları nereden aldıklarını belirtmiyorlar. Söyledikleri şey, esasen, radyasyona maruz kalmış yüz milyonlarca kişi olduğu..

Nereden gelmiş bunca radyasyon? Pek de belli değil.

Hani, Çernobil infilâk etmiş olsa, bayağı yüksek bir radyasyondan bahsedebileceğiz belki, ama, etmemiş.

Daha da ötesi, 1986 yılında Çernobil'de hiç gerçekleşmemiş olan bir infilâk yerine, taa 1996 yılına kadar (41 yıl boyunca) devam eden bir sürü atmosferik nükleer infilâk var.

Bunların kiloton karşılıkları da öyle Çernobil'deki gibi 15-20 filan değil; her biri 50 kat, 100 kat, 200 kat daha büyük..

Eğer bütün iddia serpintinin rüzgarla, deniz suyu ile bir yerlerden bir yerlere taşınması ise, Kazakistan'da 40 senedir yapılan atmosferik infilâkler yüzünden bırakın insanların yaşamasını, ot bile bitmez olmalı değil miydi?

Ya da, ABD'de, Nevada Çölünde yapılan infilâklerin serpinti haritasına bakmak da mı akla gelmez?

Bu haritaya göre, ABD ahalisinin en az yarısının kafadan bacaklı olması gerekmiyor mu?

Şimdi de dönelim meselenin Türkiye ayağına...

Tekrar hatırlayalım: Çernobil'e Türkiye'nin en yakın yeri Rize değildir. En yakın yer, Türkiye ile Bulgaristan'ın Karadenize bakan sınır ucudur (yani, Kirklare'deki Aziziye [Dereköy] Sınır Kapısı civarı).

Çernobil'deki sızıntının rüzgar ile taşındığı bölgeler Ukrayna, Beyaz Rusya (Belarus), Rusya ve bir miktar da İskandinavya ile Avrupa'dır.

Fakat, madem biz Doğu karadenizin başına gelen herşeyi Çernobil'e bağlıyoruz, belki şu haritaya bir bakmak isteyebilirsiniz.

Orada, Rize (Doğu Karadeniz) sahillerini de içine alan, Çernobil merkezli bir daire göreceksiniz.

Bu daireye dikkatli bakmakta yarar var bence:

Doğu Karadeniz bölgemize gelinceye kadar, Çernobil'in etkisiyle yanıp kavrulmuş olması gereken başka çook daha yer yok mu?

Çizdiğimiz daire bu ülkelerin tamamını kapsıyor:

  • Ukrayna [Nüfus: 46,577,316],
  • Belarus (Beyaz Rusya) [Nüfus: 9,752,051],
  • Romanya [Nüfus: 22,304,072],
  • Moldova [Nüfus: 4,326,970],
  • Çek Cumhuriyeti [Nüfus: 10,217,217],
  • Macaristan [Nüfus: 9,972,141],
  • Slovakya [Nüfus: 5,443,612],
  • Slovenya [Nüfus: 2,008,665],
  • Polonya [Nüfus: 38,558,000],
  • Litvanya [Nüfus: 3,588,647],
  • Estonya [Nüfus: 1,328,356],
  • Latviya [Nüfus: 2,276,705],
  • Sırbistan [Nüfus: 10,141,763],
  • Karadağ Cumhuriyeti [Nüfus: 701,695],
  • Bosna-Hersek Cumhuriyeti [Nüfus: 4,435,144],
  • Hırvatistan [Nüfus: 4,490,779],
  • Bulgaristan [Nüfus: 7,415,398]

Az değil; 17 devlet. Toplam 183,538,531 kişilik bir nüfus. [Not: Bunlar gerçek zamanlı nüfus bilgileridir. Dolayısıyla, küçük farklılıklar olacaktır.]

Bu ulkelerin de bir parçasını kapsıyor:

  • Finlandiya,
  • İsvec,
  • Almanya (neredeyse yarısı),
  • Avusturya (yarıdan çogu),
  • İtalya,
  • Rusya,
  • Yunanıstan,
  • Arnavutluk,
  • Turkiye

Bu listede de 9 devlet var.

Sonuç olarak, toplam 26 devlet bizim çizdiğimiz dairenin (kısmen ya da tamamen) etkisinde.

Dairenin altında kalan 17 devletin tamamının nüfüsu ise 183 milyondan fazla..

Hayretlik iş..

Oralarda pek bir şey olduğu yok da, nasıl omuşsa, ne kadar melâneti varsa bize kusmuş bu Çernobil..

Şimdi..

Şayet Çernobil'le Rize arasında özel bir hava koridoru yoksa, Çernobil'in bütün melânetini getirip Rize'ye (ya da Doğu Karadeniz bölgemize) dökmesinin anlamlı bir sebebi olmasa gerek...

Daha da öteye giderek, eğer Rize'de yetişen çay, ya da Trabzon, Giresun gibi yerlerde yetişen fındık filan, özel bir cins değiller ise, yani 1,500 km öteden radyasyon cezbetmiyorlarsa, bunların Çernobil'den ölümcül derecede etkilenmiş olduklarını düşünmek aşırı yaratıcı bir hayal gücü ister.

Peki, bizde aşırı yaratıcı hayal gücü var mı?

Evet, hem de bol miktarda.

Mantık az, ama, hayal gücümüz.. mesnetsiz, dayanaksız hayal gücümüz pek de rakip tanımaz.

Bu bağlamda, çocukluğunuzu tekrar yaşamak, ve kandırılabilirliğinizi yenilemek istiyorsanız, mesela Sabah Gazetesindeki bu yazıya bakabilirsiniz.

Yazidan alıntı:

26 Nisan 1986'da Çernobil'de meydana gelen, Hiroşima'nın 100 katına denk patlamanın sadece SSCB sınırları içinde kalmayacağı açıktı. Bulutlar yoluyla Kanada'dan Japonya'ya kadar taşınan radyasyonun Türkiye'yi etkilememesi söz konusu bile değildi!

Buna karşın dönemin üst düzey yetkililerinin "Türkiye'de radyasyon yok" sözleri kulaklarımızda çınlarken, bölgede yetişen ürünlerde insan sağlığına zararlı hiçbir kirlenmenin olmadığını kanıtlamak için ince belli bardaklardan içtikleri çaylar da hafızalarımızdaki yerini aldı.

Okuyunca ne diyeceğimi şaşırıyorum...

İlk aklıma gelen, "Atma, Sabah, atma din kardeşiyiz" demek oluyor; vaz geçiyorum... Din kardeşliğimizden emin değilim çünkü..

Hiroşima'nın 100 katına denkmiş.. yani, 1,500 kiloton filan..

Bu nereden çıktı?

Belli değil.

Patlamanın yol açtığı can kaybına bakarak sallamışlar desek değil; yol açtığı maddi hasardan yol çıkarak uydurmuşlar desek değil..

Geriye ne kalıyor?

Sabah alenen işkembeden sallamış...

Acaba, "Yuh!" desem nezaketsizlik mi etmiş olurum?

[Meraklısı için not:

Maddi hasar ile ilgili olarak, Çernobil'in 'Google Earth'taki uydudan görünüşü budur.

Son 2-3 sene içinde çekilmiş olması lazım.

Enkaz filan kaldırılmış, fakat dikkat edilmesi gereken ilave bir şey var: Bölgenin etrafındaki yeşillikler..

Facia teorisine göre, orada ot bile bitmemesi gerekmiyor muydu?]

Peki, bulutlar yoluyla Kanada'dan Japonya'ya kadar taşınan radyasyon hikayesi?

O da hikaye.. yani selektif korku salma tekniği.. sansasyonculuk..

Eğer o kadar önemsiyorsanız, Nisan 1986'da Çernobil'de olandan kat be kat daha fazlasını –öyle 15 kiloton filan değil, her biri 3,000 kilotona varan (yani, 200 kat) büyüklüklerde olanları hem ABD hem de SSCB– atmosferde yıllarca patlattılar.

O zaman bulut mu yoktu taşıyacak?

Denizde yapılan infilâklerde sular mı durulmuştu da hiç bir yere gitmedi onca radyasyon?..

Laf değil.. Sadece bu iki süper güç, 40-45 sene içinde 500,000 kilotondan daha fazlasını sadece atmosferde infilâk ettirdi..

Denizdekileri saymıyoruz. Yer altındakileri de saymıyoruz. Sadece atmosferde her yıl 10,000 kilotondan fazlası..

Her sene.

Sızıntı değil, infilâk.

Hiroşima'nın 650-700 katı.

Atmosferde, açık havada; tam tepemizde!.

Ve.. her sene!

İyi, tamam da, niçin kimse bunları doğru dürüst açıklamaz, anlatmaz?

Bu sorunun cevabı ile SSCB'nin yaşadıkları arasında benzerlikler olduğunu düşünüyorum.

Yok, yok, SSCB'nin çökmesinden bahsetmiyorum; hem SSCB'nin hem de Türkiye'nin hantal ve şapşal bürokrasilerinden bahsediyorum.

Yani, vaktinde meseleyi anlayan, ve vaktinde de halkını bilgilendiren bir bürokrasinin olmayışından bahsediyorum.

Meseleyi anlamadıkları için, gizlilik perdesine bürüdüler –öyle ya, arkasında büyük komplolar olabilirdi.

Gizlilik perdesi tutmadı tabii, bu da halktan kendilerine itimatsızlık, güvensizlik ve adam yerine konmazlık olarak geri döndü.

Daha da beteri, üreticinin elinden her defasında çay ya da fındığı yok pahasına almak isteyen yabancı alıcıların yerli kompradorlarının kucağına oturdular.

Bizde, çayda ve fındıkta radyasyon var şaibesiyle fiyatlar düştü, fakat nedense ihraç edilen fındık tonajında anlamlı bir eksilme yoktu tabii ki..

Yani, mesela, en büyük fındık alıcımız olan Almanya bu konuyu pek de ciddiye almamıştı.. fındığın fiyatının düşmesi de işlerine gelmişti tabii..

Neyse...

Hadi onu geçelim; Karadenizdeki bunca kanser vakasını nasıl açıklıyoruz?

Bu soru iyi bir sorudur da, ondan önce başka bir soru sormak bence daha isabetli olur:

Karadenizde görülen kanser vakalarının sebebi illa Çernobil mi olmak zorundadır?

Başka bir sebebi olsa gururumuz mu incinir?

Sonra da, bunca kanser vakası ne kadardır?

Yani, ne kadar artmıştır, ve ne kadarı radyasyon bağlantılıdır?

Bunca sene sonra, ancak bunca sene sonra akıllarına gelmiş olacak ki, Sağlık Bakanlığı nihayet bu konuda bir çalışma yaptı ve dediklerine göre, Çernobil'le belirlenebilen bir ilişki yok.

Bunun ardından da, 'malum şahsiyet'ler rolünde, Tabipler Birliği başkanı filan da açıklamalar buyurdular:

Çalışmayı eksik ve yetersiz bulmuşlar.

O kadar.

Kendilerinin söyleyeceği başka bir şey yoktu galiba ki, eksik bulduklarını beyanla yetindiler.

İstanbul Tabipler Odasının ve Türk Tabipler Birliğinin sitesine baktım, ama, atama ve nakil meseleleri, ve Sağlık Bakanı ile olan mutad meseleleri haricinde pek bir şey bulamadım.

Dergileri de Internet'te yayınlanmıyor –sitede arayıp işe yarar bir şey bulmak mümkun olmadı.

Anlamıyorum.

Tabipler Birliği, Karadenizdeki hastanelerin doktorlarının da üye olduğu bir kurum değil midir?

O doktorların bu konuda bir araya gelip çalışma yapması mümkün değil mi; hiç mi sempozyumlarda filan bu konular konuşulmaz?

Bir adım daha ileri gidip şunu sorayım:

Nükleer radyasyondan kaynaklanan kanserleri diğerlerinden ayırdetmek hiç mümkün değil midir?

Hastanın yediği içtiği şeyleri analiz ederek de mi buna bir ışık tutulamaz?

Bence pekala yardımcı olur...

Bunu tabipler yapmayacak da, mesela, Jandarma mı yapacak?

Meslek Odaları ve onların kıymetli başkanları "Olmamış bu!" deyicibaşı mıdırlar?

Kısacası, Sağlık Bakanlığının çalışmasını beğenmemek mümkündür, ama, yerine ne diyorlar; ellerinde hangi çalışma var?

Yoksa karınlarından mı konuşuyorlar?

Neyse. Çok uzun bir yazı oldu zaten; hemen sır meselesine geleyim:

Karadenizde hiç bir il ya da ilçede çöp ve atık maddeler için anlamlı bir tesis var mıdır; yoksa, ne var ne yok açık araziye, akarsulara ve nihayet de denize mi atılmaktadır?

En az kirlilik olduğunu düsündüğümüz köylerde, hani içinden kenarından mutlaka bir çay (dere) geçen köylerde, oralarda yaşayan ahali her türlü atığını (piller, kimyasallar, deterjan vb gibi evsel atıklar) bu çaylara döküyor mu dökmüyor mu?

Döküyorsa, bir ev aşağıdaki komşusu da –organik atıklar devrinden kalma alışkanlıklarla– bunu 'akarsudur, bir şey olmaz' diyerek kullanıyor mu kullanmıyor mu, yani içiyor mu, içmiyor mu?

Açık araziye dökülmüş atık maddelerin etrafında ziraat veya hayvancılık yapılıyor mu, yapılmıyor mu? Ahali bunların etini sütünu yiyor mu yemiyor mu?

Açık araziye dökülmüş atık maddeler sonunda yeraltı sularına karışıyor mu, karışmıyor mu? Ahali bu suları içiyor mu, içmiyor mu?

Yemiyor, içmiyorsa, benim bildiğim bir sır-mır yok.

Yok, eğer yiyor içiyorsa, bütün zehri radyasyona bağlamak biraz fazla 'Karadenizlilik' olmuyor mu?

Ya da, hep beraber, aydınlarımız, tabiplerimiz, âkillerimiz.. cümbür cemaât, ahır karanlık.. dışarıda arıyor olmuyor muyuz?..

Bence ahırda olmamız gerekirken dışarıdayız... ve çok da faydalı (!) oluyoruz.

Hayrımızı görelim.