Kime, ne kadar yaranmak mümkün?
Daha önceki bir yazıda, Kürt ya da Alevi olmadığımı söylemiştim; bunu biraz daha detaylandırayım: Türküm, ve Sünniyim. Amma, Türklerin ne Kayı ne de 'beyaz' boyundanım.. Osmanlı'dan önce bölgeye gelmiş olan Çepni Türkmenlerinden olduğumuzu sanıyorum. Gerçi, bu konuda tek rivayet bu değil; eskimiz, şimdiki Gürcistan'ın olan Ahıska, Ahılkelek, Aspinza, Adıgen ve Bogdanovka vilayetlerinin olduğu bölgeden de göçmüş olabilir. Eldeki kısıtlı kayıt, ve sözel aktarılagelen bilgiler kesin karar vermeğe yetmiyor, yani. Sünniliğe gelince... Evet, Sünni bir sülalem var; sülalede Sünni olmayan yok, yok da, Hasan, Hüseyin ve Ali gibi isimlerin bolca bulunduğu bir sülaledir. Bu da, onomastik açıdan bakıldığında hayli kafa karıştırıcı oluyor...
Neyse; Anadolu'da, doğduğum kasabanın artık resmi olan isminin kökenleri Frigceye kadar gider; Hititçe, Troyanca ve Arnavutça gibi dillerde de bakır madeni anlamına gelen kelimeden eklerle türetilmiş bir isimdir. 'Bakır madeninin yanı' anlamına gelir. Bu resmi adın yanısıra, Osmanlı döneminde, son iki üç asırdır pek rastlanmamakla beraber, o devirlerde hayli yaygın olan üzüm bağları ve dolayısıyla şarap üretimine atfen, Farsça 'şaraphane' amlamına gelen bir ismi de olmuş. Nedense, laik Cumhuriyet, Şaraphane ismi yerine BakırMadenininBitişiği ismini tercih etmiş... Bir bildiği vardır –herhalde ve inşallah..
Bizim oralarda, devlete karşı ilk ayaklanmalar zannedersem 100 küsur yıl öncelerine rastlar. Ekonomik sebeplere dayanır; vergi vermemek üzerine inşa edilmiş, yerel derebeylerinin kendi küçük hegemonyalarını kurma denemeleri de diyebiliriz. Bunların kimisi kanlı bastırılmış, kimisi de isyan için yola çıkanların kendi aralarında ayrılığa düşmesi sonucu başarısız olmuş. Cumhuriyet'in kurulmasındna sonra bir-iki deneme daha olmuşsa da, sonuç yine başarısız olmuş; daha sonraları pek bir hareket görülmemiştir. Görülmesine görülmemiştir, ama, Cumhuriyet'in kuruluş yapısına en yoğun muhalefetin geldiği bölgelerden birisi olarak, en hafif tabiriyle, ancak seviyeli bir beraberlik mümkün veya sürdürebilir olmuştur.
Ben köyde doğdum. Çocukluğumun da bir kısmı orada geçti. Bırakın kasabaların birbirinden farkını, aynı tepenin iki yamacındaki ahali bile, aynı dili, Türkçeyi, birbirinden (lehçeye varacak kadar) farklı konuşurdu. Yine, aynı şekilde, aynı tepenin iki yamacındaki ahalinin giyim kuşamları da ayırdedilecek kadar farklıydı. Başka bir şekilde söyleyecek olursak, dışardan bakanlar için, hepimiz birdik, ama, kendi içimizde öteki yamaçtakiler bile bizden değildiler. Bu sadece bizim için böyle değildi; herkes öyleydi... İki köy öteden kız alıp kız vermeler parmakla gösterilecek kadar az, ve hakkında uzun zaman konuşulan şeylerdi..
Ben bu dönemin sonlarına yetiştim. Daha sonraları, televizyonun girdiği heryer gibi bizim memlekette de herkes o güzelim has ve duru dublaj Türkçesiyle konuşur oldu...
Bunları niçin yazdım? Kesinlikle, geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer ya da başka konu kalmadı o yüzden eski defterleri karıştırdım kapsamında değil. Dil değilse bile, kaybettiğimiz şivemiz, değiştirilen yer isimleri, zorla ya da çaktırtmadan değişikliğe uğratılan gelenek ve göreneklerimiz konusu benim de hayli kafamı meşgul etti; bu yüzdendir ki, bunları bizden daha yoğun olarak yaşayan, yaşamış olan cemiyet, cemaat ya da kavimleri ilgiyle takip etmeğe çalışırım. Bunun arkaplanını anlatmak için yazdım.
Eğer hasb-el kader mühendis olmasaydım, ve bugünkü aklım olsaydı, sosyolog olmak isterdim. Ve, sosyolog olup Anadolu'da çalışmak... Olmadı, ve galiba şimden gayri de Anadolu'da sosyolog olmanın fazla bir anlamı da yok; yani, geç kaldım...
Dolayısıyla, artık, Anadolu'daki sayısız rengin sadece amatör bir gözlemcisi olmağa çalışıyorum. Topyekün Kürt dediklerimizin arasında kendilerini bizim onları farzettiğimiz gibi homojen bir kitlenin bir parçası saymayanlar, sayanlar.. Alevi diyerek aynılaştırdığımızı sandığımız, ama, kendi içlerinde çok farkı tonlara sahip olanlar.. Sünni ya da Şafii saydığımız, ama daha fazlasını bilmediğimiz insanlar..
Bir de, tabii, ne olduğuna bir türlü karar veremediğimiz, hizmetkarımız mı, yoksa patronumuz mu, sahibimiz mi olduğu çok da belli olmayan Devlet..
Bunları düsünürken, aşağı yukarı aynı konuda yazılmış iki ayrı yazıya rastladım. İkisi de bir insandan, artık aramızda olmayan bir öğretmenden, Sıdıka Avar'dan, yola çıkarak değişik çıkarımlarda bulunuyor.
Önce birine bakalım:
Bir Zamanlar Sıdıka Avar Efsanesi
Ayla Ağabegüm; Eğitim Bilim Dergisi
Ben Elazığlıyım, lise yıllarım Avar Efsanesi'ni dinleyerek geçti. Avar 19401'lı yıllarda Elazığ Kız Enstitüsü'nde müdürlük yapar. Kendi yöntemini kendi geliştirir, yokları var etmenin heyecanını yaşar, insan sevgisi, vatan topraklarının kutsal olduğu inancı onu başarıdan başarıya koşturur.
Müsteşar Rüştü Uzel, öğretmenini dikkatle dinler, resimlere bakar ve "Doğu köylerine teknik öğretim adına ilk giden müdürsün. Resimler çekmeni ve hatıralarını yazmanı, belgeler toplamam isterim. Bunun için gerekli masraf verilecektir" der. Rüşdü Uzel'in sözleri, Avar'ı daha da heyecanlandırır. Belgeleri, resimleri, yazışmaları arşivler ve günü gününe hatıralarını yazar. 1979 yılında hatıralarını tamamlamıştır, basıldığını göremeden vefat eder.
Bakanlıkta İşler yavaş ilerlediği için, dosya bir kenarda kalmıştır. Ölümünden sonra kızı, özel bir yayınevinde, Dağ Çiçeklerim ismiyle hatıraları bastırır.
"Kilometrelerce uzakta olan yalnız kalmış bölgelere el vermek, gönül vermek, yol açmak için gidiyorum, çetin bir kavgaya baş koyuyorum. Bu gazayı başarmak için insanları gönül dolusu sevmeli, benliğimi onlara adamalıyım" der. Soğuk bir şubat gecesi karanlıkta Elazığ istasyonundadır.
Onu karşılayan da yoktur. Korkarak faytona biner, Elazığ'ın bütün sokaklarını dolaşırlar. Okula vardıklarında arabacı yedi buçuk lira ister. Avar, sonra bu yolun yirmi beş kuruşa gidildiğini öğrenecek ve her yeni gelen arkadaşı karşılamayı bir vazife bilecektir.
Sabah kalktığında pansiyondaki çocuklar yırtık pırtık elbiselerle koridorları silmekte, tuvaletleri temizlemektedir. Başlarındaki hademe onlara emirler yağdırır. 'Günaydın çocuklar' der, çocuklar şaşırır, Türkçeyi zorlukla konuşmaktadırlar. Hademe "Onlar üşümez, şeher çocuğu de'l ki, hepsi dağ ayısı" der. Avar nasıl bir mücadelenin içinde olacağını anlamıştır.
Yatılı kısımda Türkçe derslerine girer. Haftada 13 saat Türkçe programı vardır. "Atatürk, bu dağ köylerinde bütün yoksunlukların Türkçe bilmemekten ileri geldiğini söylemiş, bunu isyan sebeplerinden biri olarak görmüştü. Onun için Türkçenin bu köylere 'ana' ile sokulmasını arzu etmişti." 4. Umum Müfettiş Korgeneral Alpdoğan Paşa, kültürlü, derin görüşlü bir kişi olarak enstitünün açılmasını, yatılı bölümünün kurulmasını istemişti. Ambarlarda saklanan Darüleytam eşyasını enstitümüze devretmişti."
Avar, yatılı öğrencilerin elbiselerini yenilemekle ve bitlerini ayıklamakla işe başlar. Başında örtüsüyle, ayağında şalvarıyla yaz tatilinde de dağ köylerine gider, Türkçe bilmeyen analardan, babalardan, ağalardan çocuklarını yatılı okula vermelerini ister. At sırtında, yabanaların giremediği köylere gitmesi cesaret işidir.
Çocuklar, okulda, nakış, dikiş, Türkçe, güzel konuşma, davranış öğrenecek, sonra aynı yörelere kura öğretmeni olarak döneceklerdi. Önce razı olmayan aileler daha sonraki yıllarda 'Avar, ne olur benim kızımı da götür' diye yalvarmaya başlamışlardı. Paşa'nın eşi ise akşam sanat okulunun açılmasında yardımcı olur.
Sıdıka Avar, Merhum Vali Yazıcıoğlu gibi kurallarla başı daima derde giren bir insandır. Kıskanmalar, şikâyetler devam eder. O, bunlara aldırmadan mücadelenin içindedir. Bütün dünyası çocuklarla beraber olmaktır. Bütün yasaklar kalkmış, artık isteyen öğrencinin müdire hanımla görüşmesi serbesttir.
"Dağ çiçeklerim" isimli hatıra kitabı, acıların, sevinçlerin, duyguların dile geldiği bir eserdir. Anadolu insanına yaban diye bakılan bir devirde Avar, Anadolu'nun destanını yazmıştır.
1954 yılında Elazığ'dan ayrılmak zorunda kalır. Bir yerel gazetede ayrılık mesajı yayınlanır. Bürokrasiyle savaşın yenilgisini yaşamıştır. "Sayın hemşehrilerim, gurbetimde yuvamı buldum, yalnızlığımda, dostluk şefkatinizle ısındım. Sizlere veda kudretini kendimde bulamadan gittiğim için affınıza sığınırım. Enstitümüzü yine sizlere emanet ediyorum."
"Ey saadetlerinize sevinç, dertlerinize gözyaşı kattığım vefalı kızlarım, biçare bacılarım. Uğrunuza serdiğim yirmi senenin kahırları, dertleri, cefaları ananızın ak sütü gibi helal olsun." Bürokrasinin keskin kılıcı kazanmıştır. Sıradışı bir müdür, sıradışı bir öğretmen olan, kendi kurallarını koyarak Elazığlıların gönlünde taht kuran Avar, halka rağmen tayin olur. Şimdi aradan yıllar geçti ama Avar efsanesi hâlâ söyleniyor. "Dağ Çiçekleri" kitabı piyasada yok. Tekrar basılması için Milli Eğitim'den veya özel bir finans kaynağından yardım bekliyor.
Bu pasajlarda, ömrünün önemli bir kısmını –hepsini?– başkalarının mahrumiyet bölgesi dediği yerlerde tüketen, fedakarane bir gayretle öğrencilerine faydalı olmak isteyen bir öğretmenin hikayesini okuyoruz. Aynı hikayenin ansiklopedik detaylar içeren ve, dolayısıyla, biraz daha yavan bir şeklini Wikipedia'da bulabiliriz.
Şimdi gelelim ikinci yazıya:
Asimilasyon politikası –misyoner Sıdıka Avar
Kaynak: Belge ve taniklariyle Dersim Direnisleri; M. Kalman; s.442-51
T.C., Dersim direnişi sırasında Kürdistan'ın birçok yerinde terörünü hızlandırmışti. Birçok bölgede katliamlar yapmıştı. Bu arada önceki yıllarda denetimi altındaki bölgelerde Türkleştirmeye hız vermişti. Yaygın bir şekilde okullar açarak kendi kültürünü yerleştirmeye çalışır.
Her öğretmen bir yerde misyonerdi. O yılların tipik ruh halini yansıtması ve uygulamada en iyi Türk misyoneri görevini yerine getiren bir kadın misyonerin yaptıkları bizlere çok şeyleri açıklıyor. Kürdistan'da o yıllarda en etkin asimilasyoncu Sıdıka Avar'dı. Dersimli genç kızların Türkleştirilmesinde çok önemli rol oynamıştır. Sıdıka Avar bir öğretmen, fakat aynı zamanda Avrupa ve Amerika sömürgecilerinde görüldüğü gibi O'da Türklerin misyoneriydi. Okulunu bitirdikten sonra Bolu'ya atanır. Daha sonra Elazığ Kız Meslek Okulu'na tayin edilir.
Sıdıka Avar, diğer öğretmenler gibi değildir. Deyim yerindeyse her işe burnunu sokar, müdür, öğretmen ve hademelerden tepki alırsa da öğrencilerden sevgi görür.
Sıdıka Avar, Elazığ'a geliş nedenini kendisi şöyle açıklıyor:
"Ama buraya niçin geldiğimi ben biliyordum. Genel Müdür Nurettin Böyman;
— Şimdi Türk misyoneri olarak yatılıları özümseyeceksin, Atatürk'ün isteği bu.. Bunu herhangi bir kimseye hissettirmek halkı gücendirir. Ona göre tedbirli olun, demişti. Zaten Gazi Egitim'de bu iş için okumamış mıydım?"
(Sıdıka Avar, Dağ Çiçeklerim s.45 Öğretmen Yayınları Istanbül-1986)
"Atatürk, bu dağ köylerinde bütün yoksunlukların Türkçe bilmemekten ileri geldiğini söylemiş, bunu isyan sebeplerinden biri olarak görmüştü. Onun için Türkçenin bu köylere 'ana' ile sokulmasını arzu etmişti. Bu en köklü öğretimdi. Tarihte örneği vardı. Rumeli vilayetlerinden ilk kız sultanisinin açıldığı bir ilden pek çok siyaset adamı yetişmişti. Buraya da Türkçeyi ana ile sokmalıyız" diyorlardı.
Türkiye Kürdistanı'nın eski süper valisi Hayri Kozakçıoğlu'da Hürriyet ve Milliyet Gazetelerinde çıkan 17 Haziran 1990 tarihli demecinde özetle "her şeyin anneye bağlı olduğunu, annelerin Türklüğe kazandırılmaları sonucu çocukların da değişeceğini" yani Kürtçeyi ve Kürtlüğü unutacaklarını söyler. Türk Devleti'nin 'ana'ya verdiği önem bu anlamıyla anlaşılır. Sömürgeciler hala aynı politikaya, geçirliliğini koruduğu için başvurmaktadırlar.
Sıdıka Avar, cesaretli, maceracı, ne yaptığını bilen bir kişidir. Genel olarak siyasi tartışmaların dışında kalıp devlet politikasını "memur aşkıyla", "vatan, millet, sakarya" adına yapmaya çalışır.
Henüz Elazığ'da müdüre olmadığı dönemde öğrencilerine kendisini sevdirmek için çabalar harcar.
Ayaklanma döneminin çocukları sevgiye, ilgiye muhtaçtır. Bunu iyi bildiğinden onların "ana"sı olmak ister. Başarır da. Ama hain bir "ana"dır. Amacı çocukları Türklüğe kazandırmaktır. Kötü bir görev. Arap veya Farslar Türkleri aynı şekilde eritmeye çalışsalardı acaba ne diyecekti?
Dersim katliamlarında çok önemli rol oynayan General Abdullah Alpdoğan, Enstitünün açılmasında bakanlığı zorlayan, açılınca da kurumu canı gönülden destekleyendi. General, Elazığ, Dersim, Bingöl bölgesinin sorumlusuydu. Çok geniş yetkilere sahipti, Bir tür Millet Meclisi'nin bakanlara verdiği yetkiler kendisine tanınmıştı. Bölgede idam etme ve idamlıkları affetme yetkisi elindeydi.
4. Umum Müfettiş Alpdoğan, ayda birkaç kez enstitüye uğrayarak gelişmeleri izler. (age. s.31-32) Öğrenciler, General Alpdoğan derslere girdiğinde asker selamıyla karşılar.
Sıdıka Avar, okuldaki bazı kötü uygulamaların kızları okuldan uzaklaştıracağını, aynı zamanda çevreyi kötü bir propoganda ile etkileyeceğinden hareketle öğrencilere karşı yapılan haksızlığa karşı çıkar. Ama gerçekte en büyük kötülük öğrencilerin kendi gerçekliklerinden uzaklaştırılmalarıdır.
Sıdıka Avar, öğrencilerin hademelerin işlerine yardım ettirilmelerini istemez. Tüm öğretmenler durumdan hoşnutken yalnızca Sıdıka Avar karşı çıkar. O, sorunun bilincindedir ve bölgede neden bulunduğunu da bilmektedir. Bu açıdan farklı davranmak zorundadır. Birkaç öğretmenin tepkisini de alsa, çocukların ve onların ailelerinin sempatisini kazanır.
Öğretmenlerin olur olmaz öğrencilere ceza vermesine de karşı çıkar. Amacı bellidir.
"Düşünüyordum, bu düşmanca cezalar arasında, bu küçümseme havasında Türklüğe nasıl ısınacaklardı bu yavrucaklar? Çünkü Enstitü sınıflarına verilen cezaları da görüyorlardı. Tabii ki karşılaştıracaklardı."
Tüm korkusu çevrede olumsuz bir etki yaratmayıp çekim merkezi olmaktır.
Okula bazen zorla da öğrenci getirilir. Sıdıka Avar, bu tür uygulamanın karşısındadır. O, düğün gecesi jandarmalar tarafından okula 20 yaşlarında bir kızın dahi getirildiğini sitemkar bir tarzda yazar.
Dersim'den okula zaman zaman kızlar zorla getirildiğinde onların içler acısı durumunu şöyle anlatır:
"Ağustos sonu, Müdür hanım yıllık iznini bekliyordu. Eylül başında Müfettişlikten telefon ettiler. Kurşuna dizilenlerin, yasak bölge dağlarına kaçan çocuklarından sekizi yakalanmış, yaşları küçük olanlar Çocuk Esirgeme Kurumuna verilmiş, ikisinin yaşlan büyükmüş, şimdi bize gönderiliyorlarmış. Bakımları okulca idare edilecekmiş. Anbar açılana kadar iaşeleri için Müfettişlik 10 lira gönderiyormuş. Bu kızlar 'şerefsiz asiler'in çocukları olduğu için okutulmayacaklar, okul işlerinde kullanılacaklarmış.
İki kız geldi.
Biri iri yarı, ismi Geyik, ne hain bakışlı... Saçları karmakarışık. 7 ay dağda, tarağı nerde bulacaklar ki. Sırtında etekleri dizlerine, kollan pazularına kadar parçalanmış, deseni belirsiz bir basma elbisenin sırtı çürüyüp parçalanmış, sağ küreğe yapışık, göğüs kısmının yırtmaçları göbeklerine kadar yırtılmış. Bellerinde birer urgan bağlı.
Küçük de aynı. Yalnız elbisenin sırtı sağlam. Yüzlerindeki deri insan derisine benziyor, diğer yerlerindeki deriler sanki kahverengileşmiş birer ağaç kabuğu. Tırnaklar kırık, ağız kenarları yara. Küçük o kadar zayıf ki, iskeletine yapışık kabuk gibi bir deri. Yüzü ihtiyarlar gibi buruşuk 14 yaşında var mıydı acaba?"
Sıdıka Avar, Dersim'den zorla getirilen kızların evlere hizmetçi olarak da yollandığını, hatta kendi müdürünün dahi bir kızı hizmetçi olarak yanına almak istediğini yazar. (age. s.90)
Sıdıka Avar, ayrıca doğrudan köylere gidip eskiden asker toplanır gibi kız çocuklarını toplayıp Elazığ'a getirmek ister.
"Yeni Milli Eğitim Müdürü, daha muavin iken köylerden öğrenci toplamaya çıkmamı uygun bulmuyor, onlara mektup yazarak çağırmamızı istiyordu. Okulun amaçlarına, hangi köylerden ne tip çocuklar toplanacağı konusuna bu çalışmanın köylü üstündeki etkilerine, halkla devleti bu yoldan kaynaştırma fikrine yabancıydı. Kuş uçmaz, kervan geçmez bu köylere nasıl girilecekti? Asıl buralara girmek lazımdı. Okulu olan köylerden toplamanın faydası varmıydı?" (age. s.77)
"Temmuz ayı içinde Müdüre hanımla anlaşarak Paşa'ya gittim. O zaman Tunceli'ye gitmek için izin alınırdı. Kızımla Mazgirt'e gitmek için izin istedim. Programımı açıkladım.
— Paşam, kızlarımızın jandarma ile toplanması hem çocukları, hem aileleri ürkütüyor. İzin verirseniz köylere çocuk toplamaya ben gideyim. Aileler kime teslim ettiklerini, kimin okutacağını görürlerse gönülleri rahat olmaz mı? " (age. s.70)
"Köy caddenin öbür tarafında, aşağıda inişe doğru yayılmıştı. Alaca karanlıkta çantamız elimizde jandarma ile gittik, kapı kapı dolaştık.
Kimse bizi misafir etmek istemedi. Hiçbirinin ağası evde yoktu. (...) Erkeği olmayan evlere zorla girilmemesi için jandarmaya emir verilmişti. Jandarma küfür ediyor, bazı kapıları tekrar çalıyordu. " (age. s.84)
Halk, bütün baskı ve zorbalıklara rağmen kapısına kadar gelindiği halde çoğunlukla yüz vermezler. Fakat yine de Sıdıka Avar, her gidişinde yanında bazı kızları getirir. Olayların üstünden çok kısa bir zaman geçtiği halde çok büyük sayıda olmasa dahi öğrenci toplanılması, kendileri açısından başarılı kabul etmek gerekir.
Okulda öğrenciler özel bir programla eğitim görmekteydiler.
Derslerin çoğunluğu Türkçedir. Yanısıra, Yurt Bilgisi, Matematik, Sağlık Bilgisi, Çocuk Bakımı, Ev İdaresi, Yemek, Dikiş, Nakış dersleri de gösterilir. En çok Türkçeye önem verilir.
Okul, her geçen gün randıman verdikçe ilgi merkezi olmaya da devam eder.
Sıdıka Avar, daha sonra Tokat'a atanır. Kısa bir müddet sonra da Elazığ'a Müdür olarak tayin edilir. Elazığ'a gitmeden önce Ankara'daki Genel Müdür'e uğrar. Genel Müdür ona;
"Paşa, Vali, sizin çalışmalarınızı beğeniyorlar. Afferin, Tokat'ta da iyi sonuç aldın. Göreyim seni, esas vazifen burası. Tokat'ta denedik sizi, burada misyonerliğini görmeliyiz. Bir Türk Misyoneri. Bu konu üstünde sessiz sedasız çalışmazsak oradaki vatandaşlarımızı gücendirirsiniz. Sizin işiniz güçleşir"... "Çalışma hayatımda bu emirlerine samimiyetle bağlı kaldım ve ömrümü, gençliğimin bütün heyecanını bu ideale verdim.
Sıdıka Avar, Müdüre olarak işin başına geçtiğinde düşüncelerini daha rahat hayata geçirtir.
Kendisine destek olan birçok yetkili de vardır. Hatta İsmet İnönü dahi Cumhurbaşkanıyken okula gelir. Gelişmeleri değerlendirir. Oldukça da memnun ayrılır.
Kadın Misyoner Sıdıka Avar, öğrencilerin durumlarından bahsederken şöyle yazar:
"Gecelen uyku arasında konuşanlar, bağırıp çağıranlarda vardı. O seneler yaşadıkları köy hayatı ve geçirdikleri olaylar çocuklarda çok büyük etki bırakmıştı. Günlük hadiseler de kendini uykuda gösterirdi... Bazısı, konuşurdu, neler anlatmazlardı ki... Bazısı ağlar, uyandırırız, kimi inler, ateşine bakarız, kimi bağırır, bütün yatakhaneyi ayaklandırır, teskin ederiz... Annesini sayıklayanın saçlarını okşadınız mı çocuklar derhal sakinleşir, mesud bir ifade ile ana koynuna sokulur gibi yastığına gömülürdü.
Bunların çoğu, isyanla ilgili olayların yaşandığı köylerin kızlarıydı. Güzeli de, çirkini de, kabası da asisi de nihayet insan yavrusuydu. Bu yaralı küçük gönüller sevgi şefkatle tedavi edilmeli, Türklükle kaynaştırılmalıydı. " (age. s.31)
Sorun Türklükle kaynaştırmaydı; bütün yardımseverlikler, fedakarlıklar onun için yapılır. Yol yapmak, okul açmak, tümüyle Türkçülüğün yayılması, işgalin kalıcı olması, yeni Türk burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda yapılmaktaydı. Türk yetkililerinin 'medeniyet' dedikleri Kürdistan halkının yok edilmesi ve asimilasyona tabi tutulmasıydı. Birinci elden kaynaklar önemli belgeler olarak gerçekleri önümüze sergilemekte.
"Kültürümüzü sadece okulla değil, sanatla, sağlıkla, ziraatla, zanaatkarlıkla ve folklorla, kısaca medeni ihtiyacın imkanları ile götürmek vazifelerimizin en büyüğüdür.
O zaman dil kaygusu, din kaygusu, ırk kaygusu ortadan kalkmış olacak, insanlar da bu zenginliklerden kurtulmakla mesud olacaklardır. Nefsine güvenli insan, verimli aile, kültürlü topluluk yurdun ve gelecek nesillerin saadetle yükselmesini temin edecektir. " (age. s.300-301)
Türk milliyetçileri kendi ulusal çıkarları uğruna başka ulusları yok etmeye çalıştıkları bilinmekte.
Kürtler, kendi haklarını savunmak istediğinde "ayrılıkçı, milliyetçi, bölücü" olarak suçlanılmakta ve bu doğrultuda teoriler inşa edilmektedir.
Türk milliyetçilerinin bu doğrultudaki suçlama ve açıklamaları anlaşılır bir durumdur. Fakat kendisine "ilerici, devrimci, sosyalist" diyen bazı gurup ve çevrelerin, partilerin benzer sözleri sarf etmeleri oldukça üzücü bir o kadar da şovencedir. Filistinlilere, Kosovalılara, Namibya vs. ülke halklarına olumlu yaklaşımda bulunan bu çevrelerine yazık ki sorun Kürdistan'a geldiğinde "bölücü, milliyetçi" suçlamalarıyla karalamaktadırlar.
Türk burjuvazisi, Kürdistan halkının çıkarlarını kendisiyle özdeşleştirdiğinden, solculuk adına yapılanların Türk burjuvazisinin yaklaşımından ne farkı var. Elbetteki sorun, baskıya ve zulme, sömürüye, işgale karşı proletaryanın önderliğinde tüm diğer kesimleri ideolojik farklılıklarına rağmen birleştirmede ve demokratik bir cumhuriyet kurulmasından geçecektir.
Elbette ki, arzu edilen işçi sınıfının mücadelesini karartmayan, geliştirendir. Ama çözüm işçilerin iktidar kavgasının başarısızlığa uğraması halinde de olabilir. İşgalden kurtuluşu burjuvazi de sağlasa ilericidir. Sorunun ulusal yönünün ortadan kalkması işçi sınıfının, iktidar kavgasında yolundaki bir engelin kalkmasına hizmet etmiş olacaktır. Bu aşamada önemli olan zorun ortadan kaldırılmasıdır.
Sıdıka Avar'ın Bingöl Valisi'ne karşı tutumu asimilasyon anlayışında çarpıcı bir örnek; "Bir gün Bingöl Valisi Sayın Şahin Baş gelmişti. Yatılı son sınıfa girdi. Kızlar saygı ve sevgi bakışlarıyla ayağa kalktılar. Vali bey sordu;
— Kürt kızları bunlar mı?
Çocukların bakışlarındaki sevgi derhal değişti, gittikçe de hainleşti.
— Tunceli'nin Türk kızları efendim. Vali Bey devam ediyordu,
— Babalarınızın, dedelerinizin isyan ederek yaptığı hataları gördünüz, canlarıyla ödediler.
Ben sözünü kesmek isteğiyle,
— Aman efendim, bu çocukların babası değil, bunlar şerefli...
— Nasıl değil? Hepsi Kürt değil mi? Sizler böyle hareket ederseniz...
Sözünü kesmek için bir iki defa karıştıysam da o devam etti.
— Hükümet çok kuvvetlidir. Hepinizi yok eder.....
— Beyefendiciğim, öteki sınıflara lütfen teşrif etmez misiniz? Çayımız da soğuyor
diye kapıyı açtım. Ondan sonra bir iki enstitü sınıfında ve müdür odasında ikramlarda bulundum, çalışmalarımızın hedefini anlatmaya uğraştım.
Yatılı üçlere gittim. Hepsi ağlıyordu. Gözyaşları arasında şu soruları soruyorlardı:
— Neden bizi bu kadar suçlu görüyorlar?
— Neden "Kürt" diye hep hakaret ediyorlar?
— Neden Kürtleri gariplerden aşağı görüyorlar?
— Hani siz "hepimiz Türküz" diyordunuz?
Bu acıs oruların sonu gelmiyordu. " (age. s.196-198)
Kızların verdiği yanıtlar Sıdıka Avar'ın çok başarılı bir devşirmeci olduğunu gösteriyor. Artık kızlar kendi toplumlarına yabancılaşmışlardır. Sıdıka Avar Bingöl valisinin yaklaşım tarzını eleştirir.
Sıdıka Avar, herkesin kendisi gibi davranmasını ister. Yoksa yeni 'ana'ların yetişemeyeceği korkusu içindedir.
Elazığ Kız Enstitüsü'ne gönderilecek öğretmenler hakkında titizdir, dileğini rapor olarak şöyle yazar;
"Eğitim durumumuz Enstitümüzce birinci derecede ele alınması elzem olan konudur. Cazip, yumuşak, tesirli ve içten mücadeleli şekilde ele alma mecburiyetindeyiz. Örf, adet, düşünüş, görüş bakımından değişik bir gurubu özümsemek zorundayız. Bu günkü mefküreyi (gaye) aşılıyabilmek ve şahsımızda Türklüğü sevdirme savaşını yüklü olduğumuzu bilerek çalışmak ve her tepkiyi iyi niyetle kabul etmek mecburiyeti ile karşı karşıyayız. Uğraştığımız camia (topluluk), bizi iyi niyetle karşılamayan, bizi daima şüphe ile tereddütle görenlerin evlatlarına günün terbiyesini ve Türk mefkuresini aşılama gibi çetin bir vazife ile vazifeli olduğumuzu idrak etmemiz icap eder. Bu yatılı çocuklarımız sadece ders saatlerinde değil, asıl hariç zamanlarda uğraşmamız icap eden guruptur. Enstitü öğrencisi değildirler, şehir çocuğu değildirler. Her köy çocuğu gibi de değildirler. Çünkü dil dahi bilmeden gelirler. Bu kadar değişik bir muhite düşen çocuğun şüpheci, aksi, yadırgan halini hoş karşılayarak garipliklerine yanlızlıklarına, dertlerine derman olmak gerekir. Arkadaşlar, bu okula kura ile değil, bu zorluklar anlatıldıktan sonra gönüllü gelecek elemanlara muhtaçtır. Bu okul, lüks, sosyete hayatı tahayyül eden (düşünen), züppeliğe meyyal hocalarla değil, mahrumiyet ve feragat içinde bir inkilap yaratacak idealist arkadaşlar bekliyor... " (age. s.225)
Öğretmen yollanırken aranması gereken karekter tiplerini belirtiyor. Titiz davranılmasını istiyor. Aksi taktirde Türklüğe kazandırmak zorlaşacaktı.
Yeni ve eski öğrenciler arasındaki dialog içinde şöyle yazmakta: "Eskiler yeni kardeşlere çok güzel önderlik ediyorlardı. Bilhassa lisan öğrenmede. Türkçe sorulmayan soruları cevaplandırmıyor, sorunun Türkçesini öğretip cevaplıyorlardı.
Bana bile aynı usulü uyguluyor, Kürtçe bir kelimenin manasını sorduğumda ve tercüman lazım olduğunda "Ben Kürtçe bilmiyorum" deyip işin içinden sıyrılıyorlardı. Hepsi de bu lisanı bildiği için utanıyor gibiydiler." (age. s.100)
Kendi halkına yabancılaşan, Kürt olduğundan utanan yeni bir neslin ortaya çıkması karşısında Sıdıka Avar büyük övgüler alır.
Okula sık sık ziyaretçiler gelir. İsmet İnönü, daha sonraları, Celal Bayar, profesörler, yazarlar, gazeteciler vs. hepside başarılı çalışmalarından dolayı Sıdıka Avar'ı göklere çıkarırlar.
Varlık yayınları arasında çıkan "Köyden Haber" adlı dergideki yazılar için eski balyozcu Başbakanlardan Nihat Erim şöyle yazar aynı derginin sayfalarında;
"Köyden Haber'i okurken bir kere daha inandığım dava ilköğretim davası oldu. Doğu'da Kız Enstitülerinin oynadığı ve oynayabileceği pek mühim rolü düşündüm. Elazığ Kız Enstitüsünün fedakar Müdüresi Sıdıka Avar'ı Muhtar Körükçü gibi ben de hayranlıkla, derin saygı ile taktir etmiştim. Kültürün aileye kadından girdiğini ve ancak bu yoldan gidildiği taktirde millet ve birliğimizi, dil beraberliğimizi sağlam temellere dayandırabileceğimizi tekrar etmeye hacet (gerek) var mı? (age. s.234-235)
Neden bu övgüler? Çünkü direnen bir halkın evlatlarının değişikliğe, Türklüğe kazanılmasından.
Vatan Gazetesinden Ahmet Emin Yalman da Elazığ'a gelir, Enstitü'ye uğrar. Ünü yayılmış Sıdıka Avar ve yaptıkları hakkında övgüler dizer. Jön Türkçünün istediği tiplerdendir Avar. Gazetesinin Elazığ ilavesinde;
"Bayan Sıdıka Avar, Türk terbiye hayatında en yüksek idealleri gerçeğe çevirmiş, mükemmel eserler yaratmıştır.
Burada öyle usuller var ki, çocuklar adeta birkaç hafta içinde Türkçe öğreniyorlar. Bakir zekaları, anlayışlı eğitim usulleri sayesinde o kadar mükemmel şekilde gelişiyorlar ki her biri hususi bir şahsiyet sahibi olarak yetişiyor.
Şimdiye kadar okuldan beşyüz kadar çocuk yetişmiş ve adeta yeni fikirlerin, temizliğin Türkçe bilginin birer küçük misyoneri gibi köylere dağılmıştır. Bunların köy hayatında oynadıkları rol dikkate layıktır. Köylüler okulu gittikçe fazla seviyorlar ve çocuklarını buraya yollamakta birbirleriyle yarışıyorlar.
Bayan Sıdıka'nın eserinin bir örnek diye memlekete tanıtılması, bu yolda yürüyenlerin çoğalması lazımdır. Bilhassa Doğu vilayetlerimizde kültür birliğine doğru gitmek bakımından Bayan Sıdıka ''bir numaralı Türk Akıncısı" unvanına cidden layıktır. " (age. s.313-3l4)
Ahmet Emin Yalman, bir başka yazısında:
"... Onun açtığı yolda gidilirse, onun duyduğu manevi hazzın tadına varanlar çoğalırsa, Türkiye'nin manzarası kısa sürede değişir. "
Ahmet Emin Yalman, yanılmaz. Kürdistan'da birçok şey Türkiye'nin yararına değiştirilir.
"Tuncelindeki isyandan sonra yolsuz orman köyleri boşaltılmış, halk Batı illerimize iskan edilmiş, bölge yasak bölge olarak ilan edilmişti. Senelerce boş kalan bölge köylerinin yasağı kaldırılmış, baharda halkın tabiriyle 'baba ocağı'na dönüş başlamıştı. Kamyonlar dolusu insanın dönüşte köylerinin dağ yolunda inince toprağa kapanıp öptüklerini, yüzlerini gözlerini sürdüklerini, baharda öğrenci dağıtırken görmüştüm. Bu büyük toprak aşkına saygı duymamak elde değildi. Duvar gibi dik dağ yamaçlarına en büyük bir şevk ve çabuklukla tırmanıvermişlerdi. " (age. s.281)
Ne güzel de anlatıyor. Dersimlinin özlemini. Ama saygısı anlık. Dersimli köylüyü topraklarından süren kimler?
'Sıdıka Avar, öğrenci toplamak için gittiği yerlerde yukarıdaki manzaralarla karşılaşır. Bir seferinde yanındaki onbaşı, kendisine;
— Hepsi çok güzel Türkçe konuşuyorlar.
— Eee, on seneden fazla Batı illerindeler...
— Oralar rahat değilmiydi? Niye döndünüz bu dağbaşlarına?
— Eee hanım, ana vatanı, baba toprağı, vazgeçilir mi hiç. Yıllar yılı bu dağlar gözümüzde tüttü. Rahat olmasına rahatlık çok. İşimiz iyiydi. Çok para kazanıyorduk. Hükümetten izin çıkınca duramadık gayri. " (age. s.284)
Elbetteki dönmeyen birçok kişi de vardı. Oradaki sorunları daha farklıydı.
Hikmet Feridun Es ve eşi de Elazığ ve Dersim bölgelerini gezerler, ardından da gazetelerinde Sıdıka Avar'a övgüler dizerler.
Sıdıka Avarla Dersim'e geçerler. Dersim'de ilk uğradıkları köyde beyaz badanalı bir binanın önünde Sıdıka Avar'ın eski bir öğrencisiyle karşılaşırlar. Kız, beyaz badanalı binanın yani okulun öğretmenidir. Genç öğretmen;
"Bilmezsiniz, diyordu, o beni elimden tutarak köyümden aldığı gün ancak 4-5 kelime Türkçe biliyordum. Sonra bir beyaz ata bindik ve bir şehre gittik. Büyük bir mektep... Bir anneden yakın bir kadın... Bu gün hayâtımda nem varsa hepsini Avar'a borçluyum.
— Dikkat ettim. Genç öğretmen en temiz Türkçe ile konuşuyordu. Sıdıka Hanım'ın onun üzerinde aldığı netice yalnız ve sadece bir insan yetiştirmekten ibaret değildi. Bu köy hocası da aynen genç bir Avar'dı. Ustasının yaptığı mucizevi işi o da şimdi kendi köyünde bütün gayretiyle başarmaya çalışıyordu..
Sıdıka Avar diyor ki;
— Bir iki talebe yetiştirip geri gönderdiğim köyler, artık bizim haritamızda, 'çalışılması kolay mıntıkalar' olarak ayrılmıştır. Çünkü her mezunumuz, her öğrencimiz orada bizim en iyi temsilcimiz oluyor. Asıl iş hiç öğrenci almadığımız yerlerde çalışmak, buradan öğrenci toplamaktır.
Ne güzel de, kendi sömürgeci uygulamalarının sonuçlarını anlatıyor. Bütün bu yaptıklarının sonuçlarını aldıkça daha bir gayretle görevine sarılıyor.
Sıdıka Avar, Bingöl köylerinden daha az öğrenci toplar.
"Bingöl'de "evlerde hanımlarla konuşmak istiyorum, hangi mahalleye gitsem, sokak kapıları kapanıyor, çaldığımız zamanda erkek çocuklardan aldığımız cevap;
'Evde kimse yok' oluyor." (age. s.389)
Başka eski öğrencilerinin izlenimleri de şöyle:
"Köylüyüm, fakat böyle bir köyle ilk defa karşılaşıyorum. Kıyafet olarak herkes üç etek giyiyor. Bildiğimiz üç etek değil de kaftan adı veriliyor. Başları kocaman olarak bağlı. Oldukça kaba bir dille konuşuyorlar. "
"Canım anneciğim, köy ekseriyetle Türkçe konuşuyor. Görgüleri fena değil, bunlar 38'de sürgün olarak Bursa'ya gitmişler. Orada öğrenmişler. Bu bakımdan memnunum. Köyde bir ilkokul var. Bir öğretmenlidir. 27 talebem var. ". Bir başka öğretmen;
"Bu sene Mazgirt'in Kirzi köyünde 16 talebeyle çalışıyorum. Dil bilmedikleri için zorluk çekiyorum. Gerçi ben Kürtçe biliyorum, fakat asla konuşmuyorum. Çünkü yüz alıp Türkçeden kaçtıkları için öğrenmezler."
Zey adlı bir öğrencisi Van'a öğretmen olarak tayin edildikten sonra şöyle yazar;
"15 öğrenci ile faaliyete geçtim. Köye de alıştım. Onları kalbime basıp elbirliğiyle çalışıyoruz. Önce onların üstlerinin başlarının temizliğiyle uğraştım. Türkçeye alıştırıyorum. Kitapları gelirse okuma yazma da öğreteceğim. Evet anneciğim, sizin istediğiniz gibi ideal bir öğretmenim.
Kendimi öğrencilerime sevdiriyorum, onları canla başla çalıştıracağım, bütün kalbimle onlarin iyi yetişmesine çalışacağım. Sizin bizi yetiştirdiğiniz gibi. " (age. s.393)
Sıdıka Avar, Elazığ'da yaklaşık 20 yıl kalır. Amacı, görevi doğrultusunda canla başla çalışır.
Her okul, Türk Devleti'ne beyin aktarır. Çocuk her ne kadar okulda birçok şeyi öğreniyorsa da her şey Türklük adına, Türkiye'nin çıkarları içindi.
Batı'dan sürgünden dönenler, iş bulmak için metropole göç edenler Türkçeyi konuşmalarından ötürü, diğer etmenler de birleşince Türkçe konuşanların sayısı artar. Böylelikle, Türk şoven, ırkçı politikası daha rahatlıkla gelişme gösterir.
Yatılı bölge okulları da aynı işlevi görür.
"Evlenmişti, mezuniyetinin üzerinden onbir sene geçmişti. O, bir gün 10 yaşındaki kızını okutayım diye bana getirmişti. Buna çok sevinmiştim. Ana kumraldı, çocuk sarışındı ve çok güzel Türkçe konuşuyordu. Şehir çocukları gibi saçı başı, giyimi düzgündü. Demekki Ata'nın dediği olmuş eve Türkçe ile görgü ve bilgi ana ile girmişti. " (age. s.63-64)
Sıdıka Avar gibilerinin olmaması dileğiyle....
Evet, aynı kişiden bahsediliyor.. ve, böyle kişilerin artık olMAması dileğiyle bitiriyor...
Ve, evet, yukarıda da yazdım, ben de –daha ehven olsa bile– aşağı yukarı böyle bir prosesten geçmiş sayılırım. Geriye dönüp baktığım zaman, alternatiflerin neler olabileceğini çok sorguladım. Çok fazla alternatif de bulamadım. Ya, mesela, Hindistan gibi olacak ve kendi aramızda tamamen yabancı bir dil (İngilizce) ve kültür kullanacaktık, ya da içlerinden birisi biraz bezenerek budanarak hepimize teşmil edilecekti. İkincisi daha kolay olanıydı. O yapıldı.
Başka gerçekçi alternatifler vardı da bula bula bunu mu seçti Devlet?..
Hangi alternatif uygulansaydı kime ne kadar yaranacaktı acaba?
{Not: Bu yazıyı daha önce yayınlamıştım. Fakat, format hatası vardı. Düzeltip tekrar yayınlıyorum}