Ne Adem, ne maymun

Hikmetinden sual olunmaz..

Kiminin başına saksı düşer, hayatı kayar; kimisi de bir kitap okur, hayatı değişir.

Bana ne o ne de öteki oldu --henüz.

Fakat, "eee.. daa ne vaa ne yok?" mahiyetinden bir esneyişli merakla, aradabir baktığım, TED sitesine bakındım yine.

Konuya girmeden kısa bir tanıtım yapayım: 'TED' kısaltması, 'Teknoloji', 'Eğlence' ve 'Dizayn' (Tasarım) kelimelerinin İngilizce karşılığı olan 'Technology', 'Entertainment' ve 'Design' üçlüsünün kısaltması. Kâr amacı gütmeyen, 'yayılmağa değer fikirler'in yaygınlaştırılmasını amaç edinen bir tür dernek...

Neyse.

Kim ne demiş diye bakınırken, normalde her sunumcu ayakta meram anlattığı halde, bir kişinin oturduğu yerden konuştuğunu gösteren bir resim gördüm. Yaşlı bir tonton nineye benziyordu. "Allahalla.. yaw, acaba ne diyo bu?" dedim, ve merak üzerine dinlemek/izlemek için üstüne tıkladım.

Konu, 'aquatic ape hypothesis' imiş..

Yani, 'su' (H2O) kelimesinden hareketle 'susal sucul maymun hipotezi' ya da eski dilden söyleyecek olursak, deniz veya deryaya ait anlamından yola çıkarak 'bahrî maymun hipotezi' diye bir şey. [not: bütün Bahri'lerden özür diliyorum; kasdım onlara maymun demek değil]

Tabii, ne olduğu, neden bahsettiği hakkında zerre kadar fikrim yok --'bahrî maymun hipotezi' denince de hiçbirşey anlaşılmıyor ki..

"İyi de, TED'de hepten deli saçmasını dinlemek için bir sürü zeki/akıllı insan dünyanın parasını verip konferansların olduğu yere gelmiyor; dur şunu biraz izleyeyim" dedim.

İyi ki de izlemişim..

Bakın neler anlattı..

İlk olarak bir soru ile başladı: "Biz neden maymunlardan (şempanzelerden) o kadar farklıyız?"

Genetikçilere kalsa, maymunlarla insan arasında --neredeyse fark yokmuşçasına-- inanılmaz benzerlik olduğuna; DNA yapılarının tıpatıp denecek kadar yakın olduğuna inanmamız gerekecek..

Halbuki, bir maymun ile bir insanı yanyana koyduğunuz zaman, birbirine ne denli benzemedikleri aşikâr değil midir?

Kültür, psikoloji, davranış filan gibi muğlak şeylerden değil; açıkca ölçülebilen, gözle kolayca ayırdedilebilen farklardan bahsediyoruz.

Bir tarafta, kıllı bir kürk içinde ve dört ayak üzerinde yürüyen bir mahlûk; diğer tarafta da anadan üryân ve iki ayak üzerinde duran bir mahlûk..

Bu nasıl olabilir?

İyi bir Darwinci, aynı atadan gelen bu iki yaratık cinsinin bu şekilde farklılaşmasını anlamlı bir şekilde açıklayabilmelidir..

Bizler, yani insanlar, zaman içinde bu kadar değiştiysek, buna yol açan, bunu zorlayan çok ciddi bir sebep olmalı..

İyi de nedir bu sebep?

Elli sene önce bu sorunun cevabı çok kolaydı.. Duyacağınız hikaye şöyle bir şey olurdu:

"Maymunlar ağaçlarda sallanmağa devam ettiler, bizim atalarımız ise ağaçlardan inip orman kenarındaki tropik çayırlıklarda ('savanna'larda) yaşamağa başladılar.. Bu tropik çayırlıklarda bitki örtüsü (çayırlar filan) insan boyuna yakın olduğu için, atalarımız, kendi güvenlikleri ve av bulabilmek amacıyla, etrafı görebilmek için iki ayak üzerinde ayağa kalkmak zorunda kaldılar. O gün bu gündür ayakta yürüyoruz. Ellerimizi, kollarımızı da avlanmak için kullanmak zorundaydık. Onlar da bu nedenle farklılaştılar.."

Peki, ya kürk ne oldu?

Onun da cevabı vardı..

"Tropik çayırlıklarda koşarken ısınıyor ve çok terliyorlardı. O yüzden, kürklerini sırtlarından atmak zorunda kaldılar.."

İyi.. bu hikaye kulağa uygun geliyor.. ta ki, bunu eski bir feminist duyuncaya kadar.. çünkü, bu anlatı erkek-merkezli bir masal.. kadınları gözardı ediyor da ondan..

Bu seksenlik nine (Elaine Morgan), tam da aradığımız türden birisi: Eski bir feminist. Bu yüzden de, yukarıdaki hikayedeki yamuğu kolayca yakalayabiliyor.

Hem de çok basit bir iki soru sorarak:

"Madem ki, ilk insan avcı-toplayıcı idi; yani kadınlar geride (mağaralarda) çocuk bakmak filanla uğraşıyordu; nasıl oldu da kadınlar da hem iki ayak üzerinde yürür oldular ve dahası, onlar da kürklerini attılar? Mağarada ne iki ayakla yürümeği zorunlu kılacak bir ortam, ne de kürkü attıracak kadar sıcak ve nemli bir atmosfer sözkonusu olabilirdi."

Son derece mantıklı..

Fakat, bu soru başka soruları da beraberinde getiriyor; yani, devamı var:

Madem, savanna/çayırlık ortamı bizdeki bu değişikliklere yol açabiliyor; o zaman aynı ortamı paylaşan diğer canlılarda da benzer değişikliklerin olması gerekmiyor mu?

En azından bir kısmı, zaman içinde kürklerinden arınmış, bir kısmı da iki ayak üzerinde yürür hale gelmiş olmalı değil mi? Hiç yoksa, 'babun' maymunu (baboon) filan gibi --ormandan savannaya indiğini bildiğimiz-- türlerde bu tür değişikliklerin bir kısmı gerşekleşmeli değil midir?

Böyle bir örnek yok.

Hava sıcak diye kürksüz kalmış bir memeli de yok. Çöldeki develerde dahi --daha az da olsa-- kıllı bir post var.

Dahası, kürklü bir canlının kürksüze dönüşmesi avantajdan maâda dezavantaj anlamına geliyor: Dişiler yavrularını elleriyle taşımak zorunda kalıyor. Halbuki, kürklü olanların yavruları annelerinin kürklerine tutunabildikleri için, hem daha güvenli bir yolculuk yapılabiliyor, hem de anne iki eliyle ağaçlardan, otlardan beslenebiliyor.

Yani, durduk yerde, sırf hava sıcak diye kürkünü kaldırıp atmanın alemi yok --bunu yapmış tür de yok. Yüzlerce primat (maymun, goril, şempanze vb) cinsi arasında, kılsız kürksüz başka bir örnek mevcut değil.

Çıplak memelileri sadece sulak ya da su ortamlarında görüyoruz: Balinalar, yunuslar gibi suda yaşayanlar; ve gergedanlar (hippopotamus), domuzlar ve tapirler gibi sulak ortamlarda yaşayanlar... Bunun tek istisnası, ömründe hiç toprak üstüne çıkmayan, Somali sıçanıdır.

Öte yandan, genelleyerek şunu söyleyebiliriz: Kara memelileri, iklim değişikliklerine karşı korunmak için, kürk sahibidirler; buna karşılık, su memelileri ısısal izolasyon için yağ tabakası kullanırlar. İnsanlar da, diğer primatlarla kıyaslandığında, 10 defa daha fazla yağlı vücut sahibidirler.

Şimdi de gelelim iki ayakla yürümek konusuna..

Kara canlıları arasında sadece iki tür yaratık, hep ve sürekli iki ayak üzerinde yürür. Bunlardan birisi, bir tür susal sucul/bahrî kuş olan penguenler; diğeri ise insandır. İnsan, memeliler içinde tek örnektir.

İki ayaklı yürüyen türlerin bu kadar nadir olmasının anlaşılır sebepleri vardır: Dört ayakla yürüme ya da koşmaya kıyaslarsak, iki ayaklı olmanın dezavantajı büyüktür. Çok daha yavaştır; denge kurmak çok daha zordur; bu yeteneği mükemmelleştirmek yıllar alır; hassas organları hücuma açık bırakır.. Yani, aklından zoru olmayan, veya şartların mecbur bırakmadığı bir memelinin yapacağı bir tercih değil.

Peki, karada yaşayan başka iki ayaklı memeli var mı?

Evet, hem varmış (Oreopithecus isimli, şimdiki İtalya'nın Tuskanya bölgesinin olduğu yerde o zamanlar var olan bir adada bundan 9 milyon yıl kadar önce yaşamış, 2 milyon sene boyunca kendi bağımsız evrimi sonucunda iki ayak üzerinde yürümeğe başlamış bir bataklık maymunu türü), ve şimdi de var: Bunlardan birisi, Borneo adalarında yaşayan, filin hortumuna benzer bir hortumu da olan, bir bataklık maymunu; diğeri de, bulunduğu ortamı mevsimsel olarak bataklığa çeviren su baskınları yaşayan bir tür cüce şempanze (bonobo).

Kısacası, çıplak ve iki ayaklı yürümek için evrim baskısını sadece ya su içinde yaşayan memelilerde, ya da sulaklarda/bataklıklarda yaşayan memelilerde görüyoruz. Karada, savannalarda, dağlarda, bayırlarda yaşayan memelilerde değil.

Bir başka ilginç nokta daha var: Diğer primat türlerinde değil; sadece yukarıda saydığımız iki ayakla yürüyen maymun türlerinde bir alışkanlık olarak yüzyüze çiftleşme görülmektedir. Bir de, malum, insanlarda.

Fakat, başka önemli bir ayıraç daha var bizimle diğer kara memelileri arasında: Solunum sisteminin bilinçli kontrolü --ihtiyari nefes kontrolü..

Diğer kara memelilerinde, nefes kontrolü --tıpkı nabız gibi yani kalp atışları gibi-- bilinç dışı gerçekleşir. İnsanlarda ve susal sucul/bahrî memelilerde, bu, bilinçle DE kontrol edilebilir. Yani, suya dalacak bir insan (balina, yunus) su altında ne kadar kalacağını dikkate alarak ciğerlerine gerektiği kadar hava doldurur.

Karada yaşayan başka hiçbir memeli bunu yapamaz.

Ve, nefesini kumanda edebilmek yeteneğine sahip olduğu için, insanların konuşmak yeteneği mümkün olabilmiştir. Mesela, maymunların bizim konuşmak dediğimiz işlemi yapmaları sözkonusu değildir --onlar, sadece belli frekanslarda karmaşık fakat nefes açısından kontrol edemedikleri sesler çıkarabilirler.

Başka temel farklılıklarımız daha var..

Kısaca saymak gerekirse, insan cildinde yağ salgılama hücreleri vardır (sivilce haline dönebilen hücrelerden bahsediyoruz); başka kara memelilerinde bunlar ya yoktur, ya da işlevsizdirler. susal sucul/bahrî memelilerde ise sıklıkla görülürler.

Duygusal sebeplerle gözyaşı dökmek --ya da toz-duman kaçması halinde salgılananın dışında sıvı salgılamak-- da sadece susal sucul/bahrî memeliler ve insanlara mahsustur.

Büyük beyin.. İnsan ile şempanzeyi ayırdeden bir başka önemli fark da, insanın daha büyük bir beyin edinmesidir. Büyük beyin, insan için bir avantajdır. İyi de, şempanze için de avantajlı olurdu. Aynı branştan geliyorsak, şempanze neden büyük beyin edinmek yolunda evrim geçirmemiştir?

Bunun bir sebebi olarak, beslenme rejimini öne sürebiliriz: Diğer vücut hücrelerinden farklı olarak, beyin hücreleri için yeterli miktarda Omega-3 yağ asitleri gerekir. Bu, deniz mahsullerinde bol miktarda mevcutken, karadaki gıda zincirinde daha azdır.

Genel bir mukayese tablosu aşağıdaki şekilde olabilir:

ÖzellikİnsanMaymunSavannasusal sucul/Bahrî
İki ayaklı yürümeEvet---
KürksüzlükEvet-fil ve

gergedan
Evet
Deri altı yağ tabakasıEvet--Evet
Yüzyüze çiftleşmeEvetbonobo-Evet
Koku salgı dokusu azalışıEvet--Evet
Bekâret zarıEvet--Evet
Yağ salgı dokusuEvet--Evet
Duygusal gözyaşıEvet--Evet
Duyusal bıyık kılları kaybıEvet--Evet
İhtiyari nefes kontrolüEvet--Evet
Terlemeyle ısıl kontrolEvet--Evet
Geri çekik hançere (larynx)Evet--Evet

Şimdi..

Sizi bilemem, ama ben, hem buraya yazdıklarım kadarıyla, hem de daha fazlasını okuduğum için; insanın doğrudan doğruya maymundan (şempanzeden, gorilden filan) türediğini artık kabul edemiyorum.

Evrim ağacımızda, maymunlarla yollarımız/dallarımız çok daha önce ayrışmış olmalı... Bundan 5 ilâ 7 milyon sene kadar önce insan/maymun ayrışımı olmuş. Fakat, elimizde o döneme ait fosil yok(muş) malesef --yani, bir fosil açığından sözediyoruz.

O yüzden, bu hipoteze göre, klasik evrimcilerin iddia edegeldiklerinin aksine, insanın atası maymun değil de, maymunlardan daha önceki dönemlerden başka bir tür olabileceği ihtimali güçleniyor.

Bu, her ne kadar, deniz kızlarının varlığını teyid etmiyorsa da; insanların atalarının ormanın derinliklerinde daldan dala sallanan maymunlar olmadığı; aksine, su baskını altındaki bölgelerde veya göl, ırmak ya da deniz kenarında yaşayan ve suya adapte olmuş başka (başlangıçta dört ayak üzerine yürüyen ve kürklü) bir türün bağımsız evrimiyle ortaya çıktığı anlamına gelebiliyor.

Yani, atalarımız, maymunlar değil; sulak ortamlarda yaşamış 'hominid' aşiretleri idi..

Belki de, Adem ve Havva'nın göz açtıkları dünya, diz boyunu aşan su ve yeşillikler içindeki cennetsi ve vahşi bir ortamdı..

Kim bilir..

[Not: Yukarıdaki görüntü kirliliği için özür diliyorum. Benden başka herkes, anlaşılan, 'aquatic' kelimesinin karşılığının 'sucul' olduğunda mutabık görünüyor. O yüzden, 'susal'ı 'sucul' ile ikame ettim. 
Ettim de, hala daha içime sinmiyor; çünkü 'sucul' bana 'su ile beslenen'i çağrıştırıyor --'etçil', 'otçul' der gibi. 
Halbuki, 'karasal', 'hayvansal' dediğimizde kasdettiğimiz üzere; 'bir şeye/yere/ortama ait' anlamında, 'susal'ın daha mantıklı olacağını düşünüyorum. 
Ama, neyleyim ki, herkesi düzeltmek elimden gelmiyor ;)]

Mustafa Muğlalı Kışlası, Topal Osman Heykeli..

{dikkat: bu uzun bir yazıdır. vaktiniz ya da sabrınız yoksa hiç başlamasanız daha iyi olabilir.} Hüseyin Çelik isminde bir siyasetçimiz var. Bir önceki Milli Eğitim Bakanımız idi. Şimdi de Başbakanlık Başdanışmanı. Şimdi, bu zat-ı muhterem, çıkmış aşağıdaki sözleri söylüyor.

Mesela Mustafa Muğlalı olayını biliyorsunuz (1943’te Van’ın Özalp ilçesinde 33 köylüyü kurşuna dizdiren General Mustafa Muğlalı’nın isminin aynı yöredeki bir kışlaya verilmesini kastediyor). Onu oradan kaldırın. Kaldıramıyorsanız kışlayı oradan kaldırın. Tahrike yol açacak adımlar atılmamalı.
Satır aralarını okumazsanız, söyledikleri iyi niyetli şeyler. Sonuçta, oradaki kışlaya Mustafa Muğlalı isminin verilmesini TSK'nın bir provokatif davranışı olduğunu da ima ederek, bunun, Özalp (Van) ahalisini rahatsız ettiğini ve bu rahatsızlığa yol açan bu ismin ya da kışlanın oradan kaldırılması gerektiğini söylüyor --gibi görünüyor. Fakat, işin aslı pek de öyle değil. Aslının ne olduğunu anlamak için hem yakın tarihe, hem de azıcık daha eski tarihe bakmak lazım. Kısaca özetleyeyim: Wikipedia'daki şu satırlarla başlayabiliriz.
Muğlalı Olayı, 1943 yılında, Van'ın Özalp ilçesinde, 33 Kürt köylünün hayvan kaçakçılığı iddiası ve 3. Ordu komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı'nın emriyle yargısız olarak kurşuna dizilmesi ve 32'sinin ölümü, birinin kaçması ile sonuçlanan olay.[1] II. Dünya Savaşı sırasında darlığı çekilen bazı maddeler dolayısıyla özellikle İran sınırında kaçakçılık olayları artmıştı. Bölgedeki aşiretlerle güvenlik kuvvetleri arasında sık sık çatışmalara yol açan bu olaylardan biri de Van'ın Özalp ilçesinde patlak verdi. Bir bölümü İran topraklarında yaşayan Milan aşiretinin Temmuz 1943'te büyük bir hayvan sürüsünü kaçırdığı yolundaki ihbar üzerine sınıra gönderilen jandarma birlikleri kaçakçıları yakalayamadı. Ardından aşiretin Özalp'ta yaşayan 40 akrabası gözaltına alındı. Mahkemenin yalnızca 5 kişiyi tutuklayarak geri kalanları serbest bırakmasına karşın, Özalp'e gelen Mustafa Muğlalı'nın emriyle 33 köylü sorgulamaları yapılmak üzere iki asteğmenin komutasındaki bir askeri birliğe teslim edildi. Köylüler sınıra yakın bir yerde kurşuna dizildi ve daha önce hazırlanan bir tutanağa dayanılarak kaçmaya çalışırken vuruldukları öne sürüldü. Olaydan yaralı olarak kurtulan bir köylü durumu ilgili makamlara duyurmayı başardıysa da yapılan başvurulardan bir sonuç alınamadı.
Bu özet 'eh mertebesinde' bir özettir. Eksiktir. Çok eksiktir. Mustafa Muğlalı, o sırada, Üçüncü Ordu Müfettişidir. Üçüncü Ordu'nun Komutanı değil, Üçüncü Ordu müfettişidir (denetçisidir). Bu, pek de öyle görünmese bile, önemli bir detaydır --çünkü, normal şartlarda bir müfettiş (denetçi) teftiş ettiği (denetlediği) orduya emir veremez. Verebilmiş ise, bir fevkaladelik, bir olağanüstülük sözkonusu olmak zorundadır. Peki, bu nedir? Buna cevabı, Avni Özgürel imzası ile 16 Mayıs 2004 tarihinde Radikal gazetesindeki bir yazıdan, düzelterek ve uygun gördüğüm içerik değişikliklerini de yaparak, yani değiştirerek alıntılıyorum:
Türk-İran hududunun kaçakçılık ve çapulculuğa bugünkünden daha açık olduğu yıllardan söz ediyoruz. Doğu'da ardı ardına yaşanan Kürt ayaklanmalarına ilişkin anıların taze olduğu, İran Kürtlerinin isyan edip Mahabat Cumhuriyeti'ni kurduğu, SSCB'nin Kürtler üzerindeki nüfuzunun dorukta olduğu yıllardır bunlar. Sınırın İran tarafındaki Kürt aşiretlerine mensup kişilerin sıklıkla Türk topraklarına girip çapulculuk yaptıkları, köylere zarar verip sürüleri çaldıkları haberleri üzerine Van valiliği zamanın İçişleri Bakanı Recep Peker'in de onayıyla gizli bir karar alır. Askeri birliklerin her ne vesileyle olursa olsun İran'a geçip orada takip yapması Ankara'nın başını ağrıtacağı için, bölgede Jandarmanın kontrolünde, askerlerden oluşmayacak, Türkiye Cumhuriyeti devletiyle resmen ilişkisi gözükmeyecek şekilde bir çete kurulacak ve bu grup çapula karşı misilleme yapacaktır. Aslında onay falan aramaksızın Özalp Kaymakamı Hilmi Tuncel çok önceden çeteyi kurmuştur zaten. İçişleri Bakanlığı'nın izniyle devlet arkadan istim basar sadece. İddia edilir ki Kaymakamın maksadı hudut güvenliğini sağlamak değil maddi çıkar sağlamaktır, hatta bu amacı doğrultusunda kendisine yandaş ve ortaklar da bulmuştur. Özalp Jandarma Kumandanı Yüzbaşı ve Hudut Tabur Kumandanı Binbaşı Kaymakamla birliktedir. Binlerce koyun ya da inekten oluşan aşiret reislerine ait hayvan sürülerinin gasbından söz ediyoruz. Ankara izni verir vermesine, ama ardından da panikleyip iptal eder. Van valiliği Özalp Kaymakamı'na çetenin dağıtılması emrini tebliğ eder ama atı alanın Üsküdar'ı geçtiği bir ana denk gelir bu. Kaymakam duymazlıktan gelir. Zira hududun öte yakasında el konulan koyunların bir kısmı çeteyi oluşturan sivil köylülere bırakılmakta, bir kısmı da 'hayvanların satışından elde edilecek gelirle silah, cephane ihtiyacının karşılanması' maksadıyla Kaymakamın uhdesinde bırakılmaktadır. Olayları tetikleyen gaspın İran tarafındaki Mehmedi Misto adındaki bir aşiret reisinin 2 bin koyununa el konulması olduğu söylenebilir. Türk dostu olarak tanınan, Rus işgali sırasında Türklerden yana tavır aldığı, hatta Kürt isyanları sırasında Ankara'ya istihbarat desteği verdiği bilinen bir aşirettir Mistolar. Mehmedi Misto hayvanlarını kimin gasp ettiğinin farkındadır ve doğrudan Özalp Kaymakamına mektup yazar, "gasp edilen hayvanlarımı bana geri verin. Ricamı kabul etmezseniz ben hayvanlarımı aynı usulle geri almasını bilirim, ama Türk hükümetinin haysiyeti rencide olur" der. Kaymakam bu mektuba Misto'yu yatıştıracak cevap vermek yerine aşiret reisine, "gelip karını da koynundan alırız" diye haber yollar. 1943 Temmuzunda Mehmed Misto'nun adamlarını toplayıp Türk hududunu aşması ve birbuçuk kilometre içeri girip Özalp halkına ait 500'e yakın koyunu gasp etmesiyle tırmanır olay... Kaymakam ve etrafında kümelenen çete böyle bir baskının Türkiye tarafında yardımcılar bulunmadan gerçekleştirilemeyeceğini düşünerek harekete geçmeye karar verir, ancak askeri harekâta gerekçe olmak üzere Van Valiliğine, "Rus askerleri Özalp yakınlarına kadar geldi" diye şifreli bir telgraf çekerler. Aynı mealde bir rapor Ordu Kumandanlığına da iletilir. Baskının öcünü almak için Kaymakam ve çevresinde kümelenen kadro ne yapacaklarını planlarken Rıfat adında bir arzuhalci, İranlıların işbirliği yaptığı kişilerin arandığını duyup fırsattan istifade arazi ihtilafı bulunan Milalengiz köylülerini ihbar eder. "Misto'ya adlarını vereceğim 40 kişi yardım etti" der. Kaymakam hemen bu isim listesini alır ve Validen 'tutuklanmalarına izin' ister. Köylüler apar topar içeri alınır. Ancak sevk edildikleri Özalp Sulh Ceza Mahkemesi içlerinden sadece beş kişiyi, Kaymakamı küçük düşürmemek için tutuklar. Ancak, bu sırada yangın bacayı sarmış "Özalp'e Rus askerinin girdiği" haberi üzerine Ankara ayaklanmıştır. Genelkurmay, hemen Orgeneral Mustafa Muğlalı'ya, 3.cü Ordu Müfettişi ünvanı altında, özel yetkilerle de donatarak [bu noktada Özgürel yanılıyor, Muğlalı'nın Ordu Komutanı olduğunu söylüyor. Düzelttim.] bölgeye gitmesi emrini verir. İçişleri Bakanlığı da hem Birinci Genel Müfettişini hem de Jandarma Komutanını Özalp'e yönlendirir. Tedbir çetenin maksadını aşmış çığın fitilini ateşlemiştir ama o andan sonra olacakları durdurmaya yerel yöneticilerin gücü yetmez. Birinci Dünya Savaşında her cephede harp etmiş, işgal yıllarında Ankara'ya 'Yavuz Grubu' adı altında istihbarat ve cephane akıtan gruba komuta etmiş, Menemen Ayaklanması sonrasında kurulan İstiklal Mahkemesine Başkan arandığında ilk akla gelmiş kişidir Orgeneral Mustafa Muğlalı. Özalp'te hem Kaymakam hem de yerel komutanlar, sertliğiyle tanınan generalin hışmından korkup ona bir isyan ve işgal tablosu çizerler. Vatanın elden gitmesine, hâkim dahil, sivillerin sessiz kaldığını, ortada gizliden gizliye yürütülen planlı bir ihanetin var olduğunu anlatırlar paşaya. Ve "bunları yargılamaya lüzum yok, infaz etmemiz gerek. Silahtan başka dilden anlamaz bunlar. Gevşek davranırsak hududun öbür tarafında tetikte bekleyenleri yüreklendiririz" derler. Paşa, onları dinledikten sonra Mahkemenin serbest bıraktığı 35 kişinin tekrar gözaltına alınması emrini verir. Biri kadın, biri 11 yaşında çocuk, ikisi askerden izinli gelmiş 33 kişi bulunur. İki kişi firar etmiştir. İçişleri Bakanlığının müfettişi Avni Doğan, tutuklularla görüşüp onların suçsuzluğunu anlar ama Muğlalı, yerel yönetici Kaymakam ve subaylardan gelen, "bunlar bizim ordunun nasıl ve nerede konuşlandığını Ruslara bildirerek casusluk da yapıyorlar" bilgisinin doğruluğuna kanidir. Onun için İçişleri Bakanlığı müfettişinin kulağını büker: "karışma, yoksa seni kırbaçlatırım." ardından da Özalp'ten ayrılır paşa. Ama, geride, "bu kişileri hududa götürülerek kendilerinden bilgi alınmasını, İran hududunun çapulcuların kimseye görünmeden geçilmesine elverişli noktalarının öğrenilmesini faydalı buluyorum. Bu adamların her an kaçmalarının mümkün olduğu göz önüne alındığında askerlerin uyanık bulunması ve gerektiğinde silah kullanılması şarttır" mealinde bir resmi yazı bırakarak. Mustafa Muğlalı Paşa, bu yazısının bir tür ölüm emri olduğunun farkına varmadığı söylenemez. Nitekim daha sonra yapılan yargılama sırasında askeri mahkeme de böyle algılar emri. Ve orgeneral muhtemel ki elini kana bulamayı istemediği için apar topar terk eder Özalp'i. Yerel yöneticilerin, "Paşam, siz sıkıntıya girmeyin biz hallederiz" dedikleri düşünülebilir. Teferruatını anlatmak acı verir. 30 Temmuz 1943 günü gece yarısından sonra tutuklular jandarma tarafından cezaevinden alınıp Hudut Taburu Komutanına teslim edilir. Komutan, tutuklular arasında bulunan bir kadını kimseye sormadan serbest bırakır, kalan 32 kişiyi Çilli Gediği denilen hududa yakın bölgeye götürür. Hepsinin elleri bağlıdır. Bir İşaret Mangasının havaya ateş açmasından sonra iki manga da kafilenin üzerine ateş açar. Olaydan sonra tutulan tutanaklarda saldırıya uğranıldığı, saldırganlara açılan ateş neticesi 32 şakinin öldürüldüğü bilgisi yer alır. Bir not daha... Rus casusu oldukları ve İranlı çapulculara yataklık ettikleri kuşkusuyla daha önce tutuklanan 5 kişi sevk edildikleri Van Ağır Ceza Mahkemesinde yapılan yargılamaları sonucu beraat ederler. Olayın Ankara'da duyulmasından sonra tartışmaların başladığı biliniyor. Ancak CHP iktidarının Demokrat Parti baskısını hissettiği 1946 seçimlerine kadar olayı örtbas ettiği de. Seçimden sonra muhalefetteki DP'nin baskısıyla verilen soruşturma emri neticesi Mustafa Muğlalı, 1949'da Askeri Mahkemede yargılandı ve 32 kişinin öldürülmesinden sorumlu bulunarak idama mahkûm edildi. Ancak, daha sonra yargıtay kararı bozup Orgeneralin cezasını 20 sene ağır hapse indirdi. Muğlalı Paşa astları tarafından kandırılmışlığın kahrıyla 1951 yılı sonunda cezaevinde öldü.
Değiştireceğim, düzelteceğim dedim; ama pek de bir şey değiştirmedim aslında. Çünkü, Avni Özgürel'in yazdığı şekliyle de okunmasını istedim. Fakat, hikaye tam da onun dediği şekilde cereyan etmiyor --bunu da, Avni beyin devlete yakınlığını dikkate alınca, pek de yadırgamıyorum. Neyse. Hikayenin önemli kısımları şöyledir: Orgeneral Muğlalı'ya görevi tabii ki Genelkurmay vermiştir; ama yetkilendirmesini ve görevin kapsamını o günlerde Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü yapmıştır. Yani, doğrudan doğruya Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından görevlendirilmiş ve yine İsmet İnönü'ye bağlı olarak faaliyet göstermiştir. Genelkurmay sadece görevi resmiyete kavuşturacak şekilde tebliğ etmiştir. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından verilen görevin resmi ünvanı 3'.cü Ordu Müfettişi' olmakla birlikte, komutan-üstü yetkilerle donatılmıştır. Bu detay önemlidir. Ardından da, geride bıraktığı yazıyı yazmadan önce bizzat İsmet İnönü ile görüşüp durumu anlatmış ve emirlerini sormuştur. Subayların şunun bunun dolduruşuna getirildiği yolunda Avni beyin dediklerini ciddiye almak durumunda değiliz. Muğlalı, bu 33 kişinin aslında masum olduğunu biliyordu ve Cumhurbaşkanına da bunu telefonda söylemişti. Buna karşılık, İnönü, (tıpkı MKA'nın 'Menemen Olayı'nda Mustafa Muğlalı'yı İstiklal Mahkemesi Başkanı yapıp, ibret-i alem olsun diye, ilgili-ilgisiz kişileri astırdığı gibi) oradakilerin infaz edilmesi emrini vermişti. İşte, bu ikinci defadır ki, emre itaatsizlik edemeyen Muğlalı, bu gizli emirden hareketle, hem İçişleri Bakanlığı Müfettişlerini karışmamaları yönünde tehdit etmiş, hem de ardında o yazıyı bırakmıştı. O yazı, aslında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün emirlerinin yerine getirilmesini emreden bir yazıydı. Herhalde, bu uygulamaya aklı pek yatmadığı için olsa gerek, yazıyı yazıp Van'dan ayrılmıştı. Ardından da, seneler sonra, muhalefetin diline düşen İsmet İnönü, emri kendisinin verdiğini inkar eder. Daha doğrusu, hiç bir zaman üstlenmez. Muğlalı da, hem bunu açıklayacak delilden yoksundur --çünkü, emir telefonla, sözel olarak verilmiştir--, hem de itaat disiplinine, askerlik anlayışına aykırı bulur ve İnönü ile ilgili hiçbir ithamda bulun(a)maz. Kısacası, Muğlalı, artık bir sivil siyasetçi olan İsmet İnönü tarafından yüzüstü bırakılmış, kurtların önüne atılmıştır. Muğlalı, yukarıda da anlatıldığı üzere, hapse atılmış ve orada kahrından ölmüştür. Bu noktada, yine yukarıdaki Wikipedia makalesine dönebiliriz:
[...] Ama askeri yargıtay kararı bozdu; Muğlalı yeni yargılama başlamadan 11 Aralık 1951'de (71 yaşında) hapiste öldü. CHP'nin 6-7 Eylül Olayları'nda "azınlıklara karşı ayrımcılık yapıldığı" iddiası üzerine, DP tarafından misilleme olarak, olay tekrar TBMM'de gündeme getirilmiştir. Bu kez olayın geçtiği dönemdeki bütün TBMM üyeleri ve CHP'nin sorumluluğu iddiasıyla, bizzat İsmet İnönü için yargılanma istenmiştir. 12 Şubat 1956 ve 25 Şubat 1956 tarihlerinde Meclis'te görüşülen konu, 1958 tarihli Meclis Tahkikat Komisyonu raporu ve Meclis görüşmeleriyle zaman aşımı ve çeşitli af yasalarından dolayı tekrar kapatılmıştır.
Evet. İsmet İnönü, bu şaibeden hiç aklanmamış; bu dosya --değişik hukuki savuşturma teknikleri ile-- kapatılmıştır. Bu olayın TSK cenahında yol açtığı anafikir hep şöyle olmuştur: Sivil makamlardan gelen herhangi bir sözlü/gizli/mahrem emre itimat etme; çünkü, başları sıkıştığında derhal seni satarlar. Şimdi... Gelelim, Mustafa Muğlalı'nın isminin Van'ın Özalp ilçesindeki bir kışlaya verilmesine. Evet. Muğlalı'nın isminin başka bir yere değil de, TSK tarafından, '33 Kurşun Olayı'nın yaşandığı ilçeye verilmesi gerçekten manidardır. Manidardır ama neden onca sene değil de, 28 Şubat sürecinde bunun yapıldığını sormazsak, bu manidarlığı tam anlayamayız bence. Şimdi, biraz geriye çekilip, 28 Şubat'a bakalım. Sivillerin yaptığı taa o günlerde söylenen, bir 'post-modern' darbeden bahsediyoruz; öyle değil mi? Peki, o 'post-modern' darbede önderlik edenlerin askerler değil de siviller olduğunu farzedersek ne ile karşılaşırız? Askerleri bu darbeye zorlayarak, talimat vererek sivillerin kattığını söylemiş olmaz mıyız? Peki de, hangi sivil (ya da sivil kadro) bu tür bir zorlamayı yapmış olabilir ki? Bunu yapabilecek olan sivil kişi, hem çok güçlü bir makamda olmalı, hem de sözüne askerlerin kaşı çıkamayacağı kadar etkisi yüksek ve kidemli birisi olmak zorunda bence.. Kim olabilir diye uzun boylu düşünmek de gerekmiyor aslında.. Zamanın Cumhurbaşkanı, Süleyman Demirel bu eşkale tıpatıp uyuyor. Buradan şunu çıkarıyorum: Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, askerlere 28 Şubat'ı başlatacak şekilde emirler vermiş, onları teşvik etmiş, sivil kadrolarla da destekleyerek yola çıkartmış olmalı. Daha sonra da, muhalefetin baskısı yüzünden, askerleri yüzüstü bırakmış ve kurtların önüne atmış olsa gerek. Bunun böyle olduğunu, 28 Şubat'ın önde gelenlerinin tamamının tasfiye edilmiş olmasıyla açıklayabiliriz. Buna karşılık, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel pek de hasar görmemiş; 7 yıllık Cumhurbaşkanlığı süresini tamamlamış, hatta bu süre az kalsın uzatılmıştır da. Bütün bunların bu süre uzatımı için sahnelen(diril)miş olabileceğini söylemek abartma olur mu; bilemem. Neyse. Dönelim, 28 Şubatçıların Van'ın Özalp ilçesindeki kışlaya neden 'Orgeneral Mustafa Muğlalı Kışlası' ismini verdiklerine.. Bilmem siz de farkettiniz mi?.. Sanki, 28 Şubatçılar, birisine "bizi sattın, namussuz!" diyor gibi.. Bunu da, o eski ve meşhur satış işine yol açan yerdeki bir kışlanın ismini değiştirerek yapıyorlar.. Yani, 28 Şubatçıların derdi, ne Van'dakilere, ne Özalp'tekilere, ne de Kürtlere mesaj vermek, meydan okumak olmasa gerek. Onların derdi, yukarıda --amiyane bir tabirle-- söylettiğim şekilde "bizi sattın, namussuz! seni de kurumsal hafızamıza yazdık!" demekti sadece. Amma.. gel de şimdi bunu bir önceki Milli Eğitim Bakanımız ve şu an da Başbakanlık Başdanışmanı olan Hüseyin Çelik isimli siyasetçimize anlat.. Bu kadar cehalet okumakla olur derler ya.. dahası da ancak Milli Eğitim Bakanı olmaktan geçiyor. Hayır. Gam değil. Ama, bu cehalet bulasıcı da olabiliyor.. Ajan mı, gazeteci mi, yoksa somcahil mi, yoksa hepsi birden mi olduğu önemsiz olan kişilerin diline dolanabiliyor.. Sadece meseleyi carpıtmakla kalmıyorlar; dahası, Orduyu Kürtlerle karşı karşıya getirmeğe gayret ediyorlar... Ben bunun iyiniyetle bağdaşır bir yanını bulamıyorum. Bu, sadece 'satmak' değil, daha çok bir 'hainlik' gibi duruyor. Neyse. Bu kadar uzun bir yazı olacağını tahmin etmemiştim. Halbuki, daha Tuğgeneral Veli Küçük'ün neden Giresun'daki görevi sırasında --uzaktan bakanlara sanki durduk yerdeymiş gibi görünebilen bir şekilde-- 'Topal Osman Heykeli' diktiğini de yazmak istiyordum. Hani, şu Topal Osman Ağa ki, aslında bir 'Milis Yarbayı'dır. Yani, sivilden gelmiş olmasına rağmen, kendisine Yarbaylık rütbesi verilmiş; son derece güvenilir bulunduğu için de, kendisinin bizzat seçtiği sadık askerlerle, hem Cumhurbaşkanlığı sırasında hem de öncesinde, Mustafa Kemal'in Muhafız Alay kumandanıdır. Daha sonra, nasıl olur bilinmez, durduk yerde (Mustafa Kemal'e karşı sert muhalefeti ile bilinen) Ali Şükrü Bey isimli Trabzon Milletvekilini öldürür. Meclis'te hemen dedikodular yayılır. Bunu Topal Osman Ağa'nın kendi başına yapamayacağını, bu emri mutlaka Mustafa Kemal'in vermiş olduğu yolunda şaibeler. Mustafa Kemal bu söylentileri şiddetle reddeder. Meclis de, neyin ne olduğunun anlaşılabilmesi, Topal Osman Ağa'nın derhal yakalanması ve suçlu bulunduğunda Meclis önünde asılarak infaz edilmesi yolunda bir karar çıkartır. Nedense, Mustafa Kemal, Meclis'in bu konuda bir karar çıkarmasını istemez, kişisel muhalefet eder; sanki yakalanmasını ya da sorgulanmasını istemez gibi bir intiba doğar. Ama, emir çıkar. Bu sefer de, emir çıktıktan sonra, Mustafa Kemal, Başbakan Rauf Orbay'a Topal Osman'ın çok tehlikeli bir kişi olduğunu, Jandarmanın onunla başa çıkamayacağını, bunun hallini kendi Muhafız Alayına bırakmalarını söyler. Muhafız Alayının başına General İsmail Hakkı Tekçe geçer. Ayrancı'da bir bağ evinde Topal Osman ve adamlarıyla çatışma yaşanır. Topal Osman'ın kendi adamlarına "vurasıya atmayın!" (vurmak için ateş etmeyin) emri verdiği bilinir.. Ardından, Topal Osman, kasığından aldığı (ölümcül olmayan) bir yara sonucunda ele geçirilir. Gecenin karanlığında, sedye ile götürülürken, duyulan bir kurşun sesiyle öldürülür; ardından da İsmail Hakkı Tekçe tarafından başı oracıkta vücüdundan kesilerek ayırılır... ve alelacele gömülür. Daha sonra, öldürüldüğü ve gömüldüğü yetmezmiş gibi; sanki Meclis'e gözdağı verircesine, Meclis'in yakalama emri çıkartırken aldığı kararın içeriğnde asılması da geçtiğine dayanılarak, mezardan çıkarılır ve Meclis önünde başşız cesedi darağacına çekilir. Bu konudaki spekülasyonlar o gün bugündür hiç sona ermemiştir.. Mustafa Kemal'in bir kuvvetli siyasi hasmını öldüren sadık bir adamını kim neden (konuşmasına müsaade etmeksizin) öldürsün?.. Bimiyoruz --daha doğrusu, bilmediğimizi söylemek gerekiyor. Fakat, olmaya ki, Tuğgeneral Veli Küçük, bizim bilmediğimiz bir şeyleri biliyordur? Ve, kendisine yaptırtılan infazların karşılığında kendisinin de ortadan kaldırılacağını düşünmüş olabilir mi? Bilemem. Ama, onca şeyi üniformalı iken yaparken kimsenin ses çıkarmayıp, daha sonra adamı apar topar içeri almalarını manidar buluyorum. Ortadan kaldırmak illa bir kurşunla ya da başı kesilerek olmak zorunda mı? Bir kişiyi apar topar içeri almak ve herşeyi ona yüklemek, ve her türlü itibarını yok etmek de o kişiyi ortadan kaldırmak anlamına gelir mi? Bilmem. Ama, Giresun'a Veli Küçük tarafından dikilen o heykelin bir anlamı olmalı.. Bir de şu aklıma takılıyor: Suçunun ne olduğunu tam anlayamadığım, fakat bir sebepten hapse atılmış olan Yarbay Korkut Eken, herhangi bir yere bir Muğlalı Heykeli dikmemekle bir eksiklik mi yaptı? Veya, ilerde bir kışlaya Veli Küçük veya Korkut Eken ismi verildiğinde, biz hala daha bunların Kürtlere mesaj vermek için yapıldığını mı sanacağız?

Oran'ın Yarası

Aşağıdaki yazı, 19 Temmuz 2009 tarihinde Radikal gazetesinde Baskın Oran imzasıyla yayınlandı.

Yazının formatını --okunabilirlik açısından-- biraz değiştirdim. Kendi kanaat ve yorumlarımı da yazının arasına yazacağım.

Sayın Yargıçlar, meseleye hemen gireceğim. Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu üyesiyim. Kurul Yönetmeliği'nin 5. maddesinin amir hükmü gereği 2004'te Azınlık Raporu'nu yazdım. Bazı şahıslar, benim ve Kurul Başkanı Prof. İbrahim Kaboğlu'nun, adlı adınca söyleyeceğim sakın utanmayınız, anamıza babamıza sinkaf ettiler. Utanmayınız, çünkü bu sinkaflar mahkeme kararlarıyla teker teker aklandı.

Şimdi.. Önce şu 'amir hükmü'nden bahsedilen 'İnsan Hakları Danışma Kurulunun Kuruluş Görev ve İşleyişi ile İlgili Usul ve Esaslar Hakkındaki Yönetmelik'in 5nc maddesine bir bakalım:

Kurulun görevleri şunlardır:

a) İnsan haklarının geliştirilmesi ve korunmasına ilişkin konularda görüş bildirmek, tavsiyelerde bulunmak, öneriler ve raporlar sunmak,

b)Yürürlükteki mevzuatın ve yasa tasarılarının insan hakları temel ilkeleri, uluslararası belgeler ve mekanizmalarla uyumlu hale getirilmesi için uygun gördüğü konularda görüş bildirmek, idari önlemlerin alınmasını tavsiye etmek,

c)İnsan haklarına ilişkin olarak ilgili Devlet kuruluşları ile üniversiteler ve sivil toplum kuruluşları arasında iletişim sağlamak,

d) İnsan haklarını kapsayan ulusal ve uluslararası konularda danışma organı olarak görev yapmak,

e) Üst Kurul tarafından görüşülmesi istenilen hususları ele almak, gerekli çalışmaları yapmak ve görüş sunmak,

f) İnsan hakları ihlallerinin ulusal düzeydeki genel durumu ve işkence yasağı, ifade özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü ve diğer temel insan hakları konuları hakkında Bakana ve Üst Kurula raporlar sunmak,

g) Irkçılık, her türlü ayrımcılık ve yabancı düşmanlığı dahil insan haklarına ilişkin uluslararası konularda Bakana ve Üst Kurula görüş bildirmek.

Bu maddedlere baktığım zaman, kurul üyelerinin kendi başlarına raporlar yazmalarının sözkonusu olabileceğini söyleyen bir şey göremiyorum.

Dahası, bu maddeler arasında "Azınlık Raporu yazılacak; yaz!" türünden bir 'amir hüküm' de yok.

Bu durumda, Baskın bey, ya kendi kendine gelin-güvey olmuş; ya da durumdan vazife çıkarmış.

Her ne hal ise; 'rapor' yazmış diye, bu raporun Kurul'un resmi raporu olması da şart değil. Yani, bu 'rapor' önce Kurul tarafından okunmalı ve oylanıp benimsendikten sonra kamuoyuna (Üst) Kurul Başkanı (ya da Bakan) tarafından açıklanmalıydı.

Halbuki, öyle yapılmadığı aşikâr: Bir 'korsan' basın toplantısı yapılmış ve 'rapor' oradaki Kurul üyeleri tarafından dahi ilk defa duyulacak şekilde okunmağa başlanmış.. Bunun üzerine, bu oldu-bitti denemesi üzerine, Kurul üyelerinden birisi de 'rapor'u okuyanın elinden tutup almış ve yırtmıştır.

Sonuç olarak, Baskın Oran, ('rapor'u Kurul'a sunmak ve oylanarak benimsenmesini sağlamak gibi) uyması gereken teamüllere uymadığı gibi, yarattığı 'medya olayı' sayesinde bir de mazlumları oynamıştır.

O hikâye bundan ibarettir.

Yalnız, madem bunlar hakaret değildir, o zaman bunları birisi kalkıp da sizlere söylese ne olacak? İki olasılık var:

1) Sineye çekmek; çünkü "hakaret yoktur" kararı verdiniz;

2) Hakaret davası açmak. O zaman da kendinizle çelişeceksiniz, tutarlı olamayacaksınız.

Nasıl yani?

Hakaret davası açmak (eğer kişinin prensipleri arasında 'hakaret etmek serbestir' yok ise) neden kişinin kendisi ile çelişmesi olsun ki?

Ama isterseniz önce bir hatırlatayım o lafların neler olduğunu.

1) Aslan Tekin adlı şahıs Yeniçağ'da yazdı: "Bence bu adamlar dövülselerdi, milletin yüreği soğurdu. Sevr'ciler tekme tokadı hak etmişlerdir".

Şiddeti açıkça savunuyordu. Ankara Asliye 2. Hukuk Mahkemesi'ndeki meslektaşınız bu adamı akladı. "Kendisi şiddetli eleştiri yapan bir kişi veya kurum, zora başvurulmadığı sürece aynı şiddette veya daha şiddetli eleştirilere katlanmak zorundadır" deyip. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi de onadı.

Şiddeti açıkça savunuyor degil. "Şu herifi birisi eşek sudan gelinceye kadar dövse ne iyi olur" demek, "gidin onu dövün" ya da "gelin hep beraber şu herifi dövelim" demek değil.

Yani, ima yoluyla birşeyler olsa bile, "şiddeti açıkça savunuyor" diyemeyiz.

İma yoluyla bu tür şeyleri söylemenin yasak olduğunu da sanmıyorum. Öyle olsaydı, yakın zamanda Tayyip bey --hem de kürsüden-- "söz ola, kestire başı" demezdi.

2) Bircan Akyıldız adlı şahıs, Türkiye Kamu-Sen Gn. Bşk., İzmir'de konuştu: "Bu Rapor bizi ilmek ilmek bölmeye, parçalamaya yönelik bir düşüncenin sonucudur. Yemin olsun; toprağın bedeli kandır; gerekirse dökülür".

Bırakın şiddeti, açıkça kan dökmekten bahsediyordu. Ankara Asliye 7. Hukuk Mahkemesi'ndeki meslektaşınız bu adamı akladı. "Tepkinin eleştiri hudutları içerisinde kaldığı anlaşıldığından dava reddedilmiştir" diyerek. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi de onadı.

Kan dökmekten bahsettiği doğrudur. Ama, "gidin kanını dökün" demedi. "Gerekirse" dedi...

Acaba, Baskın bey, gerekli olduğu kanaatinde midir ki bunu açık ve yakın bir tehdit addetmektedir..

3) Emekli General Kemal Yavuz adlı şahıs Akşam'da yazdı: "Ekmek yediğin kapıya ihanet etme, sonra nimet çarpar. Bunlar bir avuç zibididir".

Ankara Asliye 5. Hukuk Mahkemesi'ndeki meslektaşınız bu adamı akladı. "Rapor hakkında, halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve devletin yargı organlarını alenen aşağılamak'tan dava açılmıştır. Bu nedenle davanın reddine" diyerek. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi de onadı. Oysa biz şimdi o davadan beraat ettik; ne olacak durum?

Mahkemelerden birisinin yanlış karar verdiğini düşünmek zorundayız anlaşılan..

Eğer öyleyse, 'halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve devletin yargı organlarını alenen aşağılamak'tan değil de daha isabetli bir gerekçe ile dava açılması daha uygun olabilirdi. Mesela, en azından, 'içinde bulunduğu Kurulun görev ve işleyişine yakırı davranmak' filan gibi..

4) Eski kültür bakanlarından Namık Kemal Zeybek adlı şahıs Halka ve Olaylara Tercüman'da (HOT) yazdı: "Siz o uydurma azınlıklarınızı alın da gidin Avrupanıza sokun".

Aile terbiyesi izin verdiği için bu kadar açıkça konuştu. Ama Ankara Asliye 11. Hukuk Mahkemesi'ndeki meslektaşınızın düzeyi de mümasilmiş ki bu adamı akladı. "Bu görüşlerin sert eleştirilere tabi tutulması olağandır" diyerek. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi de onadı.

Baskın Oran'ın aile terbiyesinin o derecede dahi olmadığını aşağıda kullanmaktan imtina etmediği kelimelerde göreceğiz.

Orası öyle de, Namık Kemal Zeybek'in o sözlerinden neden Baskın Oran isimli şahıs alındı; bir türlü anlamıyorum.

Alınacak bir yer var idiyse, bundan Avrupa alınmalıydı sanki.

Yoksa, Baskın Oran isimli şahıs, Avrupa'nın buralardaki avukatı/temsilcisi filan mıdır?

Not: Görüldüğü üzere, isimlere 'isimli şahıs' eklemek alışkanlığını, sırf bu yazı için, ben de edinmiş bulunuyorum.

5) Sırrı Yüksel Cebeci adlı şahıs HOT'da yazdı: "Bunlara Türkiyeli demek, Türkiyeli yılanlara, kurbağalara, çakallara haksızlık oluyor".

Ankara Asliye 15. Hukuk Mahkemesi'ndeki meslektaşınız bu adamı akladı. "B. Oran yazılacak olan eleştirilere katlanmak zorundadır" diyerek. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi de onadı.

Giderek daha matrak oluyor bu..

Korkarım, çok geçmez, "yazılacak olan eleştirilere katlanmak zorunda" olduğu kendisine mahkemece tebliğ edilen Baskın Oran isimli şahıs, bu yazdıklarımı da mahkemeye filan verir..

6) Selcan Taşçı adlı şahıs Yeniçağ'da yazdı: "Şu toprağa küfrederek basanlar var. Hain desen, işbirlikçi desen var. Köpek gibi, bir kemikle susan var".

Ankara Asliye 1. Hukuk Mahkemesi'ndeki meslektaşınız bu adamı akladı. "Yazının kaleme alındığı yayında kamu yararı bulunması nedeniyle hukuka aykırı olmadığı kanaatine varıldığından" diyerek. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi de onadı.

Merak ettim şimdi.. Selcan Taşçı, acaba, "yarası olup gocunanlar da var" demiş miydi?

7) Servet Kabaklı adlı şahıs Tercüman'da yazdı: "Çanağına yal konulunca ve etli kemik vaadini duyunca yaltaklanan, kuyruk sallayan kanişler, uyanık geçinen şapşallar, salak, tescilli hain, zavallılar. TC devletine-milletimizin birliğine kalleşçe ihanet hançeri sokanlar".

Ankara Asliye 2. Hukuk Mahkemesi'ndeki meslektaşınız bu sözleri hakaret kabul etti, tazminata mahkûm etti. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi'ndeki meslektaşlarınız kararı bozdu. "Dava konusu sözlerde kişiliğe saldırı amacı yok. Sözler, rapora yönelik düşünce açıklaması niteliğindedir" diyerek.

Olamaz mı?

Belki, Servet Kabaklı'nın bir bildiği vardır..

İlk mahkeme direndi. Böyle mahkemeler de olabiliyor şükür. Dosya Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'na gitti. Oradaki meslektaşlarınız, birkaç gün önce 20'ye 23, bu adamı akladılar. Sadece "Usul ve esas yönünden yerinde olan 4. Hukuk Dairesi kararına uyulması uygundur" diyerek.

Demek "adamı akladılar".. hmmm.. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun aklamadığı kişinin adam olmadığını mı düşünmeliyiz?

Şimdi düşünüyorum da, bütün bu kararlar sonuna kadar normaldi Sayın Yargıçlar. Çünkü meslektaşlarınız milletvekili Süleyman Sarıbaş'ı akladıktan sonra, bunlar haydi haydi aklanırdı.

Vay vay vay..

Bunu Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, Baskın Oran isimli şahıs hakkında söylemiş olsa, eminim Baskın Oran isimli şahıs onları mahkeme mahkeme süründürürdü..

Ama, o-la-bi-le-mez.. çünkü, bu memlekette ima yolula istediğini söylemek ve hep de mazlum olmak imtiyazı sadece Baskın Oran isimli şahsa aittir. Onu kimse mahkemeye filan veremez --ya da kaale alamaz.

Hatırladınız mı bu Sarıbaş'ı? Yanaklarınız kızarmasın, ellerinizle tutun iki yandan, aynen yazacağım: "Bu Rapor'u yazanlar her kimse, yazdıranlar her kimse, millet bunları tükürüğüyle boğar. Azınlık arayanlar, ANALARINA BABALARININ KİM OLDUĞUNU BİR KEZ DAHA SORSUNLAR".

Yani bize piç, annelerimize orospu (utanmayın, utanmayın lütfen!), babalarımıza deyyus diyordu. İlk ikisini bilirsiniz de, Deyyus'u bilir misiniz; pezevenk'in bizzat kendi karısını satan türü demektir. Utanmayın lütfen. Ben bunları gelip yemek odanıza yüksek sesle okumuyorum ki. Size yazıyorum sadece bilgi olarak. Etrafınızda çoluk çocuğunuz, eşiniz falan varsa yalnız başınıza sessizce okursunuz, gazeteyi de gizlersiniz, olur biter.

Diyordum ya.. Baskın Oran isimli şahıs hayli matrak.. matrak bir laf anlama tekniği var...

"Anana, babanın kim olduğunu git sor" diyenin annesine orospu, babasına da deyyus dediğini söylediğini anlıyor..

Hadi, annesi hakkında haklı olabilir (yani, soruyu öyle yorumlayabilir); fakat, o laftan otomatik olarak babasının deyyus olduğunu nasıl çıkarıyor?

Her 'ororspu' evli olmak zorunda mıdır; her evli 'orospu'yu da kocası (deyyus) mı pazarlamak zorundadır?

Bir türlü anlamış değilim.

Hatırlıyor musunuz ne yaptı meslektaşlarınız, Sayın Yargıçlar, bu davada? Ankara Asliye 3. Hukuk Mahkemesi bu Sarıbaş'ı tazminata mahkum etti. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi bu hükmü de bozdu. Gerekçe göstermeden. İlk mahkeme de ona uydu, bitti, gitti.

Ne yapacaktı mahkeme?

Sırf, Baskın Oran isimli şahıs alınganlık gösterecek diye, gösterecek diye, cüml'âlemin ağzına kilit mi vurmalıydı?

Sayın Yargıçlar,

Tekrar başa dönelim.

Aynı hakaretleri, yukarıda adını saydığım şahısların sizlere yapmasına izin verir miydiniz? Çok iyi düşünün.

Elbette vermezdiniz. Kıyametleri kopartırdınız. Davalar açar, mahkûm ettirirdiniz. Çünkü onurlu insanlarsınız siz.

Ama, ben de öyle, başkaları da öyle.

Ne yana döülürse dönülsün; mugalâta mugalâtadır; ve yukarıda bunu denemenin iyi bir örneğini görüyoruz:

Sanki, yukarıda anlatıldığı şekilde bir 'korsan' 'rapor' yazana ve bunu da bir 'basın olayı' haline getiren Baskın Oran isimli şahıs değilmiş, durduk yerde hakkında birileri birşeyler yazmış gibi; kendini mazlum konuşlandırmak denemeleri yapıyor..

Hakarete izin verince şu oluyor; insanlar diyorlar ki bu nasıl memleket, bu nasıl adalet. Bunları bir halka asla söyletmemek lazım değil mi sizce?

Bendenize gelince. Hayır. Sizin o "ifade özgürlüğüdür" dediğiniz adi kelimeleri hiç kimseye kullanmam ben, çünkü haysiyetli bir insanım. Size değil, hiç kimseye böyle rezillikler yazmayı aklımdan bile geçirmem. İnsanlığımdan utanırım, vicdanımdan korkarım.

Baskın Oran isimli şahıs, tertiplediği o korsan basın toplantısı gösterisini ve akabinde yol açtığı skandalın rezilliğini yok sayıyor anlaşılan..

Olabilir.. herkesin meşrebi farklı.

Sayın Yargıçlar,

Bütün bu adli süreçten sonra, ben kendimi daha az güvende hissediyorum artık. Bu tür melânetlerin rahatça yapılabildiği bir ülkede yaşamak o kadar hoş bir his değil. Eğer bir vatandaş, üstelik saçları ağarmış emekli bir profesör, bu tür bir huzursuzluk duyuyorsa, bitmiştir o ülke.

'Ülke' değil de, artık diline vurduğu aşikar olan bir emekli profesörün bittiğinden bahsedebiliriz zannedersem.

Olmayan bir azınlık meselesini, bireyselcilik saplantısıyla, birey bazına indirgenecek derecede azınlıklar halinde yaratmak melânetine yönelik gayretlerinin ödülünü/methiyesini çok yanlış yerlerden bakliyor bence.

Çaresizim. Sizi, her insanda doğuştan mevcut vicdanlarınızla baş başa bırakmaktan başka çare yok elimde bu ülkede.

Tek çare, AİHM'ye başvurmak. Bu da bizatihi bir hüzün unsuru zaten.

Evet. Bir 'hüzün unsuru' olabileceğine katılırım.

Büyük bir ihtimalle, AİHM de Baskın Oran isimli şahsa "yazılacak olan eleştirilere katlanmak zorunda" olduğunu (başka bir dilden) yüzüne okuyacaktır.

Fakat, hüznünü gidermek için, bu bitkin profesöre, bir-iki vakıftan bir-iki parça iş verebilirler. O ayrı.

(Prof. İbrahim Kaboğlu da bu yazının altına imzasını koymaktadır)

Yah..

Bozacının şahidi şah idi; şiracı da şahbaz oldu böylece.

La havle, indeed..

Baskın Oran isimli şahsa kim nasıl prof.luk verdi bilemem; ama, böyle ipe sapa gelmez şeyleri yazdığı halde neden onu tekaütlüğünde olsun --o kadar istediği aşikâr olduğu halde-- unutturmazlar; bilen varsa beri gelsin...