Ellinci yılında geçmiş olsun..

Mahir Kaynak tarafından kaleme alınan bu yazı, 25 Mart 2007'de Star gazetesinde yayınlanmış.

Kuruluşunun ellinci yılını kutlayan AB’yi uzaktan, biraz da burukluk duygusu içinde seyrediyoruz. Her adımımızı manşetten duyurduğumuz üyelik artık ellili yıllarla ifade edilmeye başladı. Kendimizi katılmak için büyük gayretler sarf eden ama ihanete uğramış gibi hissediyoruz. Türkiye’nin AB üyesi olamayacağını sürekli olarak tekrarladığım için AB karşıtları kategorisine dahil edilmiştim. Oysa bu tanımlama yanlıştı.

Biz hiçbir zaman böyle bir birliğe dahil olacak bir dünya görüşünü benimsemedik ve bu yolda bir adım bile ilerlemedik.

Bizden istenenleri yaparken bile ev ödevini çevresindekilere yaptıran ama ders konusuyla hiç ilgilenmeyen bir öğrenci gibiydik. AB’yi bir kazanç kapısı olarak gördük ve onu inşa etmek gibi bir görevimiz olduğunu düşünmedik bile. Ne yapacağımızı değil ne alacağımızı hesapladık. Kurduğumuz model tümüyle yanlıştı. AB İkinci Dünya Savaşı’nda, kazananı ve kaybedeniyle, gücünü kaybeden, birinci sınıf konumundan yönetilenler arasına gerileyen Avrupa ülkelerinin birleşerek yeni güç odaklarıyla, yani ABD ve SSCB ile aynı kategoriye girme mücadelesiydi ve bu nedenle onların hasmı değilse bile rakibi konumundaydı.

Avrupa siyasi ekonomik ve askeri alanda onlarla yarışacak bir duruma gelmek istiyordu. İlk adım olarak ekonomik yarışı kazanma stratejisini izledi ve bunda önemli başarılar kazandı.

Zaten, başlangıçta adını ekonomik topluluk olarak seçmesi iddiasını bununla sınırladığı izlenimini yaratmak içindi ama hedefi tüm boyutlarıyla güç odağı ve aktör olacak bir bütün yaratmaktı. Biz ABD’nin kendisiyle rekabet edecek bu yeni oluşumu engellemek isteyeceğini kabul etmedik ve müttefik olarak kalacaklarını ve AB’nin oluşmasını destekleyeceklerini düşündük.

ABD bir şartla, AB üzerindeki vesayetinin devamı halinde, bu oluşuma izin verirdi. Yani, 'hedefinizden vazgeçin, rakip olmayın, sizi engellemem' diyordu. Benim AB modelim üç ülkeye dayanıyordu:

Almanya, Fransa ve Türkiye bu oluşumun çekirdeğinde olacaklar, birlik bunlarla kurulacak diğerleri çevre ülke sayılacaklardı.

İngiltere bu birliğin dışında kalmalıydı. Çünkü onun bu birliğin dışında siyasi hedefleri vardı ve ABD’nin gücünün ve etkinliğinin azalmasıyla boşalacak yerleri doldurmayı planlıyordu.

Yani, AB’nin içinde bir parça olmaya razı olamazdı. Üzerinde güneş batmayan bir imparatorluğun varisinin kıta Avrupa’sının kontrolüne razı olacağını düşünmek Almanya ve Fransa’nın ciddi bir hatası oldu. Biz ise kurucusu olacağımız bir siyasi projeye katılımcı olmaya razıydık.

Böyle olunca bu siyasi hedefi gerçekleştirecek hiçbir düşünce oluşturmadık ve kendimizi sorumlu saymadık. Avrupa ise kurucu olması gerekene katılımcı sıfatını vererek birliğin kaderini belirledi.

Bu projenin gerçekleşme şansı kalmadı.

Sabahtan akşama kadar tek konusu AB olanlara ‘olmayacak bir yere girilmez ki’ diyordum.

Şimdi ‘Türkiye etrafında AB’ye alternatif olacak bir yapı oluşacak. AB’ye geçmiş olsun’ diyorum.

Mahir hocanın dediklerine kelimesi kelimesine katılıyorum. Ama, o yazıyı buraya alıntılayışımın sebebi sırf 'ben da!' demek değil.

Mahir hocanın AB'nin geçmişte ve bugün sergilediği aptallıkları lüzumundan fazla nezih bir dille anlatması iyi de, bence bu yazının önemli olan kısmı o da değil.

Yazıda yarınlar için bence çok önemli açılımlar var. Biraz değinmek istiyorum. En önemli kısmı da, en son paragraftaki son cümle..

Evet, şimdi, yani bundan sonra Türkiye etrafında AB’ye alternatif olacak bir yapı oluşacak. Başka bir deyişle, Türkiye, önümüzdeki yıllarda alabildiğince büyüyecek. Bu, siyasete yön veren ilâhların ve onların da üzerindeki Allahın emri gibi görünüyor.

Gelişme, benim tahminim, iki şekilde olacak. Birincisi, coğrafi olarak gelişecek Türkiye. Bir diğeri de ekonomik açıdan gelişecek.

Ne kadar aksini yapmağa çalışşak da, buna –bir anlamda– mecburuz; çünkü, AB siyaset sahnesinden çekiliyor. Yerini, bu civarda dolduracak başka bir şey de pek yok.

Bu satırların yazarı, yani bendeniz, bir ABD muhibbi değil. İngiliz, Alman, Fransız ya da Rus veya Çin muhibbi de hiç olmadım. Fakat, şunu söylemek zorundayım: Kısa ve orta vadede ABD ile çıkarlarımızın çoğu artık çakışıyor gibi görünüyor.

Zaten, bu böyle olmasa, Türkiye’nin AB'ye alternatif bir yapılanmaya aday olmasını söylemek pek de anlamlı olmazdı. Kabul etmek gerekiyor ki, o ölçeklerde, dünyanın patronu hala daha ABD.

Şöyle bir düşünüyorum da, Türkiye’nin büyümesi demek, galiba ilk adımda Irak'ın bir şekilde bu yapıya katılması anlamına geliyor. Yani, Irak'ta bugün kimler ve ne varsa. Haliyle, Kürtler de buna dahildir ve –başkalarını bilmem ama ben– bundan şikayet edecek değilim.

Ardından da, Suriye ve İsrail üzerinden Akdenizin önemli bir kısmı; peşinden de Azerbeycan, Ermenistan, Gürcistan vb Kafkas kanadı üzerinden Orta Asya'ya uzanmak sözkonusu olacak gibi...

Bunları söylerken bir miktar emperyalist iştahı sergiler gibi olduğumun farkındayım, ama öyle anlaşılırsa gerçekten yanlış anlaşılır. Benim bahsettiğim yapılanma, AB'nin yapamayıp eline yüzüne bulaştırdığı yapılanmanın olması gereken şeklidir. Yani, herkes yeteri kadar bağımsız olmalı, ama bir birlik içinde..

Bence, bunun başarılı olmak şansının olabilmesi için, İsrail, Ermenistan, Mısır gibi üç ayrı unsurun da, Türkiye’nin liderliğinde, kurucu olması gerekiyor. Kürtleri hiçbir zaman ayrı düşünmediğim için, onları saymadım; Kürtler ile Türkiye bence aynı şeydir çünkü.

Biraz ütopik gibi gelse de, bence hiç de o kadar uçuk bir proje değil bu. Bahsettiğim diğer üç kurucu ortak da daha önce beraber çalışmamış olduğumuz unsurlar değil.

Beni endişe ettiren en temel şey, bizim aydınımızda hala daha devam eden önyargılar.. İslamî ağırlıklı olanlar İsrail'i; milliyetçi olanlar da Ermenistan'ı; solcu filan olanlar da Arapları pek sevemediler –gerekçeleri haklı olabilir ama o köprülerin altında çok su geçti artık. Bu önyargılardan sıyrılabilmemiz gerekiyor; daha doğrusu şart...

Bir başka sorun da, hayli zamandır AB'yi bir 'yeryüzü cenneti' gibi tasvir edegeldiğimiz için, AB'yle yollarımızın ayrılması gerektiğini insanlarımıza kolay kabul ettirememek ihtimali..

AB hülyası herkese farklı ütopyalar vadediyordu çünkü. Solculara, istediklerini söyleyebilecekleri gettolar; müslümanlara istedikleri hayat tarzını yaşayabilecekleri gettolar; Kürtlere 'özgürce' kendi dillerini konuşabilecekleri gettolar; kapitalistlerimize de istedikleri şekilde rahatça at oynatabilecekleri bir ekonomik yapı..

Bu hülyanın her bir gettosunun bir diğeri ile kısa zamanda çatışacağı kimsenin aklına pek de gelmemiş, ya da düşünmek iştememiş olsa da, hayal güzeldi. Bu hayalden vazgeçmek zorunda olduklarını anlatmak sorun olabilir. Olacaktır da. Ama, üstesinden gelinmez, ya da çok büyük bir sorun olacağını pek sanmıyorum.

AB'ye alternatif olmanın AB'nin üvey evlat cinsinden bir parçası olmaktan daha iyi olduğunu anlamak çok da uzun sürmeyecek. Sadece bir süre devam edecek sancılı bir dönem demektir bu.

Aydınlarımızın akıllı davranması gerekiyor. Kısa vadeli kaprislerle, AB'nin yaptığı gibi, bir çuval inciri berbat etmemek açısından dikkatli olmak lazım. Bu önemli.

Önemli olan bir diğer nokta da, her ne kadar bu ABD'nin 'koltuk çıkma'sı ile olacaksa da, buralarda elde edilen katma değerin lüzumundan fazla bir kısmının ABD'ye transfer edilmesine de izin vermemeliyiz.

Başka bir deyişle, minnet ya da vefa duygumuz bizi ABD'nin yalakası ya da sömürgesi yapmamalı. Bence, bahsettiğim diğer 3 ortak ile, bunu da başarabiliriz. Hepsinde yeteri kadar yetkin elitler var çünkü.

Her neyse.. AB ile yol ayrımımız daha bir kristalize olduğunda borsamız ne gibi bir seyir izler bilemem, ama ben fiyatlar düştükçe satın almak taraftarı olacağım. Yani, uzun zamandır belki de ilk defa, iyimser cenahta yer alıyorum..

Evet, AB'ye geçmiş olsun.

Tabii ki, Yunanistan'a da..