Va'dettiği günler Hakk'ın

Bazı insanlara uyku haramdır; bunların --aynı zamanda-- 'yatacak yeri yok' taifesinden olup olmadıklarına uyumadıkları zamanlarda nelerle meşgul olduklarına da bakarak karar vermek gerekir.

Bir kısım uyumazın bakmağa da gerek duyurmayan lüzümsuzlukları vardır ki, şükran duymak gerekir --yormazlar sizi. Fakat, nadir de olsa, aradabir baksanız da karar veremeyeceğiniz, sizi fersah fersah aşmış birileri de çıkabilir karşınıza..

Fırsata şükretmeniz gerekir, de, karar vermeği bir yana bırakın, anlamak için sarfedeğniz gayretler yüzünden size çektirdiği çileleri de sineye çekmek zorunda kalmak yok mu, insana asıl o koyar..

Eğer siz de benim gibiyseniz, sizi aşağılamayan fakat aynı zamanda da aptallığınızı --tartışmaya mahal vermeyecek şekilde-- size aşikar kılan birisini takdir ederseniz; yani, başkasının pek farketmemiş olduğu bir hastalığınızı teşhis eden doktor gibi, aptal olduğunuzu size farkettiren birisine, bir taraftan kızarken, öteki taraftan da şükran duyarsanız, Yalçın Küçük'le karşılaşmıssınız demektir...

'Karşılaşmak'tan kastım da eserlerinden birisiyle karşılaşmış olmak, okumak anlamındadır. Yoksa, ben Yalçın hocamla hiç yüzyüze gelmiş değilim. Büyük bir ihtimalle gelmek de istemezdim... zevklerimizin uyuşacağını hiç sanmıyorum. Mesela, onun gibi kırmızı bir fular hayatta takmam ben. Müzik zevkimiz de birbirini tutmaz. Ben de klasik Batı müziği severim, ama eser miktarda... Türkülerimizi, Yalçın hocamın 'köylülük' diyerek aşağılamasını kendi ağzından duysam --açık söylüyorum-- saygı-maygı dinlemem, çıngar çıkar..

Eminim başka bir sürü böyle ufak-tefek ama kişisel açıdam önemli nice detaylar daha vardır anlaşmamızı engelleyecek.. Zaten, devlerin yakından görünüşü de cüce değil midir? Bazı devlere yakında bakmamak gerek yani.. çok yanıltıcı olur..

Kitaplarının bir kısmını okudum. Yanlış anlamayın, 'bir kısmını okudum' demekle 'bir-iki kitabını okudum' demiyorum; bir kaç düzineyi bulmuştur belki de.. ama, hepsini okudum diyemem. Kaç tane olduğunu bilmiyorum --o da bilmiyor. O benden çok daha kısa, ve kitaplarının boyunun beni aştığına eminim...

Bugüne kadar da, her defasında elime aldığım yeni kitabını 'keşke bunu hiç yazmasaydı, lüzumsuz tekrarlar var' diyebilmek için de okurum biraz. Ama, yok.. bir defa dahi bunu diyemedim..

Bu, onun her dediğinin doğru ya da isabetli olduğunu düşünüyor olduğum anlamına mı gelir. Tabii ki, hayır. Kimsenin her dediği doğru olamaz ki. Fakat, Yalçın Küçük'ü hem ilginç hem de önemli kılan, dediklerinin çoğu zaman yeni oluşu --yani, bakir sahaları ele alır--, ya da yorumlarının yeni ver karklı oluşudur --yani, ezberleri sarsar. En azından, benim ezberlerimi ikidebir allak bullak eder..

Bir de, garip bir kibiri vardır. Kibir desen değil; değil desen hiç değil. Ben buna 'kendini bilmek' diyorum, yani kendi kalibresini bilir ve bundan dolayı da kimseden özür filan dilemez.

'Yiğit yiğidi gözünden tanır' prensibi yüzünden olsa gerek ki, bugüne kadar da kimse ona 'gözünün üzerinde kaşın var' da diyememiştir --olsa olsa, "Yalçın Küçük'tür, mide bulandırır" diyen olmuştur; ve Yalçın Küçük'ün de bundan zerre kadar alındığını sanmıyorum --ben de olsam takmazdım; diyenin kalibresine bakar geçerdim.

Geçen gün sinemaya gideceğim tutmuştu. Vaktinde yetişemeyince, iki saat beklemek gerekti. O sırada, oradaki kitapçıya girdim ve iki düzine kitap aldım. İçlerinden 4-5 tanesi de Yalçın Küçük'ün kitaplarıydı. Kimisini daha önce okumuştum, ama yeni basımları azıcık daha genişletilmiş olduğundan onları da aldım. Bunların arasında 'Tekelistan 1' isimli kitabını da vardı. Bir saat kadar bir zamanda kitabın bir kısmını da orada okudum.

Diğer kitabının, 'Tekeliyet 1'in, sadece önsözüne zaman ayırabildim. O önsözde, 'Salyangoz Edisyonu İçin Kısa-Söz'de dedikleri arasında şunlar da vardı:

Ben mi? Ben, her zaman pek de yeterli olmadığım, ancak yapılmayan işeri yapıyorum. Hep ansiklopedi yazıyorum. Kimseleri beklemiyorum ve hiç arkama bakmıyorum.

Hepsi benim için, bir ansiklopedi maddesi yazmak üzere 'bahane'dir.

Ne yapabilirm ki, önce yaptıklarımın bir üniversite işi olduğunu düşündüm ve bir üniversitenin işini üstlendiğimi fark edince ürktüm.

Sonra seksen üniversitenin işini üzerime aldığımı gördüm ve rahatladım.

Çünkü, seksen üniversiteyi topladığımızda elde bir 'sıfır' kaldığını hesapladım; hepsi bir 'sıfır' ise, bana yaptığımı yapmak düşmektedir.

Yazdıklarımı hiç okumuyorum; bir veya iki kez okuaycak gibi oldum; anında, daha iyi ve güzel yazabileceğimi anladım.

Daha iyi ve daha güzel yazmaya zamanım yok; yazdıklarımı okumaya da vaktim yok, bir 'sömürge' Türkçesi ile 'dönmüyorum'.

Söylediklerime bakmıyorum, henüz kendimi televizyonda hiç görmedim; daha doğru'yu bulmaya ve anlatmaya zaman ayıramıyorum, ama, daha az doğruya ise hiç tahammül edemiyorum.

Sömürgeci Türkçesi ile, sadece 'üzgünüm' diyebiliyorum..

Bu kitabı da okuyacağım, ama, şimdi 'Tekelistan 1'e geri dönelim ve sayfa 35'e bakalım istiyorum:

Şimdi, sormanın ne kadar verimli olduğunu daha iyi görüyorum. Birlikte yaptığımız çok basit bir tarama ile bunları bulabiliyoruz.

Bir, 'Türkler'in 'İstiklâl Marşı'nda, 'Türk' sözcüğü geçmemektedir.

İki, 'İslâm' ve 'müslüman' kelimelerine de rastlamıyoruz.

Üç, 'Allah' ve 'Tanrı' yer almıyorlar.

Dört, Türk tarihi ve kahramanlıklarına atıf bulunmamaktadır.

Beş, devam etmiyorum ve bu sırlı alana girmiş olanlar ile diğer araştırmacılara bırakıyorum.

Her halde, bu bulgular hepimiz için yeni ve şaşırtıcı olmalıdır. Demek ki, Akif'i unutsak bile, sormak her zaman verimlidir. Çok kısa bir yoldan, İstiklâl Marsı'mızın analizine başlayabiliyoruz.

Ve, Akif'in, bazı kelimeleri kullanabilmek, yanyana getirebilmek için, şiirini ne kadar zorlamış olduğunu da tespit edebiliyoruz.

Daha önce, 'Gizli Tarih'te not ettim, her dinin Allah'ını tarif eden peygamberlerdir; İslâm'da Peygamber Hazretleri, 'lâ ilâhe illâllah' diyordu, 'ilah yoktur Allah'tan başka' anlamındadır.

Öyle, güzel, amma pek de calib-i dikkattir {dikkat çekicidir}, adı üzerinde 'İstiklâl Marşı', bir cenkler manzumesi olmak durumundadır; cenk edenler 'Allah-u Ekber' deyu yürüyorlardı ve Ersoy, bunu unutmuştur.

Bunun yerine "va'dettiği günler Hakk'ın" var.

Peygamber Hazretleri Muhammed'in haberini verdiği 'Allah'ın vaad ettiği günler'den haberimiz yoktu ve artık olmuştur. Bunu, bu haberdar oluşumuzu, herhalde isim-bilime borçluyuz.

İlginç.. değil mi?

Ben de, ne zaman İstiklâl Marşı'nı okusam, hem çok severim, hem de yadırgarım.. Bir şeyler hep eksik gibi.. ya da bir şeyler fazla gibi..

Mehmet Akif Ersoy'un aslen Arnavut olduğunu biliyoruz.. fakat, Arnavutluk'ta doğup büyüdüğü için mi Arnavut sayılmıştır --kendisi de kendinin Arnavut olduğunu söyler-- yoksa, ırken mi Arnavuttur; bilmiyorum. Hem, Arnavutlar hangi ırktır; onu da bilmiyorum. Kısacası, Arnavutlar hakkında hiç bir şey bilmiyorum.

Fakat, konu Arnavutların menşei değil, haliyle: Mehmet Akif Ersoy'un menşei, şeceresi ile ilgili..

Benim için, bugüne kadar, İstiklâl Marşı'nın şairinin şeceresini sormak hiç gerekmemişti... Aklıma dahi gelmemişti çünkü..

Fakat, şimdi Yalçın Küçük'ün yukarıda yazdıklarını okuyup İstiklâl Marşı'nı daha bir dikkatle inceleyince.. iyi bir şairin elinden çıktığı aşikar olmakla bereber, hayli zorlamalar içerdiğini, daha da önemlisi, içinde bir sürü İslâmî motifin eksikliğini farkeder gibi oluyorum..

Hay Allah..

Doğru olabilir mi bu?

Yok yok. Biz bilmez miyiz?.. Yalçın Küçük'tür bu.. İsim-bilim filan hikaye; o, muhakkak, abesle iştigal ediyordur gene.

Ve, sanki başka konu kalmamış gibi.. yememiş, içmemiş, yatmamış, uyumamış.. bula bula İstiklâl Marşı'nı bulmuş dil uzatacak..

Muhakkak öyledir; ve, yatacak yeri de kesinlikle yoktur...

Ezilen, ihmal edilen kadınlar..

Aşağıdaki haber Hürriyet Kelebek'te Cenker Tezel imzası ile yayınlanmış...

Aslında, bu tür haberler benim ilgi sahama pek girmiyor; ama kaç saat beklediysem de, İzlenimler'de bu konuya el atılacağına dair bir emmare görmedim...

Varsa yoksa, 'aziz Cumhuritetin kurucu gençliği'ne laf atmalar --böyle giderse, çantayı kafasına yemeyecekse ben ne olayım--; ya da 'niçin şanlı bayrağımız ceylan derisine değil de sığır postuna şeyedilmiş?' gibi, ülkenin temel değerlerini sütlendirme teşebüsleri; veya 'elma resmi altında armut toplamak' türünden erken dönemimin gecikmiş sosyal mürebbiyelik teşebbüsleri..

Kısacası, memleketin radikal sorunlarına fundamentalist çözümler teklif etmek yine bana düşüyor.. her zaman olduğu üzere..

Aşağıdaki yazının bir magazin haberi olduğunu düşünerek, üstünkörü okuyup ağzınıza geleni söylemeğe yeltenebilirsiniz.. Başka nerede ne diyeceğinize ben karışamam, ama bu blogda ona izin vermem ben --edebinizle okuyacaksanız okursunuz, tepki ve yorumlarınız da ölçülü olmak zorundadır. O kadar.

Bir düşünsenize... bu haberde, ik bakışta belki atladığınız bir şeyler vardır.. dikkatli bakın.. daha dikkatli, lütfen...

Ne görüyorsunuz?

Evet.. Değil mi?

Toplum tarafından baskı altına alınmış, hakkı yenen ve ezilen bir kadın.. Ve, ayrıca kocası tarafından da ihmal edilmiş, aynı zamanda da, yalnız bırakılmıs bir kadın..

Şimdi buyurun, okuyunuz:
Zeynep: 'Kocam neden gelmedi bilemem'

'Buzda Dans' yarışmasındaki partneri Robert Beauchamp'le yakınlaşması dillere düşen ve bu yüzden yarışmadan çekilmeye bile kalkan Zeynep Tokuş, eşi Alp Nuhoğlu tarafından ilk kez bu pazar yarışmada yalnız bırakıldı. Tokuş, eşinin kendisini izlemeye neden gelmediğini bilmediğini söyledi.

Geçtiğimiz hafta yarışmadan çekildiğini açıklayan, ancak halk oylamasında birinci olunca kararından dönen Zeynep Tokuş, pazar akşamı yine buz üstündeydi. Ancak haftalardır kendisini pist kenarından destekleyen, piste çiçekler atan eşi Alp Nuhoğlu bu kez yanında yoktu. Tokuş, gösteri sonrası eşinin bu hafta kendisini neden izlemeye gelmediğini soranlara 'Aslında gelecekti, ama ne oldu da gelemedi inanın ben de bilmiyorum' diye cevap verdi.

Beauchamp ile Yaşar'ın 'Kayıkçı' adlı romantik şarkısı eşliğinde kayan Zeynep Tokuş'un tedirgin olduğu ve partnerine önceki haftalardaki kadar yakın davranmadığı fark edildi. Jüri üyeleri de bu uzaklığa dikkat çekerek 'Ne oldu size, birbirinizden neden kopuksunuz? Zeynep aklın başka yerde, konsantre olamadın' eleştirisinde bulundu. Tokuş'un yanıtı ilginçti: 'Evet koptum, bu şarkı alıp götürdü beni... Benim için özel bir parçadır, arabamda da sürekli dinlerim.'

Zeynep Tokuş gösteri sırasında partnerine mesafeli davransa da kuliste eski sıcaklık devam ediyordu. Ünlü manken, Robert Beauchamp'in gözüne toz kaçınca da yardımına koştu.

Gördünüz, değil mi?

Jürinin üstüne vazife olmayan konularda sorduğu lüzumsuz sorular yüzünden partneri ile arasında mesafe ve soğukluk girmiş.. hatta bariz bir de kopukluk..

Güzel güzel kaymak varken, milletin torba olmayan ağzı yüzünden kadıncağız tedirgin olmuş.. Arabada dinlediği şarkıya vermiş kendini de ancak konsantrasyonunu devam ettirebilmiş..

Yazıktır; ayıptır..

Millet! Size ne kadının kocasının gelip gelmediğinden yahu!.. Görmüyor musunuz; partneri gelmiş ya, o yetmiyor mu?..

La havle..

Hadi, hadi; dağılın..

Sizin çağdaşlaşmanız için daha bir bin yıl daha lazım, ama benden duymuş olmayın gene de.. Bir de, uğradığınızda selamımı söyleyin Fethi beye, 'konularına sahip çıksın' dedi dersiniz; 'onun gibi yazamıyorum, kantarın topuzu kaçıyor bazan.. beni mecbur etmesin' dediğimi de unutmayın, e mi...

İçerden Bir Çuval İncir...

counterpunch.org isimli sitede 25 Mart 2004 tarihinde yayınlanmış... Söyleşinin yapıldığı kişi, (Prof.) Michael Hudson, ABD'de Wall Street'te (ABD'nin finans merkezi) bir bağımsız finans iktisatçısıdır. 1960'lı yıllarda, Chase Manhattan Bankasında ve Arthur Anderson'da (uluslararası muhasebe ve denetim şirketi) Ödemeler Dengesi iktisatçısı olarak görev yaptıktan sonra, New York'taki 'New School'da dersler verdi. Hal-i hazırda, Kansas City'deki Missouri Üniversitesinde Seçkin Profesör payesiyle dersler vermektedir. ABD'nin finansal baskınlığıyla ilgili çok sayıda eseri vardır. Ayrıca, Kanada, Meksika, Rusya ve ABD hükümetlerine iktisat danışmanlığı da yapmıştır. Kendi ihtisas alanındaki kitapları arasında 'Ticaret, Gelişme ve Dış Borçlar' sayılabilir. Buna ek olarak, 'Süper Emperyalizm' isimli kıtabın da yazarıdır. {Bu paragraftaki bilgiler, bu metnin en sonundaki kısmın kabaca bir tercümesidir.

Yazının kendisini tercüme etmek hayli meşakkatli bir iş. Okumak heyecen verici idi, ama oturup bunu çevirmek, hele de istenen anlamı verecek kelimeleri de bularak bunu yapmak çok kolay değil; ve ayrıca da sıkıcı benim için. O yüzden, metnin tamamını çevirmek yerine, sabrımın yettiği kısmı çevirip yayınlamağı daha uygun buldum. Eğer yeterince ilgi görürse, kalanını de çevirmek isteyebiliri. Ya da bir başkası buradan sonrasını (kısmen ya da tamamen) çevirmek isterse meşakkati paylaşmış oluruz..

Her neyse.. Benim çevirdiğim kısımlar daha kolay farkedilsin diye, metnin aralarında ve farklı bir zemin rengiyledir. Umarım istifade edersiniz.

An Insider Spills the Beans on Offshore Banking Centers
İçerden Birisi Bir Çuval İnciri Ortaya Döktü
An Interview with Michael Hudson
Michael Hudson ile bir söyleşi

By Standard Schaefer [March 25, 2004]

Söyleşiyi yapan Standard Schaefer [Mart 25, 2004]

The oil industry created the practice of countries (SHIPS?) flying "flags of convenience" as a means of avoiding income taxes nearly a century ago. Since the 1960s the U.S. Government itself has encouraged American banks to set up branches in Caribbean hot-money centers and more distant islands as a means of attracting foreign money into the dollar. The initial aim was to help finance the Vietnam War by turning America into a new Switzerland for the world's hot money.

Vergiden sakınmanın yollarından biri olan 'göstermelik sancak' devletlerini (gemilerini?), ilk olarak yaklaşık bir asır önce, petrol endüstrisi peydahladı. 1960'lardan beridir de, yabancı paraların dolara dönüşümünü cazipleştirmek amacıyla, ABD Hükümeti, Amerikan bankalarına Karayipler ve daha uzak adalarda sıcak-para merkezi olmak üzere şubeler açmasını telkin etti. Başlangıçta, bunun amacı, ABD'yi dünya parasının yeni İsviçresi haline getirmek yoluyla Vietnam savaşını finanse etmekti.

This policy succeeded in turning the United States into a flight-capital center for third-world dictators, Mexican presidents and Russian oligarchs. The former Soviet Union now finances a substantial portion of the U.S. balance-of-payments deficit with the flight capital that neoliberal "reformers" facilitated by backing the kleptocrats. The result has grown into a full-blown system enabling multinational corporations to evade taxes everywhere, including the United States itself. It enables domestic investors to globalize their operations by setting up offshore affiliates Enron-style in the Cayman Islands, Dutch West Indies or some small and newly notorious Pacific Island of their choice.

Bu siyaset, ABD'yi, üçüncü dünya diktatörlerinin, Meksika devlet başkanlarının ve Rus oligarklarının kaçgun-para (yerini yurdunu terketmiş para) merkezi haline getirmekte başarılı oldu. Nev-liberal (neoliberal) 'reformcu'ların kleptokratlara (hırsız bürokratlara) sağladığı destek sayesinde, eski Sovyetler Birliği şu anda ABD'nin ödemeler dengesi açığının hayli önemli bır kısmını finase etmektedir. Zamanla, bu, başlıbaşına bir sisteme dönüşerek çokuluslu şirketlerin, ABD dahil, her yerde vergiden kaçınmalarına imkan tanır oldu. Yani, Enron'un yaptığı üzere, Cayman adalarında, Hollanda Antillerinde ya da tercih ettikleri benzer başka kötü şöhretli adalarda iştirakler peydahlamak suretiyle, yerel yatırımcıların operasyonlarını globalleştirmlerini sağladı.

The permissive regulatory system relating to these offshore beachheads of tax avoidance has evolved to a point that enables U.S. and European investors to shed taxes simply by hiring a lawyer to set up a boiler-place office and finding an accounting firm willing to take its records at face value--which is good enough for the tax authorities to accept in these days of downsized fiscal operations. The resulting plunge in the ratio of corporate tax obligations to national income has been a major factor in America's soaring federal budget deficit. Businesses--and especially the financial sector--establish dummy companies and adjust their transfer pricing (e.g. on sales of raw materials to refineries, and of refined or semi-manufactured products to their final distributors in the industrial nations) so as to take all their profits in these tax-free enclaves.

Vergi otoriteleri –zaten yok denecek kadar yalın hale getirilmiş mali operasyon yetenekleri sayesinde/yüzünden– mükellefin sunduğu evrakların üzerinde yazanı yeteri kadar muteber kabul ettiğinden, bu uzak sahillerdeki vergiden sakınma iskeleleri zaman içinde evrim geçirip öyle bir noktaya geldi ki, artık ABD ya da Avrupa yatırımcılarının vergiden kaçınmak için bütün yapmaları gereken şey bir tabela şirketi kuracak bir avukat ve mali defterlerini sorgu sualsiz tutacak bir de muhasebe şirketi ibaret hale geldi.

Flight capital would not leave countries without having somewhere safe to go. A rising number of tax-avoidance islands have made use of the fact that they are small enough to adopt whatever tax code they wish. Lawyers acting on behalf of financial and business lobbies in North America and Europe have drawn up laws to turn these banking centers into what Prof. Hudson calls anti-states.

Kaçgun sermaye, eğer gidecek güvenli bir yer bulamasaydı kendi ülkesini terketmezdi. Yeteri kadar küçük olduklarından dolayı, giderek artan sayıdaki vergiden sakınma adası, uygun gördüğü muhasebe mevzuatını yürürlüğe koydu. ABD ve Avrupa'daki finans ve iş çevrelerinin hukuçuları da bu bankacılık merkezlerini Prof. Hudson'un anti-devlet dediği yapılanmaya kavuşturacak hukuki altyapıyı oluşturdu.

* * *

Standard Schaefer: In earlier interviews you described how the economy has been "financialized" in ways that free companies from taxation. What role do offshore tax havens play in this?

Daha önceki mülakatlarımızda, şirketlerin vergi vermez hale getirilmesi sürecinde ekonominin nasıl 'finansal'laştıtıldığını anlatmıştınız. Sahil-ötesi vergi sığınaklarının bunda oynadığı rol nedir?

Michael Hudson: Companies set up trading companies in tax-avoidance islands and declare whatever income or capital gains they earn on real estate, stocks or other investments to be made by these shells. This has led to the quip that taxes have become purely voluntary for modern businesses.

Şirketler, bu vergi-sakınma adalarında şirketler kurdular ve kendi ticari gelirlerini, menkul veya gayri menkul vd yatırımlardan elde ettikleri nemalarını bunların gerçekleştirdiğini beyan ettiler. Bu da, bir mizah gibi gelse de, modern iş dünyası için vergi vermek artık tam anlamıyla gönüllülük esasına dönüsmüştür demektir.

Standard Schaefer: How does this affect the domestic U.S. Economy?

BU ABD ekonomisini nasıl etkiliyor?

Michael Hudson: Un-taxing business income--and financial income in particular--leaves individual taxpayers to bear the fiscal burden through wage withholding for Social Security, Medicare and pension-fund contributions. Consumers also bear a rising burden through the sales tax and other local taxes.

Ticari şirketlerin gelirlerini –bilhassa da finansal gelirlerini– 'vergi vermez' hale getirmek demek, Sosyal Sigorta sistemi kapsamında maaşların daha büyük oranlardaki kısmına el koymak yoluyla vergi yükünün bireylerin sırtına yüklenmesi anlamına geliyor. Tüketiciler, ayrıca, satış (KDV, ÖTV vs) ve diğer vergilerin artan tükünü de çekmek zorunda kalıyorlar.

Standard Schaefer: Do the statistics confirm this?

İstatistikler bunu teyid ediyor mu?

Michael Hudson: Offshore tax havens enable multinational companies to give an impression that they do not earn any income on business done in countries where taxes are levied at European and North American rates. The reality is that U.S. companies make a lot more money than they report. However, offshore banking centers free them from having to pay taxes on this income, or on capital gains. That's why we're running such high budget deficits today.

Sahilötesi vergi sığınaklarını kullanan çokuluslu şirketler, Kuzey Amerika ve Avrupa'da geçerli vergi oranlarının yürürlükte olduğu ilkelerdeki ticari faaliyetleri sonucunda kâr etmemiş oldukları intibaını verirler. İşin aslı şudur: Bu şirketler, beyan ettiklerinden çok daha yüksek kârlar etmelerine rağmen, sahilötesi bankacılık merkezlerini kullanarak, bu gelir ve nemaları için vergi vermek zorunda kalmazlar. Bugün bu denli yüksek bütçe acığı vermemizin sebebi budur.

Standard Schaefer: I understand you have had a forty-year experience with these offshore banking centers and tax-free enclaves.

Anladığım kadarıyla, bu 'vergisizlik beylikleri' ve sahilötesi bankacılık konusunda sizin kırk senelik bir deneyimiz var.

Michael Hudson: I was taught the ropes in the course of my work as a balance-of-payments economist, and later as a mutual-fund manager. My first clue to how these enclaves were set up came when I worked for the Chase Manhattan Bank in 1965-66 and was assigned the task of writing a report on the oil industry's impact on the U.S. balance of payments. After reading the usual books about how the cartel operated worldwide, I still had difficulty making my way through the oil industry's income-and-expense statements and the statistics published by the Department of Commerce.

Önceleri 'ödemeler dengesi iktisatçısı' olarak, daha sonra da 'mutual' fon yöneticisi olarak başlayıp ustalardan el aldım. Bu beyliklerin nasıl peydahlandıklarına ilk dikkat edişim benim Chase Manhattan Bank'ta çalıştığım döneme rastlar. 1965-66 yılında, ABD'nin ödemeler dengesi üzerinde petrol endüstrisinin etkileri hakkında bir inceleme yapmak ve sonuçlarını da bir rapor haline getirmek görevi bana verilidi. Bu kartelin dünya çapında nasıl bir işleyişi olduğuna dair bilindik kitapları okuduktan sonra dahi, gerek petrol endüstrisinin gelir-gider hsapları olsun, gerekse de (ABD) Ticaret Bakanlığının yayınladığı istatistikleri olsun, neyin ne olduğu bir türlü kafamda berraklaşmıyordu.

My main problem was to find just where oil companies made their profits. Was it at the production end where crude oil was drilled out of the ground, at the processing stage where the oil was refined, or at the distribution end where it was sold to its end-users to heat buildings, run cars, fly airplanes and make into petrochemicals and plastics?

Benim anlamadığım temel nokta, petrol endüstrisinin kârı tam olarak nerede oluşturduğu idi. Acaba topraktan petolun çıkarıldığı üretim safhasında mıydı, yoksa petrolün rafine edildiği işleme safhasında mı, yoksa son kullanıcının evlerini ısıtmak, arabalarını çalıştırmak, uçaklarını uçurmak veya petrokimyasallar ya da plastiklere dönüstürmek için tedarik ettiği satış sfhasında mıydı?

David Rockefeller arranged for me to meet one afternoon with Jack Bennett, the treasurer of Standard Oil of New Jersey (the old Esso before it changed its name to Exxon). "The profits are made right here in the Treasurer's office," he explained, "wherever I decide." He showed me the broad leeway a vertically organized global conglomerate enjoyed in being able to assign "transfer prices" do as to report the overall profit at whatever point taxes were lowest on oil's statistically labyrinthine journey from wellhead to gas station.

David Rockefeller beni 'Standard Oil of New Jersey' (eski 'Esso' şimdilerde de 'Exxon') şirketinin hazine başkanı, Jack Bennett'le tanıştırdı. “Kâr, tam burada, Hazine bürosunda oluşturulur” dedi, “yani, ben nerede olmasını istersem orada” diye de ekledi. Bana, petroün kuyudan kullanıcıya kadar kat ettiği o istatistiksel efsanevi labirentinin içinde, dikey yapılanmıs devasa global bir şirketin verginin en az olduğu yerde kârın oluşması amacıyla 'aktarma fiyatları'nı nasıl belirlediklerini anlattı.

Taxes were lowest (in fact, non-existent) in Panama and Liberia, where the oil industry's tankers duly registered their flags of convenience. Standard Oil priced its crude oil low to these shipping affiliates, and sold it at a high, nearly retail price to refineries and marketing outlets in the industrial oil-consuming nations.

Petrol endüstrisinin tankerlerini birer 'göstermelik sancak' olarak kaydettikleri Panama ve Liberya'da vergiler düşüktü (aslında hiç yoktu). Standard Oil, (kendilerine ait olan) bu nakliyeci istiraklerine faturaladıkları petrolün fiyatını düşük, fakat bu nakliyeci iştiraklerinin petrol-tüketicisi ülkelerdeki perakendecilere ya da rafinelere sattıkları petrolün fıyatını da yüksek faturalıyorlardı.

Standard Schaefer: How can someone use the statistics to trace what is happening?

Peki, istatistiklerden yola çıkarak neyin ne olduğunu nasıl anlayabiliriz?

Michael Hudson: It is not easy to find transactions with these flag-of-convenience countries in the U.S. balance-of-payments statistics. Instead of being listed as bona fide countries in Africa or Latin America, they appear under a rather obscure column heading called "international." Cursory viewers tend to overlook it, as it does not indicate a specific country or region. Some people may imagine that it even refers to venerable international organizations such as the United Nations, IMF or World Bank. But what "international" means is, quite simply, "international shipping" registered under flags of convenience. Quite properly, it doesn't really belong to a foreign nation's economy at all, because it is a legal fiction that U.S. companies simply make use of to produce tax filings on an unrealistic "as if" basis.

Bu göstermelik sancak ülkelerindeki muamelatı ABD'nin ödemeler dengesi istatistiklerde bulmak kolay değildir. Bu ülkeler, normalde olması gerektiği şekilde, Afrika'da ya da Latin Amerika'daki birer ülke halinde tek tek gösterilmezler. Bunun yerine, tamamı 'uluslararası' gibi kafa karıştıran bir başlık altında tutulur. Dikkatli bakmazsanız, belli bir ülke ua da bölgeye işaret etmedeikleri için, kolayca gözünüzden kaçabilir. Hatta, bu başlık altında, Birleşmiş Milletler, IMF, Dünya Bankası gibi saygın kurumların olduğunu da sanabilirsiniz. Aslında 'uluslararası'nın anlamı 'göstermelik sancak ülkeleri'nde kayıtlı tankerler ile yapılan 'uluslararası nakliye'dir. Başka bir deyişle, bu herhangi bir yabancı ülkenin ekonomisine de ait değildir; yapılan şey, ABD şirketlerinin kanunsal bir sanallık arkasında 'mış gibi' yaparak gerçekçi olmayan vergi beyanları vermesidir.

Standard Schaefer: You're saying that the statistics are translated into a language of unreality.

Bu istatistiklerin, 'olmayan bir gerçeklik' diline tercüme edildiğini söylüyorsunuz.

Michael Hudson: A carefully structured unreality--and one that has real-world consequences, to be sure. The essence of this game is that Esso and other oil majors were able to "game" the world's tax systems by selling their crude oil at so low a price to their tanker companies as to leave little income for Saudi Arabia, Venezuela or other oil producing countries. This discouraged them from taking control of their mineral wealth, especially as they had no tanker fleets to move this oil. The corporate shipping affiliates turned around and sold their oil to their downstream refineries. These generally were located safely offshore in different political jurisdictions (e.g., Trinidad for Venezuelan oil). The oil was transferred at so high a price that despite the heavy capital investment in these facilities, the refiners and distributors reported losses year after year, decade after decade.

Gerçek hayata kesin yansımaları olan fakat fevkalade itinayla yapılandırılmıs 'olmayan bir gerçeklik'. Bu oyunun özünde şu yatıyor: Esson ve diğer büyük petrol şirketleri, ham petrolu cok düşük bir fiyatla, Suudi Arabistan, Venezüela ya da diğer üretici ülkeye yok denecek kadar az bir gelir bırakacak şekilde, önce kendi tanker (nakliye) şirketlerine satıp hem kendi ülkelerinin vergi sistemerini 'oyun'a getiriyorlar; hem de üretici ülkelerin bu düşük fiyatlar karşısında –özellikle de bu petrolu nakletmek için tanker filoları olmadığından– kendi yeraltı zenginlilerine sahip çıkmak arzularını kırıyorlardı. Düşük fiyatla kendi nakliye şirketlerine sattıklarını da, bu sefer, tüketiciye giden güzergâhtaki diğer alıcılara, rafinerilere, satıyorlardı. Bu nakliye şirketleri de, üretici ülkeşerden yeteri kadar güvenlikli mesafede ve siyasi açıdan da farklı yapıdaki sahilötesi ülkelerde (mesela Venezüela için Trinidad kullanılıyordu) yerleşik oluyordular. Aktarma fiyatları o denli yüksek tutuluyordu ki, olağanüstü derecedeki demirbaş ağırlıklı yatırımlarına rağmen, rafineler ve diğer dağıtıcılar sürekli zarar gösterebiliyorlardı –on yıllar boyunca.

Standard Schaefer: How could the tax authorities in Europe and America not catch on to what was happening?

İyi de, ABD ve Avrupa'daki vergi otoriteleri bunun nasıl olur da farkına varmazlar?

Michael Hudson: That's where the political lobbying power of major vested interests came into play. Their ability to avoid having to declare earnings on which taxes would be due reflected the passivity of tax collectors in Europe and North America where most downstream facilities were located. One might think that such governments would have imputed a minimum tax, on the principle that any investment must expect to earn at least a normal rate of return; otherwise it would not be made or kept in place. Turning a blind eye to this logic, governments accepted the profit-and-loss statements as company accountants submitted them. They permitted the profits from oil drilling, refining and marketing to disappear down the statistical black hole of international shipping.

İşte, bu noktada da büyük çıkar çevrelerinin siyasi açıdan ikna edicilik kudretleri oyuna dahil oluyor. Bu (kudretleri), gerçek kazançlarını beyan etmeleri zorunluğunu ortadan kaldırabiliyor ve nihai alıcıların bulunduğu Avrupa ve Kuzey Amerika'daki vergi makamların pasifize olması anlamına geliyor. Aslında, herhangi bir işletmenin en azından normal bir kârlılığının olması gerektiği, aksi halde o işletmenin kurulması veya ayakta tutulmasının anlamsız olacağı prensibinden yola çıkarak, sözkonusu ülkelerin bir minimum vergi salmalarını beklerdiniz. Bunu böyle yapmak yerine, hükümetler, bu prensibi görmezden gelerek, şirketlerin ibraz ettiği kâr-zarar tablolarını olduğu şekilde muteber addetmeği tercih ettiler.

Mining companies followed a similar accounting practice with their shipping fleets and refineries. These oil and mineral companies were among the largest multinationals.

Daha sonra da, madencilik şirketleri, kendi nakliye filoları ve rafinerileri olduğundan, benzer muhasebe tekniklerini kullanır oldular. Bu petrol ve maden şirketleri çokuluslu şirketlerin en büyükleridir.

Standard Schaefer: You are saying that profits fell statistically, but not really. What does this mean for the theory that market prices allocate resources efficiently by reflecting supply costs and demand?

Yani, kârlar istatistiksel anlamda (kağıt üzerinde) düştü ama gerçek anlamda durum bu değildi diyorsunuz. Peki de, pazar fiyatlarının temin bedelleri ile talebin arasındaki ilişkiye bakıp kaynakları verimli şekilde tahsis ettiği teorisi açısından bu ne anlama geliyor?

Michael Hudson: The development of tax shelters in flag-of-convenience countries to record corporate profits hardly can be viewed as a merely marginal phenomenon. For nearly a century it has played a central role in the U.S. and European economies. But the prices are fictitious rather than a result of being based on actual costs or on supply and demand. Only the immense political power of these extractive sectors could have induced their governments to remain so passive in the face of the fiscal drain they entail--a favorable tax treatment denied to other taxpayers.

'Göstermelik sancak' ülkelerindeki vergi sığınaklarında şirketlerin kârlarının gösterilmesi gibi bir gelişmeye marjinal bir mesele olarak bakamayız. Bu, bir asırdır, ABD ve Avrupa ekonomilerinde merkezi bir rol oynayagelmektedir. Fakat, fiyatlar gerçek bir üretim maliyeti ya da arz-talep sonucunda değil, sanal yollarla oluşuyor. Hükümetleri bu denli ağır mali kaçağa karşılık tedbir alamaz halde tutmak, ancak siyaseten de böylesine olağanüstü kudretli sektörlerin yapabileceği bir şeydir.

Gradually, however, other sectors learned to emulate the strategy of avoiding taxes by using offshore banking centers.

Yavaş yavaş da, diğer sektörler vergiden sakınmak için sahilötesi bankacılık merkezlerini kullanmak stratejilerini taklit etmeği önrenir oldular.

Standard Schaefer: Apart from transfer pricing, were other accounting gimmicks used?

Aktarma fiyatları haricinde, başka ne gibi muhasebe numaraları kullanılır?

Michael Hudson: Parent companies consolidated their oil fields in the Near East, Africa and South America into their domestic U.S. balance sheets by organizing them not as corporately distinct foreign affiliates but as "branches." This technicality allowed them to take the full U.S. depletion tax credit against their income. Depleting the resources of other countries was treated as if they were part of the American economy--except that the profits were taken in Liberia and Panama.

Standard Schaefer: Did you have any conflicts working for Chase and the oil companies to produce this report?

Michael Hudson: I was given free rein. I was told to come up with the best statistics possible. They made it clear that if the answers were not what they and the oil industry expected, they would not publish my report, but at least they wanted to know what the statistical situation was. I accepted the assignment on these terms.

How the Russian and U.S. Governments nurtured offshore capital-flight dollar centers

Standard Schaefer: How did these flag-of-convenience tax havens evolve into offshore financial centers independent of corporate shipping operations?

Michael Hudson: The common denominator is tax avoidance, but the proliferation of offshore banking centers has taken on a life of its own, based on flight capital and hot money.

Standard Schaefer: Did this also occur as a result of corporate tax maneuvering?

Michael Hudson: That was not the main motivation. Switzerland and Liechtenstein would have sufficed for the level of flight capital and criminal savings that characterized the 1950s. In order for modern-type hot-money havens to emerge, an institutional set-up had to be created to hold dollars or other hard currencies outside their countries of origin--somewhere that would provide the same degree of "privacy," "confidentiality" and hence immunity from the authorities that Switzerland provided with its notorious bank secrecy laws.

The oil and mineral companies did not break the laws or do anything illegal, and hence did not need this kind of privacy. They simply wrote and amended the tax laws to insert loopholes in their own favor. The actual money was kept in their home offices. But offshore banking centers aimed at a different source of deposits--those which needed to be kept outside the reach of U.S. or European authorities.

Standard Schaefer: So how did the offshore vehicles for dollar deposits develop?

Michael Hudson: Actually, the great catalysts were the Soviet and U.S. Governments themselves. The story starts with the creation of the Eurodollar market during the Cold War years.

In the late 1950s the Soviet Union had a problem. It needed bank accounts denominated in U.S. dollars to defray its various spending programs in the West. But as the Cold War heated up, it feared that the U.S. Government might confiscate its U.S. bank accounts (much as Chase Manhattan would do to Iran after the Shah was overthrown). Russia therefore approached a number of British banks and suggested that they establish accounts enabling Soviet agencies to keep their dollar receipts denominated in U.S. dollars (rather than converting them into sterling), and to use these dollar accounts to pay dollars various suppliers in the West (not to mention more nefarious agents). British banks agreed, and the Eurodollar market was born--a market for dollar deposits held outside of the United States.

Standard Schaefer: So a great finance-capital innovation was established by the Soviets themselves. Did they realize what they were dong? And by trying to evade U.S. control, did they end up helping or hurting U.S. global interests?

Michael Hudson: Nobody grasped the implications at first. As so often happens, this financial innovation bred a train of unanticipated consequences. U.S. multinationals found it helpful to hold dollars offshore to facilitate their own transactions, especially as they began to buy European and other foreign firms and establish their own overseas branches.

U.S. banks set up branches in London and other money centers to serve these companies. When monetary policy was tightened during the Vietnam War years, these banks found the easiest supply of money to come from their foreign branches. Bank regulatory agencies had not foreseen this development, and had not imposed any requirement that head offices set aside reserves against the deposits that came from these foreign branches. So Eurodollar deposits became a great source of deposits for the large international U.S. banks to lend out when money was getting tight as a result of the Vietnam War's balance-of-payments drain.

How the U.S. Government urged Chase to set up branches in hot-money centers

Standard Schaefer: What was the most remarkable experience you had with these institutions?

Michael Hudson: The Vietnam War was pushing the balance of payments into deficit, draining the gold supply that backed the currency. Gold had been America's lever of international financial power since World War I, and now it was flowing out to pay for the war in Southeast Asia.

The Johnson and Nixon administrations knew that if fighting the war meant less consumption at home, voters would oppose the war. So they pursued a guns-and-butter policy, promoting heavy domestic consumption and deficit spending, leaving little to sell abroad. The United States was not willing to permit key economic sectors to be sold to foreigners to balance its international payments, although this is what it directed other debtor countries to do after 1980.

U.S. officials sought to attract foreign exchange in any way they could, but their options were limited. One great possibility remained: attract foreign flight capital. This could be done without raising interest rates at home, but providing a safe haven for foreign hot money. Therefore, what U.S. geopolitical strategists were willing to accept were foreign bank deposits, regardless of where they came from.

In balance-of-payments terms, foreign money being converted into dollars and kept in foreign branches of U.S. banks would do just as well as money in U.S. banks, as long as these deposits were held in dollars rather than in foreign currency.

Standard Schaefer: Was this an explicit policy?

Michael Hudson: Pretty explicit. This was at a time when so much hot money was going to Switzerland that its franc was becoming the world's hardest currency. American financial strategists sought a policy to support the dollar in much the same way. The State Dept. and Treasury approached the nation's leading international banks with a proposal to do something that they would have feared to do without official inducement. They were to establish and expand their own branches in the world's major capital-flight centers--and perhaps to help establish some new ones. Not only would this attract foreign flight money, it would keep at home the substantial sums were being sent abroad by U.S. tax evaders.

In 1996 a former State Dept. employee who had become a Chase officer asked for my opinion of a memorandum outlining the common interest between U.S. economic diplomacy and the nation's international banks with regard to establishing offshore branches aimed at attracting some of the world's hot money away from Switzerland and other flight-capital centers.

The US is probably the second major flight center in the world, but with little probability of rivaling Switzerland for the foreseeable future. Like Switzerland, flight money probably flows to the US from every country in the world. It is handled almost exclusively by the major New York and Miami brokers, lawyers, and leading commercial banks. Officers of CMB International Department and Trust Department confirm that CMB Home Office itself handles a reasonable amount of foreign flight money. However this is insignificant relative to the total potentially available.

There is general consensus among CMB officers and both US and European experts in the field that US-based and US-controlled entities are badly penalized in competing for flight money with the Swiss or other foreign flight-money centers over the long run. This is because of the following interrelated factors:

(a) The demonstrated ability of the US Treasury, Justice Department, CIA, and FBI to subpoena client records, attach client accounts, and force testimony from US officers of US-controlled entities, with proper US court back-up.

(b) The restrictive US investment and brokerage regulations and policies, which limit the flexibility and secrecy of investment activity.

(c) The US estate tax and US withholding tax on foreign investments.

(d) The role of the US as a major contestant in the Cold War, and resulting likelihood that investments through a US entity may be exposed to any hostility or freeze of assets occurring as a result of the Cold War.

(e) The generally held (and partly unwarranted) view of many sophisticated foreigners that US investment managers are naïve and inexperienced in manipulation of foreign funds, especially in foreign markets.

Despite the above limitations, the US has brought appeal to flight money holders in other respects. These include: The largest and most active securities markets in the world, assuring both liquidity and diversification. Ease of transfer and mechanical handling of investments, partly through US banks' worldwide network. The world's leading reserve currency, the US dollar. In recent years, the unmatched financial stability and one of the highest levels of economic growth of any major industrial nation. Finally, negligible probability of revolution or confiscation, and low probability of inconvertibility.

The memo cited Beirut, Panama, Switzerland and other centers from which the U.S. Government invited Chase to attract international flight capital by placing its services at the disposal of the existing and prospective patrons of dictators, drug dealers, criminals and even Cold War adversaries.

Chase and other major U.S. money-center banks responded by setting up a network of offshore centers to turn America into a high-level Switzerland.

Standard Schaefer: Did this actually occur, and did the government go along with it?

Michael Hudson: The government and banks were well aware of the fact that crooks are the most liquid people in the world, for the simple reason that they fear to hold property in plain sight of the authorities--except in cases where their actual ownership can be laundered through a maze of dummy companies and name-plates on legal folders in the offices of the offshore lawyers who make their livelihood by managing such financial stratagems. The major American accounting firms, law firms and investment advisors soon got into the business of advising corporations and wealthy clients how to set up offshore bank accounts in the name of paper companies.

Standard Schaefer: This would seem to be a bombshell. Have you ever published this?

Michael Hudson: I showed it to the Canadian economics professor and journalist Tom Naylor, who reproduced it in 1987 in his book Hot Money, pp. 33-34. The book has been translated into many languages and reprinted numerous times. It is about to be reprinted again this year by McGill-Queens University Press up in Canada, and in fact I'm writing an introduction to the newest edition. But there hasn't really been much discussion, because the topic of hot money remains outside the concerns of most academic economists.

Standard Schaefer: Was there any debate over whether this was the right thing to do?

Michael Hudson: Yes, a series of Congressional hearings were held, and many excellent reports were included. But right-or-wrong morality didn't play much of a role. One of the main policy issues was simply whether the government should impose a 15 percent withholding tax on foreign holdings of Treasury securities, on the ground that this would probably be the only tax revenue it would recover. Government spokesmen (WHO, WHAT DEPARTMENTS?) convinced Congress not to impose the tax, on the ground that this would discourage foreign hot money--and also U.S. hot money, for that matter--from holding Treasury bonds. The United States needed every market it could create for its bonds at this time, to stem the gold outflow. So the foreign withholding tax was abolished.

Standard Schaefer: In other words, the Treasury permitted domestic U.S. tax avoidance to occur in order to get a balance-of-payments inflow into the dollar, and to hold down domestic interest rates.

Michael Hudson: Yes. The I.R.S. already had permitted tax avoidance to occur under pressure from the large multinationals such as the oil and mining companies. Vertical integration enabled them to administer transfer pricing in a way that minimized their global tax liability. Refraining from taxing the interest paid on U.S. Treasury bonds favored U.S. hot money.

By the late 1960s the United States was well on the way to making America the leading haven for the world's flight capital. Citibank, Chase and others established or expanded operations for their "private banking" subsidiaries offering "confidentiality" to clients ranging from Mexico's leading politicians to Russia's kleptocrats in the 1990s.

Standard Schaefer: But the price was to give international law-breakers a better tax treatment than law-abiding and tax-paying citizens.

Michael Hudson: Yes, and there's a reason for that. The striking thing is that the most liquid savers in today's society are criminals and tax evaders. They have a good reason to avoid real estate or other tangible property. It is too visible to prosecutors and tax authorities. That is why balance-of-payments statistics classify capital movements as "invisibles." Prestigious accounting firms and law partnerships busy themselves devising tax-avoidance ploys and creating a "veil of tiers" to provide a cloak of invisibility for the wealth built up by embezzlers, tax evaders, a few drug dealers, arms dealers and government intelligence agencies to use for their covert operations.

Standard Schaefer: So all this made finance capital more cosmopolitan and less subject to national regulation and government control.

Michael Hudson: Yes, and by the late 1980s U.S. money managers were incorporating offshore mutual funds to tap global capital markets.

How hot-money centers turn capital flight into a market for government debts

Standard Schaefer: What was the effect of these tax havens and banking centers on the economies of other countries?

Michael Hudson: Just as the U.S. authorities hoped, the world's hot money found it most convenient to go into dollarized offshore banking centers.

Standard Schaefer: Can you give an example of how this worked?

Michael Hudson: In 1989 I was hired by the Boston money-management firm of Scudder, Stevens and Clark to spend a few months of my life organizing a sovereign-debt fund, that is, a fund investing in the bonds of third world governments. This was the world's first such fund, and it started what would become a torrent of issues in the 1990s. But at that early stage Scudder was unable to find American clients willing to put $75 million into a region where they had been burned badly in the aftermath of Mexico's 1982 insolvency.

On the other hand, that traumatic event had pushed borrowing rates up to nearly 45 percent annually for Argentine and Brazilian dollar-denominated government bonds, and about 25 percent for Mexico's dollar-denominated medium-term tesobonos. These rates enabled the fund to be more successful in finding foreign buyers. Incorporated in the Netherlands Antilles (Dutch West Indies) as the Sovereign High -Yield Investment Co. N.V., its shares were listed on the London Stock Exchange. The underwriter, Merrill Lynch, sold them mostly to well-connected Argentine families through its Buenos Aires office, with the balance taken mainly by Brazilian and other Latin American buyers.

Their money was invested in the high-yielding bonds of their own governments. The irony was that the exorbitant interest payments being made in 1990 were largely due to Argentine flight capital and to Brazilian families operating offshore as a "Yankee fund." The fact that it was set up offshore meant that no U.S. investors were allowed to buy its shares.

The biggest investors were political insiders who had bought into the fund knowing that their central banks would pay their dollar debts despite the high risk premiums. While these local oligarchs appeared in the statistics as exploitative "dollar creditors" to their countries, domestic demagogues blamed the Yankees, the IMF, the World Bank and British bankers for enforcing financial austerity on their countries. Yet the dollar debt of Argentina in the early 1990s was owed mainly to Argentineans operating out of offshore banking centers. The major beneficiaries of foreign-debt service were their own flight-capitalists, not bondholders in North America and Europe.

To Argentina, a "foreigner" was likely to be a local oligarch operating out of an offshore account invisible to their government (which consisted largely of their own families). One finds the same phenomenon in Russia today, where a "foreign investor" tends to be a Russian with an offshore account operating out of Cyprus, Switzerland or Liechtenstein, perhaps in partnership with an American or other foreigner for political camouflage.

Standard Schaefer: How did the fund do?

Michael Hudson: In its first year of operation it became the second highest-performer worldwide. (An Australian real-estate fund was in first place.) Global investors soon got into the act as they watched Latin America's financial oligarchy recycle its own dollarized flight capital back to its countries of origin via offshore enclaves.

However, the fund with which I had been associated was limited to only a five-year duration, because in 1989 it seemed to me that this was all the leeway available to keep siphoning off third-world income until a new crisis loomed. By the time this period was up, in 1994, Mexico's tesobonos had become such an investor favorite that their interest rate fell below 10 percent. The country was selling off its telephone system and other public enterprises whose sale proceeds temporarily were filling the central bank's foreign-exchange reserves--the PRI dictatorship's last act in office before it lost the presidency.

But Mexico teetered on the brink of default in that year's peso crisis, just a dozen years after it had triggered the Latin American "debt bomb" of 1982 by announcing that it could not service its foreign debt. The Clinton administration "rescued" Mexico, or rather, Treasury Secretary Robert Rubin rescued its creditors.

Standard Schaefer: So ultimately, speculators in third world dollar bonds lost.

Michael Hudson: They weren't the only ones. The process involved flight capital being turned into a legacy of foreign official debt. Argentina even was convinced to join the ranks of Panama and Liberia by dollarizing its economy. Rather than creating domestic credit itself by running budget deficits as other nations do, its government issued an enormous volume of bonds payable in dollars. Their interest rates fell below the 10 percent level as investors in the creditor nations wanted to believe that the secret of monetary solvency had been found. Foreign dollars were borrowed to finance domestic policies.

Meanwhile, the decline in interest rates resulting from the rise in "confidence" in Argentina's folly provided rich capital gains for investors who had bought the bonds at so low a price that they yielded four or five times as high a return. But what is confidence, after all, but an opportunity to play the confidence game--a game at which financial underwriters have honed their skill for centuries! The Scudder fund and other early investors sold off their bonds to the new mutual funds and other buyers inexperienced with international risk during the bubbling '90s when everyone tried to top the returns of others, regardless of where the long run was leading.

This promoted a needless foreign indebtedness, whose collapse today threatens to split Argentina away from other nations. Then in 2001 the debt pyramid collapsed, and the bonds have now plummeted. This wiped out a substantial portion of "bad savings" that were the book-keeping counterparts to these bad debts.

Some policy alternatives

Standard Schaefer: How much money in these centers is illegal flight capital and savings out of tax evasion?

Michael Hudson: The remarkable thing is the extent to which investors have made the use of these centers legally. In sponsoring the Eurodollar, for instance, the British government encouraged the creation of tax-avoidance entrepôts on some of the islands located in the otherwise inhospitable English Channel and North Sea. By the simple act of registering ownership of their real estate in one of these islands, British property owners are permitted to avoid paying capital gains taxes, as these are not charged on "foreign" investors.

Standard Schaefer: What's the difference between a tax avoider and a tax evader?

Michael Hudson: It's legal to make use of existing laws to minimize one's tax liability. A tax evader is someone who violates the law by making false statements or engages in complex financial operations that have no economic function except to avoid paying taxes.

Standard Schaefer: So Britain's logic was much the same as America's in the 1960s: It needed the money, regardless of where it came from. The cost ended up making it easier to avoid taxes.

Michael Hudson: The logic was that sterling needed foreign investment to support its exchange rate. The main effect, however, was to provide tax favoritism to large domestic investors as opposed to home owners or small investors who did not establish foreign accounts. A British investor can set up a dummy corporation in these enclaves and avoid paying taxes on resale gains on their land and buildings, stocks and bonds or other assets.

It is all perfectly legal, as any country has the right to levy--or not to levy--taxes on wealth, capital gains or income. Inasmuch as capital gains tend to outstrip the growth of earned income, the economic role of such offshore centers is central to global wealth accumulation. As global asset-price inflation gained momentum during the 1980s and '90s, the attractiveness of such centers has increased proportionally. This means that economists hardly can analyze the growth and polarization of national and global wealth without taking into account the web of financial claims and liabilities associated with these centers.

Standard Schaefer: But there is a growing overlayer of illegality, isn't there?

Michael Hudson: Certainly, but it's been merged into "invisibles" as far as economic statistics are concerned, and economic theory too for that matter. Crime is one of the key sectors for which no estimates are made. Yet it is perhaps the most liquid, as dictators and kleptocrats, embezzlers and drug dealers fear to tie down their assets in visible form. The newest additions to the world's rentier class, they have become a fount of liquidity for today's economies.

Russia has suffered $25 billion in flight capital annually since 1990. Its IMF bailout loan of August 1997 disappeared into an obscure bank in Britain's Channel Islands, from whence it was forwarded to Cyprus, Switzerland and the United States. Most IMF lending to Africa and Latin America has been fully absorbed by capital flight, subsidizing it under the euphemism of "currency stabilization." What is being stabilized is mainly the rate at which this flight capital is exchanged for hard currency (if one still can call dollars a hard currency).

Standard Schaefer: How might governments counter this ploy to tax this money?

Michael Hudson: That is what is being debated in Russia these days. It seems that the only kind of tax that can be collected from multinationals today is to tax what is visible, not what is invisible--that is, invisible to the national economic statistician and tax-collecting office. Russians are discussing a rent tax levied in the form of an excess profits tax on oil and mining exporters.

Standard Schaefer: If we look at the balance sheets as they stand, the offshore banking centers appear as net creditors, and the rest of the world's countries are net debtors?

Michael Hudson: Not quite. The "savers" who have accounts in these offshore banking centers have claims on them that, in turn, represent the liabilities of these enclaves that offset their claims on the rest of the world. But the financial claims held by these havens are owed in turn to their offshore "savers."

What is missing from the data that should be there are the claims by these "savers"--the tax avoiders, criminals and so forth--on these offshore havens, classified in terms of their country of origin. These surreptitious savings get lost in the IMF's "errors and omissions" line. This is because the Dutch West Indies, for example, may owe money to a Panamanian shell, which owes money to an Isle of Man shell, and so on. The ultimate hot-money claimants are hard to identify. Deposit inflows to these enclaves find their balance-sheet counterpart in their own rising indebtedness to tax avoiders and dodgers in Europe, North and South America, Asia and Africa. But the statistics are silent as to just who these invisible savers actually are and where they really reside.

An Argentinean or Russian exporter sells at a fictitiously low invoice price, asking the buyer to deposit the difference in an offshore bank account. Needless to say, the Argentinean or Russian will not declare this holding, so it doesn't appear in the official accounts. But it exists in reality. This is why the world's reported debts exceed the locatable savings by an "errors and omissions" margin.

Standard Schaefer: How exactly does this false invoicing work?

Michael Hudson: In two ways. The simplest is for importers to claim to pay more for imports than their true economic price. This is what the oil companies do when they price crude oil so high to their refineries that the refineries have no room to report a profit, decade after decade.

The mirror image of this fraud occurs when exporters claim to receive less than they actually are paid. The margin is what they are able to embezzle. The buyer typically pays the difference to a "private" account in one of the offshore banking centers, facilitated by one of the U.S. or British or Canadian banks set up for this helpful purpose. This is the meaning of bank "privacy." It is how Russian exporters of oil, aluminum and other raw materials conceal their actual income from the Russian government. It explains the emergence of so many post-Soviet multi-billionaires benefiting from "unexplained enrichment."

Standard Schaefer: Doesn't the Russian government still raise most of its taxes from oil and other raw-materials exports?

Michael Hudson: Yes, but it fails to tax the actual income. If it did, Mr. Khodorkovsky and other kleptocrats would not have suddenly risen to join the ranks of the world's wealthiest individuals in merely a single decade, and would not now be under prosecution for criminal tax evasion. It is significant that the financial press in the West writes anguished editorials accusing this of representing nothing less than brown-shirted fascism, nationalism and totalitarianism. Bush administration hacks such as Secretary of State Powell publicly express their worry that this threatens the very foundations of "private enterprise." This show how little they think of punishing tax evasion in their own countries.

Standard Schaefer: I assume that we'll get to cover these machinations in greater detail in our up-coming interview on Russia after its March 14 presidential election. Returning to the topic of offshore banking centers, are you describing a technique that has been developed simply by individuals, or has it been institutionalized on a higher, economy-wide plane?

Michael Hudson: The largest accounting and law firms of North America and Europe have got a rising proportion of their income for providing advice to companies seeking to make use of these tactics. The primary users are money managers and leading corporations to conceal their profits (or losses, in the case of Enron and Parmalat) from oversight by the authorities in their own countries. By the 1990s, Enron, Parmalat and other giant corporate criminals were able to organize the largest financial frauds in history by using structured finance involving hot-money havens.

Standard Schaefer: Isn't there a U.S. law against arranging a complex business practice solely for the purpose of evading taxes?

Michael Hudson: The law is indeed on the books, and the IRS has complained specifically that the KPMG firm has organized systematic tax-evasion schemes. But the neoliberals have placed their own ideological administrators in these agencies, men who have bragged to me that they simply refuse to regulate to "kill the beast," that is, government, which is supposed to be the economy's guiding brain. Their non-action has corrupted the national legal and regulatory system by disabling it. Power is being wielded by campaign contributors whose wealth has convinced politicians to give tax evaders the right to blackball any regulatory agency who shows himself or herself to be too conscientious in applying the law, above all the tax code.

Standard Schaefer: What about New York Attorney General Eliot Spitzer?

Michael Hudson: He obviously recognizes what is going on, and seems to have been astounded to discover how far the rot has spread. What he found while bringing criminal charges against Arthur Andersen in the Enron case was that every major accounting firm was engaging in the same fraudulent practices. This created a practical problem for him. Was he going to close down every accounting firm by applying the law across the board?

If he had done this, who would have audited the books of America's companies? It would have crashed the stock market and the entire economy. So he settled for fining the banks and financial and accounting firms a very small portion of their gains, leaving their partners with their comfortable retirement takings and making them promise to stop breaking the law in the future.

On the other hand, I think that even if he closed down these firms--and remember, I used to work for Arthur Andersen and found it thoroughly venal already in the 1960s--the system would have healed itself almost overnight. The existing firms as such would have been wiped out and many of their leading partners would have gone to jail--probably not more than a few hundred--or at least would have lost their retirement payoffs. But most of the remaining accountants would have gotten together to create new firms, free of the taint of corruption that has characterized Deloitte Touche in the Parmalat case, KPMG for its tax-evasion schemes, and the other accounting firms right down the board.

Standard Schaefer: How deeply can the problems be traced?

Michael Hudson: The path leading to this state of affairs was opened up at the close of World War II. U.S. diplomats brought pressure on the International Monetary Fund to free capital movements, at a time when it was clear enough that most capital flight would be into the dollar, out of economies that were regulated. Euphemized as "economic reform" and "freedom of choice," the move toward financial decontrol cleared the path for the development of offshore havens. That was part of the fatal flaw built into the DNA of the postwar Bretton Woods system.

The U.S. Government remained in control, and as I explained earlier, when the Vietnam War pushed the balance of payments into deficit, the government encouraged the large money-center banks to set up branches in these island enclaves to act as enablers facilitating global theft, fraud and other criminal activity. It has been through their user-friendly operations that the non-criminal world--the world of honest men and women, industry, commerce and even sovereign governments--has become increasingly indebted to lawbreakers, just as taxpayers are increasingly indebted to tax avoiders.

Much of America's net foreign debt, along with that of countries such as Argentina, is owed to these flight-capital centers. This has become the meaning of "globalization" in its financial dimension.

I pointed out above that deposit inflows to these havens are matched in the official statistics by other countries' "errors and omissions." The world's most important economic phenomena that determine exchange rates today have been relegated to the unseen "black" economy--not only crime, but what is becoming the dominant mass of corporate and personal wealth. It is more "invisible" today than ever, in order to avoid the eyes of prosecutors and tax authorities.

What is remarkable is that neoliberals praise rather than denounce this phenomenon. The upshot has been to create a situation in which, if one must own land, other tangible assets, or financial securities, the best way to avoid taxation or seizure is to register them in the name of offshore proxies.

The next step for these offshore entities is to loan this money back to oneself, charging enough interest to absorb the erstwhile taxable revenue. Operators large enough to set up their own insurance company can charge off the remainder of their income as tax-deductible insurance payments to their offshore entity created for this purpose, along with the usual skimming charge for management fees to owners and senior managers.

Financially sophisticated operators send their money offshore and then borrow it back, paying enough interest, insurance and management fees to themselves to absorb their earnings and thus render themselves free of taxes. These payments expensed to oneself appear in national income and tax statistics as a cost of doing business, while balance-of-payments statistics report them as an international outflow for "services" under the rubric of "invisibles." So statistics become increasingly fictitious.

Standard Schaefer: You have described how the rise of these centers has led to economic statistics losing their value. How can the economy be analyzed and quantified under these conditions?

Michael Hudson: Financial havens help income and capital gains disappear from the statistics of national economies as flight capital, only to reappear as debts owed by victimized economies to "foreigners" operating out of these enclaves. Their balance-of-payments transactions appear as "errors and omissions." Most economists know that this is a euphemism for "short-term capital movements," which itself is a euphemism for capital flight and tax evasion.

The basic perception is that what one can avoid reporting to national authorities will not be regulated, taxed or prosecuted. Strategy along these lines reflects decades of lobbying by the world's wealthiest companies and individuals to disable their governments' ability to tax them. Accounting firms, law firms and global banks help them by using "structured finance" to conceal their income and wealth--as well as their debts and financial fraud. The more crooked the client, the larger the fee that can be charged for the advice being orchestrated to guarantee privacy. In a society where crime pays better than most honest professions, financial and banking expertise is for hire. The experts will happily go to work for Enron and Parlamat, salving their conscience by believing that this is all part of the free market impelling civilization forward and leaving Communism by the wayside in the world economy's struggle for existence between competing systems.

The symbiosis between offshore banking centers and oligarchic, kleptocratic and criminal wealth can be traced in the lawsuits that have graced the front pages of the international press in recent years. The largest bankruptcies in recent years have involved machinations via such centers. In Parmalat's bankruptcy the legal defense by the company's auditors, Deloitte and Touche, is that they had no reasonable way of knowing that the $4 billion in alleged deposits in an offshore Bank of America hot-money account did not really exist. Other poster boys for this predatory universe of flight capital are the offshore entities created by Arthur Andersen and Citibank for Enron, the Swiss banks renowned for serving Idi Amin and other warlords, and the Bank of New York and its brethren that helped Russia's oligarchs embezzle $250 billion in the 1990s.

Once the fiscal ploys are spelled out in detail, attentive readers may recognize that what is being described is how today's multinationals typically are structured to extract revenue and minimize (that is, to avoid) taxes. Economists since John Maynard Keynes have used the word "leakage" to describe funds withdrawn internationally from the domestic income stream. The term implies that money is being lost, and of course it is lost to the tax collector. But it does not simply disappear. Placed in the world's anti-government centers, flight capital ta es on a creditor power that is indebting North America, Europe, Asia and Africa, siphoning off their financial surplus in ways that remain invisible to most statisticians and economists, politicians and voters.

Standard Schaefer: You paint a discouraging picture. What is the point in trying to tax corporate and financial income at all, if transactions with these islands are not simply closed down?

Michael Hudson: A choice is indeed being forced. If these tax-cheating havens are not closed down, the only people left to tax will be the middle class and employees.

Companies now file two sets of annual accounts. One is for their stockholders, and another is for the tax collector. The tax account shows no profit, because companies don't want to pay taxes. The report to stockholders shows a maximum profit, because companies want to boost the price of their stock. Voters have elected politicians whose electoral campaigns are paid for by lobbies who are hired to mobilize support for this policy, while academic chairs are endowed to hire well-meaning fools or "useful idiots" to teach this anti-government philosophy as representing positive "reform" rather than depicting it as outright parasitism.

The public is being misled in two ways. First of all, governments are given tax returns that show profits as shrinking, through artificial book-keeping that becomes the basis for official statistics. Meanwhile, stockholders are being given stories of fictitiously high profits, at least in the cases of Enron and Parmalat.

The clients of this floating island world use a system that has been put in place by pillars of business integrity representing the global economy's core, not merely a peripheral underworld constituency. These enclaves belong at the center of economic analysis, yet they usually are treated as an anomaly rather than as an integral organ of modern wealth accumulation.

Standard Schaefer: How might these offshore centers be shut down? The law says that you cannot punish or fine people following the laws that apply in their own day. You cannot lay down penalties retroactively.

Michael Hudson: You don't have to. Laws against fraud, embezzlement and tax evasion have been on the books for many years, although many of these laws have not been seriously enforced. One of the easiest laws to enforce is the principle of "unexplained enrichment." This is, by the way, how the world's great fortunes were created--and what Putin is applying against Mr. Khodorkovsky.

Banks in the United States, Canada, Europe and Asia would agree not to recognize deposit transfers from these centers. Companies and brokerage houses would refuse to pay dividends to addresses in them. Countries would lay down rules for legitimization of ownership of these deposits, corporate shares or other financial claims.

One standard question no doubt would be to ask how one came to obtain holdings in these centers. Was this wealth obtained out of one's normal income? If not, how?

A broader solution would be simply not to recognize banking and creditor claims from these centers. This would be a start repudiating the world's bad debts.

Standard Schaefer: This would have to be done suddenly, of course. We'd better leave this broader context for a future interview.

Professor Michael Hudson is an independent Wall Street financial economist. After working as a balance-of-payments economist for the Chase Manhattan Bank and Arthur Anderson in the 1960s, he taught international finance at the New School in New York. Presently, he is Distinguished Professor of Economics at the University of Missouri (Kansas City). He has published widely on the topic of US financial dominance. He has also been an economic adviser to the Canadian, Mexican, Russian and US governments. His books include Trade, Development, and Foreign Debt (Pluto, 1992, 2 vols.). He is the author of Super Imperialism.

Standard Schaefer is an independent economic journalist, a cultural historian, literary critic, poet and short-story writer. He teaches at Otis College of Art and Design. He is the non-fiction editor of the New Review of Literature. He can be reached at ssschaefer@earthlink.net.

©2004 Hudson and Schaefer, from book-in-progress.

Eksiğiyle Artığıyla...

Nagehan Alçı'nın Mahir Kaynak ile yaptığı söyleşi. 10 Şubat 2007'de Star Gazetesinde yayınlandı.

Herkes derin devletten bahsediyor. Siz bu kavramın yaratıcısısınız. Kimdir bu derin devlet?

Asker, sivil, işadamları... fikir üretebilen insanların oluşturduğu fiili bir durumdur derin devlet. Bir araya gelirler ve devletin ideolojisini oluştururlar. Yayınları ona göre yaparlar, halkı ona göre yönlendirirler.

Ama, Başbakan bu insanlara savaşını açıkça ilan etti geçen hafta. Derin devletin varlığını kabul etti ve onunla savaşmalıyız dedi.

Evvela 'derin devlet'in tanımında anlaşmak lazım. Başbakanın söylemek istediği 'derin devlet' değil ki, devletle mücadele eden güç. Yani çeteler! Mesela Susurluk çetesi. Oysa, benim dediğim 'derin devlet' farklı. Ben diyorum ki, siz, iktidar, 'derin devlet'e dahil olmalısınız. 'Derin devlet' faydalı bir mekanizmadır.

Sizin söylediğiniz anlamdaki derin devlet Türkiye’de nerede?

Yok ki! 'Derin devlet' devletin geleceğini planlayan bir mekanizma, örneğin bu gün İngiltere’de Tony Blair’in ipini çeken, SSCB’nin dağılmasını sağlayan 'derin devlet'tir. Bir devletin dünya konjonktörüne uyması için onu denetleyen, şekillendiren güç 'derin devlet'tir. Türkiye’de maalesef yok! Ama Osmanlı’da vardı.

Sonra ne oldu?

Mesela diyoruz ki, Cumhuriyeti Atatürk kurdu. Ben diyorum ki Cumhuriyet bir Osmanlı 'derin devlet projesi'dir. Atatürk ve Padişah arasında hiçbir itilaf yoktu. Ancak önlerine çıkan şartlarda o zamanki devlet demiş ki “Biz Osmanlı’yı sürdüremeyeceğiz. Yenildik. Bunu cumhuriyete dönüştürelim.

Yani Atatürk’ü Osmanlı mı görevlendirmiş?

Evet. Yoksa bir kişi böyle bir şeyi yapamaz. Mustafa Kemal Atatürk sürekli Padişah'ın yanında yer almış. Eğer Osmanlı’nın küçültülerek devam ettirilmesi yönünde karar alınsaydı Mustafa Kemal yine Padişah'ın yanında yer alırdı, onunla birlikte çalışırdı.

Osmanlı derin devleti Türkiye Cumhuriyeti’ni yarattıysa nerede bugün o derin devlet?

Atatürk döneminden sonra tasfiye edildi ama ben hep şunu söylüyorum: Tekrar kurmazsanız devleti yaşatamazsınız. Bu bir akıldır, kendisini değil, devleti düşünen bir akıl.

Bugüne dönersek... Derin devlet kavramı ağızlara sakız oldu. Faili meçhuller için günah keçisi yapılmaya çalışılan bir devletten bahsedebilir miyiz?

Evet. Burada iki şey görüyorum: Birincisi bizim söylediğimiz devlet kavramını dejenere etmek istiyorlar. İkincisi de çetelere meşruiyet kazandırmayı hedefliyorlar. Bu yüzden devamlı 'derin devlet' diyorlar çetelere. Oysa bu büyük saptırma!

Son olarak Ogün Samast’ın Türk bayrağı önünde çekilmiş pozu Türkiye’yi karıştırdı. Asker-polis gerginliği mi yaratılmaya çalışılıyor?

TSK yıpratılmaya çalışılıyor. Bu gün dünyada iki ana eksen var. Ulusalcılar ve küreselciler. Küreselciler serbest ekonomiden, paranın dolaşımından yana, Ulusalcılar ise siyasi yapılarını sarsan ekonomik gelişmelerin karşısındalar.

Kim ulusalcı, kim küreselci?

Bush yönetimi ulusalcı cephe, Putin de öyle. AB içinde Almanya ve Fransa ulusalcı; İngiltere küreselci. Türkiye’de ise Erdoğan hükümeti küreselci bir çizgi izliyor. Bu yüzden AB içinde Almanya ve Fransa tarafından destek görmüyor da İngiltere tarafından görüyor.

Peki asker ve ordu arasında bu ayrım kendini nasıl gösteriyor?

TSK ulusalcı, polis ise küreselci. Bu, dünyadaki çatışmaya paralel. Şemdinli’de ‘ordu çeteleşti’ imajı yaratıldı, oysa çeteleştiği filan yok. Bu bir operasyon. Ordunun etkinliğini azaltmak için. Son olayda fotoğrafı çeken emniyet, gözden düşürülen ordu. Ordunun etkisini azaltmak küreselcilerin işine geliyor. Ordu küreselci olsa bu tip çatışmalar yaşanmayacak.

Dink suikastının arkasında da böyle bir ayrışma mı var?

Bölgemizde etnik ve dini farklılıklardan kaynaklanan bir çatışma var. Burada bizim konumumuz belirleniyor. Bu cinayet ile Türkiye test edildi. Yani farklılıklara rağmen birlikte yaşayabilecek mi yoksa farklılıklar çatışmaya mı dönüşecek?

Toplumun cinayete vereceği tepki üzerinden mi test edildi?

Evet. Türkiye bir bütün halinde cinayete karşı durursa konumu ona göre belirlenecek.

Kim test etti?

Bu bir dış servis operasyonu. Avrupa kaynaklı. Zamanı da MİT müsteşarının farklılıkları kucaklayan, küreselci beyanatına denk geldi. “Sizin beyanatlarınız yanlış, yabancı saydığınız bir adam öldürülüyor” denmek isteniyor.

Geçtiğimiz günlerde ABD’nin atadığı PKK ile mücadele koordinatörü Joseph Ralston Mahmur Kampı’nı PKK’dan temizlediklerini söyledi. Türkiye’nin terör ile mücadelesinde ABD desteğinin altında ne var?

PKK yok ki! Bakın size PKK karşıtlarını sıralayayım: ABD, Türkiye, İran, Suriye, bölgedeki aşiretler, 80 bin korucu. Buna rağmen örgüt yaşıyor! Demek ki, ya karşıyım diyenlerin bir kısmı yalan söylüyor, ya da böyle bir örgüt yok. Şu an sadece isim olarak muhafaza ediliyor.

Yani ismi var ama cismi mi yok?

PKK denen yapı şu an ABD’nin kontrolünde ve ABD muhtemelen bu yapıyı İran’da kullanacak. Zaten kontrol altındaki bir güçle mücadele hikaye!

El Kaide bağlantılı oldukları iddia edilenlerin Başbakan’a suikast hazırlığında olduğu savı, radikal İslam ve Ilımlı İslam savaşı mı?

Ilımlı ve radikal İslam’ın arka planındaki güçleri görmek lazım. Ilımlı İslam kapitalizme sıcak bakıyor ve ABD ile iyi ilişkiler kuruyor. Yoksa ılımlı ve radikal İslam’ın dine yaklaşımlarında bir fark yok. Fark siyasi.

Radikal İslamcılar kime yakın?

Dünyadaki ılımlı İslam küresel sermaye tarafından kontrol altına alınınca Bush yönetimi İslam’ı radikalleştirdi. Bu bir proje.

Yani radikal İslam’cılar ABD’ye mi yakın?

Radikal İslam ABD’nin bir ürünü. O yaratıp, hasmı haline getirdi. Oysa El Kaide yok!

Erdoğan’a suikast girişiminin sebebi ne?

Erdoğan ılımlı İslamcı. Küresel sermayeden yana. O yüzden ABD tarafından tasfiye edilmek isteniyor. Dünyada oynanan bir oyun bu. Tayyip Bey’i ılımlı İslam modelinden ayıracaklar, küreselcilikten vazgeçirecekler. Bush yönetimi küreselcilerle, Sorosçularla mücadele ediyor.

Hep diyorum ya, ben Mahir Kaynak ve Yalçın Küçük okumaktan zevk alıyorum... Durup duruken, tartışmanın çıtasını yükseltmek gibi alışkanlıkları var. Yukarıdaki kısa söyleşide de, bir sürükonuya sille tokat girmiş Mahir hocamız...

Yalçın Küçük derken başka kelimelerle benzer şeyleri diyordu, ama o hiçbir zaman bu kadar açıklıkla Cumhuriyeti kuranın Atatürk olmadığını söylememişti. İki satırda, bence, meseleyi hayli anlaışılır hale getirdi sağolsun –böylece, Mustafa Kemal'in işgal altındaki İstanbul'dan o yetkilerle çıkıp Samsun'dan işe başlayışını anlamak daha kolay oldu.

Bir başka özetleyişi de 'TSK ulusalcı, polis ise küreselci' olmalıdır... Her genellemede olduğu üzere, bunda da eksik ve yanlışlar olduğunu tabii ki kabul ederim; ama, bence de, özü itibariyle isabetli bir değerlendirmedir.

Ben, başbakan Erdoğan'a suikast teşebbüsü konusunu çok da yakından takip etmiş değildim. Çok da ciddiye alıyor değildim. Ama, galiba o kadar da önemsiz değil gibi...

Neyse. Daha fazla yazmak gerekmiyor –bu konularda bu kadar yazmak yeterli; hatta fazladır bile...

Hah.. unuttum, Star gazetesinde bu yazının başlığı 'Maalesef Türkiye’de derin devlet yok' idi.

Kürtler ve Ermeniler.. Irk mı, sınıf mı?

Aşağıdaki metne, kurdistan-post.com isimli sitede rasladım. Tarık Ziya Ekinci imzası ile, 23 Şubat 2007 tarihinde yayınlanmış. Uzunca bir metin, ama bence okunmağa değer.

Kürtler ve Ermeniler (Tarihsel Ve Sosyolojik İnceleme)

Ortaçağda bu iki halkın farklı ekonomik etkinliklere yönelmesiyle ilişkileri hem bir işbölümüne hem de mekansal bir ayrılığa dönüşmüştür. Kürt beylik ve aşiretleri kırsal alanlarda tarım ve hayvancılık yaparak bölgede egemen olmuşlardır. Ermeniler ise şehir ve kasabalarda zanaatkarlık yapmayı seçmişlerdir.

Orta Çağda Kürt-Ermeni İlişkileri

Ortaçağda bu iki halkın farklı ekonomik etkinliklere yönelmesiyle ilişkileri hem bir işbölümüne hem de mekansal bir ayrılığa dönüşmüştür. Kürt beylik ve aşiretleri kırsal alanlarda tarım ve hayvancılık yaparak bölgede egemen olmuşlardır. Ermeniler ise şehir ve kasabalarda zanaatkarlık yapmayı seçmişlerdir. Ekonomik bakımdan birbirini tamamlayan bu işbirliğinde Kürtlerin tarımsal alandaki etkinliklerini sürdürebilmeleri Ermeni zanaatkarların imal ettikleri araç gereçlere bağlıydı. Ermenilerin ihtiyacı olan tarım ve hayvancılık ürünleri de Kürtler tarafından üretiliyordu. Ağırlıklı olarak feodal değerlerin egemen olduğu bölgede Kürt feodalleri kendilerini bölgenin hakimi sayıyor ve Ermenilerle Kürtleri kendilerine hizmet etmekle yükümlü reaya olarak görüyorlardı. Örneğin, Peygamber sülalesine mensubiyetlerini iddia eden Lice beylerinin sıkça kullandıkları “Fle penç peran, Kurmanc e du peran” (Beş paralık Ermeniler, iki Paralık Kürtler) deyimi bu ilişkinin sınıfsal ve ekonomik niteliğini gösteren anlamlı bir sınıfsal özdeyiştir.

Kürtlerin ve Ermenilerin ortaçağdaki ortak yaşamlarında kapalı ekonominin bütün öğelerini görmek mümkündür. Ermeniler tarım alanında ihtiyaç duyulan saban, balta, kazma, kürek, orak, çekiç, nal vb. tarımsal araçlar yanında el tezgahlarında giyim için pamuklu, yünlü kumaşların ve göçebe çadırlarında ya da bey konaklarında kullanılan kilim, palas (kıldan yapılan sergi) vb. ev eşyalarını da imal ederlerdi. Bu iş bölümü o kadar derinleşmişti ki, Kürtler Ermenilerin yaptıkları mesleklerle ilgilenmeyi kendilerine yediremiyor bunu aşağılık bir uğraş sayıyorlardı. Ermeniler de geniş topraklarda büyük köylü yığınlarının emeğini gerektiren tarımsal etkinliklere katılmıyor daha çok zanaatkarlık yapıyorlardı. Çünkü, feodal ilişkilerin sağladığı olanakları kullanarak köylü kitlelerini çalıştırmak Ermeniler için söz konusu değildi. Sınıfsal temeli olan bu farklılaşma önemli sonuçlar doğurdu. Zanaatkarlık yapan Ermeniler şehirlerde, dışa açık bir yaşam sürdürüyor ticaretle de ilgileniyorlardı. Bu, onlara meta değişimini ve giderek para kullanmayı öğretmişti. Meta değişiminden paranın kullanıldığı ticari yaşama geçişte Ermeniler ciddi bir sermaye birikimi sağlamayı başardılar. Bu para kısmen Kürt beylerinin ve küçük üreticilerin parasal ihtiyaçlarına yanıt vermek için tefecilikte de kullanılıyordu. Zanaatkarlıkla birlikte tefeciliğin sağladığı kazanç Ermeni sermayesinin birikimini hızlandırdı. Bu gelişme zengin bir Ermeni burjuvazisinin oluşmasını sağladı.

İmparatorluğun büyük şehirlerinde yerleşen zengin Ermeni burjuvazisi eğitim olanaklarından da en üst düzeyde yararlandılar. Avrupa’da eğitim gören aydın Ermeni sayısı arttı. Devletin üst kademelerinde görevler aldılar. Vezaretlerde çalıştıkları gibi dışarıda devleti temsil eden elçilik görevleri yapanlar da vardı. Dış dünya ile temasları Avrupa’da yükselen milliyetçilik akımlarından etkilenmelerini sağlamıştı. Bu etkilenme, aydınların öncülük ettiği Ermenilere özerklik sağlama düşüncesine ve bunu gerçekleştirme çabasına yol açtı. Ermenilerin bölgedeki nüfus yoğunluğu Kürtlere nazaran daha azdı. Kürtleri dışlayarak bağımsız bir devlet oluşturmalarının maddi koşulları yoktu. Bunun için önce İngiltere ve Rusya gibi güçlü Avrupa devletlerinin koruması altında özerklik sağlama stratejisi benimsediler.

Tarihte, bu yapıya bağlı olarak, Kürt bölgesinde cereyan eden iki Kürt-Ermeni çatışması vardır. Kürtler bu çatışma dönemlerini tarihsel milat olarak anarlar. Doğum, ölüm ya da başka önemli bir olay anılırken bu çatışma dönemlerine nispet edilerek anlatılır. Bunlardan ilki 1894 Kürt-Ermeni çatışmasıdır. İkincisi de 1915 Ermeni Tehcir olayıdır.

İlk Kürt-Ermeni Çatışması (Vurguna Flan Ya Ewul)

İlk olarak 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda, Ermeniler Rusya’dan işgal ettiği Doğu Anadolu’dan çekilmemesini, bölgeye özerklik verilmesini ve Ermeniler lehine ıslahat (düzeltim) yapılmasını istediler. 1878 yılında yapılan Ayastefanos Antlaşması’nın 16. maddesinde ve daha sonra aynı yıl toplanan Berlin Kongresi’nde imzalanan antlaşmanın 61. maddesinde Ermeni taleplerine yer verilmek suretiyle Osmanlı-Rus ihtilafı Ermeni sorununa dönüştü. Böylece Ermeniler ilk kez uluslararası bir varlık olarak ortaya çıkmış oldu. Bu gelişmeler Kürtlerle Ermeniler arasındaki ayrışmayı hızlandırdı.

Kürtlerle Ermeniler arasındaki sosyo-ekonomik ve siyasal ayrışma başka faktörlerin eklenmesiyle derinleşerek karşıt konuma gelmelerine neden oldu. Dış destek, Kilisenin artan gücü, Ermenilere özgü bir alfabenin ve gelişmiş bir yazılı edebiyatın olması, eski çağlarda devlet deneyimine sahip olmaları onlara bir üstünlük sağlıyordu. Kürtler ise henüz feodal dönemin karanlıklarında yaşıyorlardı. Buna karşılık, Kürtlerin sayısal üstünlüğe ve aşiretler biçiminde örgütlü vurucu güçlere sahip olmaları onlara avantaj sağlıyordu. Padişahların dış destekli Ermenilerden çekinmesi de Kürtlerin lehineydi.

Avrupa’da Ermeni Meselesinin gündeme gelmesinden sonra ‘Küçük Asya’nın demografik yapısı üzerinde incelemeler başlatıldı. Fransız dışişleri bakanlığının yönettiği bir çalışmada şu sonucun alındığı belirtiliyor: Anadolu’da 14.856.118 toplam nüfus içinde gayrimüslim sayısının 1.801.485 olduğu, bunlardan 1.475.011’inin Ermeni ve 123.947’sinin de Musevi olduğu saptanmıştır.

Bu çalışmada Berlin Antlaşması’nın Ermeniler lehine reform yapılmasını öngören 61. maddesinin uygulanacağı 6 vilayetteki nüfus yapısı da şu şekilde açıklanmıştır:

  • Sivas: nüfusu 1.086.015, Ermeni nüfusu 170.433

  • Mamuretül Aziz: nüfusu 578.814, Ermeni nüfusu 69.718

  • Erzurum: nüfusu 645.702, Ermeni nüfusu 134.967

  • Bitlis: nüfusu 398.625, Ermeni nüfusu 131.290

  • Diyarbakır: nüfusu 471.462, Ermeni nüfusu 79.129

  • Van: nüfusu 430.000, Ermeni nüfusu 80.790

Avrupalıların yaptıkları hesaba göre Ermeni nüfusu toplam nüfusun yüzde 18’ini geçmiyor ve Ermeniler 6 vilayetin hiçbirinde çoğunluğu sağlayamıyordu. Bu gerçeği gören İstanbul’daki büyük Ermeni burjuvazisi Erzurum ya da Bitlis’teki Ermenilerin milli burjuvazi haline gelmesinin ve bağımsızlık özlemiyle ortaya çıkmasının koşullarının olmadığını kavramıştı. Gelişen Ermeni burjuvazisinin imkanları dar bir bölgede küçük işletmeciler için sonu şüpheli bir maceraya girmektense, İmparatorluk çapında yaygın bir işletmeciliği sürdürmeyi tercih edecekleri açıktı.

II. Mahmut döneminde devlet, hem Ermeni esnafı hem de Kürt beylerini vergilendirdi. Kürt beyleri kendi vergilerini de Ermenilerden aldıkları haraçlarla ödemeye yönelince Ermeniler çifte vergi ödeme zorunluluğu ile karşı karşıya geldiler. Ağır yük altında ezilen ve burjuvalaşmakta olan Ermeni esnafı büyük burjuvaziden yardım görmeyince kendi başının çaresine bakmak için öz değiştirdi ve kilise hiyerarşisi içinde radikalleşti. Çağın sosyalist ve anarşist akımlarından da etkilenen bu hareket merkezi hükümetin desteklediği Kürt feodallerle sonuçsuz bir çatışmaya girdi. Böylece, merkezi hükümetin yönlendirdiği ilk Kürt-Ermeni çatışması su yüzüne çıktı.

1880’lerin sonlarında, özellikle doğu illerinde Ermeniler arasında, milliyetçilik akımı güçlenmeye başladı. Hareketin büyümesi ile birlikte farklı politik gruplar örgütlendi. 1887’de Hınçak (Çan), 1890’da Taşnak (İttifak) partisi kuruldu. Dönemin padişahı II.Abdülhamit bütün ayrılıkçı hareketleri bastırmakta kararlıydı. Bu amaçla, yöredeki aşiretlerin Ermenilere karşı duydukları düşmanlık ve kızgınlıktan yararlandı. Bu aşiretlerin padişahın örtülü desteğiyle Ermenilere karşı giriştikleri eylemler ve vergilerdeki yüksek artış, Ermeni radikallerinin başkaldırmalarına gerekçe oldu. Sason Ermenileri vergi vermeyi reddederek ayaklandılar. Ayaklanma yerel aşiretlerden oluşturulan Hamidiye Alayları’nın yardımıyla 1894’te bastırıldı. Bu savaşta her iki taraftan da pek çok insan öldü ve köyler yakıldı. İşte Licelilerin milat olarak andıkları birinci Ermeni katliamı (vırguna flan ya ewul), Padişah Sultan Abdulhamit’in oluruyla, Kürt aşiretlerinin Ermenilere karşı giriştikleri bu ilk savaş sırasında yaşanan olaylardır. Bu savaştan sonra Rusya’dan gelen bir grup ermeni olayı protesto etmek ve Avrupalı güçlerin davalarına ilgi göstermesini sağlamak amacıyla İstanbul’daki Osmanlı Bankası’nı işgal ettiler. Avrupa’da yankı yapan bu eylem Rus elçisinin müdahalesiyle sonlandırılmış ve tedhişçiler cezalandırılmadan Rusya’ya dönmüşlerdir.

Sultan II. Abdulhamit Hamidiye Alaylarını oluştururken şu mülahazalarda bulunur: “Rusya ile harp vukuunda, disiplinli bir şekilde yetiştirilen bu Kürt Alayları, bize çok büyük hizmetlerde bulunabilirler. Ayrıca orduda öğrenecekleri ‘itaat’ fikri, kendileri için de faydalı olacaktır. Zabit unvanı verdiğimiz Kürt ağaları ise yeni mevkileriyle övünecekler ve bir miktar zapt-ı rapt altına girmeye gayret edeceklerdir. Çıraklık devirlerini bu şekilde tamamlayacak olan ‘Hamidiye’ alayları sonunda kıymetli bir ordu haline geleceklerdir. Kürt ağalarının bazılarının çocuklarını, İstanbul’a getirip memuriyete yerleştirdiğim için de tenkit edildiğimi biliyorum. Senelerdir Hıristiyan Ermeniler nazır mevkilerini işgal etmişlerdir. Bundan sonra da kendi dinimizden olan Kürtleri kendimize yaklaştırmakta ne gibi bir zarar olabilir.

Kürt-Ermeni vuruşmasının yer aldığı o günlerin basınında merkezi hükümetin yönlendirmesiyle şu değerlendirme yapılmıştır. “Bölgenin Kürt aşiretleri, Ermenilerin savaş isteğine ayni yöntemle cevap vermektedir. Doğuda Ermeni ve Müslüman gruplar arasındaki çatışma, bir mukateleye (boğazlaşmaya) dönüşmektedir.

İkinci Kürt-Ermeni Çatışması – 1915 Tehcir Olayı (Vırguna Fılan Ya Paşin)

Birinci Kürt-Ermeni çatışmasından sonra bölgede görece bir sükunet oluştu. Eski ortak yaşam yeniden canlandı. Babamın verdiği bilgiye göre, 1915 öncesinde Lice’nin kültür, siyaset ve idare yaşamında Ermenilerin belirleyici etkisi vardı. Örneğin, eğitim görmüş Ermenilerin il genel meclisi üyeliğine seçilmiş olduklarını söylerdi. Lice’de idari, mali ve adli işlerde de aydın Ermeniler görev yaparlarmış. Yine babam, gençlik yıllarında Lice’de görev yapan Ermeni bir müstantik (sorgu yargıcı) olduğunu anlatırdı.

Diyarbakır ve Lice Özelinde Ermeni Tehcir Olayı

1915’te İttihat-Terakki Hükümeti’nin aldığı bir karar uyarınca, yapılan Ermeni tehciri yıllardan beri devam eden ortak yaşamı kökünden yıkmıştır. O tarihlerde İttihat-Terakki Partisi’nin de üyesi olan Diyarbakır Valisi Reşit Paşa hükümetin tehcir kararını katı biçimde yorumlayarak Lice beylerine ve Kürt ağalarına verdiği direktif uyarınca tehcir yer yer Ermeni katliamına dönüşmüş ve Diyarbakır’a götürülen kafiledeki tanınmış zengin Ermenilerin ve din adamlarının çoğunluğu katledilmiştir. Dönemin Lice Kaymakamı Hüseyin Nesimi tehcire tabi tutulan kafileye refakat eden ağalara ve kasaba ileri gelenlerine kimseye dokunmamaları ve onları Diyarbakır’a kadar selametle götürmelerini tembihlemiş ve kendisi de kafileye refakat etmiştir. Ancak, beylerin şikayeti üzerine vali kaymakamın da cezalandırılmasını emretmiş. Kâraz üzerinden Diyarbakır’a götürülen kafile yol boyunca geçtiği köylerdeki duraklarda saldırılara uğramış ve büyük bir katliam yapılmıştır. Kaymakamın dahil olduğu kafile Lice’ye bağlı Kârâz köyünü (şimdiki Kirazlı ilçesi) geçtikten hemen sonra kimi olumsuz girişimleri engellediği için kaymakam öldürülmüş ve yol kenarında gömülmüştür. Yakın zamana kadar yeri belli olan bu mezar dolayısıyla yöre için 'Tırba kaymekam' (kaymakamın mezarı) adı kullanılıyordu. 2006’da Lice Belediye Başkanı’nın çağrılısı olarak ilçeye giderken kaymakamın mezarını yeniden görmek istedim; ancak semtini bulmamıza rağmen mezar yerini tam olarak görmemiz mümkün olmadı.

Tehcir olayında sayısı bilinmemekle birlikte Diyarbakır’a götürülen kafiledeki Ermenilerin büyük bir kısmının öldürüldüğü biliniyor. Üzerinde kıymetli takı ya da para bulunanların özellikle öldürüldükleri ve taşıdıkları mallara el konulduğu söylenmektedir. Lice’ye 10 ila 15 km mesafede bulunan karkeşe Fis’e (Fis köyünde mağaralı dağ) olarak anılan mağaranın içine yüzlercesinin öldürülerek atıldığı söylentisi yaygındır. Burada öldürülüp mağaraya atılacaklarını anlayan kimi varlıklı Ermeniler üzerlerindeki para ve kıymetli eşyaları kafileye refakat eden tanıdıkları Licelilere kendi rızalarıyla vermeyi yeğledikleri söyleniyor.

Lice Ermenilerinin tehcirinde kimi dramatik olayların da yaşandığı anlatılmaktadır. Bunlardan bana anlatılanlardan birini Ermeni hemşehrilerime ve tarihe karşı yükümlü olduğum sorumluluğun bir gereği olarak burada anlatmayı gerekli görüyorum: Olay Lice-Hani yolundan Diyarbakır’a götürülen Ermeni kafilesinin Serde köyüne vardığı aşamada gerçekleşiyor. Kafile köyde mola verdiği bir anda birkaç kişi silahla öldürülüyor. Bu anda köyün arkasındaki bir tepeden yüksek sesle “beni bekleyin bana düşen bir görev var hemen geliyorum!” diye bağıran bir kişinin koşarak indiği görülüyor. Gelen kişi yörenin tanınan bir din adamıdır. Kafilenin beklemesini istemesinin nedenini şöyle açıklar: “kafilede bulunan Ermeni Matranı’nı (papaz) öldürmek görevi bana düşer” diyor ve kafilede bulunan Ermeni din adamını kafileden ayırır. Biraz ötede elleri bağlı olarak yere yatırdığı papazın boğazını elindeki dehreyle keserek sözde dini bir görev yapar. Bu olaya 14-15 yaşlarında bir çocukken bizzat tanık olan babam bize anlattığında kardeşimle birlikte derin bir acıya gömülmüş ve insanlığımızdan utanmıştık. Bugün hala bu olayı hatırlayınca yüreğimin derinliklerinden gelen dayanılmaz bir acı ve sıkıntı hissediyorum. İnsanlığın bir daha buna benzer bir olay yaşamamasını yürekten diliyorum.

Ermeni tehciri ile ilgili olarak kimi yakınlarımın ve tanıdıklarımın bana naklettikleri tanıklıklara da değinmek istiyorum. Tarihin derinliklerinde kalan bu yerel olayları genel tehcir hareketi içinde değerlendirmenin ve tarihe mal olacak bir sonuç çıkarmanın mümkün olduğunu düşündüğüm için bunları da anlatmadan geçemeyeceğim: 1958-59 yıllarında CHP Diyarbakır il örgütünün aktif sekreter üyesi olarak ilçe örgütlerini yeniden kurmak ve kongrelerini yapmakla görevliydim. Aslen Çüngüş beylerinden olup Ergani’de ikamet eden yörenin tanınmış ağalarından ve Ergani CHP İlçe Başkanı Hayri Güldoğan ile birlikte Çüngüş ilçe kongresinden dönüyorduk. Çüngüş Çermik arasında Düdern diye bilinen ve çok derin olduğu rivayet edilen bir mağaranın yanından geçiyorduk. Hayri Bey bana şunları anlattı: “1915 Ermeni tehcirinde Çüngüş’ün ileri gelenlerinden babam kafileyi toplayarak Diyarbakır’a götürmekle görevli olan komitenin başındaydı. Kafile yola çıkmadan toplanan Ermeniler arasında çok beğendiğim güzel bir Ermeni kızını babamın rızasıyla alı koydum ve kendisiyle evlendim. Daha sonra Diyarbakır’a gidecek kafilenin Düdern mağarasına ulaştığında topluca mağaraya atılarak katledildiklerini öğrendik. Bu olaydan uzunca bir süre sonra Ermeni asıllı eşimle birlikte at üzerinde bağa giderken mağaranın bulunduğu yöreye geldiğimizde eşim attan atlayarak mağaraya doğru koştu. Ben de arkasından gittim. Ama eşim mağaranın girişine geldiğinde bana şöyle bağırdı: ‘arkamdan gelme ben anne ve babamın yanına gideceğim sakın bana engel olma !’ dedi ve ben yetişemeden kendisini mağaranın derinliklerine attı. Anlaşılan uzun zamandan beri düşünmüş olduğu bu eylemi gerçekleştirmek suretiyle amacına ulaştı.” Hayri Güldoğan’ın anlattığı olay o gün bende derin bir sarsıntı ve emsalsiz bir acı yaratmıştı. Bugün de hatırladıkça aynı derin acıyı hissediyor ve insanlık adına utanç duyuyorum.

Ermeni tehcir olayında Diyarbakır Valisi Reşit Paşanın tehciri katliama dönüştürmede ne ölçüde etkili olduğunu gösteren bir diğer olayı da dedem Hacı Reşit Efendinin yakın akrabası emekli kadılardan (hakim) Av. Sabir Karaozan’dan Öğreniyoruz. Henüz mahiyeti açık olarak bilinmeyen tehcirin başladığı günlerde Diyarbakır’da kadı (hakim) olan Sabir Karaozan Dicle ırmağının karşı kıyısındaki köylerden birine keşfe giderken yol kenarında yerel kıyafetler içinde başları Kürt köylülerinin taşıdığı kefye ile sarılı üç cesetle karşılaşır. Komşu köylerden kimsenin ilgilenmediği bu cesetler hakkında valiye bilgi vermek için vilayete gider. Valinin huzuruna çıkar ve olayı olduğu gibi anlatır. Vali Reşit Paşa, Kadı Sabir Karaozan’ı dinledikten sonra hiçbir şey söylemeden kolundan tutuyor, kapıya doğru sürükleyerek götürüyor ve “sakın gördüklerini hiç kimseye anlatma, bunu başka yerde anlattığını duyarsam sen de onların akıbetine uğrarsın” dedikten sonra onu dışarıya atarak kapıyı kapatıyor. Sabir Karaozan bu olayı, tehcir kararının uygulamaya konmasından önce, bizzat valinin Kürt köylülerini Ermenilere karşı kışkırtmak amacıyla tezgahladığını tahmin ettiğini ifade etmişti.

Ermeni tehcirinde cinayetler işlendiğine, 1945 ya da 46’da ziyaret ettiğim Diyarbakır sağlık müdürünün anlattığı bir olay vesilesiyle de tanık oldum. Emeklilik yaşlarına yaklaşan bu zat Şebinkarahisar ilçesinde hükümet tabibi olarak görev yaparken bir Ermeni’nin silahla vurulup öldürüldüğünü öğreniyor. Savcının isteği üzerine jandarma komutanıyla birlikte ceset muayenesine gidiyor. Ölüyü, çeşitli yönlerden dikkatle inceleyerek bulguları not ederken jandarma kumandanından şöyle bir uyarı alıyor: “Doktor bu kadar uzun muayeneye gerek yok. Çünkü sen buna benzer daha pek çok cesetle karşılaşacaksın. İşi kısa kes ve iki satırla kişinin ölü olduğunu belirt yeter!” Bu olay da, Ermeni tehcirinde öldürme olaylarının hem merkezi hem de yerel yetkililerin direktiflerine göre yapıldığını ortaya koyması bakımından önem taşımaktadır.

Diyarbakır’da Ermeni tehciri olayında işlenen cinayetleri planlayanlar arasında en önemli şahsiyetlerden birinin Diyarbakırlı Yasinzade Şevki Bey’in olduğu söylenir. Bu söylentiye göre Şevki Bey ölünceye kadar hep korku içinde yaşamış. İttihat ve Terakki büyüklerinden Talat ve Cemal Paşalar gibi bir Ermeni komitecisi tarafından öldürüleceği korkusunu taşıyormuş. Sokağa çıktığında attığı her adımda bir tehlike olup olmadığı tedirginliği içinde arkasına bakmaktan kendisini alamıyormuş.

Lice Özelinde Ermeni Tehcirinin Neden Olduğu Servet Transferi

Lice Ermenileri çoğunlukla zanaatkarlık yapıyorlardı. Demircilik, marangozluk, ayakkabıcılık, nalbantlık, çuhacılık ve dokumacılık gibi zanaatlarla uğraşırlardı. Meslek sahibi olmaları onların Kürtlere nazaran daha fazla zengin olmalarına ve servet yapmalarına olanak sağlamıştı. Liceli Ermenilerde sermaye birikimi olmuştu. Geniş tarım arazileri de Kürt beylerinin mülkleriydi. Liceli halktan insanlarla köylüler son derece fukaraydı. Karınlarını bile doyuramayacak kadar yoksul bir hayat yaşıyorlardı. Sınırlı derecede eğitim gören (ilkokul) yerli bürokratlar ya da Liceli efendiler de varlıklı sayılmazlardı. Ancak, Ermeni tehcirinden sonra koşulların önemli ölçüde değiştiği söylenmektedir.

Merkezi hükümetin direktifi ve Diyarbakır valisinin özel çabalarıyla Ermenilere karşı kışkırtılan fakir Liceliler dinsel fanatizmin etkisi altında Ermeni tehcirinde olumsuz rol oynamışlardır. Sürgüne götürülen Ermeni kafilelerine saldırıda bulunmaları dinsel kışkırtmalarla gerçekleştirilmiş fakat öldürülenlerin mallarına el sürmemiş ya da sürememişlerdir. Buna karşılık Lice’de söz sahibi olan etkin kişiler tehcire tabi tutulan ve bir çoğu yolda öldürülen Ermenilerin biriktirdikleri servete el koyma imkanını bulmuşlar. Böylece, Lice’de Ermeni tehcirinden sonra bir tür servet transferi yaşanmış oluyor. O güne kadar pek adı sanı bilinmeyen Liceli efendilerin birden bire büyük servet sahibi oldukları dikkat çekici bir olaydır. Lice’ye yakın Ermeni köylerindeki topraklar da kasabanın önde gelen şahsiyetleri tarafından önce tasarruf edilmiş, sonra da tapuya tescil edilerek mülk edinilmiştir. Örneğin, CUM, FUM, SERNİS vb., köylerdeki tarla, bağ ve bahçeler tehcirden sonra Lice eşrafının eline geçti.

Ermeni tehcir olayı sırasında kimi genç Ermeniler, esnaflık yapan Kürtler tarafından korunmuş ve Müslümanlaştırılmıştır. Çocukluk yıllarımda yakından tanıdığım Ermeni kökenli bu yeni Müslümanlar fırıncı, manifaturacı ya da bakkal olarak çalışıyorlardı. İslamiyeti içtenlikle benimsemiş, din kurallarını katı bir şekilde uyguluyorlardı. Müslüman Kürtlerden daha koyu dindarlık gösteriyorlardı. Çocukluğumuzda onlardan çekiniyor ve baskıya varan dinsel telkinleri altında ibadete zorlanıyorduk.

1915 Tarihli Ermeni Tehcirinin Sosyo-politik Nedenleri

Osmanlı tarihinin son döneminde önemli bir yer tutan ve büyük sayıda Ermeni’nin ölümüyle paralel giden tehcir olayının bugün de yankıları sürmektedir. Bu tarihsel olayın ciddi bir sosyo-politik araştırması yapılmadığı için 90 yıl önce yaşanan bu trajedi bugün de karşılıklı suçlamaların nedeni olmakta devam ediyor. Oysa, sorunun sosyolojik, siyasal, tarihsel ve ekonomik arka planı vardır. Ermeni sorunu tüm yönleriyle incelenip yurt ve dünya kamuoyuna açıklanmadığı, salt sürgün ve öldürme biçiminde ele alındığı takdirde sorunun yankılarının son bulması mümkün değildir. Lice’de edindiğim doğrudan ya da dolaylı anılarıma dayanarak Ermeni sorununun tarihsel arka planını değerlendirmeye çalışacağım.

Lice Ermenilerinin, Liceli Kürtlerden farklı bir ekonomik etkinlik içinde olduğunu kısaca açıkladım. Yukarıda da kısmen değindiğim gibi, ekonomik alandaki bu farklılık doğu ve güneydoğunun tümündeki Kürt- Ermeni ilişkilerinde de geçerli bir uygulama şekliydi. Kökleri ilk feodal döneme kadar uzanan ekonomik etkinlik alanındaki bu ayrılık bir tür gelenek ve toplumsal değer haline gelmişti. Ermenilerin uğraş alanı olan zanaatkarlık Kürtler için küçültücü bir uğraş telakki ediliyordu. Benim ilkokula başladığım yıllarda bile Lice’deki kasabalı Kürtler, Ermenilerin yapmakta olduğu hiçbir işi yapmak istemiyorlardı. Adeta iki halk arasında sınırları keskin olarak çizilmiş iki uğraş alanı oluşmuştu. Tehcir olayından sonra da Ermenilerin öteden beri uğraştıkları mesleki etkinlikler yine kasabada kalan 30-40 Ermeni aile tarafından yapılmaktaydı. Lice’den son Ermeni ailesi ayrılıncaya kadar onların yaptıkları ekonomik etkinliklerin hiçbirini Kürtler benimseyerek yapmadılar. Ancak, bu işleri yapan hiçbir Ermeni kalmayınca, diğer bir deyimle bıçak kemiğe dayanınca kasabanın ihtiyacını karşılamak için Kürtlerin anılan mesleklere el atmaya başladıklarını görüyoruz. Kürtlerin bu alandaki etkinlikleri de çok kısa sürdü. Çünkü, Lice’nin ulusal pazara entegre olmasının doğal sonucu olarak zanaatkarlık işlevini yitirmişti. Artık kimse demircilerin imal ettikleri ürünleri kullanmıyordu. El tezgahlarında dokunan pamuklu eşya, çuha, kilim vb., tüketim mallarının benzeri pazardan daha ucuza alınabiliyordu. Böylece, Ermenilerin tekelinde bulunan zanaatkarlık gelişen sanayi karşısında Kürtlerin eline geçmeden ortadan kalkmış oldu.

Bu açıklamadan amacım, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Kürtlerin ve Ermenilerin birlikte yaşadıkları doğu ve güneydoğudaki bu iş bölümünün sonuçlarını değerlendirmektir. Bu dönemde Ermeniler büyük ölçüde şehirlileşmiş ve yaptıkları ekonomik faaliyetlere bağlı olarak önemli bir sermaye birikimi sağlamış bulunuyorlardı. Kürtler feodolizmin en karanlık ilişkileri içinde yaşarken, Ermenilerde güçlü bir orta tabaka ve etkin bir burjuvazi oluşmuştu. Aynı zamanda eğitimde de önemli mesafe kat etmişlerdi. Bölgenin eğitimli unsurlarının çoğunluğu Ermeniydi. Bunlar arasında Avrupa ülkeleriyle temasta bulunan ve Avrupa’da eğitim görmüş kişiler de eksik değildi. Bu ekonomik ve sosyal gelişmenin sonucu olarak Ermenilerde Kürtlerden çok önce bir milliyetçilik bilinci oluşmuştu. Osmanlı İmparatorluğu’nun tebaası konumunda bulunan çeşitli ulusların peş peşe bağımsızlık mücadelesine katılmaları ve bunların Avrupa devletleri tarafından desteklenerek bağımsızlıklarını kazanmaları Ermenileri de etkilemişti. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş yıllarında önce Yunanistan, Bulgaristan ve Balkan Savaşı’ndan sonra da çeşitli balkan halkları bağımsızlıklarına kavuşmuşlardı. Artık Osmanlılık kavramı etkisini yitirmiş her millet kendi burjuvazisinin öncülüğünde ve Batılı emperyalist ülkelerin koruması altında bağımsız devlet olarak örgütleniyordu. İşte bu koşullarda, gelişen Ermeni burjuvazisinin öncülüğünde, Ermeni milliyetçiliği ivme kazanmış ve Batılı devletlerin desteği alınarak bağımsız bir Ermeni devletinin gerçekleşmesi olanaklı görülüyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Batılı ülkeler kapitülasyonlardan yararlanarak başta Ermeniler olmak üzere ülkedeki gayrimüslimlerin hukukunu koruma işlevini üstlenmişlerdi. Osmanlı devletinin yöneticilerine notalar veriliyor, Ermenilerin hukukuna saygılı olunması isteniyordu. Savaştan önceki yıllarda doğunun pek çok vilayetinde Protestan, Katolik, Ortodoks ve diğer gayrimüslim cemaatleri temsil eden misyonerlikler kurulmuştu. Van, Elazığ, Diyarbakır, Urfa, Mardin vb., yerlerde Fransız, Alman, İngiliz, ABD vb., devletlerin koruması altında çalışan misyonerlikler Ermenilere dinsel, kültürel, eğitimsel ve sağlıksal hizmetler sunuyorlardı. (Hans-Lukas Kieser, Iskalanmış Barış, Doğu Vilayetlerinde Misyonerlik, Etnik Kimlik ve Devlet, 1839 – 1938, İletişim Yayıncılık, 2005)

Bu destek, gelişen milliyetçiliğe de katkı yapıyordu. Birinci Dünya Savaşı yıllarında (1914-1918) Ermeni milliyetçileri, toplumdaki bu gelişmeden esinlenerek itilaf devletlerinin (bağdaşık devletler) desteğiyle savaş sonunda bir Ermeni devletinin kurulabileceği düşüncesine kapılmışlardı. Bu düşünceye dayanarak kendi aralarında örgütlenmiş ve silahlı bir mücadele için hazırlık yapmışlardı. Bu örgütlenme özellikle Kafkas cephesine yakın bölgedeki illerde çok daha belirgindi. Osmanlı ordularının Kafkas cephesinde yenilgiye uğraması ve Rus ordularının Bitlis’e kadar uzanan alanda Doğu illerini işgal etmesiyle birlikte Ermeni milliyetçileri harekete geçmişler. Rus işgalinin devam ettiği sürede Ermeni saldırılarının ön plana çıktığı görülüyor. Kürt Beylerinin öncülüğünde Kürtlerle Ermeniler arasında bir savaş başlıyor. Bu savaşta karşılıklı olarak pek çok Kürt ve Ermeni’nin öldüğü biliniyor. Ancak, Ermenilerin Kürtleri tasfiye ederek kendilerine bağımsız bir yurt oluşturma girişimi Doğu illeriyle sınırlı kaldığı biliniyor. Güneydoğuda Ermenilerle Kürtler arasında benzer bir çatışmaya ilişkin bir bilgi yoktur. Örneğin, Lice’de böyle bir çatışmanın yaşandığı konusunda hiçbir tanıklığı ya da söylentiyi duymadım.

Ermeni milliyetçiliğinin Doğu illeri dışında fazla etkili olduğu bilinmiyor. Nitekim, Rus işgali altındaki Ermeni Kürt savaşına benzer bir savaşın Osmanlı devletinin başka bölgelerinde de yaşandığına tanık olmuyoruz. Doğuda yaşanan olaylar İttihat-Terakki Hükümetini korkuttuğu için müttefikleri olan Almanlarla birlikte Ermeni tehlikesini bertaraf etmek kararı alınmıştır. Bu karar uyarınca, salt doğuda ayaklanan Ermenileri değil, Osmanlı tabiiyetinde bulunan Ermenilerin tümünü zararsız hale getirecek bir yöntem düşünülmüş ve Ermenilerin Suriye ve Lübnan çöllerinde mecburi iskana tabi tutulmasına (tehcir edilmelerine) karar verilmiştir. Uzun yıllar Osmanlı devletinin başşehri olan İstanbul’da hem devlet yönetiminde hem de ticari alanda önemli etkinliklerde bulunan varlıklı Ermeniler de tehcire tabi tutuldular. Ancak, bu tehcir eylemi İttihat-Terakki Partisi ileri gelenlerinin gizli direktifi doğrultusunda örgütün yerel temsilcileri ile valiler tarafından daha radikal biçimde uygulanmış ve tehcir yer yer Ermenilerin katledilmesi şeklinde yürütülmüştür.

Sonuç olarak, bugün dünya kamuoyunu büyük ölçüde meşgul eden ve Batı ülkelerinin pek çoğunda soykırım olarak anılan Ermeni tehcir olayının gerçek nedeni, yükselen Ermeni milliyetçiliğinin düşmanla işbirliğini önlemek amacıyla alınmış bir önlemdir. Ama, evrensel kurallara uygun önlem sözde kalmış, uygulama merkezi ve yerel yöneticilerin elbirliğiyle büyük bir insanlık dramına dönüşmüştür..

Ermeni Diasporası ve Günümüzdeki Ermeni Olayları

Yükselen Ermeni milliyetçiliğine öncülük eden Ermeni liderler Balkan halklarının bağımsızlığını örnek alan bir çizgi izlemiş ve Batı Avrupa ülkelerinin desteğini aramışlardır. Birinci Dünya Savaşı’nda yenilen Osmanlı devleti itilaf devletleriyle yaptığı Sèvres Antlaşması’nda doğu illerinde bir Ermeni devletinin kurulması öngörülmüştür. Bu nedenle Sèvres Antlaşması çerçevesinde Osmanlı ülkesini işgal eden itilaf devletleri Anadolu’nun her yerinde Ermeni militanların desteğini görmüşlerdir. Adana, Antep, Urfa, Maraş yöresini işgal eden Fransız ordusu o illerde yaşayan Ermeni militanlar tarafından desteklenmiş ve işgalin sürdürülmesinde etkili olmuşlardır. Nitekim, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışından önce Urfa, Antep ve Maraş yöresinde eşrafın öncülüğünde örgütlenen halk Fransızlara karşı kurtuluş mücadelesine girişirken Ermenilerle de savaşmışlardır. Bu bölgede eşrafın kendiliğinden örgütlenmesi ve işgal kuvvetlerine karşı savaşa girmesinin önemli nedenlerinden biri de 1915 olaylarında Ermeni mallarına el koymuş olmalarıdır. Bölgedeki işgalin süreklilik kazanması halinde tehcir sürecinde sağ kalan Ermenilerin geri dönmeleri ve eşrafın el koyduğu mallarına sahip çıkmak istemelerinin korkusu da büyük rol oynamıştır. Ne var ki, Kurtuluş Savaşı sonunda toplanan Lozan Konferansı’nda büyük devletler Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olarak kurulmasını kendi çıkarlarına uygun gördükleri için Sèvres’de Ermenilere verdikleri sözü tutmamış ve onları yüz üstü bırakmışlardır. Lozan Antlaşması’nın imzalanmasıyla birlikte Ermenilerin Türkiye’de yaşama umudu kalmadığı için destekledikleri itilaf devletlerinin ordularıyla birlikte Batı ülkelerine göçmüşlerdir. 1920 tarihinden başlayarak cumhuriyetin kuruluşuna kadar geçen süreçte Batı ülkelerine giden Ermeniler gittikleri yerlerde zaman içinde etkinlik kazanan bir Ermeni diasporası oluşturmuşlardır. Diaspora Ermenilerinin tehcir olayına karşı ilk tepkileri 1970li yıllarda patlak verdi. Aradan geçen yarım yüzyıl boyunca diaspora Ermenileri bulundukları ülkelerde ekonomik, sosyal ve siyasal bakımdan belirleyici bir güç haline gelmişlerdi. Bu güce dayanan milliyetçi örgütler, Türkiye’ye karşı hem vatandaşları oldukları devletleri kışkırtmış hem de militanlarını Türkiye’nin çıkarlarını ve diplomatlarını hedef alan terör eylemlerine yöneltmişlerdir. 15 yıl kadar devam eden Ermeni terörü dünyanın pek çok ülkesinde 50’yi aşkın Türk diplomatını katletmiştir. Bireysel terörün dünya kamuoyunda olumsuz tepki yaratması ve Türkiye’nin cinayet işlenen devletler nezdindeki girişimleri sonunda terör olayları durdurulmuş Türkiye’ye karşı diplomatik savaş başlatılmıştır. Son 10 yıldan beri Amerika’nın kimi eyaletlerinde, Fransa’da, Belçika’da, Hollanda’da, Brezilya’da, Avustralya’da, Lübnan’da ve daha pek çok ülkenin parlamentolarında 1915 tehcir olayı Ermeni soykırımı olarak kabul edilmiştir. Son olarak İsviçre’de Ermeni soykırımının yadsınmasını suç sayan bir kanun çıkarılmış ve Ermeni soykırımı olmadı diyenler hakkında yasal kovuşturma başlatılmıştır. 12 Ekim 2006 günü Fransız Parlamentosu’nda da Ermeni soykırımını inkar etmenin hapis cezasıyla cezalandırılmasını öngören bir kanun teklifi benimsenmiş ve yasalaşması süreci başlatılmıştır.

Ermeni diasporasının bulunduğu ülkelerde bu tür kanunların çıkartılması için çaba göstermelerindeki amaç Türkiye’yi Ermeni soykırımını kabul etmeye zorlamak olduğu anlaşılmaktadır. Bu başarıldığı takdirde zarara uğrayan ailelerin varislerinin Türkiye’den tazminat isteme ve Ermeni hükümetinin de toprak talep etme haklarının doğacağı iddia ediliyor. Şimdilik Türkiye ile diasporanın yaşadığı ülke hükümetleri arasında diplomatik bir savaş şeklinde yürütülen olayların nasıl bir sona bağlanacağı henüz aydınlık kazanmamıştır. Ancak, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik sürecinin olumlu biçimde sonuçlanması ve tam üye olması halinde sorunun insan haklarına ve evrensel hukuka uygun biçimde bir çözüme kavuşması olanak dışı değildir.

1915 Ermeni Olayı Bir Tehcir mi, Yoksa Bir Soykırım mıydı?

1915 tarihli Ermeni olayı konusunda çeşitli değerlendirmeler ve farklı tanımlamalar yapılıyor. Konuya ilişkin Türk siyasetçi ve tarihçileriyle Batılı politikacı ve kimi tarihçiler arasındaki farklı tanımlamaları özetleyerek nesnel biçimde bu olayın nasıl tanımlanması lazım geldiğini belirtmeye çalışacağım.

Osmanlı arşivlerine göre 1915’te Ermenileri hedef alan bir tehcir uygulaması yapılmıştır. Konunun güncellik kazandığı günümüzde de devlet adına görev yapan tarihçiler 1915 Ermeni olaylarını tehcir olarak adlandırmaktadır. Buna karşılık Batı ülkelerinde başta siyasetçiler olmak üzere konu ile ilgilenen çevreler olayı soykırım olarak tanımlıyorlar. Birinci Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğrayan Osmanlı devletinin topraklarını ve İstanbul’u işgal eden itilaf devletlerinin isteği üzerine yapılan yargılamada ise olaydan sorumlu tutulan İttihat-Terakki’nin mesullerinden Ziya Gökalp ve arkadaşları olayı Ermeni ve Türkler arasında yaşanan bir mukatele olarak tanımlamışlardır.

Konuya açıklık getirmek için öncelikle bu sözcüklerin anlamlarını saptamak ve bunların somuttaki Ermeni olayını ne ölçüde tanımlayıcı olduklarını ve aralarındaki bağlantıyı açıklamak gerekir.

Tehcir (Déportation): Türkçe sözlüklerde bu deyim ‘göç ettirme’ ya da ‘zorunlu göç’ olarak tanımlanıyor. Oysa idari ya da cezai bir tedbir olarak bir şahsın ya da bir topluluğun yerleşik oldukları alandan başka bir yere zorunlu olarak göç ettirilmesi olayının özgün deyimi sürgündür. Tehcir ile sürgün arasında önemli bir ayırım vardır. Sürgün, bireyin ya da bir topluluğun önceden belirlenen bir bölgede belli bir süre için ikamete tabi tutulmasıdır. Geçici bir önlemdir. Genellikle önceden belirlenen ve hukuksal dayanağı olan bir ceza uygulamasıdır. Tehcir ise ülkedeki varlığı tehlikeli telakki edilen bir halkın yaşadığı yerleşim alanı dışındaki bir yerde enterne edilmek üzere nakledilmesi olayıdır. Sürekli bir uzaklaştırmadır. Sözcüğün Fransızca’daki karşılığı déportation’dur. Petit Robert’de bu deyim şu sözlerle tanımlanmıştır: “(bir halkı) Bedensel ve ruhsal yönlerden küçültücü muameleye tabi tutarak, süresiz biçimde, ülke toprakları dışına taşıma amaçlı politik bir cezadır” Örneğin, Nazi işgali altındaki Fransa’da işbirlikçi Vichy hükümetinin Almanlarla anlaşarak ülkedeki Yahudi kökenli Fransızları kapalı vagonlarda balık istifi gibi toplama kamplarına göndermeleri bir tehcir ya da déportation olayıdır. Bu olayda, insanlık dışı koşullarda aç ve susuz bırakılan insanlara zoraki yolculuk boyunca çektirilen bedensel acılar yanında insan onuruyla bağdaşmayan küçültücü uygulamalar da yapılmıştır.

Soykırım (Génocide): Türkçe sözlüklerde ‘soykırım’ ırksal, dinsel, siyasal ya da etnik bir grubun bilerek ve sistemli biçimde yok edilmesi olarak tanımlanıyor. Fransızca sözlüklerde aynı anlama gelen ‘génocide’ de etnik bir grubun metodik olarak (taammüden) yok edilmesi biçiminde tanımlamaktadır. Tarihte pek çok soykırım yaşanmış olmasına karşın, İkinci Dünya Savaşı sonrasına değin uluslararası topluluğun sorunu ele almasını olanaklı kılacak bir yasal çerçeve mevcut değildi. Nazi liderlerinin Nürnberg’deki yargılanmasında ortaya çıkan gerçeklerin etkisiyle sorun BM örgütünde ele alındı ve soykırımın uluslararası hukuka göre bir suç olduğu saptaması yapılarak bu suçu işleyenlerin mutlaka cezalandırılması kararı alındı. Bu karar çerçevesinde hazırlanarak 1948’de BM Genel Kurulu’nda onaylanan ve Türkiye’nin de imzalayıp taraf olduğu “Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme” 1951’de yürürlüğe girdi. Bu sözleşmenin 2. maddesinde soykırım şöyle tanımlanmaktadır:

Soykırım; ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyetiyle;

  • Grup üyelerinin öldürülmesi,

  • Grup üyelerinin fizik ya da akıl bütünlüğünün ağır biçimde zedelenmesi,

  • Grubun fiziksel varlığının tümü ya da bir bölümü ile yok edilmesi sonucunu verecek yaşam koşulları içinde tutulması,

  • Grup içinde doğumları engelleyecek önlemler alınması,

  • Grubun çocuklarının başka bir gruba zorla geçirilmesi ,

eylemlerinden herhangi birine başvurulmasını kapsamı içine alır. Soykırımda planlı, devlet politikası haline gelmiş eylemler söz konusudur.

Osmanlı devletinin Ermenileri hedef alan uygulaması, kimi Batılı ülkelerde Türklerin yaptığı bir soykırım olarak değerlendirildiği için bugünkü Türkiye devleti de aynı suçlamaya tabi tutuluyor. Bu suçlamayı reddeden Türk siyasetçi ve tarihçileri soykırımın varlığı için Nüremberg mahkemesinin verdiği karara benzer bir yargı kararının şart olduğunu öne sürmektedirler. Osmanlı devletinin yaptığı uygulamayı soykırım olarak tescil eden bir yargı kararı olmadığı için 1915’teki Ermeni tehcirinin soykırım olarak tanımlanmasının mümkün olmadığını iddia etmektedirler. Oysa İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar uluslararası hukukta soykırım kavramı yer almadığı için Ermeni olayına ilişkin bir yargı kararının olması mümkün değildi.

Mukatele: Arapça kökenli bir sözcüktür. Meydan Larousse’ta “birbirini öldürme, vuruşma, boğazlaşma” olarak tanımlanmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan hükümetin oluşturduğu Divanıharp mahkemesinde yargılanan İttihat-Terakki’nin sorumluları arasındaki Ziya Gökalp’in savunma amacıyla kullandığı bir deyimdir. Gökalp, savunma bağlamında, Ermenileri hedef alan bir öldürme olayının olmadığını, savaş sırasında Ermenilerle Türklerin vuruştuklarını ve karşılıklı olarak birbirlerini öldürdüklerini iddia etmiştir. Osmanlı devletinin resmi kayıtlarında bile Ermenilerin tehcire tabi tutuldukları belirtildiğine göre Ermeni olayını bir mukatele olarak kabul etmek mümkün değildir.

1915 Ermeni Olayı Nasıl Tanımlanmalıdır

Ermeni olayını tanımlamak için kullanılan bu farklı deyimleri esas alarak konuya bir açıklık getirmek son derece güçtür. Keza, savaş koşullarında gerçekleştiği için olayın içyüzünü gerçekçi biçimde ortaya çıkarmak da kolay değildir. Ancak olayın oluş biçimi, mağdurların tanıklıkları ve sorumlu mevkideki kimselerin anılarına dayanarak bir değerlendirme yapmak ve bir yargıya varmak mümkündür. Hiç kimse 1915’te başlayıp 1917’ye kadar devam eden olaylarda Ermenilerin kafileler halinde bulundukları yerlerden alınıp Suriye içlerine doğru yaya olarak ve nezaret altında götürüldüklerini yadsımıyor. Aylarca süren bu uzun yolculuk boyunca gerek dışardan silahlı grupların yaptıkları saldırılarda, gerekse açlık, susuzluk, yorgunluk ve hastalıklar nedeniyle pek çok insanın öldüğünü de yadsıyan yoktur. Olaydan sağ kurtulanların tanıklıklarına itibar edilmese bile resmi bilgilere dayanan oluş biçimine bakarak bir değerlendirme yapmak ve olayın çağdaş normlarda tanımlanmasını yapmak mümkündür.

Birinci Dünya Savaşında Doğu Cephesinde Ermeni komitacılarının Rus ordusuyla işbirliği yaptıkları Erzurum, Ağrı, Van ve Bitlis yörelerindeki köylerde yaşayan Kürt aşiretleriyle vuruştukları biliniyor. Bu olayların anlatımı Kürt stran’larıyla günümüze kadar gelmiştir. Ancak bunu Anadolu’nun her tarafında yaşayan Ermenilerin tümüne mal ederek tehcir olayını haklı göstermek gerçekçi değildir.

Ermenilerin, Osmanlı merkezi hükümetinin taşra teşkilatına gönderdiği emirler doğrultusunda hiçbir ayırım yapılmadan topluca tehcir edildikleri resmen kabul edilen bir gerçektir.

  • Esnaf, işçi, köylü vb. halktan olanlar yanında yüksek mevkilerde devlet hizmeti görenlerle varlıklı iş adamları da dahil olmak üzere erkek, kadın, yaşlı, çocuk ayırımı yapılmadan Ermenilerin topluca ve kafileler halinde önceden açıklanmayan bir semti meçhule gönderildikleri de yadsınmıyor.

  • Toplanan Ermenilerin, haklarında ne gibi bir işlem yapılacağı açıklanmadan, yol hazırlığı yapmalarına ve mallarını tasfiye etmelerine olanak tanınmadan kafileler halinde sevkiyata tabi tutuldukları biliniyor.

  • Sevkiyat, kafileler halinde, jandarma ve silahlı yerli milislerin nezaretinde yapılmıştır.

  • Tehcire tabi tutulanlar yaya olarak sevk edilmiş, varlıklı kişilerin bile kendi olanaklarıyla belirlenen yerlere araçlarla gitmelerine izin verilmemiştir.

  • Sevkiyat boyunca kafilelerin beslenmesi, temel ihtiyaçlarının karşılanması ve dinlenmeleri için hiçbir önlem alınmamış, her şey kafileye nezaret eden sivil ve askeri kişilerin insafına bırakılmış, görevliler bildikleri gibi davranmıştır.

  • Hastalar,yaşlılar, çocuklar ve yardıma muhtaç konumda olanlar kendi hallerine terk edilmiş, ağır sevkiyat koşullarına dayanamayanlar yollarda telef olmuşlardır.

  • Yol boyunca yer yer silahlı grupların saldırısına uğrayan kafileler korunmadığı ya da korunamadığı için saldırılarda büyük kayıplar verilmiştir.

Bu somut verilere bakarak 1915’teki Ermeni olayını sürgün, tehcir, soykırım ve mukatele kavramları muvacehesinde (yüzleşmesinde) nasıl değerlendirebiliriz ?

  • 1915 tarihli tehcir olayı salt Ermenileri (bir etnik topluluğu) hedef alan bir eylemdir.

  • Tehcir edilen Ermeniler bedensel ve ruhsal yönlerden küçültücü muamelelere tabi tutulmuşlardır.

  • Grup üyeleri fizik ve akıl bütünlüğü yönünden ağır biçimde zedelenmişlerdir.

  • Grup üyelerinin bir bölümü ağır sevk koşullarında hastalık vb. nedenlerle ölmüş ya da dış saldırılarla öldürülmüşlerdir.

  • Grup üyelerinin savaş içinde, dinsel fanatizme bağlı bir husumet ortamında, son derece olumsuz yol ve iklim koşullarında sevk edilmelerinin önemli ölçüde ölümlere neden olacağı biliniyordu.

Bu nedenlerle 2 yıl boyunca sürdürülen tehcir eyleminin, kısmen de olsa, yok etme kastını taşıdığını kabul etmek gerekir.

Yaptığımız bu değerlendirmeye göre, Osmanlı İttihat-Terakki hükümetinin sorumlu olduğu 1915 tarihli Ermeni tehcir olayını kısmen de olsa yok etme kastı ile yapılan bir déportation eylemi olarak tanımlamak gerekir.

Ermenilerin Kürt Kültürüne Katkısı

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Ermenilerle Kürtler yüzyıllarca bir arada yaşamışlardır. Genelde şehirlerde yaşayan Ermeniler kültürel alanda daha etkin bir çaba içinde olmuşlardır. Ermeniler kendi kültürlerini koruyup geliştirirken komşu oldukları Kürtlerin de kültürünün korunmasına ve zenginleşmesine katkı yapmışlardır. Özellikle, Kürt türkü ve stranlarının kayıtlara geçmesinde ve modern müzik araçlarıyla çalınmasında yararlı olmuşlardır. Kürt kültürü genellikle sözlü bir kültür olduğu için ürünleri kuşaktan kuşağa sözlü olarak geçmiştir. Kuşkusuz bu geçiş olayında önemli kayıpların olması da kaçınılmazdı. Oysa, Doğu Anadolu’dan Ermenistan’a giden sanatçı Ermeniler Kürt müziğinin orada kayıtlara geçmesine radyo ve televizyonlarda yayınlanmasına aracı olmuşlardır.

Erivan Radyosu’nda eski Kürt stranları çalındığı gibi Ermeni müzisyen Haçaduryan (Garabet e Haço) tarafından son yılların tanınmış Kürt şairlerinin şiirleri de bestelenerek yayınlanmıştır. Özellikle Cigerxun’un şiirlerinden yapılan besteler Kürt halkı arasında uzun yıllar ilgiyle dinlenmiş, bugün de dinlenmektedir.

Ermenistan’da Kürtlerin önemli edebi eserler üretmelerinde Ermenilerin unutulması mümkün olmayan yardımları olmuştur. Örneğin, Kürtçe yayın yapan Riya Teze Gazetesi Ermenistan’da önce Latin harfleriyle sonra da Kiril harfleriyle yıllarca yayımlanmış ve bu ülkedeki Kürtler tarafından ilgiyle izlenmiştir. Türkiye’de Kürtçe yazmanın ve yayın yapmanın yasak olduğu yıllarda Riya Teze Gazetesi Türkiyeli Kürtler arasında da gizlice okunan ve izlenen bir yayın organıydı. İlk Kürt romanı da yine Ermenistan’da yazılmış ve yayımlanmıştır. Areb Şemo isimli Kürt yazarın yayımladığı Şıvane Kurd (Kürt Çoban) adlı roman Kürtler arasında aranan ve okunan ilk Kürtçe romandır.

Diyaspora Ermenileri yurt dışına kaçan Kürtlerin Suriye ve Lübnan’da örgütlenmelerine de destek olmuşlardır. Hoybun Kürt Cemiyeti’nin kurulmasında Suriye ve Lübnan Ermenilerinin katkıları büyüktür. Bu cemiyetin öncülük ettiği 1932 tarihli Ağrı isyanının planlanmasında ve uygulanmasında da güneydeki diaspora Ermenilerinin yardımcı oldukları rivayeti yaygındır.

Sonuç

Yıllarca bir arada yaşayan ekonomik, sosyal ve kültürel açılardan birbirlerini tamamlayan Kürtlerle Ermeniler arasında geçen acı olaylar, Osmanlı merkezi hükümetinin kararları, yerel yöneticilerin dinsel fanatizme dayalı kışkırtmaları ile gerçekleşmiştir. Gerek 1894 tarihli Birinci Kürt-Ermeni çatışması gerekse 1915 tarihli Ermeni tehcirinde işlenen cinayetlerin asıl sorumlusu iktidarı elinde tutan merkezdeki basiretsiz yöneticilerdir. Sınıfsal nedenleri de olan bu olayları halklar arası düşmanlıklarla ya da salt Kürt saldırganlığı ile açıklamaya çalışmak, devlet erkini kullanan gerçek sorumluları aklama çabasıdır. Tarih hiçbir zaman halklar arası düşmanlıklara tanıklık etmemiştir. Yüzyıllarca bir arada yaşayan Kürt ve Ermeni halkları arasında da bir düşmanlık yaşanmamıştır. Halkları karşı karşıya getiren devleti yönetenlerdir. Bunlara alet olanlar da çıkar peşindeki egemen sınıflardır.

Şimdi.... Tarık Ziya bey analizine oldukça isabetli bir şekilde sosyoekonomik arkaplan ve panaroma ile başlamış. Çizdiği manzara içinde, Ermenileri şehirli ahali, Kürtleri de kırsalda yaşayan ahali olarak zaten ayırmış.

Bahsettiği sosyoekonomik yapıda önemli birkaç nokta var. Ermenilere Ermeni deyişimizin sebebi Ermenilerin zaman içinde şehirlileşmiş olmaları yüzünden değil; Ermeniler, bir ırk olarak şehirli ve zenaatlerle uğraşmağı seçtiklerinden –ya da zorunda kaldıklarından dolayı– şehirli olmuşlar. Aynı şekilde, Kürtler de, kırsalda yaşamağı tercih etmiş, tarım ve hayvancılıkla uğraşan bir sosyal sınıf değil, Kürtler apayrı bir ırktır.

Burası önemli. Problem, ırksal değil, sosyoekonomik dengelerin ciddi derecede bozulmasından kaynaklanmış ve devam etmiş.

Bunun böyle olduğunu, mesela İstanbul'daki Ermenilerin Doğudaki Ermenilerin problemleri ile uzun zaman ilgilenmeyişinde görebiliyoruz.

Kürtler ve Ermenilerin, sırf sosyoekonomik sebeplerle bu denli keskin karşı karşıya gelmesi 'bir tarihsel kaza'dır.

Şu anlamda, 'bir tarihsel kaza'dır: İki ayrı ırkın, bu denli farklı sosyoekonomik yapısının olması çok seyrek raslananır. İç içe yaşamalarına rağmen, bir ırkta tarımla uğraşan bir kesim, diğer ırkta da zenaat veya ticaretle uğraşan bir kesim hiç yok denecek kadar az ise, bu ciddi bir 'bir tarihsel kaza' olmak zorundadır.

Aslında, bunun pek de 'bir tarihsel kaza' olmadığını da biliyoruz.

Bölgenin hakim unusur olan Kürtler, kendileri için daha uygun olanını seçtiler ve geriye kalan da Ermenilerin görevi oldu.

Bunu, Tarık Ziya beyin anlattıklarında da görebiliyoruz. Kürtlerin, geleneksel olarak, Ermenilerin uşraştığı işlere ikrahla, iğrenmeyle, aşağılamayla baktıklarını Tarık Ziya bey söylüyor.

Esasen, Tarık Ziya beyin bütün dürüstlüğü ile geleneği anlatışını da takdirle karşılamak gerekir; çünkü, –dikkatli bakarsanız– hakim unsur olarak Kürtlerin ne denli yoğun bir ırkçılık geleneği olduğunu da dile getiriyor bence.

Bu çok önemli olmakla beraber, konumuz olmadığı için üzerinde daha fazla durmaksızın geçeceğim.

Irkçılığı geçtiğimiz zaman ne ile karşılaşıyoruz?

Çok basit: Tarık Ziya beyin analizini düzeltecek olursak, iki farklı ekonomik sınıfın birbiri ile çatışmasını görüyoruz. Bir tarafta (eski proleter, yeni burjuva) Ermeniler, öteki tarafta da (eski hakimler, yeni proleter namzedleri) Kürtler.. Ya da, daha yalın dille söyleyecek olursak, eski sömürülenler ile sömürenlerin yer değiştirmesinden bahsediyoruz..

'İkbal ve zeval bir kapıda baki kalmaz'; kalmaz tabii; ama kimse de zevale gönüllü olmaz.

Eski beyler (Kürtler), değişen dünya şartlarının getirdiği –daha açık hale gelen ekonomik yapı yüzünden–, eski serflerinin (Ermenilerin) yeni beyler olmasına rıza göstermek istemediler...

Bu, klasik bir sınıf mücadelesi.. fakat, yukarıda adını koyduğumuz, 'bir tarihsel kaza' yüzünden, her sınıf ayrı bir ırk tarafından temsil ediliyor..

Sınıfların birbirleriyle boğazlaşması görülmemiş şey değil. Birbirleriyle boğazlaşan iki sınıfın birinin bir ırk, diğerinin ise ayrı bir ırk olması ise nadirdir.

Bu boğazlaşmaya isim koymak konusunda kafaları karıştırabiliyor. Bence, Tarık Ziya beyin başına gelen de tam olarak budur...

Doğru başladığı analizinde, kafası karışmış olsa gerek ki, “Bu nedenlerle 2 yıl boyunca sürdürülen tehcir eyleminin, kısmen de olsa, yok etme kastını taşıdığını kabul etmek gerekir.” diyerek, topu hem taca, hem de “Halkları karşı karşıya getiren devleti yönetenlerdir. Bunlara alet olanlar da çıkar peşindeki egemen sınıflardır.” diyerek de devlete filan atması, analizinin doğal hükmünü sakatlamıştır.

Konunun devlet ile ilgili kısmı tabii ki yok değil. Ama, o 'yok etme amacı'nın kime (kimlere) ait olabileceği sorusunun cevabı o değil bence.

Zenginleşen Ermeni 'sınıf'ının (ki, bu spesifik bağlamda, 'ırk' yerine 'sınıf' da diyebiliriz) servetine el konulduğuna dair yakın zamanda söylenenleri biraz daha deşecek olursak, Doğuda, bu servet transferinin Kürt 'sınıf'ına yapıldığını bulursak ben hiç şaşırmayacağım.

Yani, sadece "Bunlara alet olanlar da çıkar peşindeki egemen sınıflardır." diyerek geçiştirilecek kadar basit değil gibi..

Bölge açısından, 'egemen sınıf'ın tanımına ve kimlere işaret ettiğine yeniden ve dikkatlice bakmak gerekiyor..

Neyse..

Ben, "ben hiç şaşırmayacağım" diyorum; fakat, çok da merak ediyorum; acaba, (mesela) Tarık Ziya bey şaşıracak mı?