Şair ve şairimsilere merhamet

Hekimlere oldum olası acımışımdır. Yok yok, benim acıma gerekçem farklı. Az kazandıkları için ya da çok uzun saatler çalıştıkları için, veya kendilerini geliştirmek için sürekli okumak öğrenmek zorunda kaldıkları için değil. Bunlar onların seçtikleri hayatın bir parçası. Kendi düşen ağlamaz demek istiyorum.

Benim acıma hislerimin kabarmasına yol açan şey bambaşka: İnsanla uğraştıkları için.

Tabip olduğunuzu düşünün bir. Kapı açılacak ve içeriye bir hasta girecek. Siz bir profosyonelsiniz, hasta ise amatör. Derdini anlatmasını bekleyeceksiniz.

Onun ne kadar dili dönerse o kadar anlatacak... Sizin tipinizi beğenmemiş olabilir; yani siz daha ilk görüşte gıcık olabilir ve kendi içine kapanabilir. Ya da zaten sessiz bir tiptir, pek konuşmayan. Veya, konuşkan, fakat alakasız konulardan bahsetmeği seven bir tip.

Her hal ü kârda, bir şekilde derdini anlamanız, bir teşhiste bulunmanız gerekiyor. Bu amaçla kullanacağınız imkanlar da hep çok kısıtlıdır. Hasta size kendi hastalık mazisini anlatmaktan açizdir çoğu zaman.

Elinde neredeyse hiçbirzaman eski reçeteler ya da tahlil sonuçları olmaz. Hastalığının ne olduğunu da ya hiç bilmez ya da yokmuş gibi farzeder, dolayısıyla, ailede benzer hastalıkların olup olmadığını da size sıralamak aklına bile gelmez.

Hastadan tahliller istemek gerekir, ama bunlar da avuç dolusu para tutar. İsteseniz bir dert, istemeseniz başka bir dert. İstediğiniz anda siz ticari bir yönlendirme yapmış olursunuz. Ölçüyü kaçırmak ve açgözlü (yani laboratuarlarla işbirliği yapıyor olmak) zannı yaratırsınız. İstemezseniz de yanlış teşhis koymak ihtimaliniz artar.

Tahililler filan da zaten hemen olmaz. En kısa süreni birkaç saat, çoğu zaman da birkaç gün demektir bu. Bir de, tabii, hangi tahlilleri isteyeceğiniz sorusu var...

İş başa düser. Soru-cevap ile bir yere kadar gitmeğe çalışırsınız. Ardında da, dededen kalma, el ve gözle muayene gelir. Steteskopu çıkarır, hastanın vücudunda gezindirirsiniz. Beklenmedik bir hırıltı, gürültü var mı dıye...

Ardından da, problemi lokalize etmek için, hastanın karnında, şurasında burasında değişik yerlere elinizle bastırıp hastanın yüzünün aldığı yeni şekle bakarsınız. Yani, ağıran yeri bulmağa çalışırsınız. Çoğunlukla işe yarar --eğer hasta size gelmeden önce, kendi kafasına göre takılıp, dünya kadar ağrı kesici almamış ise... Yok, eğer ağrı kesicilerle kendisini uyuşturup gelmiş (ve bunu da size söylememişse), işiniz Allaha kalmış demektir...

Ağrı-sızı duymaz halde karşınızda yatan hastanın derdini anlamak zorundasınız... Zordur. Çoğu zaman da imkansızdır.

Ama, diyelim ki, bunlar bu kadar berbat çıkmadı ve bir teşhiste bulunacak kadar kendinizi rahat hissettiniz... Sıra gelir ilaç yazmağa..

Siz bir doktorsunuz; bir hekim. Teşhiste bulunmak ve bunu da isabetli bir şekilde yapmak yeteri kadar mucizevi değilmiş gibi, bir de sizin uzman farmakolog olmanız beklenir --eğer işinizi doğru dürüst yapacaksanız..

Hastanın vücut kimyasını bildiğiniz varsayılır. Aslında hiç denecek kadar biliyorsunuzdur, çünkü insanoğlunun, ilim adamlarının tamamının bildiği herşeyi biliyor olsanız bile, mevcut bilgi bu konuda hiç denecek kadar yetersizdir. Siz bunun farkındasınızdır büyük bir ihtimalle, ama hasta bunu bilmez ve duymak da istemez.

Ondan sonra da, içinde enva-i çeşit kimyasal olan, binlerce ilaç vardır. İçerdikleri aktif maddenin ne olduğunu, ne işe yaradığını ve yan etkilerinin ne olduğunu da bilmeniz gerekir. Aksi halde, tedavi edeceğim diye hastayı telef etmek riski sözkonusudur.

İlaçları tanımak da yetmez. Piyasada hangi ticari isimle mevcut olduğunu, ve piyasada (eczanelerde) mevcut olup olmadığını da bilmek zorundasınız. pahalı da olmamalıdır...

Bunca değişken ve bilinmez arasından karanlığa taş atmak durumundasınız. Hem sizin için, hem de karşınızdaki hasta için bir deneme-yanılma süreci başlamış olur..

Zordur.

Benzer şeyler, yani değişkenler sadece tabipler için sözkonusu değil tabii ki. Mühendislikte de aynı şeyler vardır. Vardır ve o da zordur. Makina mühendisi iseniz, bir rulman seçmek dahi --eğer doğru dürüst yapacaksanız-- kolay değildir. Binlerce rulman tip ve çeşidi vardır. Vida cıvata ve başka bir sürü şeyde de öyle.

Elektronik mühendisi iseniz, işiniz daha kolay değil. Çok daha az oturmuş bir sektördesiniz ve burada da binlerce değişik çeşit bileşenle muhatapsınız.

Ve, bütün bunlarda da, tıpkı ilaçlarda olduğu üzere, katalog mühendisliği yapmanız beklenir. Yani, piyasada mevcut olan bir şeyi, işi görecek ama en ucuz olanı da olmak şartıyla, seçmeniz beklenir.

Beklenir de, sonuç başarısız olursa o kadar büyük bir sorun değildir. Tasarladığınız şeyi ıskartaya çıkarır ve yeni bir tane daha tasarlamak için yeni bir izin formu düzenlersiniz. Çok olsa maddi bir zarar ve zaman kaybı sözkonusudur. Amiriniz varsa biraz sitem/fırça yersiniz, ama sineye çekilir şeylerdir bunlar.

Tabip olunca insan, 'malzeme' de insan olduğundan dolayı, 'pardon!' dediğiniz anda ıskartaya çıkaracağınız şey bir insandır... yani, hastanız.

Bütün bunlar yüzünden ben tabiplere acırım. İşini doğru dürüst yapmak isteyen her tabip, herkesin kaldıramayacağı derecde ağır bir yük altındadır bence... Onca çaresizlik içinde didinmelerine acırım; şükranla karışık merhamet hisleri duyarım.

Vaktiyle, yıllar önce --şimdi rahmetli olan-- bir tabip büyüğümüzün yazıhanesinde onun okul senelerinden kalma bir yıllığa göz atmıştım. İçindeki şu beyit aklıma geldi:

İhtiyarımla tabip olur muydum acep hiç Ger bileydim alemin bunc'onulmaz derdini

Bu beyit de, bizi, şair ve şairimsilere merhamet konusuna taşıyabilir.

Diyelim şiir yazmak istiyorsunuz. Ya da bir şeyler denemek..

Şiir de, 'duyguların söze dökülmiş hali'dir.

Derler. Ve, bence --afedersiniz, ama-- halt ederler... Şiirin duygu ile alakası, çok olsa, ilham noktasındadır. Yani, aklınıza bir konuda enteresan bulduğunuz bir şeyler yazmak gelmiştir. Bir icatta bulunmak gibi...

İnsanın aklına enteresan bir şeylerin gelmesi hem hiç zor değil, hem de seyrek karşılaşılan bir şey değil. Mesele, o enteresan şeyi fiilen peydahlamakta yatar.

Bunun sorun oluşunun sebebi de, aklınıza gelen her ne ise, 'acı', 'hasret', 'arzu', 'hüsran' vb.nin dildeki kelimelerle ve belli bir ahenkle anlatılması zorunluluğu ve zorluğudur.

Serbest de yazsanız, kafiyeli de yazsanız, yazdıklarınızın okuyanlar tarafından ahenkli bulunması gerekir. Ahenkli olması yetmez, anlamlı da olması gerekir. Yani, muhatabınızda istediğiniz duyguları canlandırmasını sağlamanız gerekir.

Bütün bunları yapmanız da, sizin o duygu selinde cebelleşiyor olduğunuz anda imkansızdır. O duygu selinin geçmesini beklemek mecburiyetiniz vardır, aksi halde --daha sonra siz okuduğunuzda dahi-- anlamsız bir kelime çorbası yazarsınız. Bu da, eğer hiç yazabilecek durumdaysanız tabii.

Duygularınız dinginleştikten,siz durulduktan sonra yazdığınız şey de, Necip Fazıl'ın (başka bir bağlamda söylemiş olsa da) söylediğine benzer: O benzeyişe benzeyişten ibaret bir şey olur. Olabilirse.

'Olabilirse' diyorum, çünkü, tıpkı bir tabibin piyasadaki ilaçlarla kısıtlı oluşu misali, siz de dildeki kelimelerle kısıtlısınız.

O kelimeleri içeren mısranın ahengi meselesi de ilaçların piyasadaki ticari isimleri gibidir. Öyle istediğiniz her cümleyi kuramazsınız. Yoksa, abuk sabuk bir şey olabilir.

Bir de, yan etki konusuna dikkat etmeniz gerekir. Mazallah, sizin kastettiğinizden farklı anlaşılabilir ve çok zorda kalabilirsiniz.

Tabipler genellikle kalabalıkları bir elde tedavi etmeğe koşulmazlar --akıllıca bir tercihtir--, ama şiirin muhatabı her an herkes olabilir. O yüzden, bir de, üniversal yazmak gereği vardır. Bunu söylerken, 'on kişiyi hayran, bin kişiyi düşman' etmek istemeyeceğinizi farzediyorum.

Diyelim ki, akıllıca davrandınız ve kalabalıklara değil de bir kişiye yazdınız ve okuttunuz şiirinizi. Yani, tekstil sektörünün diliyle söyleyecek olursak, konfeksiyon değil de, kupon çalışmak..

Bu da pek garanti bir şey değil. Hatta belki de daha zordur. Çünkü, 'noktasal atış' anlamına gelir... Kalabalıklara yazdığınızda, en azından, 'eh, ancak bu kadar oldu' türünden bir mazeretiniz olabilir ve kimseyi aşırı rahatsız etmemişseniz, geçiştirebilir, veya ucuz kurtulabilirsiniz. Kupon çalışırken öyle bir şansınız olmayabilir: Prova şansınız hiç olmaz; fakat yine de yazdığınız şeyi giyecek olanın halet-i ruhiyesine lök oturmak zorundadır. Uymamışsa uymamıştır.

Yeniden de yazamazsınız. Çoğu zaman mümkün değildir. O yüzden, akıllı olmak gibi bir amacınız varsa, aklınız başınızdayken kimseye 'kişiye özel' şiir yazmağa kalkışmamak konusunda prensip kararı almanızda fayda vardır. Prensip kararı yetmiyorsa yemin edin; o da yetmiyorsa şiir yazmaktan vazgeçin derim ben.

Zeka yaşına değil de, biyolojik yaşa itibar edecek olursanız (lütfen), yukarıda dediklerimi bir büyük nasihati, ya da damdan düşmiş bir faninin son arzularından birisi olarak okumanızı isterim.

Bu işin zorluklarına örnek vermek için biraz bakındım. Önce bir tema aradım. Rastgele bir şey olsun istedim. 'Dargınım Sana' bir tema olarak fena durmadı. Benim aklıma öyle derhal yazacak çok şey gelmedi. Hele de bunca şey söyledikten sonra, çıkıp bir şeyler yazmak --işin doğrusu, pek de işime gelmezdi.

Ben de, okkanın altına bir başkası gitsin diye, tuttum, 'DARGINIM SANA' konusunu Google'da aradım. Talihsiz bir seçim olduğunu Google'un 'DARWINISM SANA' aramak isteyip istemediğimi sormasıyla anladım. Ne alâkası vardı... Pek görenedim tabii, ve ilk seçimimde ısrar ettim.

Konu hakkında çok yazan yok --anlayışla karşılıyorum. Bulduklarım arasında şiir formunda ve ele gelir bir hacmi olan da buydu:

Ey Sevdam Dargınım Sana Dargınım ey sevdam, kırgınım sana, Ne geceler, gündüzler harcadım sana, Her nefeste adın, ismin hep dilimdeydi, Şu yaralı kalbim, söylesene kiminleydi, Üstüne bir yar sevip, başka gönüle mi yandım, Yoksa seni unutup, bir çift göze mi kandım, Ah sevdam o ateşin, her zaman içimdeydi, Şu biçare gönlüm, söylesene kiminleydi, Sevdam ile uyudum, hep seninle uyandım, Rüyalarımda bile, hasretinle bulandım, Hayallerim seninle, gözyaşım seninleydi, Şu dermansız beden, söylesene kiminleydi, Fırtınalar, taunlar, hiç sarsabildi mi beni? Kırdığında yüreğimi, ben incittim mi seni? Seninle yaşıyordum, hayatım sevginleydi, Şu yaralı kalbim, söylesene kiminleydi, Uçsuz bucaksızdım, bana zincir vurulmazdı, Sevdam diye kalktım mı, karşımda durulmazdı, O sihirli iki kelime, her zaman dilimdeydi, Şu biçare gönlüm, söylesene kiminleydi. Yırtardım denizleri, bütün dağlar korkardı, Sevdam diye haykırdım mı? gök bile çatırdardı, Merttim çelik gibi, doğruluk her halimdeydi, Şu yaralı kalbim, söylesene kiminleydi, Uysal bir adamdan, bir arslan çıkardın sen, Sevdam ile dünyaya, meydan bile okurum ben, Bir ölüm yıkardı beni, gerisi çok ipimdeydi, Şu dermansız beden, söylesene kiminleydi. Böyle sevda olmaz dendi, mecnun kıskanır seni, Leyla bile olsaydı, vallahi bırakamazdı seni, Alem sevdama hayrandı, herkesin dilindeydi, Şu garip adam, senden başka kiminleydi, Üzgünüm ey sevdam, çok kırgınım sana, Bir ömrü, gece gündüz harcadım sana, Gözü yaşlı yüreğim her zaman seninleydi, Şu ezik aşığın, söyle başka kiminleydi. Azrail kapıma gelmiş, can emaneti istiyor, Dilimse son nefesimde hala sevdam diyor, Sen uzaklarda, canım son demlerindeydi, Şu cansız beden bile sadece seninleydi. Metin Eser
Okudum. Umarım siz de okumuşsunuzdur.

Şimdi.. okur okumaz aklıma ilk gelen şeylerden birisi, bu şiirin inşallah gerçekleri yansıtmıyor oluşudur. Yani, yazan [*] kişinin gerçekten dargın olmadığını umuyor oluşum bir yana, daha da önemlisi, umarım yazar hayattadır.

Bunu ummak için, gerçekçi bulabileceğiniz, sebeplerim var: Şiiri yazabilmiş olması bile hayatta olduğuna işrettir. İnşallah hala daha da öyledir.

Bu da, işte, şiir yazmanın zorluklarından, talihsizliklerinden birine iyi bir örnektir. Tariflediğiniz hâl her ne ise, onu yazmak için o hâlde bulunmuyor olmanız zorunludur. Daha da ötesi, okuyan kişi sizin yazdıklarınıza değil de alâkasız şeylere de takmış olabilir..

Dargınlık hakkında yazacaksanız, dargın olduğunuz kişiye yazmanızın anlamı yoktur. İntihar filan gibi dramatik şeylerle dramatize edecek, 'süsleyecek'seniz, bu da mümkün değildir. Kısacası, hayal ürünü bir şey yazıyıorsunuz --duygu ürünü değil, '-mış gibi yaparak' bir senaryoyu dile getiriyorsunuz.

Buraya kadar sorun yok. Sorun, bence, şiirleri (şiirimsileri) lüzumundan daha ciddiye alanlarda.

İşte, ben, şairlere (şairimsilere) merhamet etmek gerekir dediğim zaman, şiirleri (şiirimsileri) lüzumundan daha ciddiye alanları kastederek söylüyorum.

Lüzumundan fazla ciddiye almak da bir tür zulmdür çünkü.

[*: 'şair' değil de 'yazan' deyişimin sebebi 'şiir' olduğunu düşünmeyişim değil; kaleme alanın kendisine nasıl hitap etmemizi isteyeceğini bilmediğim için, daha genel olan 'yazar' kelimesini seçtim.]

Saatin ters yönü - 1

Övünmek gibi olmasın, yaratıcılık benim göbek adımdır sanki.. hiç de peşimi bırakmaz nalet.

Biliyorum, bu tür bir şeyi hele de ben söyleyince inanması zor ama öyle.. Size bunun böyle olduğunu teyid edecek düzinelerce insan ve vaka gösterebilirim, ama işime gelmiyor.

Ne kadar işime gelmediğini anlayabilemeniz için bu yazıyı baştan sona okumanız lazım.. ve ancak ondan sonra benim niçin anonim yazdığımı da belki anlayacaksınız..

Kısa bir iki örnek vereyim:

Bindokuzyüzlü seneler.. yani bir önceki asır.. kulunuz bir üniversitede talebe.. diyar-ı küffarda..

Bizimle aynı sınıfta bir Malezyalı ağabeyimiz de var.. bizden yaklaşık 15-20 sene daha yaşlı. Çalıştığı şirkette emrinde birkaç bin kişiyi yönetmiş. Biraz garip bir uygulama ama anlamlı: Malezya'da çalıştığı şirket onu esasen bir tür tatil için göndermiş; adamın bir diplomaya daha ihtiyacı olmadığı ortadaydı. Nitekim okula da son sınıfta filan başladı.

İsmini hem yazmak hem de telaffuz etmek zordu. Rhamapillai Palaspandıras gibi bir şeydi. O da bu zorluğun farkında olduğu için, kısaca Pala dememize izin verdi, sağolsun. Zaten, Malezya'da da Pala derlermiş --aklın yolunun bir olduğunu ispatlarcasına.

Malezya nire, bizim okul nire.. Tabii ki, sömestri tatillerinde memlekete gitmedi. Kütüphaneleri, laboratuarları filan çok sevmişti, oralarda geçirdi bu kıymetli zamanı.

Diğer arkdaşlarla tanıştırmış, aramıza almıştık, ama ailesinin de hasretini duymuyor değildi. Okuldaki en yakın arkadaşı da ben olduğum için (ben de hep benden daha büyüklerle arkadaş olmağı seçtim), karısının ve çocuklarının resimlerini odasının duvarında görür ve onlardan gözleri parlayarak bahsedişini dinlerdim aradabir.

İlginç bulduğum için aklımdan çıkmıyor, karısının adı Selvi idi.. evet, bir Türk ismi; ama karısı Türk filan değildi. Pala da değildi zaten. İkisi de zenci (siyahî) ve ikisi de budist idiler..

Hoş ve son derece iyiniyetli birisiydi --sizden iyi olmasın.

Neyse. Herşey gibi, o sene de sona erdi. Sınavlar filan bitti. Hepimiz evine gitmeğe hazırlanıyoruz. Fakat, bir hafta daha var okulun resmen bitmesine.

Pala da evine, Malezya'ya gidecek ama doğrudan doğruya değil. Önce karısı gelecek, beraber bir dünya turuna çıkacaklar --bir tür ikinci bir balayı gibi-- ondan sonra evlerine gidecekler, çocuklarına kavuşacaklar.

Dedim ya, ben en yakın arkadaşı olarak, Pala ve Selvi'nin her türlü seyahat planını en ince ayrıntısına kadar biliyorum. Bunun sebebi de, her en yakın arkadaş gibi, en sıkıcı şeyleri dahi dinlemek mecburiyetim.

Bu da, karısının, Selvi'nin, saat kaçta, hangi havayoluyla geleceğini de, saat kaçta Pala'nın onu alıp havaalaından döneceğini de biliyorum demekti.

Buraya kadar herşey son derece normal. Normal de, yukarıda dediğim gibi, okul fiilen bitmiş, yapacak bir şey yok; dolayısı ile hepimiz ölesiye cansıkıntısı çekiyoruz. Üzerimizden atmosfer basıncı kalkmış gibi, hem boşluktayız hem de içimiz içimize sığmıyor.

Bu kadar yoğun bir cansıkıntısını gidermek de ancak o derece yaratıcı bir yaklaşım gerektiriyor tabii ki. işte, bu noktada ben sahneye giriyorum. Mecburum; dedim ya, kader beni yaratıcı kılmış..

Hemen aklıma bir senaryo geliyor.

Arkadaşlarımızdan birinin eşi, ismi Clara olsun, kantinde part-time çalışıyordu. Sene başında hamile idi, ve daha yakınlarda çocukları olmuştu. Hem o arkadaşım hem de eşi zenciydi (siyahî) idi. Başka bir deyişle, senaryoya uygun bir 'esas kız' hazırdı.

Hemen diğer arkadaşlara planımı anlattım. önce biraz tereddüt ettiler, ama sonunda ikna oldular. Hep beraber gittik bu arkadaşımızın evine, ona da planı anlattık. Onlar da önce kabul etmek istemediler fakat bunca kişinin ısrarına dayanamayıp kabul ettiler.

Sıra planı uygulamaya koymağa geldi.

Pala'nın havaalanından Selvi'yi alıp döneceği saati oldukça iyi tahmin etmişim ki, köşede çok beklememiz gerekmedi. Karı-koca bir mutluluk tablosu çizerek taksiden indiler ve eve girdiler. Bizi görmediler, saklanmıştık.

Eve girişlerini müteakip 10-15 dakika sonra, plan gereği, Clara --kucağında daha bir aylık bile olmamış bebek ile-- gitti Pala'nın kapısını çaldı. Ev zemin katta olduğu için, biz hem oturma odasını görebiliyorduk, hem de pencereye yakın yerde çit olduğu için açık camdan icerdeki konuşmaları farkedilmeden duyabilecektik...

Neyse. Kapı açıldı, ve Pala göründü. Clara da, 'sevgilim, bugün çocuğumuzu sevmek istemeyecek misin?' türünden bir şeyler diyerek dooru salona girdi, fakat içerde bir başka hanım görünce 'aaa, özür dilerim, yalnız olmadığını bilmiyordum' deyip girdiği gibi hızla dışarı çıktı..

Bir zencinin mosmor oluşunun nasıl bir şey olduğunu bilmem bilir misiniz..

Pala, zaten kapıyı açar açmaz duyduğu laflarla nutku tutulmuş orada öylece kalmıştı. Selvi'nin yüzünü göremedik ama o da afallamış olmalı ki, kimse --beklediğimiz üzere-- Clara'yı durdurmağı akıl edemedi..

Ardından azıcık bir sessuzluk oldu.. ve sonra bir çıngar..

Pala'nın 'ama, sevgilim, bir yanlışık var' filan dediğini duyduk.. karısının da pek inanmadığına dair sözlerini..

Çok sürmedi.. Pala durumu çakmıştı.. ama karısına delilsiz itirafçısız anlatabileceği birşey değidi.. Hışımla kapıya çıktı, etrafa bakındı. Bizi aradığı belliydi.

Evlerimiz nispeten birbirine yakın olduğu için, koşarak önce benim eve gitti. Biz de --farkedileyecek bir mesafeden-- peşindeydik zaten. Hayretlik iş ki, ben evde yoktum.

Başka bir iki arkadaşın da evine gitti. Kimse evde yoktu tabii. Ama, Pala'nın da bizi bulmaktan başka çaresi yoktu. Onu, bizi aramağa bırakıp, biz onun evine döndük.

Kapıyı Selvi açtı. Kendimizi tanıttık. Zaten beni giyaben tanıyormuş --Pala'nın mektuplarında. Hikayeyi (senaryoyu) anlattık. Ardından da Clara ve kocasını çağırdık, bebekle birlikte onlar da ortaya çıktı.

Selvi ablamız da çok kafa bir kadınmış; kahkahayı basarak bizleri tebrik etti.

Ve, hep beraber Pala'nın geri dönmesini bekledik. Pala bir saat sonra filan döndü. Sokaktaki halini görmeliydiniz. Bitkin, yorgun ve perişan..

Eve gireceği zaman bizler mutfağa saklandık tabii ki. Kapının arasından Daltonlar misali bakıyoruz.

Naçar, eve geldi. Kapıda karşılayan Selvi'nin heybetli sesini duymalıydınız. 'Neymiş bildiğim gibi olmayan! Peşinden bir de bebeği okşamak için mi koştun! Kaç saattir ne yapıyordun!' filanlar..

Pala, tamamen çökük.. koltuğa yığıldı.. Selvi, hala daha devam ediyor... 'Şimdi bir ekmek bıçağıyla seni dilim doğrasam kim ne der!' filan gibi bir şeyler diyerek hışımla mutfağa koştu..

Ve biz, Clara (ve sussun diye emziriyor olduğu bebeği) hep beraber ortaya çıktık.

Lambaaa..

Selvi dahil, hepimiz sırıtıyoruz, da, Pala'nın zaten tutulmuş olan nutku tur bindirmiş.. Öööle bakıyor garibim..

Neyin ne olduğunu anlatmak bir saatimizi aldı.. yani, teskin edilmesi uzun sürdü.

Sonra hep beraber bir hayli güldük; kendimizi affettirmek için ikisini de yemeğe davet ettik.

Bu eşek şakasını çok sevmişlerdi ve bizden daha zengin oldukları için yemek paralarını da vermek için ısrar ettiler. Biz de, sonuçta birer çulsuz öğrenciydik, kıramadık tabii..

Daha sonra da onlar seyahate çıktılar, memleketlerine döndüler. Epeyi zaman da mektuplaştık. beni Malezya'ya da davet ettiler; nazik teşekkürler edip gelemeyeceğimi söyledim.

Öyle ya, ya onlar da bana benim tertiplediğim türden bir jest yapacak olurlarsa ben ne yapardım. Tanımadığım bilmediğim bir memlekette üstelik..

Şimdi anladınız sanırım niçin bu satırların yazarı anonim kalmak istiyor.. Korkum, beni sevenlerin beni bulup böyle sevgi dolu jestleri iade etmeleridir..

[*] 'Saatin ters yönü' de civatanın gevşetilmesi için cevirileceği yöndür.

Bu yazıyı da {şimdi durup dururken link verip hiç ihtiyacı olmayan hit almasına yol açmak istemediğim} bir ahbabımım 'Ben de size nacizane biraz gevşeme tavsiyesinde bulunayım.' deyişi üzerine yazdım.

Oh be, insan vicdanını boşaltınca hem rahatlıyor hem de gevşiyor.

Gerçi, böyle anlatıp rahatlamak istediğim başka epeyi hikayem daha var. İlerde devam ederiz inşallah.

Kürt Sorunu. Ermeni Sorunu. Yeniden ve yeniden düşünmek...

Aşağıdaki yazıyı daha önce (2006-10-26 tarihinde) yazmıştım. Hrant Dink'in katli sonucunda bazı başka bilgiler daha ortaya çıktığını görünce, ben de bu yazıya bazı eklemeler yapmak istedim. Eklemeler bu yazının sonundadır.

Kürt ve Ermeni sorunları hem zorlu hem trajik unsurlar içeren hem de ilginç birer konu. İlginçten kasdım, vaktiye Irlanda için söylenen bir sözü de bana hatırlattığındandır. Bu tür laflar ne kadar tercüme edilebilirse, şöyle bir şeydi: Irlanda'nın her çözüm için bir problemi vardır.

Yıllar yılı Ermeni Soykırımı meselesinin Türklerle Ermeniler arasında –bir çesit ırktan-ırka– bir mesele olduğunu dinledik. Hatta, bunu son olarak üstad tarihçilerimizden Orhan Pamuk da bilhakkın teyid etmişti.

Sonra bir şeyler karıştı, Fransa'nın saçma sapan kanun çıkarma teşebbüsünden bahsetmiyorum, ve bir şeyler daha anlatılmağa başlandı.

Ne değişti, niçin şimdi anlatılmağa başlandı? Hiçbir fikrim yok, ama, bu sanki sadece başlangıç gibi duruyor. Ardından başka açıklamalar gelecek ve tarihi uyduruk edebiyatçılardan öğrenmek yerine, yaşayanlardan dinleyeceğiz sanıyorum.

İlk ilginç açıklama Hirant Dink'ten geldiydi. Açıklamasına vesile de, Reuters haber ajansına verdiği bir demeç üzerine hakkında açılan bir dava konusunda kendisi ile yapılan söyleşi olmuştu.

Başka bir deyişle, can sıkıcı bir davanın anlamlı tek bir sonucu da diyebilirizbelki de. Açıklamanın benim bu konuyla bağlantılı bulduğum kısmı şunlar (yani, tamamı değil; tamamı Akşam Gazetesinde, yukarıdaki linke giderek okuyabilirsiniz)

Siz soykırım yerine daha yumuşak ifadeler kullanıyordunuz. Reuters'a verdiğiniz demeç bir üslup değişikliği mi?

–– Hayır! Her zaman konuya yumuşak yaklaşmak gerektiğini söylerim ama karşımdaki 'Sizce bu soykırım mıydı?' diye net bir şekilde sorarsa kendi bildiğimi inkar etmem.

Yani Reuters'a 'Bu bir soykırım' dediniz.

–– Evet, aynen böyle dedim. Benim algılamam böyle. Ben bunu her zaman söylerim zaten! Ama elimden geldiği kadar Türkiye içerisinde, özellikle Türkler ile konuşurken o kelimeyi kullanmamaya azami gayret gösteriyorum. Biliyorum ki bu kelimenin muhatabı oldukları için üzülüyorlar.

Avrupalıların bu meseledeki yeri nedir?

–– Onların bu soykırımda çok büyük rolü var. Onlar henüz hiçbir bedel ödemedi. Ama benim derdim, kimin yaşattığı ile ilgili değil, halkımın ne yaşadığı ile ilgili.

Avrupa'nın suçu varsa son dönemde AB'nin konuya gösterdiği hassasiyet bir vicdan muhasebesi mi?

–– Hayır, asla değil! Bu doldur-boşalt politikasıdır. Önergeyi yayınlayıp, geri çekiyorlar. Bu da Türkiye'deki milliyetçilik refleksini güçlendiriyor. Bunu bilerek yapıyorlar.

Türkiye gündeminde art arda 301 nedeniyle açılan Ermeni meselesi davaları var. AB yolunda kasıtlı kasis mi bunlar?

–– Evet. Milliyetçiliği yükseltmek için yapıyorlar.

Kim yapıyor?

–– Bu bir derinlik. İşin içine CHP de girdi. Devletin Türkiye'de kontrol edebildiği tek şey milliyetçiliktir. Milliyetçilik yükselmiyor, yükseltiliyor. Çünkü AKP'yi başka türlü yıkmazlar.

Bir röportajınızda 'İfade özgürlüğünü ırkçılık konusunda kabul edemem. Hiç kimse etnik kökeni aşağılamak hakkına sahip değildir. Bu en büyük suç olmalı' demiştiniz. Bu ifadeden 301'i desteklediğiniz çıkıyor...

–– Hayır, karşıyım. 301, devleti yurttaştan koruma refleksinden doğmuştur. Oysa yurttaş devlet karşısında korunmalıdır. Benim orada söylemek istediğim şuydu: Farklılıklarımızı aşağılamak bir suçtur. Kimliği aşağılamak vs. bu ırkçılıktır.

Ama demecinizde 'Bu soykırımdır' derken Türklüğü aşağılamaya sokuyorlar!

–– Ama bakın ben bu bir soykırımdır dedim ama bunu Türkler yapmıştır demedim.

Kim yaptı?

–– Çok fazla Kürt de vardı. 1915'te yaşananlar sadece Türk meselesi değildir. En az Türk kadar Kürt meselesi ve Avrupa meselesidir de. Zaten o tarihte Türk kavramı yoktu. Osmanlı vardı.

Kürtler sorumlu diyorsunuz. Sizce işin içine Kürtleri sokunca onlar da soykırım kelimesine alerjik mi yaklaşacak?

–– Bilmem.

Yani sizce soykırıma gösterilen tepki Türklere has bir alınganlık mı?

–– Hayır. Ben Kürtlerden de tepki olduğunu ve olabileceğini görüyorum.

Fevkalâde enteresan...

Hani, nalına da mıhına da vurmak derler ya.. işte tam da öyle.

Ermenileri savunur gibi görünen Batı'yı da, bugüne kadar bu meselede ismi pek de geçmemiş olan Kürtleri de resmin tam ortasına yerleştirmiş.

O kadar ki, bir çok yerde, "Soykırımı asıl Kürtler yaptı" şeklinde alıntılanmış, manşet olmuş..

Bu ilginç, ama sadece bir yere kadar. Sonuçta Hirant Dink'in etnik köken olarak Ermeni olduğunu, dolayısıyla önyargılı olduğunu da söyleyebilirsiniz.

Fakat, bu söyleşinin ardından, Erzurum eski milletvekili ve Şeyh Sait'in torunu olan Abdülillah Fırat'ın (şu anda Saadet Partisi Kurucular Kurulu üyesi) söylediklerine de kulak vermek lazım bence.

Aşağıdaki yazı Zaman Gazetesinden, Ahmet Dinç imzalı:

Sadece dedemin babası Şeyh Mahmud Feyzi zamanında 500'ün üzerinde Ermeni köyü toptan Müslüman oldu." diyerek yeni bir tartışma başlattı. Zaman'a çarpıcı açıklamalarda bulunan eski Erzurum Milletvekili Abdülilah Fırat, din değiştiren bu kişilerin 1915'teki olaylar sırasında 'ortada durduğunu' anlattı. Fırat, "Ne Ermeni'den ne de bizden yana oldular. Olayları önlemek için çok uğraştılar. Ancak PKK olayı çıktıktan sonra bu köylerin çoğu PKK'dan yana oldu ve bize tavır aldı." ifadelerini kullandı.

Ermeni asıllı gazeteci Hrant Dink'in, "Soykırımı asıl Kürtler yaptı" iddiasına da tepki gösteren Fırat, "Önce onlar Müslümanlara saldırdı." karşılığını verdi. Avrupa ülkeleri ve Rusya'nın 18. yüzyıldan itibaren Ermenileri kışkırttığını vurgulayan Abdülilah Fırat, şöyle konuştu: "Biz sadece canımızı, namusumuzu koruduk. Ermenilerin anayurdu Filistin'dir. Romalılar sürmüştür Anadolu'ya. Kürtler, onlara Filistinli anlamında 'Fille' der. Ermeni tehciriyle 'Fille'ler geldikleri yerlere yani anavatanlarına geri gönderildi. Çatışmalarda ölen Ermeni sayısı birkaç bini geçmez."

Kürtler'in, doğu ve güneydoğuda yaşayan Ermenilere 'Filistinli' anlamında 'Fille' dediğini anlatan Abdülilah Fırat, Ermeniler ve Türklerin düz ovalarda, Kürtlerin ise dağlarda yerleştiğini söyledi. Ermeniler, iç içe yaşadıkları Türkleri kırmaya başlayınca Kürtlerin de Müslüman kardeşlerini korumak için şehirlere silahlı birlikler gönderdiğini savundu.

Olayları Ermenilerin başlattığına dikkat çeken Fırat, Hamidiye alaylarının da Müslümanları Ermenilere karşı korumak için kurulduğunu kaydetti. Fırat, sözlerini şöyle sürdürdü: "Dedem Şeyh Said, Suriye'den Kars'a kadar müritleri olan çok etkili bir şeyhti. 1915 olaylarında Ermeni ileri gelenlerine, papazlarına yazılar yazıp, 'Yapmayın, Batılı ajanlar sizi kışkırtıyor, saldırmayın, kan dökmeyin' demiş. Ama bir kere ok yaydan çıkmış. Bir de Şeyh Said'in halifesi Şeyh Haydari Kersi Ermenilerce katledilince, dedem Kürtleri tutamamış. Ermeniler huzursuzluk çıkarıp sağa sola saldırınca Kürtler de buna karşılık Hamidiye alayları içinde silahlandı. Katliamı ve silahlanmayı her yerde Ermeniler başlattı. Avrupalılar Fedai-yi Fillan'ı (Ermeni Fedaileri) silahlandırınca, Osmanlı da Kürtleri silahlandırdı. Hamidiye alayları, Müslümanları Ermeni saldırılarına karşı korumak için kuruldu. İlk katliamları Ermeniler, Erzurum ve Van bölgelerinde yapmaya başladı. Dövüş olan yerde ölüm elbette olur. Ermeniler en büyük zayiatı göç ederken vermiş; açlıktan, hastalıktan. Ermeniler daha ziyade Türkleri kırmıştır, Kürtlerden çok fazla ölen olmamıştır. Çünkü Türklerle Ermeniler şehirlerde ve düzlüklerde beraber yaşıyordu."

Dedeleri Şeyh Said, onun babası Şeyh Mahmut Feyzi ve dedesi Şeyh Ali Palevi zamanında binlerce Ermeni köyünün toplu halde Müslümanlığa geçtiğini ve süreç içinde bunların Kürtleştiğini dile getiren Fırat, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Dedelerim binlerce Ermeni köyünü İslamla şereflendirmiştir. Seçim çalışmalarım sırasında, PKK hadisesinin de tesiriyle, Hınıs'ın dedemin babası zamanında Müslüman olmuş bir köyüne beni sokmak istemediler. Fakat oradan biri, 'Bu kişi, bizi irşat edip İslam'la şereflendiren Şeyh Mahmud Feyzi'nin torunudur.' deyince girdik ve iyi karşılandık.

Hınıs'ta çok vardır böyle köyler, başka yerlerde de çok var. Yani bu PKK gelince bize karşı dahi bu yerlerde tavır oluştu.

1915 olayları sırasında, sonradan Müslüman olan bu Fille köyleri ne Ermeniden, ne de bizden yana oldu. Ortada durdular ve olayları önlemek için çok uğraştılar, en çok üzülenler de onlar oldu. Kürtler bunlarla kirve olmuştur. Şu anda biz onları kendimizden ayrı görmüyoruz. Ama PKK olayı çıktıktan sonra bu köylerin çoğu PKK'dan yana oldu ve bize tavır aldılar. 1915 ve sonrasında Ermeni köylerinden Müslüman olan sayısı çok azdır."

Abdülilah Fırat, Ermenilerin Kürtlere karşı bir hıncı olduğunu söylüyor. Fırat'a göre bu hınç, Batılı devletlerin önerdikleri, 'gelin Osmanlı'dan ayrılıp Ermenilerle beraber bağımsız bir devlet kuralım' önerisine Kürtlerin hayır demesiyle başladı. "Şimdi Avrupa bu fesadı devam ettiriyor." diyen Fırat, sözlerine şöyle tamamlıyor:

"Ermenileri dün silahlandırıp üzerimize salanlar, şimdi de başka bir manada soykırım yasalarıyla üzerimize salıyor. Yani bu 100 yıllık kampanya değişik usullerle halen devam ediyor. Kürtleri birlik içinde tutmanın tek yolu din duygusudur. Kürtler dinden uzaklaşınca kimse onların önünü alamaz. Hatta Ermenilerle birleşip ayrılırlar. Son 30 senedir bir kısım Kürtler sünnet olmadı, yani dinden bu kadar uzaklaştı."

Şimdi..

  • İnanılmaz sayılarda Ermenilerin kesidiği iddiaları,
  • Abdullah Öcalan'ın Ermeni olduğu iddiaları, çok sayıda 'sünnetsiz' PKK'lının ele geçirildiği iddiaları,
  • Hamidiye Alaylarının Sultan Abdülhamid tarafından öncesinden (teammüden) Ermenilere karşı kurulduğu iddiaları,
  • Hamidiye Alaylarının, Osmanlı tarafından saldırı (soykırım) amacıyla kullanıldığı iddiaları..
  • Konunun tek muhatabının Türkler olduğu inanışı..
  • gibi bir sürü şey yeni baştan gözden geçirilmek zorunda kalıyor.

    Abdülillah Fırat'ın bildikleri bu denli sır olamaz bence. Yani, yörenin ahalisi biliyor olmak zorunda.. görüldüğü üzere, yaşayan hafızada var bunlar..

    Bu memlekette yaşayan bunca akademisyen şu-bu, bunca senedir, bunları neden bilmez?

    Bunca zamandır Ermeni Sorunu ya da Kürt Sorunu üzerinde, masa başında, bunca mürekkep ve kağıt israf edenler, yeniden ve yeniden düşünenler neyle uğraşmışlar acaba?

    Neyi habire ve yeniden düşünmüşler? Birbirlerinin dediklerini mi?

    Masalara yazık değil mi?

    Ek:

    Hürriyet gazetesinde Hrant Dink'in hayatını oldukça romantik bir dille anlatan bir yazı var. Yazıdaki romantizmi okumak isteyenler doğrudan o yazıya bakabilirler; ben o yazıdan bir kaç paragraf almak istiyorum.

    Önce şu pasaj:

    Sivaslı bir anne ve babanın ilk çocuğu olarak 1954’te Malatya’da doğmuştu Hrant Dink. Birkaç yıl arayla iki kardeşi daha olmuş, 1960’ta İstanbul’a göçmüşlerdi. Annesiyle babası ayrılmış, üç kardeş soğuk bir kış günü bu yetimhanenin kapısına bırakılmıştı.
    Bunun bu yazının konusu ile ilgisi olmasa da, ben Hrant Dink'in yetimhanede büyümesinin nedenini --nedense-- onun yetim bırakılmış olmasına bağlamışım. Öyle değilmiş. Anne ve babasının boşanıp evlatlarını terketmesi sonucunda yetimhaneye verilmiş.

    Onu geçelim; benim asıl ilginç bulduğum pasaj şurası:

    [...] Odasına girdiğinde Patrik Kalustyan, bekleyenlerin Silopi’den geldiklerini anlattı. Tehcirde büyük bölümü ortadan kaybolan Ermeni Varto Aşireti’nin üyesiydiler. Dağda yaşıyor, Kürtçe konuşuyorlardı. Ermenice ve Türkçeleri üç beş sözcükten ibaretti. [...]

    [...] 1915’teki tehcir sırasında yola düşen varlıklı, kalabalık Varto aşireti yolda saldırıya uğramıştı. Mala Varto (Varto’nun Evi) adlı bu klan kafileden ayrılıp, Cudi’nin karlı yamaçlarına sığınmıştı. Beş aile, 25 yıl dünyadan tamamen kopuk yaşamıştı. Cumhuriyet’in kurulduğunu, 2. Dünya Savaşı’nın çıktığını, yıllar sonra aşiret reisi Cizre’ye indiğinde öğrenmişlerdi. Yine de yaşamları pek değişmemişti, hayvancılıkla geçinmeyi sürdürmüş, dışarıdan kız almamış, zamanla Kürtçe konuşmaya ve ibadetlerini bu dilde yapmaya başlamışlardı. Keldani, Süryani kiliselerine gidiyorlardı. Günün birinde Türkiye’de kendilerinden başka Ermenilerin yaşadığını öğrenip, İstanbul’a Patrikhane’ye gelmişlerdi. [...]

    Evet, burasını ilginç buluyorum...

    Bir Ermeni aşiretinin bir parçası Techir sırasında saldırıya uğruyor. Kimler tarafından saldırıya uğradıklarını yazmıyorlar, ama sağ kurtuluyorlar ve dağlık bir bölgeye sığınıyorlar. Kürtçe konuşuyorlar. Nüfus kayıtlarına Türk olarak geçiyorlar. Dinlerini muhafaza ediyorlar --Patrikhane'ye bir temsilci göndermelerinin sebebi de kendilerine bir papaz verilmesini istemek zaten. Bu aşiretin reisinin kızı da daha sonra Hrant Dink'le evlenir.

    Neyse.

    Benim ilgimi çeken, bu yazının ana konusu, yani eski Erzurum Milletvekili Abdülilah Fırat'ın açıklamalarında da bahsi geçen 'kamuflaj'lar..

    Ya da, başka bir deyişle, batıdaki bizlerin Kürt sandığı kişilerin gerçekten Kürt olup olmadıkları. Ermenilerin de gerçekten --iddia edildiği üzre-- planlı bir soykırıma mı tabi tutuldukları..

    Giderek ortaya çıkan resim bunun pek de öyle olmadığını gösteriyor sanki.

    Ama, yerleşik kanaat de giderek kendimizi suçlu görmemiz istikametinde değiştiriliyor.

    Birincisi doğru değildi, ama bu ikinci zorlamanın da doğru olduğunu söylemek mümkün değil.

    Buradan da, aradan yeteri kadar zaman geçtiğine göre, sağda solda bir hayli methiyesini okuduğum, Mustafa Akyol'un yazdığı 'Kürt Sorununu yeniden Düşünmek' isimli kitaba değinmek gereği doğuyor.

    Kitabı epeyi zaman önce okudum.

    Ve, 'yeniden düşünmek' adına kitabı bir hayal kırıklığı bulduğumu söylemek zorundayım.

    Bunu da şundan dolayı söylüyorum:

    Bölgenin demografik (nüfus) yapısı hakkında olsun, yerel kaynaklardan istifade ile bölgenin yakın tarihi hakkında olsun pek bir şey içermiyor.

    Bir bitirme tezi filan olabilir ama, bu tür önemli bir konuda bir kitap olarak yayınlanmasını yadırgadım. Benim baktığım yerden, kitap klasik bir masabaşı çalışması.

    Aksi olsaydı, yukarıda eski Erzurum Milletvekili Abdülilah Fırat'ın anlattığı hususların, ya da Hürriyet'te bahsedilen bu hikayeye benzer şeylerin o kitapta olması gerekirdi.

    Ve, son derece enteresan olan bu konunun incelemesine de eğilirdi.

    Öyle ya, bu tür şeyle iyi bir gazetecinin atlayacağı şeyler olmamak gerekir.

    Ama yok.

    O yüzden, merak ediyorum:

    Kitap neyi 'yeniden düsünmek'tedir ya da sağda solda rastladığım methiyeleri yazanlar neyi methediyorlar?

    Kabul Edilemez Cinsiyet Ayrımcılığı

    Gazetelere baktığım da olmuyor değil aradabir. Bakmak kelimesini bilerek isteyerek seçtim --malum, okumak için çok zamandır kimse gazete almıyor. Ya da, en azından ben almıyorum. Dalgın dalgın bakarken, aniden memleketin en önemli meselelerinden birisinin nihayet kudretli birilerinin ilgisini çektiğini gördüm ve ziyadesiyle sevindim. Efem.. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bakası'na cinsiyeti erkek olacak diye belirtilmiş 'evrak memuru' almak istiyormuş... Bu amaçla ilan filan da vermişler. Bundan haberdar olan ilerici bir siyasi organımız (SHP) konuyu ülke gündemine taşımış ve bu ilanın geri çekilmesini ve benzer başka köktenci önlemleri önermiş. Bu önlemlerin arasında Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bakası başkanının istifa etmesini isteyip istemedikleri pek sarih değildi ama olsun; SHP MYK üyesi Çigdem Aydin, yaptigi açiklamada "Bu yönetimin kadını yok sayan anlayışıdır, derhal düzeltilmelidir" demiş ve bu anlayışın iktidarın felsefesinden kaynaklandığını savunarak, şöyle devam etmiş: "Bu ilan derhal geri çekilerek cinsiyet ayrımı yapılmadan yeniden düzenlenmelidir. Bu ilan Anayasa'nın 10. maddesine, BM Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözlesmesi'nin 11. maddesine ve AB Mevzuatı'na aykırıdır. Ayrica TCK'ya göre de bu suçtur. Bu tür hükümleri ihlal edenler için, suç duyurusunda bulunulacağı Aileden Sorumlu Devlet Bakani Nimet Çubukçu tarafından da açıklanmıştı. Merkez Bankası Başkanının ve Sayın Çubukçu'nun olaya el koymasını bekliyoruz." Ben de o mevzuyu duyduğumda söylecek başka söz bulamadım. Haklıdırlar. Cinsiyet ayrımına izin verilecek yerler var, verilmeyecek yerler var... Mazallah, o evrak memuru ilerde terfi eder ve daha yukarı mevkilere gelir.. Erkek egemen bir Merkez Bankası yapılanmasına tahammül edemeyiz. Şimdiden tedbirini almak lazım. Bunları düşünürken, işi gücü beni lüzumsuz zamanlarda dürtmek olan kadrolu şeytanım, yeni yeni peydahlanmakta olan mesleklere de bir göz atmamı önerdi. Onun işi kolay tabii. Bahsedip geçiyor. Son on senede apansız zuhur etmiş nice meslek var.. onların herbirini, bırakın incelemek, saymak bile beni aşar. O yüzden, örnekleme metoduyla bir tanesine bakayım dedim. İncelemem için önerdiği meslek de --çıka çıka-- 'taşıyıcı annelik' denen hilkat garibesi meslek çıktı. Bu meslek bir hayli yeniymiş. Bizim memlekette de varmış, ama henüz İş ve İşçi Bulma Kurumun kabul ettiği meslekler arasında yokmuş. Hatta, epeyi zamandır İş ve İşçi Bulma Kurumu da yokmuş, ama bunun da konuyla alakası yokmuş. Yepisyeni bir meslek olduğu için de, örgütlenmiş bir yapısı da yokmuş. Mesela, Taşıyıcı Anneler Odası filan gibi şeyleri aramak pek anlamlı değilmiş. Karşınızda örgütlü bir yapı olmadığından, bu meslek erbabına ihtiyacınız olduğunda, ilgili kişiyi ancak gazete ilanlarıyla temin edebiliyorsunuz. Bu noktada dikkatli olmak gerekiyor ama.. Gazeteye vereceğiniz ilanın cinsiyet ayrımına işaret ediyor olması kabul edilir bir şey değil. Yukarıda Çiğdem hanımın aççık seççik söylediği üzere, böyle bir şey herşeye aykırı. Mazallah, sonu ipe gitmektir yani. Dolayısı ile, şöyle bir şey yazmanız lazım: 'Taşıyıcı Anne aranıyor. Erkek adayların askerliğini yapmış olmaları tercih nedenidir'... Bu yolla, hem öküz altında buzağı arayanların suyuna gitmiş olursunuz, hem de ilerde --Allah esirgesin-- ortaya çıkabilecek kadın egemen taşıyıcı anneler oluşumuna engel olmuş olursunuz. Bu yapmış olduğunuz şeyin literatürdeki ismi 'basiretli davranmak'tır. Yani, uzağı görmek ve problemler ortaya çıkmadan önce önlemini almak... Siyaset mesleği de tam olarak bunun için vardır zaten. Yani, basiretli davranmak için. Nitekim, siyasi partilerin kadın kotaları koyması da bunun talep edilmesi de, mesela, bir cinsiyet ayrımı filan değildir. İyi ki varsın SHP.

    Dink, Milliyetçilik ve Kerkük

    Hrant Dink'in katline bakıyorum bakıyorum ve bir türlü bir anlam veremiyorum. Sebeplerini anlamlandırmak mümkün değil; cinayeti sahiplenen siyasi bir oluşum ya da örgüt de yok. Toplumda bir kapmlaşmaya, kinler cephesinin oluşumuna da hizmet etmiş gibi görünMÜyor. Dünk'i sevenler de vardı, sevmeyenler de. Kabul etmek lazım ki, yıllardır kulağımıza üflenen şeyler ve bilhassa ASALA cinayetleri yüzünden, Dünk'in Ermeni oluşundan dolayı kendisine karşı bir önyargı vardı ve bunu da Dink'i sevmeyenlerin daha fazla sayıda olduğuna tahvil edebiliriz. Fakat, sevmeyenlerin daha fazla sayıda olduğunu söyleyebilirsek de, bunun nefret derecesinde olduğunu söylemek zor. Buna yardımcı olan en önemli şey de, Dink'in ölümünü müteakip kimsenin çıkıp zafer narâları atmayışı, bilâkis (Diyanet'in hayli yadırgamasına rağmen) Dink'i rahmet ile ananların, cenâzesinde kâtli tel'in edenlerin sayısal fevkalâdeliğidir. Buradan bakınca, bu kâtlin niçin gerçekleştirildiği sorusu cevap arıyor. Amaç ülkeyi karıştırmak idiyse, bu mümkün olamamıştır. Ya bunu tezgâhlayanlar beceriksiz çıktı, ya da bu ülkenin insanı --belki de ilk defa-- bu tür tezgâhlara gelMEmek konusunda sağduyusunu konuşturdu. Her ne hâl ise, bu sevindirici bir gelişmedir. Amaç, Türkiye-Ermenistan ilişkilerini imkânsızlara, yeni çıkmazlara sürüklemek idiyse; bu da pek gerçekleşememiştir. Bir dahili vak'a olmasına rağmen, cenâzeye Ermenistanlı yetkililerin davet edilmeleri ve onların da buna icâbet etmesi; geldiklerinde de sivri kelimeler kullanmamış olmalarını birer gösterge olarak alırsak, bu tezgâh (eğer o idiyse) tutmamış görünmektedir. Yok, eğer amaç, mesela, ABD'de sırada bekleyen (sözde) 'Ermeni Soykırımı' yasa tasarısının bir an önce çıkarılması idiyse; bunun hızlandırılmasının ne ABD ne de Türkiye'nin çıkarına olduğunu bence aşikâr. Yani, ABD böyle bir gelişmeyi istemek durumunda değil bence. Bunun sebebi de --bence-- bir hayli basit: ABD'nin Türkiye'ye oldukça fazla ihtiyacı var. Tasarıyı bir çomak olarak kullanmak başka, o tasarıyı çıkartarak Türkiye'yi tamamen karşısına almak başka. ABD'deki Bush yönetiminin çok akıllı olduğunu iddia edecek değilim, ama ABD elitlerinin bu tür bir gelişmeyi isteyeceklerini de hiç sanmıyorum. Türkiye'yi tamamen karşısına almak sözkonusu olacağı için, Dink'in katli, olsa olsa, bu yeni konjonktürde o tasarının sümenaltı edilmesine hizmet edecektir... Buradan bakarsak, bu durum Türkiye için bir tür sevindirici bir gelişme gibi görünmekle beraber, bu o kadar da ciddi bir ferahlama değil. Olsa olsa, Nasreddin Hoca'nın 'eşeği kaybedip bulması' türünden bir ferahlama olacaktır. Başka bir deyişle, bu katlin arkasında, ben, o tasarının rafa kaldırılması hesaplarını pek göremiyorum. O --eğer gerçekleşirse-- ikincil bir sonuç olmak zorunda. Geriye ne kalıyor? Avrupa Birliği'nin bir hesabı olabilir mi? Teorik olarak mümkündür. Ama, anlamlı bir fayda elde edeceklerine dair bir işaret bulmak da zor. AB'ye Türkiye'nin girişini engellemek isteyen AB-içi mihrakların arzularına hizmet eder gibi görünse de, ben onu çok da ciddiye alamıyorum. Alamayışımın başlıca sebebi, Türkiye'nin ne kendisinin ne de AB'nin bu istikamette ciddi niyetlerinin olduğunu düşünüşümdür. Başka bir deyişle, ne Türkiye AB'ye üye olmak sözkonusu olduğunda ciddidir, ne de AB'nin Türkiye'yi üye yapmak arzusu ciddidir. Yani, her iki tarafın da yaptığı, bence, elense ve peşrevlerden ibarettir. Dolayısı ile, zaten kartlarda olmayan böyle bir ihtimali engellemek diye bir şeyi anlamlı bulmuyorum. Komplo analizi olur da o analizden İsrail'i eksik etmek mümkün olur mu; olmaz tabii. Ama, neresinden bakarsam bakayım, İsrail'in de bu şeyde anlamlı bir çıkarını göremiyorum. Aklıma gelen harici ihtimaller bunlardı. Bunlara bir iki dahili ihtimal de ekleyebiliriz. Mesela, kendi Ermeni vatandaşlarımızı sindirmek arzusu vb vs. Ama, bunlar da anlamlı durmuyorlar. İki sebepten ötürü. Birincisi, Ermenilerimiz o derece vokal değildi; daha da ötesi Dink o türden vokal değildi. Susturulması için anlamlı bir sebep yoktu yani. İkinci sebep daha da basit: Ermeni vatandaşlarımızın sayısı, susturulmaları yolunda adım atılmasını gerekli kılacak sayılarda değil. Sonuç? Aslında 'elde var sıfır' demek gerekiyor... da.. elde sıfır değil, çok şükür, bir ya da daha büyük bir pozitif sayı var: Kamplaşmağa yol açması şöyle dursun, bir birlik havasının doğmasına yardımcı oldu. Bu da, bence, hayırlı bir gelişmedir. Ama, cinayetin işleniş gerekçesi olamaz tabii ki. Hayırlı gelişmelerden bir diğeri de, içerde doğmakta olan ırkî tonlar taşıyan milliyetçiği törpülemek ihtimalidir. Bence bu 'iyi bir şey'dir. Peki de, milliyetçiliğin törpülenmesine hizmet edişi niçin 'iyi bir şey'dir? Şundan dolayı: Çevremizdeki olayları beraber yaşıyoruz. Bu olaylar ve gelişmeler, ister istemez, içimizde bir miktar (re)aktivizm arzusu doğuruyor. Kerkük, Türkmenler, ve Kuzey Irak'ta ABD'nin kurdurtmağa uğraştığı Kürt Devletinden bahsediyorum. Orada kurulacak olan Kürt Devletinin, kendi başına bırakılırsa, bir ABD (ve İsrail) kuklası olmak ve dolayısı ile etrafındaki (Müslüman dünyasına ait) her devletin tepkisini çekeceğini görmek çok zor olmasa gerek. Nitekim, başında Barzanilerin olması da yeterince sebep olacaktır. Kısacası, öyle bir oluşum, daha doğar doğmaz bir 'doku reddi' ile muhatap olacaktır. Tıpkı İsrail gibi --hatta daha da beter; çünkü İsrail'den farklı olarak, bu Kğrt devletinin tebası Müslüman olacak ve din kardeşlerini satmış olarak algılanacaklardır. Yani, zalimle alenen işbirliği yapmış ve bu sayede peydahlanmış bir oluşum. Bu coğrafyada o tür doku redleri iyi sonuçlar vermez. Yani, öyle bir oluşumun yaşama şansı yoktur da diyebiliriz. Ama, eğer o oluşum, bir şekilde, mazlum hale gelirse durum değişebilir. Mazlum olması için, ya ABD tarafından zulme uğraması gerekiyor --ki, tarifi gereği (kurucusu olduğu için) bu mümkün değil; ya da Türkiye'nin zalim gösterilmesi gerekiyor. Türkiye'nin zalim gösterilmesi için de, Türkiye'nin oradaki Kürt Devleti oluşumuna zulüm etmesine gerek yok. Yani, bu istenen sonucu tam olarak doğurmaz bence. İstenen sonucun elde edilebilmesi için, Türkiye'nin açgözlü bir yağmacı olarak tanıtılacağı bir senaryoya gerek var. İşte, bu nokatada Kerkük oyuna giriyor. Kerkük'ün alınması halinde biz kimseye bunu oradaki Türkmenleri kurtarmak için yaptığımızı anlatamayız. Bütün dünya, daha da kötüsü, şu anda şekerrenk de olsa iyi sayılabilecek ilişkilerimiz olan Müslüman ve Arap dünyası bize sittin sene (altmış sene demektir ama sonsuz anlamında kullanılır) cephe alacaktır. Cephe almalarına gerekçe her ne kadar Kerkük olacak olsa da, bu durumdan şikayetçi olanların arasında oradaki Kürt Devleti oluşumu da olacağı için, (Türkiye Kerkük'e uzanmasaydı) oradaki Kürt Devleti oluşumuna cephe alacak olan Müslüman ve Arap dünyası artık kendilerini Kürt Devleti oluşumuyla aynı saflarda bulacaklar --yani, herkes Türkiye'nin karşısında.. Başka bir deyişle, Türkiye, durup duruken olağanüstü boyutlarda bir düsmanlıkla karşı karşıya kalacak.. Bunu da, görünen sebep olarak, Kerkük'teki Türkmenler (ırkçı millyetçilik) için yapmış olacak.. Bu, bence, hiç de iyi bir hesap değil. Bu hesaba (tezgâha) gelmemize sebep olacak unsurların başında da sadece ve sadece ırk bazlı milliyetçilik dalgasının yükselmesi ve o dalga ile harekete geçmemiz gelebilir. Yani, bu konjonktürde ve benim baktığım yerden, ırk bazlı milliyetçilik bizim kendimizi kendi aleyhimize olacak bir maceraya sürüklemek anlamına geliyor. Yani yanlıştır. Bunu eyince, kategorik olarak milliyetçiliğin yanlış olduğunu söylüyor değilim tabii ki. Vatan sevgisi anlamına gelen milliyet.iliğe kimsenin itirazı olamaz; fakat herşeyin bir dengesi olmak zorunda. Ve, bu topraklarda, ırk bazlı milliyetçilik --çok nadir haller hariç-- pek de akılcı olamayabiliyor. Şu an o anlardan birisi bence. Ve, Hırant Dink'in menfur katli sonucunda eğer ırk bazlı milliyetçilik bir nebze törpülenir de bizim Kerkük'e palas pandıras yola çıkmamızı engellerse, bence çok hayırlı olur. Dolduruşlara gelmemek, beklemeği bilmek, acele etmemek, bazan daha hayırlı sonuçlar doğurur.

    Tikelime

    Kelime
     Öff.. kelime..

    Gönlümü öfke
    lime lime
    etse de acım
    kaprisli öfkelime
    buğz etmemek amacım...

    Düşeydi aşk elime
    hapsedip tekelime
    sunardım güzelime
    cevahir taş kelime..

    Kalbim elinde kayıp
    değilmiş gibi sayıp
    hâl sayma heykelime !..

    Muzmin Anonim

    Hangi biz, hangi Ermeni

    Bu yazıyı buraya almak zorundaydım. Daha yüksek sayıda okuyucum olduğundan değil, ama mutlaka okunması gerektiğini düşündüğümden dolayı bunu yapmak zorundayım. {bu yazıdan beni haberdar eden ahbabıma da teşekkür etmek isterim}

    Yazı, Alev Alatlı üstadım tarafından Zaman Gazetesinde 2007-01-25 tarihinde yayınlanmış. Ben sadece daha okunabilir olmasi için yazı formatını biraz düzenledim.

    Daha önce de gördüm cenazelerin kaçırıldıklarını. Tabutlara 'aklî kurgular'a hizmet etmek üzere el konulduğunu; gidene yeni kimlikler biçildiğini; gaspçıların 'doğruları'yla birebir örtüşürken bu yeni kimlikler, 'dost'a, 'dost' olmaktan alıkonulabildiğini gördüm.

    Gidenle yasını tutan arasındaki bağın muğlaklaştırılabildiğini, matemin marjinalleştirilebildiğini gördüm.

    Melâli, ne gidenin, ki bu defa giden dostum Hrant Dink'tir, ne de yüzbinlerin döktükleri gözyaşlarını anlatabildiklerini gördüm.

    Merhumun cenazesi henüz soğumamışken, "...Allah rızası için küsme abi, sana yalvarıyorum... size yalvarıyoum. Zaman'a yalvarıyorum ne olur küsmeyin... Sizin için dua eden milyonlarca insan var" diye çırpınan 'Türk' Murat'ı, "...bu toplum güvercinlere hep dokundu... Onları sürdü, kültürlerini ezdi, düpedüz öldürdü..." kurgusuyla uzağa iten, "...bu toplumda olmayan şeyin, samimiyetin sınavı başlıyor şimdi" diyerekten sinsilikle suçlayan, Türkiye'de 'sadece hastalık' görebilen, yürekleri mühürlü muhtelif mahçupyanların melâli hükümsüzleştirebildiklerini gördüm.

    Muhtelif mahçupyanların, nicedir yitirdikleri yüreklerinin yerine müteveffanın 'güvercin yüreği'ni yerleştirmektense, kendi 'akıl'larına sevdalanmalarını gördüm.

    Cenazemize bizi yabancılaştıran...

    O 'akıllar' ki, kürsüde 'Avrupa'daki Ermeni diyasporası'nın oturduğu bir mahkemede yargılanmanın 'Türkler'i ne denli rencide edeceğinden bîhaber; 22 Ocak 2007 tarihli naata, 'Avrupa'daki Ermeni diyasporası'nın önüne çıkıp, 'Türklerin değişebilip değişemeyeceği'ni tartıştıklarını vurgulayarak başlarlar. O 'akıllar' ki, salt bu itiraflarının, 'biz'i cenazemize yabancılaştırması mukadder yolun taşlarını döşediğinin farkında değildirler.

    1095'te Allah'ın 'lânetlendiği bir ırk' olduğumuzu ilân eden Fransız Papa Urban'dan bu yana, 'Avrupa'nın bin yıllık ve değişmez nobranlığından muzdarip bir halk olduğumuzu görmek istemeyenler, o 'akıllar'dır. "Bakın, işte diyasporadakiler haklı çıktılar, siz Türkler değişmezsiniz" mealindeki nispet verici ahkâmı, olsa olsa çocuksu bulup, aldırmayacağımızı hesaplayamayanlar da o 'akıllar'dır.

    Türklerin 'uygarlığın getirdiği tüm yenilikler'in insanın insana reva gördüğü vahşeti dindirmeyip körüklediğini bilecek kadar eski, 'yeni'nin, 'hayırlı'nın eşanlamlısı olmadığını bilen, 'biz'den sürgit talep edilen 'değişim'in olası sonuçlarını her an irdelemekte olan, deneyimli bir halk olduğumuzu teslim etmeyenler, o 'akıllar'dır.

    Avrupa diyasporasına "'Türkler' diye bir kategoriden söz etmenin yanlış olduğunu" hatırlatmış olmalarının, 'biz'im nezdimizde münazara adabının asgari koşullarını yerine getirmiş olmalarından öte bir değeri olamayacağını kestiremeyen 'akıl'lardır.

    Çinli, Arap, Kürt ya da Ermeni, toptancı aşağılamaların, toptancı suçlamaların tüm halklar için abes olduğunu nicedir bilen 'biz'leri, "iyi Türkler de var" gibisinden bir üstenciliğin kesmiyeceğini idrak edemezler.

    Hal böyle olunca, mahçupyanların "babalarımız Türkler adam olmaz demişlerdi ama biz dinlemedik" mealindeki hayıflanmalarının yersizliğini de idrak edemezler.

    Menfur cinayeti "Türkler'in 'insanlık sınavına" indirgemenin, Dink'in hunharca katlinin 'biz'de açtığı derin yarayı hakaretle azdırmak anlamına geldiğini hissetmek gerekir.

    'Türkler'de 'böbürlenme' sandıklarının, 'vekar'; 'hamaset' sandıklarının, 'yiğitlik iştiyakı'; 'kavrukluk', sandıklarının ise 'alçakgönüllülük' olduğunun mahçupyanlar tarafından sezilmesi gerekir.

    Vekar, yiğitlik iştiyakı ve alçakgönüllülükle "şekillenen bir kimlikten sıyrılmanın, onu yeniden yaratmanın" Türkler için 'iyileşme' anlamına gelip gelmeyeceği üzerinde yeniden ve yeniden ve yeniden düşünülmesi gereken temenni olduğunun farkına varmak gerekir.

    Algılamadaki olumsuz seçiciliklerinde ısrar ettikleri sürece, "bugün sokaklarda Hrant için biriken insanlar"ı doğru değerlendiremeyecek, Türklerin gözyaşlarını sahici kimliklerine değil, geçirdiklerini umdukları 'değişim'e yorarak yanılacak, 'benim Türklerim' ayrıştırmasının sakatlığının bedelini, "o Türk'ten içerü değişmeyen başka bir Türk mü var" tedirginliğini sürgit yaşamak suretiyle ödemek durumunda kalacaklardır.

    Gözyaşlarımı helal ediyorum...

    Biz 'Türkler' için dahi, mesele, nicedir 'Ermeni sorunu', 'soykırım' falan değil, ifadesini 'akıl' ehli Etyen Mahçupyan ile 'gönül' ehli Hrant Dink'in yaklaşımlarında bulan, 'iki Ermeni'nin arasındaki esas meseledir.

    Türkler olarak biz de yarınki ilişkilerimizi hangi Ermeni'nin belirleyeceğini merak ediyoruz:

    Yüzü Avrupalı diyasporaya dönük, yüreğini yitirmiş olan Ermeni mi, yüzü 'can yoldaşlarına' dönük, yüreği yerinde çarpan Ermeni mi?

    "...kendi kimlik sorununu ötekine/Türklere yönelen bir şiddet/aşağılama, hakaret eylemine dönüştürerek ayinleştiren", bu tutumunu sürdürebilmek için Avrupa'nın desteğine güvenen Ermeni mi, yoksa 'Türkler'e ilişkin ezberini bozmayı göze alabilecek, 'değişim'den gocunmayacak olan Ermeni mi?

    'Hrant'ı hazmedemeyen, onun varlığına bile tahammül edemeyenin cinayete uzanan elini tutacak' halin bizde de olmadığı, günlerdir akan gözyaşlarımızın tasdikindedir.

    Ama 1990 doğumlu bir lumpeni 'anlayacak', anlamaya çalışacak halimiz var ve olmak zorunda; çünkü, anlamak eylemi, 'insanlık sınavı'nın birinci vizesidir.

    Günün sonunda, Hrantlar mı, Etyenleşecekler, Etyenler mi, Hrantlaşacaklar?

    Türkiye Ermenilerinin 'bu insanlık sınavından yüz akıyla çıkmasını diliyor', papaza kızıp, abdest bozulmaz kadim öğretisine sadık kalarak, yasımın mahremiyetine sığınıp, gözyaşlarımı helâl ediyorum.

    of them

    Dolesome existence: Placated fights
    Distorted distance: Obstructed sights

    Blessed candle: Darkening light
    Guileful handle: Dextrous right

    Nicest attitude: Subtly ignoring
    Highest aptitude: Evermore boring

    Obnoxious horizon: Corrupt society
    For love to rise on: Dishonest piety

    Speeded motion: Mutulated nature
    Lacking devotion: Weird creature

    Muzmin Anonim

    Al analizi vur hüküme..

    Asağıdaki yazı nasname. com'da Tamer Aydın imzası ile 23 Ocak 2007 tarihinde yayınlanmış bir okur görüşü...

    En son kahraman ırk: TÜRK (!)

    Irk Esası Üzerine Kurulmuş Son Devlet T. C Devleti’dir.

    Söylemek serbest, de, bakalım doğru mudur?

    Güney Afrika Cumhuriyetindeki Apartheid ırkçı rejiminin yıkılmasından sonra dünyada ırk temeli üzerine kurulu olarak devam eden son devlet, Türkiye Cumhuriyeti kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti ırk temeli üzerine kurulmuştur. Bu ırk, Türk ırkıdır.

    Tamer beyin iki şeyden birinden pek haberi olmadığını sanıyorum. Ya Güney Afrika Cumhuriyeti'ndeki (GAC) uygulamalardan, ya da Türkiye'den haberi yok bence...

    Eğer her ikisi hakkında yüzeysel dahi bilgisi olsa, bu ikisini aynı nefeste telaffuz etmeden önce iyice düşünür ve vazgeçerdi bence.

    Bunu söyleyişimin çok sebepleri var, ama ilk aklıma gelen şey, mesela GAC'de Nelson Mandela'nın ne zaman seçilebildiği, buna karşılık TC'de Kürt asıllı vatandaşların seçme ve seçilme haklarının ne zamandan beri var olduğudur...

    Türk ırkı kavramı, 1900’lerin başlarında savunulabilecek kavramken Cumhuriyetle beraber bu kavram olmayan Türk Ulusu, kavramına dönüştürülmüştür. Türkiye Cumhuriyeti, bütün dünyada Türk ırkından olan veya olduğunu düşündüğü bütün uluslara her türlü yardım ve desteğini sürdürürken Türklüğe ve Türk ırkına tehdit olarak değerlendirdiği bazı uluslara ve başta Kürtlere karşı ayrımcı ve düşmanca politikasını sürdürmektedir.

    Bunun neresini düzelteyim? Öylesine muğlak bir genelleme ki, bu şablona uymayan ilk örnek bu genellemeyi çökertir.

    Ve, uzağa gitmeğe de pek gerek yok: Yakın zamanda TC'nin Gürcistan'a yardım etmek gayretlerini hatırlayabiliriz. Tamer bey eğer Gürcülerin de Türk sanıldığını düşünmüyorsa, bu tür muğlak ve kolayca yanlışlanan örneklerden sakınmalı bence.

    Daha da, Pakistan, Afganistan vb örnekleri vermedim üstelik...

    Türk Ulus kavramı, aslında Türk Irk kavramını ifade etmektedir. Irak Türkmenleri konusunda, Kıbrıs konusunda, Balkan Türkleri konusunda, Uygur Türkleri konusunda, Ortaasya Türkleri konusunda devlet katında söylenen "soydaş kavramı" daha çok ırk kavramını içermektedir.

    Tamer bey, 'soydaş' kavramını fazlasıyla önemsiyor ve Kürtler için 'kardeş' dediğimizi unutmuş gibidir.. Soydaşın mı, kardeşin mi daha yakın tutulduğunu sormayacağım.

    Güney Afrika’da Apartheid rejimi, yıllarca beyaz olmayanlara yönelik politik ayrımcılık uyguladı. Türkiye de Apartheid rejimi gibi Kürtlere politik ayrımcılık yapan politikalarla yönetilmektedir. Hak ihlallerinde de benzer uygulamalar olmuştur. ANC direnişinden sonra Apartheid rejimi akıl almaz işkence ve faili meçhul cinayetlere imza attı.

    Yukarıda da değindim, Tamer bey konuyu olmadık yerinden alıyor ve alaksız sayacağım noktalara çekip hükümler vermeğe gayret ediyor sanki...

    Güneydoğuda olanları haklı bulduğumu söyleyecek değilim, ama, güneydoğuda karşılaştıklarımızın benzerlerinin bundan yaklaşık bir asır önce Avşar Türklerine de tatbik edildiğini hatırlayacak olursak, hoş olmamakla beraber bu tür şeylerin ırk bazlı değil asayiş bazlı olabileceğini de görürüz.

    Nitekim, daha eskilerde benzer şeylerin (çok daha ağır olanlarının) Anadolunun içlerinde Türklere yönelik uygulandığını da biliyoruz. Kuyucu Murat Paşanın lâkabının neden kuyucu olduğunu akla getirmek yeterli olur.

    Bu örnekleri, bu uygulamaları haklı kılmak için veriyor değilim; fakat ayrımcılık olarak nitelenmesini de doğru bulmuyorum.

    Buradaki sorun, olsa olsa, ceberrut bir devlet sorunu olabilir. Daha az ceberrut olması için hep beraber uğraşmak başka, ayrıma tabi tutulduğunu iddia etmek başka bence..

    Güney Afrika'da Türkiye’deki gibi uzun yıllar olağanüstü hal uygulandı. Güney Afrikada da Devlet Güvenlik Konseyi adlı kurumun bir benzeri olan Milli Güvenlik Kurulu halen Türkiye’de etkin ve devleti yönetmektedir. İlginç olan, ırkçı uygulamalar bütün dünyada belirli dönemlerde etkin olmuşsa da bu ırkçı uygulamalar bir süre sonra sonlandırılmıştır; Ancak, bu ırkçı yapı Türkiye’de uzun süredir etkisini kaybetmeden kurumlaşarak ve halktan da desteğini alarak devam etmektedir. Türkiye Cumhuriyetinin Kurucu ideolojisi 1900’lü yıllarda dünyada gelişen faşist ideolojinin ilk örneğidir. Benzerleri olan italyan faşist partisi, Alman Nazi Partisi, İspanyol Falanjist partisi, Güney Afrikadaki Apartheid rejimi tarihin çöplüğüne gömülmesine rağmen bu ırkçı ideoloji Türkiye’de hala güçlü ve iktidardadır.

    Bu paragrafın ne ile alakalı olduğu tartışılabilir. Tartışılabilir ama, bir sonuca varacağından süpheliyim. Bunun sebebi de, yine daha önceki paragraflarda olduğu üzere, malesef, muğlak ve müphem genellemelere dayanıyor olması.

    Tamer beyin bu dediklerine anlamlı ve somut örnekler bulabileceğini ve bu örneklerin Türklere ait olduğunu iddia edebileceğini pek sanmıyorum. Dolayısı ile, bu iddialar bence talihsizlik sayılmalıdır.

    Batı aydınlanması ve modernleşmesinin; felsefi temelleri Almanya'da, siyasal temelleri Fransa'da ve endüstriyel temelleri de İngiltere'de atılmıştır.
    Türkiye Cumhuriyeti kurucularının devleti oluştururken temel aldıkları felsefeyi de burada aramak gerekir. Türkçü, Cedidci, ırkçı ideolojinin temeli Avrupa’da yetişmiş ırkçı düşüncelerden etkilenmiş Atatürk, Yusuf Akçura gibi önderlerin düşünceleriyle şekillenmiştir.

    Akçura Avrupa'da eğitim görmüş Tataristan'da öğretmenlik yapmış ve Türkçülüğe daha çok düşünce düzleminde katkılar sağlamış bir şahsiyettir. Osmanlı İmparatorluğu'na göç eden Tatarlar'dan Yusuf Akçura milliyetçilik akımı içerisinde birinci derecede rol oynamış birisidir. Akçura, kültürel nitelik taşıyan Türkçülüğe siyasal boyut getirmiş ve "Pan Türkizmin yaratıcısı" olarak tanımlanmıştır. Akçura'nın en önemli makalesi "Üç Tarz-ı Siyaset"tir. Bu makalesinde Pan Türkçülüğü önerir. Akçura bu makalesinde Türk birliği konusunda şunları söylemektedir: "Türk birliği siyasetindeki faydalara gelince; Osmanlı ülkelerindeki Türkler hem dinî, hem ırkî bağlar ile pek sıkı, yalnız dinî olmaktan sıkı birleşecek ve esasen Türk olmadığı halde bir dereceye kadar Türkleşmiş sair Müslim unsurlar daha ziyade Türklüğü benimseyecek ve henüz hiç benimsememiş unsurlarda Türkleştirilebilecekti", Bu makalede Akçura, Türkçülük sayesinde Türk toplumlarının en güçlü ve en çağdaşı olan Osmanlı İmparatorluğunun en önemli rolü oynayacağını belirtmektedir, Üç Tarz-ı Siyaset makalesinde dinlerin, ırkların hizmetine girmesi savunulurken; ırk kavramı Türk milliyetçiliğinin tek temeli olarak gösterilmiştir. Ayrıca bu makale ile Fransız ulus anlayışından uzaklaşılmış ve Alman ya da Slav ulus anlayışına geçiş ifade edilmiştir.

    Off, of.. Bu kadar uzun analizde Moiz Kohen (nam-ı diğer Munis Tekinalp) isminin hiç geçmiyor olması çok vahim bir eksiklik bence..

    Ve, Munis Tekinalp isminin namevcut olduğu bu analiz malul olmak zorunda kalıyor..

    Atatürk, yeni devleti oluştururken yanında bulundurduğu ve düşüncelerinden faydalandığı en büyük ideolog Yusuf Akçura’dır. Ziya Gökalp’in Türkleşmek kavramının yanında "Müslümanlaşmak" idealinin olması onu yeni cumhuriyetin önderlerinden uzaklaştırılmasına sebep olmuştur. Atatürk’ün "Ne Mutlu Türküm diyene" söyleminin temelinde ne mutlu Türk ırkındanım anlamı vardır.

    Bütün bunla doğru olabilirdi. Olabilirdi, ama MKA'nın "Ne olacak yani; Napolyon da korsikalıydı" deyişini hatırlamak lazım.. Buradan belki şunu da çıkarabiliriz: Türklük (ulus) kavramı o yıllarda uygun bulunan bir kavramdır. Irk temelinde olduğunu iddia etmek, bu paragrafta ismi geçen kişileri tanımıyor olmak anlamına gelir bence.

    Ulusalcı geçinen nasyonal sosyalistlerin savunduğu 'Türk kelimesi vatandaşlık bağını gösteriyor' savunması da bir aldatmacadan başka bir şey değildir. Türkiye’nin Kerkük ilgisi ve devletin en üst yetkililerinden en alt yetkililerine kadar Türkmenlere karşı ilgilerinin aynı soydan gelmelerinden kaynaklandığını söylemeleri de devletin ırkçı ideolojisinin söylem olarak açıkça dışa vurumudur.

    Benim kanaatim, ikinci cümlede geçen durumun sebebinin bizim devlet adamlarımızın sığlığına işaret ediyor oluşudur.

    Bu bakımdan Tamer beye hak vermek zorundayım. Olmayan bir ırkçılığı varsayan bir söylem geliştirilmiş olduğu bir vakıadır.

    Bu söylem de, güya bir tür real politik peşinde olan ve bence çapsız stratejistlerimize aittir.

    Akıllıca bulmadığım bu uydurma stratejiyi ben de Tamer bey kadar tenkid ederim. Aradan onca yıl geçtikten sonra aniden bu devletin temelini ırkçı temele indirgemek gayreti bence ziyadesiyle yanlıştır.

    Yeni Cumhuriyetin ırkçı ideolojisinin felsefi temelini de Atatürk’ün Cumhuriyete kadar olan hayatında aramak gerekir. İttihat Terakki ileri gelenlerinin Alman düşünce hayatının etkisinde kaldığı bilinmektedir.

    Felsefi ya da pratik temelini nerede aradığınıza baktığım zaman, Tamer beyin MKA'yı pek bilmediğini çıkarsıyorum. Bilmemek ayıp değil tabii, ama üzerine kurduğumuz hükümler sağlam olmaz.

    Bu ilişki, Alman askeri kurumu ile Osmanlı askeri kurumu arasındaki ilişki kurulmasından itibaren gelişmiştir. 1. dünya savaşı yaklaşırken Osmanlı imparatorluğu’nun askeri liderleri orduda yenilik yapmak için Osmanlı ve Alman hükümetleri arasında varılan anlaşma gereğince Almanya'dan istenen kurulun başkanı olarak 14 Aralık 1913 tarihinde, yani bir buçuk yıl önce, 42 kişilik Alman subay grubu ile İstanbul'a gelmiş ve Türk ordusunu düzenlemek, eğitmek görevine başlamıştı. Mareşal Liman von Sanders'in gelişi bu tarihlerdeydi. Üstelik Mareşal, doğru dürüst bir şey yapacak zamanı da pek bulamamıştı. Çünkü gelişinden sekiz ay kadar sonra Avrupa'da savaş başlamış, üç ay sonra da Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmişti. O sırada 60 yaşında olan Alman Generali Liman von Sanders, anlaşma gereğince bir üst rütbe ile Osmanlı Ordusunda mareşalliğe yükseltilmiş ve savaşla birlikte, Osmanlı Orduları Komutanı Vekili Enver Paşa tarafından, karargahı İstanbul'da bulunan Birinci Ordu Komutanlığı'na atanmıştı. Atatürk’ün de uzun yıllar bu Alman subayların komutasında çalıştığı bilinmektedir. İleride ırkçı Nazi partisini kuracak bu kurum subayları Atatürk ve ittihatçıların da öğretmenleridir. Atatürk’ün okuduğu kitapları incelediğimizde Alman düşünür Fichte’nin de kitabını görürüz. Atatürk’ün okuduğu ve bugün Ülkü Ocakları sitelerinde de kaynak gösterilen Alman Johann Gottlieb Fichte, Atatürk’ün düşünce dünyasını oluşturan düşünürlerindendir. 18. yy’da yaşamış Fichte, Alman ırkının üstünlüğüne inanır, Yahudilere devlet kurma hakkının tanınmasına karşı çıkar ve Almanların kutsal görevinin tüm Alman ulusunu bir devlet altında toplanmasını gerçekleştirmek olduğunu savunur. Bu düşünür, Alman Nazilerinden önce Türkiye’de bu Nazi öncülerininin etkilediği lider kadrolarını etkiler.

    Bütün bu tarihsel bilginin anlamlı olduğu, olacağı yerler vardır eminim. Ama, bu bağlamda konuyla uzaktan yakında bir ilgisini göremiyor olduğum için, serdedilen kanaatleri --malesef-- malumatfuruşluk addetmek zorunda kalıyorum.

    Türk Alman ilişkilerini TC'nin temel felsefesinin oluşumuna bağlamak, el insaf, bir düğmeye bir gömlek diktirmek merağı kadar tutarlı olabiliyor benim açımdan.

    Bu kadar alakasız şeylerle analiz yapmak bence yakışmıyor.

    Ancak onlardan sonra gelen Naziler tarihin çöplüğüne gitmelerine rağmen Türkiye’de öncüllerinin etkilediği ırkçı yapı sapasağlam ayaktadır. [23 Ocak 2007]

    Eh.. ne diyeyim.. Öyle analize böyle hüküm..

    Hep beraber akıllı olmalıyız derken ben sadece Türkleri kastetmiyorum; Kürtler de akıllı olmalı. Yani, olabilsek ne kadar iyi olur..

    Fakat, bu tür yazılarla karşılaşınca hayal kırıklığı yaşıyorum.

    Kerkük, Otranto, Nemse...

    Yakınlarda, içimizde yeniden doğmakta olan bir Kerkük aşkı müşahade ediyorum. Kerkük'ü sevmeğe hiç bir diyeceğim yok; hatta daha da ileri gidip, bir çok 'neo-Kerkük-sevdalısı'ndan daha fazla Kerkük'ü sevdiğimi de iddia edebilirim.

    Ama 'sevmek', ya da 'sevdalısı olmak' başka bir şey; 'benim olsun' demenin gerekçelerini sıralamak ve bunları anlamlı kılmak bambaşka şeyler...

    Bugün adına daha bir netlikle 'Türk' dediğimiz insanların geçmişte fethettiği yerleri tekrar ihya etmek gibi bir planımız varsa, ve bunu da ilk-giren prensibi ile yapacaksak, sırada Kerkük'ten önce çok yer var.

    Orta Asya, mesela, ilk sırada olmalıdır..

    Yok, konuyu Osmanlı Devleti (İmparatorluğu) ile kısıtlı tutacaksak, ve yine en eskisinden başlayacaksak, Balkanlar ilk sıralarda olmalı.

    Ardından da, madem egzotik şeylere kafa yoruyoruz, ilk aklıma gelen Fatih Sultan Mehmed zamanında (1480 idi galiba) fethedilen ve kısa zaman için Osmanlı hakimiyetinde kalan, İtalya'daki Otranto Kalesi ve şehir geliyor.

    İtalya'daki Otranto'yu almak hiç de fena olmazdı; böylece AB'ye girişimiz konusunda ikidebir oyunbozanlık eden Avrupalı 'geriatric'lerin iki dudağı arasında kalmazdı.

    Hmm... hiç de fena bir fikir değil gibi.. Bu konuya daha fazla zaman ayırmam lazım.. ;)

    Nitekim, tarihlere bakarsak, Kerkük, Osmanlı'nın eline kalıcı olarak taa 1534'de geçmiş.

    Yavuz Sultan Selim'in bölgenin fethi için görevlendirdiği Bıyıklı Mehmed Paşa Mayıs 1516'da Mardin Koçhisarı yakınlarında Safevileri yenilgiye uğratıp Kerkük de dahil Mardin, Musul, Hısn-ı Keyf ve Rakka gibi yerleri alarak bölgede Osmanlı hakimiyetini sağladı. Fakat bölge üzerindeki Osmanlı-İran mücadelesi sırasında sık sık el değiştiren şehir, Kanuni Sultan Süleyman'ın 1534 tarihinde düzenlediği Irakeyn Seferi'nin ardından tam olarak Osmanlı idaresine girdi.

    Buradan bakınca, Kerkük'ten önce halletmemiz gereken başka bir şey daha var: Nemse (ya da Nemçe) illeri.. yani, Avusturya ya da daha doğrusu Viyana..

    Evet, bu nalet şehri, ilki (1529'da) Kanuni Sultan Süleyman kumandasında, ikincisi ise (1683'te) Merzifonlu Kara Mustafa kumandasında kuşattık ama bir türlü ele geçiremedik...

    Hatta, bu konuda, Hasan Mutlucan'ın o Davudî sesiyle okuduğu bir de kahramanlık türküsü vardır ki, kulaklarınızda çınlamağa başladığı anda ecdad hatırına küheylana atlayıp sefere çıkasınız gelir:

    Kırımdan gelirim adım Sinandır Kılıncımın suyu kandır dumandır Gizlenme Nemçelü halin yamandır

    [meraklısına not: Buradaki 'kırım' Kırım şehri değil; 'savaş' demektir.]

    Görüldüğü üzere, içimizde kanayan yaralar az değil.. Hem de, henüz Sakarya'ya hitaben, 'Nerede kardeşlerin; Yeşil Nil, mavi Tuna?'yı da saymış bile değilim..

    Buradan şuraya gelmek istiyorum: Eğer amacımız kumda oynayan neo-Osmanlıcılık ise, Kerkük'ten önce daha çoook yer var.

    Yok. Eğer mesele Misak-ı Milli (İstiklal Savaşı öncesi ve sıralarında varılmış olan 'Ulusal Yemin') kapsamında değerlendirilecek ise, o zaman Kerkük tabii ki önemlidir.

    Önemlidir ama aradan hayli zaman da geçti. Neredeyse yüz sene..

    Ve, unutmakla kıyaslarsak, yüz sene sonra aniden hatırlamak hiç hatırlaMAmaktan iyidir, de, hem hatırlayanlar yadırganır, hem de bunca yıldan sonra aniden hatırlananlar irkilebilir.

    Ben, naçizane, Kerkük'ü böyle apansız hatırlamanın sebebini Misak-ı Milli'ye bağlamak taraftarı değilim. Korkarım böyle bir şeyi hiç kimse, biz dahi, inandırıcı bulmaz. Ve, bunu da oradaki Türkmenler için yapıyor olmak çok yanlış anlaşılır.

    Kerkük'ü sırf Türk(men)ler hatırına almak --ya da öyle bir görüntü vermek-- bizim bir problemi çözmemiz değil; bilakis, yeni ve daha büyük problemler yaratmamız anlamına geliyor, benim baktığım yerden.

    Osmanlı'nın hatalarından ibret ve dersler, doğrularından da örnekler almalıyız. Osmanlı'yı bir yana bırakalım, ABD'nin hatalarından ders alsak yeter: Kerkük'ü petrolü için ya da oradaki Türkmenler için işgal etmemiz bence doğru değil.

    Bizim üzerinde düşünmemiz ve anlatmamız gereken şey, orada var olan Türkmen, Kürt ve Arapların (hepsinin) daha huzurlu ve refah içinde yaşamaları için ne yapacağımızdır.

    Ve, sadece bunu anlatırsak, ve gayelerimiz makul bulunup kabul edilirse, taa Kerkük'e kadar --hatta daha geniş bir coğrafyaya da-- davet ediliriz.

    Başka bir deyişle, buradaki yönetim modelimizi ve onun getirdiği mukayeseli refah ve huzuru anlatmamız lazım.

    Bundan daha iyisini yapmak istediğimizi de anlatmamız lazım. Birlikte olursak, neleri daha iyi yapabileceğimizi de beraber konuşmamız lazım.

    Bunları konuşabileceğimize ve birlikte yola devam etmek isteyeceğimize ben inanıyorum.

    Yeter ki, kendi kendimizi dolduruşa getirip ganşmet peşindeki çapulcu sürüsü konumuna indirgemeyelim. Çünkü, biz o değiliz, hiç de olmadık. Ama, kısmen onu unutur gibi olduk.

    Çok da zamanımız yok. Hiçbir zaman da olmaz böyle şeylerde.

    Fakat, ne yapıp yapıp, aydınlar, ya da aydın müsvettleri olarak, bunları hatırlamak zorundayız.

    Hatırlayıp, ortak ahenge yönlenmek zorundayız.

    Aksi halde, hayranı olduğum (Kerküklü) Muçıla'nın

    Bu khannan [*] Kervan göçer bu khannan Kerküki sal mezâda Meni kurtar bu khannan

    hoyratını çağırmak zorunda kalacağımız günler gelir...

    Kerkük önemlidir, ama --bence-- akıllı olmanın alternatifi değildir.

    [* 'bu khannan' iki anlama gelir. 'bu kandan' ve 'bu handan'.]

    Dükkânım

    Yakın zamanda gerçek dünyada, yani özel hayatımda, bazı önemli ve kısmen beklenmedik değişiklikler ortaya çıktı: Bir önemli yakınımı kaybettim ve o kaybın yol açtığı yeni şartlara adapte olmak için zaman ayırmam gerekiyor. Zamanımın çoğunu bu yeni duruma ayırmak zorunda oluşum yüzünden ve yorumları vb denetlemek için de vaktim olamayabileceği için denetlemeyi tamamen kaldırdım; böylece isteyen (olursa) istediği şekilde yorum girebilecek. Buradaki muhteva ile ilgili olarak, Yunus'un şu sözlerinin uygun olacağını düşünüyorum. Ass-ı ziyândan geçtim Dükkânım yağma olsun Bu blogu devam ettirmek istiyorum, en azından Türkçe konusunda da daha yazacaklarım var; fakat, biraz beklemek/ertelemek gerekiyor. Not: Bütün 'nesirimsiler' aktif olmakla birlikte, 'şiirimsiler'i görüntü dışı bıraktım --silinmiş değiller, sadece görüntülenmiyorlar. Anlayışla karşılayacağınızı ümit ediyorum.

    Yâ Lâle

    Marifet sanki
    Sana koşması
    Kimin ruhuna
    Az elin değse..

    Kısıtlı değilsen
    Yazdıklarınla
    Hepsini yeniden
    Yaz elindeyse!..

    Müzmin Anonim

    Yok yok yok

    Mal kıymetsiz, mahâl yok
    Hâl tükenmiş, hayâl yok

    Maddenin sakımını ispat edercesine
    Gidiyorum uzayan gölgemin ertesine

    Zirâ, virân hânede hem evlâd hem ayâl yok

    Müzmin Anonim

    Oedipus, Elektra, Aydınımız

    Freud'a göre insan yavrusunun gelişiminin erken evrelerini 'tesir teorisi' ile açıklayabiliriz. Bu teoriye göre, ruhsal bozuklukların kaynağında (altı yaş öncesi) erken çocukluk dönemi yatar. Eğer bir tıfıl beş kademeli çocukluk gelişimini tamamlayamazsa ruhsal bozukluklar ortaya çıkar. Bu kademeler, sırasıyla, ağız (oral), makat (anal), falik (phallic), saklı (latent) (kuluçka) ve tenasül (genital) kademelerdir. Bir alt teori olarak falik kademe iyi incelenmiştir. Falik kademede, çocuk cinsel kimlik oluşturur. Bu kademede 'oedipus kompleksi' ortaya çıkar. İstemdışı olarak, çocuk annesine aşık olur. Annesinin babasına aşık olduğunu farkettiğinde de babasından nefret eder. 'Oedipus kompleksi'nin giderilmesi için, çocuğun, kendi annesinin gözüne girmesi için tıpkı babası gibi olması grektiğini idrak etmesi gerekir. Böylece, çocuğun özbabasına karşı duyduğu nefret babasıyla kendisini özdeşleştirmesine yol açar --tıpkı babası gibi olmak yani.. 'Oedipus compleks'i erkek evlatlar için sözkonusudur. Kız evlatlar için muadil 'elektra kompleksi'dir --babasına aşık olan kız evladın annesinden nefretini, babasının gözüne girebilmek için annesi ile tıpatıp aynı olmağa transform etmek gayreti de diyebiliriz. Şimdii.. bu satırların yazarı, bendeniz, bir psikanalist değil; psikanalize de çok fazla itibar eden birisi değil; hele de Freud hayranı hiç.. Zaten, bu analizdeki beş evre bence luzumundan fazla edep yerleri ile kafayı bozmuş, ve zaten Freud da zaman içinde bunların sembolik anlatım olduğunu vurgulamak ihtiyacı hissetmiş olduğundan, ben de o evreler üzerinde durmayacağım. Daha da ileri giderek, bu analizi herhangi bir bireye tatbik etmeği denemek yerine, daha bir genelleyerek, bir tabakaya uygulanabilir olup olmadığına bakmak istiyorum. Bakmak istediğim tabaka bizim 'aydın tabakamız'dır ve --evet, farkındayım-- hayli ince bir tabakadır. İnceliği sayesinde, bazı yumuşakçalarda görülen bir şeffaflığı olduğunu dahi söyleyebiliriz herhalde. Aydın tabakamızın sağ-sol, dinci-laikçi, muhafazakar-ilerici filan gibi kesimleri var. Fakat, benim ilgimi çeken nokta bu kesimlerin nitelikleri, birbirleriyle ilişkileri ya da karşılıklı geçişimleri değil. Ben bu tabakaların evrimi ile ilgileniyorum. Yani, her tabakada belli bir neslin evrimi ile.. yaşadıkları süre boyunca ve sonunda ne oldukları ile.. Bunları dediğim zaman oturup benim de 'aydın üzerine tezler' filan yazacağımı beklemediğinizi biliyorum --o tür şeyler beni aşar. Ben sadece, yakın geçmişteki aydın neslimizin nereden nereye geldiğine bakıyorum --meraklısı, eminim inceleyecek olsa, Tanzimat aydının da benzer bir macera yaşadığını görebilir. Benim gördüğüm manzara, 'oedipus/elektra kompleksi' ile kolayca anlatılabilir: Halk aşığı olarak ilk evrelerini yaşayan aydınlarımız dönüp dolaşıp halka ceberrut olmuş; üretimci ve paylaşımcı falan filan olanlar ise, üretim ve paylaşımı bir kenara kaldırmış alenen rantiye ya da soyguncu olmuşlar. Vaktiyle devleti savunanlar artık devleti törpülemekle meşgul, milliyetçi vesaire olanlar da globalist olup çıkmışlar.. Devlet Babanın ya da Ana Vatanın koynuna girmek konusundaki saplantıları, nedense bir türlü olgunlaşamadıkları için, artarak devam etti ve sonunda ne o oldu ne de ötekisi.. Ve, olgunlaşıp durumu anlamak yerine, kendilerini istenmeyen çocuk sanmağı tercih ettiler.. Kısacası, nefret dolu sadakat içinde kıvranan bir tabaka bu. Çözemediği için de, artık anlamsız hale geldiği söylenebilecek kavramları, topyekün vatan ve milleti elden çıkarmak gayretinde.. Bu 'elden çıkarmak gayretinde' olmağı da sanki anlıyor gibiyim; gerçi kadim Grek mitolojilerini de pek iyi bildiğimi iddia edemem, ama yanlış bilmiyorsam, Oedipus da yuvayı terketmişti.. Elektra'nın böyle bir şansı ya da denemesi var mıydı; bilmiyorum. Herneyse, eğer doğru ise, Oedipus gibi, bizim aydınımızın da yuvayı terketmek arzusu istisnai değil --en azından geçmişte bir benzeri daha var..