'Lâiklik elden gidiyor' ne demek?
Aşağıdaki yazı Mahir Kaynak imzası ile Star gazetesinde yayınlandı. İçeriği aynıdır, sadece formatını biraz değiştirdim.
Genelkurmay bildirisi ve Çağlayan mitingi siyasette bir dönüm noktası oldu. Bundan sonra geriye dönmek ve bu iki olayı yok saymak mümkün değildir. Üstelik bundan sonra kimin haklı kimin haksız olduğunu tartışmanın da faydası olmayacaktır. Yapılması gereken karşı tarafı suçlamak değil, sürecin kontrol altında tutulmasına katkı sağlamak olmalıdır.
Çok kısa bir süre öncesine kadar toplumda farklılık olarak gözlenen ayrışma çok hızlı bir biçimde karşıtlığa ve kutuplaşmaya dönüşmüştür. Taraflardan birinin çözüm olarak gördüğünü diğeri kabul edilemez saymaktadır. Bu bir çatışma demektir ve taraflardan birinin yenilgiyi kabul etmesiyle sonuçlanır.
Yapılacak bir seçimin gerginliği ortadan kaldıracağı düşüncesi sorgulanmaya değer. Çünkü, Genelkurmay bildirisinin çizdiği sınırlar şarta bağlı değildir; her halde gerçekleşmesi beklenmektedir.
Kaldı ki kutuplaşmanın olduğu bir ortamda, seçim sürecinde, çeşitli provokasyonların olması da sürpriz sayılmaz. Seçimi gerginliği ortadan kaldıracak bir çare olarak görmek yerine, önce gerginliği çözmek daha sonra seçime gitmek daha doğru bir strateji olacaktır.
Eğer toplumun geneli, ya da hiç değilse büyük çoğunluğu, tarafından kabul edilecek bir cumhurbaşkanı seçilseydi siyasal iktidar kendi açısından çok daha avantajlı bir konumda olacaktı.
Ama iktidar kendi hanesine bir kazanç yazılacak bu yolu denemedi onu karşı tarafa verilecek bir taviz olarak algıladı. Bugünkü durumla böyle bir tavrın yaratacağı ortamı kıyaslamak neyin daha isabetli olacağını göstermeye yeter.
Var olan şartlarda yapılacak bir seçim kutuplaşmayı ve gerginliği azaltmak bir yana onu daha da keskinleştirecektir.
Demokrasiye müdahale edildiği, eğer Anayasa Mahkemesi oylamanın iptali yönünde kara alırsa buna yönelik eleştiriler kaçınılmaz olarak seçim malzemesi haline gelecek ve yaratacağı olumsuz iklimi seçim sonrasına taşıyacaktır.
Buna kaybeden tarafın kızgınlığı da eklenirse sükunet beklerken fırtınayla karşılaşmak mümkündür. Bu nedenlerle seçim öncesi bir barış ve sükunet ortamı yaratmak ve seçimleri daha sonra yapmak gerekir.
Konu taraflar arasında iyi niyet ve samimiyetle tartışılmalı ve bir uzlaşma sağlanmalıdır. Sorunu sadece cumhuriyetin temel ilkeleriyle sınırlı saymak yeterli olmaz.
Farklılıkların önemli bir boyutu da uygulanan dış politika ve ekonomik yaklaşımdan kaynaklanmaktadır.
Irak’taki durumla ilgili olarak hükümetle TSK arasında tam bir uzlaşma sağlanmalı, AB’nin Silahlı Kuvvetlerin etkinliğini sınırlamak için bir bahane olarak kullanılmasından vazgeçilmelidir.
Asker-sivil dengesinin zaman içinde ve kendiliğinden oluşmasına izin verilmeli ve bu konudaki zorlamaların sorun yaratacağı anlaşılmalıdır.
Ekonomide uygulanan küreselleşme politikasının evrensel bir doğru olduğu iddiasından vazgeçilmeli ve bunun sadece çeşitli alternatifler arasındaki bir tercih olduğu göz önünde tutularak modelde gerekli düzeltmelerin yapılmasına imkan sağlanmalıdır.
Bundan sonra seçimler bir düğün havasında yapılabilir.
Kısa fakat hassas noktalara değinen bir yazı –bence.
Ortada bir kutuplaşma olduğu, olmağa başladığı, görülebiliyor..
Çağlayan'daki mitinge katılacağını söyleyen veya katılmış olanlarla daha sonra konuştuğum zaman, birkaç ortak nokta görebiliyorum.
Özellikle kadınlar tedirgin. 'Laiklik eleden gidiyor' olarak tercüme edip –bazılarımızca– ti'ye alınan endişe hiç de sanal değil.
Gerçekten laikliğin elden gidip gitmediği tartışılabilir olsa da, bu yoldaki endişeler gerçek.
Bunun yanısıra, stratejik gördükleri bazı sektörlerdeki özelleştirmelerden de çok rahatsızlar. Telekom ve enerji sektörü bunların başında geliyor. Sağlık sektörü de bu listede –daha alt sıralarda olmakla beraber– var.
Bunlar dile getirilen, kolayca ismi konabilen şikayetler. Fakat, bunun altında mutlaka başkaları var.
Bunu da ben sezmeğe çalışmakla meşgulüm.
Neler olabilir?
Nereden başlayayım?
AKP iktidarı ekonomik kararlar ve icraatlerde temelde iki yöntem seçti.
Büyük sermaye sözkonusu olduğunda, onlara hem kaynak transferi yaptı hem de başka her türlü serbestliği sağladı.
Buna karşılık, toplumun diğer kesimlerine ya vaadlerde bulundu (başörtüsü ve diğer özgürlükler) ya da açıkça yok farzetti (ziraatçiler, mesela Karadenizdeki fındık üreticileri).
Büyük sermaye hayli güzel kârlar elde ederken, işçi, küçük esnaf ve ziraatçilere enflasyonun düşürülmesi için gerekeli tedbirlerin bedelini ödemek yüklendi.
Buna ek olarak da, (sayısı az ya da çok olsa da) siyasi etkileri yüksek olan şehir burjuvazimizi, onların hayat tarzlarını zorlaştıracak bazı başka ödünleri vermeleri yolunda sürekli artan –tehdit algılamasına yol açan– endişelere yol açtı. Bu endişelerin sebeplerinin gerçek olup olmadığı önemli değil; bu endişeler var.
Bunlar sosyo ekonomik manzaranın bir kısmı.
Başkaları daha var. Dış politika.
Dış politika açısından bakarsak, AB'ye giremeyeceğimiz (daha doğrusu, girmeği bizim de istemeyeceğimiz) artık aşikâr iken, 'AB şunu istiyor, bunu istiyor' diyerek belli şeyleri uygulamağa koymağa çalışmaları da rahatsızlıklara yol açmağa başladı.
Bunlardan birisi de, AB'nin taleplerini sebep ittihaz ederek, burjuvazimizin önemli gördüğü bir kurumun (TSK) etkinliğini azaltmak yolunda adımlar atmak denemeleri..
Bu tür bir populizmin özellikle gençler arasında taraftar bulacağını (gönüllü olarak işini gücünü bırakıp, emir-komuta altında iki senesini askerlik yaparak geçirmek isteyecek genç sayısının o kadar da yüksek olamayacağını) görmek zor değil...
'Askerlik görevi'ni her devirde sorgulayan gençliğin eline bir de bunun meşruluğunu sorgulatacak populizm imkanı verildiğinde, 'bu bizim ordumuz değil'e varabilecek çok derin bir ayrılıkçılığın temellerinin atıldığının farkına varılmamış gibidir.
Fakat, bu endişe hem TSK'da, hem de toplumun daha başka kesimlerinde var.
Buna ek olarak, stratejik bazı kurum veya kurluşların da özelleştirilmesi (ya da özelleştirilmek istenmesi,o amaçla listeleye, sıraya konulması) ülkenin bekası ile ilgili endişeleri olan kesimleri (ki, bu sadece TSK değil) endişe ettirmektedir.
Kısacası, 'AB istedi' ya da 'IMF istedi', 'ABD istedi' diye bir çırpıda 'halledilen' herşey herkeste aynı iç huzuruna yol açmıyor.
Buna ek olarak, bir de –yukarıda bahsettiğim– yok farzedilen, ya da hayat tarzlarını tehdit altında gören kesimler var.
AKP, bu kesimlere, bugüne kadar sadece iki temel politika ile ulaşmağa çalıştı: AKP'nin kendisinin de, her istediğini yapamadığı için, mağdur olduğunu ihsas etmesi (hissettirmesi) ve özgürlüklerle dolu bir gelecek vaadi..
Başka bir deyişle, bir taraftan örtülü bir mağdur edebiyatı, diğer taraftan da vaadlerle genişletilen nurlu ufuklar..
Özgürlüklerin bir kısmının –vaad edildiği kadar geniş ve yaygın derecede– gerçekleşmesinin mümkün olamayacağı aşağı yukarı anlaşıldı. Diğer bir kısmının ise AKP tarafından kabul edilemez taleplere yol açacağı da belli oldu.
İhmal edilen, yok farzedilen kesimler ise, artık sadece özgürlük vaadlerinin yeterli olmadığını, ekonomideki gelişmelerden pay almaları gerektiğine karar verdiler, ya da vermek üzereler. Vaadlerin maddi refah unsuruna dönüşmesini istiyorlar artık.
Ülkenin bekası (geleceği) ile ilgilenenler de bunun (tehditlerin göğüslenmesinin) yıpratılmış bir ordu ile mümkün olamayacağını düşünüyor.
Kısacası, evet, ortada bir kutuplaşma var.
Bu da, Cumhurbaşkanlığı seçimi ile açığa çıktı, barizleşti. Cumhurbaşkanı seçilse de, seçilmese de, erken seçim olsa da olmasa da, bu kutuplaşma kendiliğinden ortadan pek kalkacak gibi görünmüyor.
Seçimlerin AKP tarafından, yeterli bir çoğunluk sağlayacak şekilde kazanılması ihtimali yüksek tabii ki; ama yukarıda bahsedilen kutuplaşma (fay hattı) var ve seçimleri AKP'nin kazanması bunu daha da derinleştirecek bence.
Bu da, önümüzdeki hükümet döneminin, bu dönem olduğu kadar, dikensiz gül bahçesi olamayacağına işaret ediyor..
'Türkiye laiktir, laik kalacak!' gibi –evet esasen pek de anlamlı olmayan– sloganları duyduğunda 'hadi oradan, yok öyle bir şey; laikliğin elden gittiği filan da nereden çıkardın' demek çözüm olmadı; o sloganı atanların kolayca sloganlaştırıp dile getiremedikleri ortak (ve daha derinlerde yatan) endişelerini anlamak için vakit ayırmak ve o noktalar üzerinde bir uzlaşı arayışına yönelmek gerektiğini düşünüyorum.