Horasan'ın köpekleri
Böyle bir başlık seçtim ama hemen ardından da nedense aklıma 'Kütahya'nın Pınarları Akışır' türküsü geldi. Şu sıralar, zannedersem, Zara'nın yorumu daha yaygın biliniyor. Emel Taşçıoğlu'ndan da dinlemek isteyebileceğinizi tahmin/ümit ediyorum. Her ikisi de iyi ve güzel ama, benim şu andaki moduma çok da uymuyor. Ben şu anda --hayırdır inşallah-- modernist hissediyorum. Günün manâ ve ehemmiyeti de var.. var da, henüz ne olduğunu bilmiyorum; ilk fırsatta bakacağım, kocakarı fırtınaları başladı mı, kaçıncı cemre nereye düştü filan.. Modernite, yani yeni modernite, de bunu gerektiriyor. Ben ona bakadururken, aşağıdaki yorumu takdirlerinize takdim etmek isterim. Görüldüğü üzere, türkülerimizin çağdaş ve ciddi kültür platformlarında da yeri vardır. Vardır da, kılık kıyafet kanunun onlara da uygulanması, onların da, içeriği aynı kalmakla beraber, dış görünüşleri itibariyle neredeyse tanınmaz hale gelmesi gerekiyor. Bunu da anlayışla karşılamak lazım. Bu bağlamda size şunu da anlatabilirim, neyin ne olduğunu ve ne zamandan beri böyle olduğunu bilmeniz açısından faydalı olabilir. Bildiğiniz üzere, ne anlama geldiğini hala daha anlamadığım, 'ulusal Türk müziği'nin kurucuları 'Türk Beşleri' diye de bilinen bir grup bestecimiz vardır. Yok yok, sayın Kenan Evren, Nurettin Ersin, Tahsin Şahinkaya, Nejat Tümer ve Sedat Celasun nam generallerimizden bahsetmiyorum; bu kıymetli zevatın toplu ismi 'BeşiBirYerde'dir ve müzikten değil de resimden anladıkları iddia olunmaktadır. Ayrıca, bu yazı, şu sıralar moda olan anti-militarist yazılardan biri değildir; öyle bir yazıyı ilerde --ilericilik adına-- yazacağım; kalemimden kan damlayacak; herkes parmağını ısıracak; aşı yaptırmak isteyecek. Neyseki, ona henüz sıram gelmedi. 'Türk Beşleri'ne dönecel olusak, başında da Ahmet Adnan Saygun'un (alfabetik gerekçelerle) geldiğini söylemek bence isabetli bir önerme olur. Ahmet Adnan Saygun'un da en çok seslendirilen eserlerinden birisi 'Yunus Emre oratoryosu'dur. Yoldaş Yunus, eminim kendisine de yakışacak, isminin sonsuzluğa yazılmasını sağlayacak uygun bir eser bekledi hep. Böyle bir eser, nihayet ve ancak, ilk defa Ankara'da, 1946 yılında Ahmet Adnan Saygun sayesinde kulaklara ulaşabildi. Muhteşem bir eserdir; içinde yok yoktur. Koronun yanı sıra solist olarak, soprano, tenor, mezzosoprano ve bas sesleri içerir. Üç ana bölümden oluşur. İkinci ve üçüncü bölümler arasında bağlayıcı bir resitatif parça vardır. Konusu, Yunus Emre'nin hayat, ölüm, Tanrı ve insanlığın alın yazısı temalarını içerir. Oratoryodaki tüm şiirler Yunus Emre'nindir. 'Yunus Emre oratoryosu'nun bu ilk gala gecesine tabii ki davet edilmiş olan son divan şairimiz Yahya Kemal (Beyatlı) eser hakkında ne dedi diye sormadan önce, Yahya Kemal ile ('Türkçülüğün Esasları'nın yazarı) Ziya Gökalp arasında geçen bir tartışmaya kulak verelim: Ziya Gökalp, Yahya Kemal'i eleştirir: "Sen hep maziden bahsediyorsun dünkü Osmanlı eserleri camiler, çeşmeler vs. Harabisin harabatisin." {Virane ve meyhane düşkünüsün} Yahya Kemal de cevap verir: Ne harâbîyim ne harabâtîyim Kökü mazide olan âtiyim. {Ne meyhane ne de virane meraklısıyım; köküm geçmişte fakat gözüm de gelecektedir} Acaba, 'kökü geçmişte, gözü de gelecekte' olan Yahya Kemal'e 'Yunus Emre oratoryosu' galası çıkışında ne düşündüğü sorulduğunda ne demiştir?.. Aynen şunu demiştir: "Vatikan'da Mevlûd dinlemiş gibi oldum".. İlginç bir sözdür.. Acaba, Yahya Kemal gerçekten de bir gün Vatikan'da Mevlûd dinlemenin mümkün olacağını mı kastediyordu? Bilmiyorum. 'Yunus Emre oratoryosu' için de anlatılmış olabilir; şöyle başka bir anekdot daha vardır. Cumhuriyetin millet yaratmak ve onu da muasır medeniyet (çağdaş uygarlık) seviyesine çıkarmak heyecanının devam ettiği yıllarda, Sivas'ta, Sivas eşrafının (önde gelenlerinin) davet edildiği (emirle çağrıldığı) bir konser verilir. 'Muasır medeniyet' dediydik ya, ondan dolayı siz bunun bir Batı müziği konseri olduğunu çıkarsayabilmiş olmanız lazım. Sivas gibi, saz, bağlama ve türkü ile yoğurulmuş bir yerde, şehrin eşrafına 3-4 saat Batı müziği konseri dinletmek ne demektir bilmem bilir misiniz; ama bunu Cumhuriyet gazetesinin muhabiri de merak etmiş olacak ki, çıkışta gözüne kestirdiği bir kaç kişiye sormuş. Aldığı cevaplardan biri dillerden düşmez. Adam, önce bir sağına soluna bakmış, sonra da muhabirin kulağına eğilerek, "Sivas Sivas olalı, Timur'dan beri böyle zulüm görmedi".. der.. Hay Allah.. 'Horasan'ın köpekleri' diyerek başladık da nerelere geldik.. Çok geç olmadan onu da anlatayım, kısaca. Efem, bilrisiniz, bizim müslümanlığımızın kaynağı Araplar değildir pek. Biz, dinimizi Anadolu'ya gelirken İran'da edindik. Semerkand, Horasan, Buhara gibi şehirler bizde apayrı şeyler çağrıştırır; Bağdat gibi diyar da, Şam'ın şekeri gibi, bizim için aynı tadı vermez. Neyse. Vakt-i zamanında, Horasan'dan dervişin biri kalkmış Anadolu'ya gelmiş.. O zamanlar pasaport filan gerekmiyor.. Konya'ya düşmüş yolu.. Derviş dediğin de ne olacak, üstte yok, başta yok; bir baldırıçıplak çulsuz işte.. Allah yolunda, fakat o da insan.. Konya'da bir başka dervişle karşılaşmış; ve sohbetin bir yerinde, bizim Horasanlı derviş, Konyalı dervişe "kardeş, iaşe, ibade meselesini nasıl hallediyorsunuz?" diye sormuş.. {yani, 'sizde yeme içme ileri nasıl oluyor?'} Konyalı da, "walla, n'apabiliriz ki kardeş; bulunca yiyor, bulamayınca da aç kalıyoruz" demiş.. Bunu duyan Horasanlı, biraz da yadırgadığı için, ters sayılacak bir değerlendirmede bulunur: "Onu Horasan'ın köpekleri de yapıyor!".. Böyle bir tepkiyi beklemeyen Konyalı, dervişliği de elden bırakmaksızın, "ya siz nasıl ediyorsunuz?" diye sormuş.. Aldığı cevap güzeldir: "Biz bulunca dağıtıyor, bulamayınca şükrediyoruz!".. Güzel di mi.. Şimdi de geldik 'kıssadan hisseye'.. Kıssadan hisse de şudur: 'Topu topu üç-beş anekdot biliyorsan, hepsini bir tek yazıda anlatma. Kıssadan hisse çıkaracağım diye çok zorlanırsın; çıkaramaz rezil olursun'.. Fakat, olan olmuştur.. Kahramanımız, ağzında hep o saman sapı, ayışığında yürür.. gidiyor mudur, geliyor mudur belli değildir. Kütahya'nın pınarları da habire akışır da akışır...