Türkçe... Sezar.. Zillet.. Merhamet..
Efenim, bildiğiniz üzre, 'zillet Sezarlaştırır' derler.. ve çoğu zaman da çok isabetli bir özetlemedir.
Başka bir deyişle ['başka bir deyişle' lafı bir manevradır ve şu demektir: verdiğim örneğin hem anlaşılır bir şey olmadığını hem de kullandığım bağlamda bir şey ifâde edemeyebileceğini biliyorum, o yüzden şimdi aradaki boşluk ve çatlakları macunla dolduracağım. Allah mahçup etmez inşallah.. Haydi, bismillâh..], aşağılık kompleksleri, özellikle de hariçten dayatılmış aşağılık kompleksleri her zaman kötü bir şey değildir...
Çünkü, bir ân gelir, kendisine bu tür bir kompleks zerkedilmiş kişi âniden uyanır gibi olur ve isyân eder. Ardından da hınçla, o her ne ise, onun öyle olmadığını ispat için bir ömrü ziyân eder :)
Şimdi, 'onu anladık da, burada Sezar'ın ne işi var?' diyebilirsiniz; haklı olarak.
Ahmed Haşim idi galiba –hafızam beni yanıltmıyorsa–, kulakları çınlasın, ya da Allah rahmet eylesin.. o da sürükleyici bir mevzu olduğunda böyle yapar, konunun yanal bütün detaylarını anlatırmış.. gazetede tefrika ettiği (her gün bir sayfasını yayınladığı) eserlerinden birinde, roman kahramanı yemeğe oturmuş ise siparişi verilen yemeğin öyle mufassal bir tarifini verirmiş ki, romanı boşverin, yemeği yapıp restoran açsanız köşeyi dönebilirmişsiniz..
Hatta, bir defasında, rivayet olunur ki, evin birine bir hırsızın girdiği bir bahiste, üstâdımız, kendisini o denli kaptırmış ki pencere konusuna, hangi ağaçtan ne sebeple seçildiğinden tutun, ne kadar zaman için tomruğun fırınlanması gerektiğine, hangi açı altında neresinden kesilmiş kerestenin nasıl biçilerek ne yapılması gerektiğini bir anlatmış bir anlatmış ki.. günler sürmüş bu pencere bahsi.. hala daha hırsızın pencereden içeri girdiği yok, gireceği de yok gibi.. Sonunda sabrı taşan okuyucular gazeteyi başmışlar.. 'Sok şu namussuzu artık içeri!' nidâlarıyla..
Evet, o devirde de okuyucu da bir başkaymış, yazarın yazdığını okur ve yönlendirici tepkiyi de verirlermiş.. ayrıca, tabii ki, marangozluğu takdir edemeyen insanlar da varmış..
Neyse.. nerede kalmıştık.. Evet.. Sezar..
Cemil Meriç üstâdımın yalancısıyım –ve, bu 'gazatelerin yalancısıyım' demeğe hiç benzemez; Cemil Meriç yalan demez çünkü. Hayattayken de demezdi. Dolayısı ile ben de –şu anda– yalan demiyor oluyorum. Önce bunu bir kenara yazın lütfen.
Sonra da şu: Vakti zamanında Sezar, Sezar olmadan önce, yani sade bir Julius iken, gençliğinde, gemiyle bir yere (galiba Mısır'a) giderken, bir korsan baskınında ele geçirilen gemi ve içindekilerle beraber esir düşer. Kürekçi yaparlar genç Julius'u, ve ayrıca rivayet de olunur ki, ırzına da geçerler.. Hatta, bu sebeple, Sezar'a, Roma'da Senato'ya giderken, yolun kenarında biriken çekemeyenler 'Kraliçem!' diye de bağırırlarmış..
İşte, kendisinin hiç bir dâhli olmadığı halde böylesine bir kaderin yarattığı mâzi yüzünden herkese yönelik kin ve hınçla donanan genç Julius, bu kin ve hıncın ateşine, hırs ve ihtirası da ekler ve bugün bildiğimiz Sezar olur. Bilmediğimiz Sezar ise, daha öncesine aittir.
Mazinin zerkettiği aşağılanma bir müddet aşağılık kompleksi olmuş, daha sonra da yakıt.. Ve, bu yakıtla, ulu Sezar, başkalarının hayatlarını cehenneme çevirmiş, o ateşle de tarih sahnesinde Zühre yıldızı olabilmiştir..
Bu arada, geçenlerde, birisi, 'sezeryan ameliyat' için, Sezar'la bir ilgisi olmadığını söylediydi; 'kesmek' ya da 'doğramak' anlamına geldiğini filan iddia etti, ama, benim bildiğim kadarıyla o iddia doğru değil.
Sağda solda ve yukarılarda aradabir rastladığımız Sezer gibi isim ve soyadlarının da Sezar'la alâkası, kan bağı filan olduğunu da sanmıyorum.
Benim bildiğim kadarıyla, Sezar kelimesi, etimolojik açıdan, 'saçlı', 'kıllı' filan anlamına geliyor. Wikipedia'nın yalancısı durumuna düşmüş oluyorum, ve 'saçlı', 'kıllı' olmanın ne anlamda Julius'a yakıştırıldığını çok da araştırmadım. Latincede, 'ağda yapmak' ne demektir onu bilmem. Belki 'brutus' kelimesi o anlama gelir.. incelemiş değilim, bilemeyeceğim.
Ama, bunların bizim konumuzla uzaktan yakında ilişkisi yok sayılır. Daha da ötesi, Cemil Meriç'in bu hikayeyi niçin MKA ile ilintili bir bahiste anlattığını da bilmiyorum. O da önemli değil. Çünkü konumuzla alâkalı değil.
Konumuzla alâkalı kısmı 'zillet Sezarlaştırır' kısmıdır, ve bunu da şu bağlamda söylemiştim:
Sene orta-lise seneleri, Hz Musa henüz Tur dağına varmamıştır; kulunuz ise İngilizce öğrenmege koşulmuştur. Ve, burada 'koşulmuştur' kelimesi özel bir itinâ ile seçilmiştir. Kendi iradesi ile yapıldığı da sanılabilsin deyu, lâkin, çok da öyle değil; tıpkı bir koşum atı filan gibi koşulmuştur. İngilizce öğrenmek tarla, sözlükler, kitâplar filan da [kara]sabandır..
Benzer durumda olan başkaları da vardır çok şükür ve aradabir lanet olası İngilizcenin Türkçeye kıyasla ne denli zengin olduğunu filan da konuşurak, zaten çekilmez olan ol eziyete öyle bir aşağılık duygusu katardık ki, tadından yenmezdi..
Neymiş efendim, İngilizcede 400,000 fazla kelime varmış da, Türkçede sıksan sıksan 40,000 kelime zor çıkarmış falan filan..
Hayır, bu söylenenler yalan değildi; tamam, 40 bin değilse 80 bin olsun, ama 400 bin olamıyordu.. Yani, kısmen yalan olsa da çoğunlukla doğruydu..
Doğruydu da, bundan bana neydi?!..
İşte, zurnanın detone olduğu noktalardan birisi odur.. Lisedeki bu aşağılık kompleksimiz, ya da self-aşağılama durumlarımız, aradan 5-10 sene filan geçtikten sonra anti-Mankurt bir tür isyana dönüştü.. yer altı faaliyeti cinsinden..
Daha yeni çıkmış sayılırdı kişisel bilgisayarlar.. Yok yok, bugünkü şeyleri kasdetmiyorum, şimdi herkesin iPod'unda daha kallavi PC'ler var o günküne kıyasla –neredeyse.
Allahın laneti üzerinde bâki kalası Şeytan dürttü... Yok, itekledi aslında namussuz; ve ben de kendime 'ya Hu, Türkçe var çok ilginç bir dil olmak; bilgisayar olur faydalı?' filan türünden acemice tercüme edilmiş bir soru sormuş oldum.
Bugünkü arı ve duru, sade ve sentetik dile çevirisini yapacak olursam, aşağı yukarı şöyle bir şeydi –mealen: Türkce dediğin şey, organik kimyaya, özellikle de polimer kimyasına ne de çok benziyor.. Elde kısıtlı sayıda molekül (takı) var, ve ekle ekle bitmez-tükenmez çeşitler üretilebiliyor.. Eklenen moleküller de azıcık değişseler bile o kadar da değil sanki.. ve, 'dur bakalım ben –kendim– birkaç molekül kullanarak bir şeyler yapabilecek miyim?' sorusu deveyi çökerten son saman çöpü oldu.. Yani, olanlar bana oldu..
Sormaz olaydım. O soruyu sordum ve hayatım değişti.. çünkü liseden sonra dişe dokunur kimya okumuşluğum olmadığı gibi, organik kimya, hele de molekül kimyası benim sadece bulaşık yıkarken karşılaştığım şeylerdi..
Aslında, o da çok doğru değil, çünkü bulaşık işini çoktan savsaklar olmuştum.. evde bunu halledecek kimse olmadığı zamanlarda, kirlenen kap-kaçağı bir müddet tezgâhta bekletip yeterince kültür sahibi olduğunda çöp dosyasına kaldırılıyordum... masraflı olmakla birlikte en akılcı çözüm oydu..
Neyse. Görüldüğü üzre, hem donanımsız, hem bilgisiz hem de tecrübesizdim..
İngilzceyi hatmetmiş, artık kendi anadiline sırası gelmiş her vatan evladı ne hissediyorsa onları hissediyordum. Lüzumsuz ve para kazandırmayacak bir saplantıyı yani..
Bu saplatıyı saymazsak, ortada başkaca bir zillet pek yoktu ama, cehalet onun yerini almış; Sezarlaşmak değilse bile cesaretle yola koyulmağa hazırdım..
İşi gücü bıraktım diyebilirim, aylarca, hatta senelerce, keferenin sabbatical dediği türden bu konuya hasrettim gecemi gündüzümü.. İğneyle kuyu kazmanın ne demek olduğunu bilmezdim. O yüzden uzun zaman iğneyle kuyu dikmeğe çalıştım; olmadı teel tutmuyordu lanet kuyu.. amma azmin elinden de kurtulamazdı; yani çok zaman harcadım abesle iştigâle.
Fakat, sonlarına yaklaştığımda çok enteresan bazı şeyler çıktıydı ortaya.. Onları biraz anlatayım istiyorum.
Anlatayım da, bu noktada, konudan azıcık sapar gibi yapıp, başka iki şey demek istiyorum: Birincisi, sabbatical denen şeyin nereden gelip nereye gittiğini ve tarihte sabbatical yüzünden helâk olmuş onca vatan evlâdından size örnekler vermeyişimi bir eksiklik olarak görmeyin lütfen; bunu az önce sebepsiz yere depreşmiş olan merhamet duygularıma borçlusunuz.
Yoksa, sırf sabbatical denen şeye örnek olacaksınız diye cehdedecek olsanız, ben de merhametsiz davranacak olsam, bu yazıdan çook önce siz biterdiniz de haberiniz bile olmazdı. Gözünüzün yaşına da bakmazdım –biliyorsunuz.
İkinci önemli husus, ki bu benim ne denli merhametli olduğuma apayrı bir örnektir –bu yazıyı buraya kadar yazınca yoruldum. Aradabir kendime de insaf buyurmak zorundayım... İsteyerek olmasa bile, bu da bir merhamettir.
Yazının geri kalan kısımlarını, kendimi daha merhametsiz hissettiğim bir zaman tamamlayacağımı biliyorum.
Boşuna heveslenmeyin, çok uzun sürmeyebilir.