Mustafa Muğlalı Kışlası, Topal Osman Heykeli..
{dikkat: bu uzun bir yazıdır. vaktiniz ya da sabrınız yoksa hiç başlamasanız daha iyi olabilir.} Hüseyin Çelik isminde bir siyasetçimiz var. Bir önceki Milli Eğitim Bakanımız idi. Şimdi de Başbakanlık Başdanışmanı. Şimdi, bu zat-ı muhterem, çıkmış aşağıdaki sözleri söylüyor.
Mesela Mustafa Muğlalı olayını biliyorsunuz (1943’te Van’ın Özalp ilçesinde 33 köylüyü kurşuna dizdiren General Mustafa Muğlalı’nın isminin aynı yöredeki bir kışlaya verilmesini kastediyor). Onu oradan kaldırın. Kaldıramıyorsanız kışlayı oradan kaldırın. Tahrike yol açacak adımlar atılmamalı.Satır aralarını okumazsanız, söyledikleri iyi niyetli şeyler. Sonuçta, oradaki kışlaya Mustafa Muğlalı isminin verilmesini TSK'nın bir provokatif davranışı olduğunu da ima ederek, bunun, Özalp (Van) ahalisini rahatsız ettiğini ve bu rahatsızlığa yol açan bu ismin ya da kışlanın oradan kaldırılması gerektiğini söylüyor --gibi görünüyor. Fakat, işin aslı pek de öyle değil. Aslının ne olduğunu anlamak için hem yakın tarihe, hem de azıcık daha eski tarihe bakmak lazım. Kısaca özetleyeyim: Wikipedia'daki şu satırlarla başlayabiliriz.
Muğlalı Olayı, 1943 yılında, Van'ın Özalp ilçesinde, 33 Kürt köylünün hayvan kaçakçılığı iddiası ve 3. Ordu komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı'nın emriyle yargısız olarak kurşuna dizilmesi ve 32'sinin ölümü, birinin kaçması ile sonuçlanan olay.[1] II. Dünya Savaşı sırasında darlığı çekilen bazı maddeler dolayısıyla özellikle İran sınırında kaçakçılık olayları artmıştı. Bölgedeki aşiretlerle güvenlik kuvvetleri arasında sık sık çatışmalara yol açan bu olaylardan biri de Van'ın Özalp ilçesinde patlak verdi. Bir bölümü İran topraklarında yaşayan Milan aşiretinin Temmuz 1943'te büyük bir hayvan sürüsünü kaçırdığı yolundaki ihbar üzerine sınıra gönderilen jandarma birlikleri kaçakçıları yakalayamadı. Ardından aşiretin Özalp'ta yaşayan 40 akrabası gözaltına alındı. Mahkemenin yalnızca 5 kişiyi tutuklayarak geri kalanları serbest bırakmasına karşın, Özalp'e gelen Mustafa Muğlalı'nın emriyle 33 köylü sorgulamaları yapılmak üzere iki asteğmenin komutasındaki bir askeri birliğe teslim edildi. Köylüler sınıra yakın bir yerde kurşuna dizildi ve daha önce hazırlanan bir tutanağa dayanılarak kaçmaya çalışırken vuruldukları öne sürüldü. Olaydan yaralı olarak kurtulan bir köylü durumu ilgili makamlara duyurmayı başardıysa da yapılan başvurulardan bir sonuç alınamadı.Bu özet 'eh mertebesinde' bir özettir. Eksiktir. Çok eksiktir. Mustafa Muğlalı, o sırada, Üçüncü Ordu Müfettişidir. Üçüncü Ordu'nun Komutanı değil, Üçüncü Ordu müfettişidir (denetçisidir). Bu, pek de öyle görünmese bile, önemli bir detaydır --çünkü, normal şartlarda bir müfettiş (denetçi) teftiş ettiği (denetlediği) orduya emir veremez. Verebilmiş ise, bir fevkaladelik, bir olağanüstülük sözkonusu olmak zorundadır. Peki, bu nedir? Buna cevabı, Avni Özgürel imzası ile 16 Mayıs 2004 tarihinde Radikal gazetesindeki bir yazıdan, düzelterek ve uygun gördüğüm içerik değişikliklerini de yaparak, yani değiştirerek alıntılıyorum:
Türk-İran hududunun kaçakçılık ve çapulculuğa bugünkünden daha açık olduğu yıllardan söz ediyoruz. Doğu'da ardı ardına yaşanan Kürt ayaklanmalarına ilişkin anıların taze olduğu, İran Kürtlerinin isyan edip Mahabat Cumhuriyeti'ni kurduğu, SSCB'nin Kürtler üzerindeki nüfuzunun dorukta olduğu yıllardır bunlar. Sınırın İran tarafındaki Kürt aşiretlerine mensup kişilerin sıklıkla Türk topraklarına girip çapulculuk yaptıkları, köylere zarar verip sürüleri çaldıkları haberleri üzerine Van valiliği zamanın İçişleri Bakanı Recep Peker'in de onayıyla gizli bir karar alır. Askeri birliklerin her ne vesileyle olursa olsun İran'a geçip orada takip yapması Ankara'nın başını ağrıtacağı için, bölgede Jandarmanın kontrolünde, askerlerden oluşmayacak, Türkiye Cumhuriyeti devletiyle resmen ilişkisi gözükmeyecek şekilde bir çete kurulacak ve bu grup çapula karşı misilleme yapacaktır. Aslında onay falan aramaksızın Özalp Kaymakamı Hilmi Tuncel çok önceden çeteyi kurmuştur zaten. İçişleri Bakanlığı'nın izniyle devlet arkadan istim basar sadece. İddia edilir ki Kaymakamın maksadı hudut güvenliğini sağlamak değil maddi çıkar sağlamaktır, hatta bu amacı doğrultusunda kendisine yandaş ve ortaklar da bulmuştur. Özalp Jandarma Kumandanı Yüzbaşı ve Hudut Tabur Kumandanı Binbaşı Kaymakamla birliktedir. Binlerce koyun ya da inekten oluşan aşiret reislerine ait hayvan sürülerinin gasbından söz ediyoruz. Ankara izni verir vermesine, ama ardından da panikleyip iptal eder. Van valiliği Özalp Kaymakamı'na çetenin dağıtılması emrini tebliğ eder ama atı alanın Üsküdar'ı geçtiği bir ana denk gelir bu. Kaymakam duymazlıktan gelir. Zira hududun öte yakasında el konulan koyunların bir kısmı çeteyi oluşturan sivil köylülere bırakılmakta, bir kısmı da 'hayvanların satışından elde edilecek gelirle silah, cephane ihtiyacının karşılanması' maksadıyla Kaymakamın uhdesinde bırakılmaktadır. Olayları tetikleyen gaspın İran tarafındaki Mehmedi Misto adındaki bir aşiret reisinin 2 bin koyununa el konulması olduğu söylenebilir. Türk dostu olarak tanınan, Rus işgali sırasında Türklerden yana tavır aldığı, hatta Kürt isyanları sırasında Ankara'ya istihbarat desteği verdiği bilinen bir aşirettir Mistolar. Mehmedi Misto hayvanlarını kimin gasp ettiğinin farkındadır ve doğrudan Özalp Kaymakamına mektup yazar, "gasp edilen hayvanlarımı bana geri verin. Ricamı kabul etmezseniz ben hayvanlarımı aynı usulle geri almasını bilirim, ama Türk hükümetinin haysiyeti rencide olur" der. Kaymakam bu mektuba Misto'yu yatıştıracak cevap vermek yerine aşiret reisine, "gelip karını da koynundan alırız" diye haber yollar. 1943 Temmuzunda Mehmed Misto'nun adamlarını toplayıp Türk hududunu aşması ve birbuçuk kilometre içeri girip Özalp halkına ait 500'e yakın koyunu gasp etmesiyle tırmanır olay... Kaymakam ve etrafında kümelenen çete böyle bir baskının Türkiye tarafında yardımcılar bulunmadan gerçekleştirilemeyeceğini düşünerek harekete geçmeye karar verir, ancak askeri harekâta gerekçe olmak üzere Van Valiliğine, "Rus askerleri Özalp yakınlarına kadar geldi" diye şifreli bir telgraf çekerler. Aynı mealde bir rapor Ordu Kumandanlığına da iletilir. Baskının öcünü almak için Kaymakam ve çevresinde kümelenen kadro ne yapacaklarını planlarken Rıfat adında bir arzuhalci, İranlıların işbirliği yaptığı kişilerin arandığını duyup fırsattan istifade arazi ihtilafı bulunan Milalengiz köylülerini ihbar eder. "Misto'ya adlarını vereceğim 40 kişi yardım etti" der. Kaymakam hemen bu isim listesini alır ve Validen 'tutuklanmalarına izin' ister. Köylüler apar topar içeri alınır. Ancak sevk edildikleri Özalp Sulh Ceza Mahkemesi içlerinden sadece beş kişiyi, Kaymakamı küçük düşürmemek için tutuklar. Ancak, bu sırada yangın bacayı sarmış "Özalp'e Rus askerinin girdiği" haberi üzerine Ankara ayaklanmıştır. Genelkurmay, hemen Orgeneral Mustafa Muğlalı'ya, 3.cü Ordu Müfettişi ünvanı altında, özel yetkilerle de donatarak [bu noktada Özgürel yanılıyor, Muğlalı'nın Ordu Komutanı olduğunu söylüyor. Düzelttim.] bölgeye gitmesi emrini verir. İçişleri Bakanlığı da hem Birinci Genel Müfettişini hem de Jandarma Komutanını Özalp'e yönlendirir. Tedbir çetenin maksadını aşmış çığın fitilini ateşlemiştir ama o andan sonra olacakları durdurmaya yerel yöneticilerin gücü yetmez. Birinci Dünya Savaşında her cephede harp etmiş, işgal yıllarında Ankara'ya 'Yavuz Grubu' adı altında istihbarat ve cephane akıtan gruba komuta etmiş, Menemen Ayaklanması sonrasında kurulan İstiklal Mahkemesine Başkan arandığında ilk akla gelmiş kişidir Orgeneral Mustafa Muğlalı. Özalp'te hem Kaymakam hem de yerel komutanlar, sertliğiyle tanınan generalin hışmından korkup ona bir isyan ve işgal tablosu çizerler. Vatanın elden gitmesine, hâkim dahil, sivillerin sessiz kaldığını, ortada gizliden gizliye yürütülen planlı bir ihanetin var olduğunu anlatırlar paşaya. Ve "bunları yargılamaya lüzum yok, infaz etmemiz gerek. Silahtan başka dilden anlamaz bunlar. Gevşek davranırsak hududun öbür tarafında tetikte bekleyenleri yüreklendiririz" derler. Paşa, onları dinledikten sonra Mahkemenin serbest bıraktığı 35 kişinin tekrar gözaltına alınması emrini verir. Biri kadın, biri 11 yaşında çocuk, ikisi askerden izinli gelmiş 33 kişi bulunur. İki kişi firar etmiştir. İçişleri Bakanlığının müfettişi Avni Doğan, tutuklularla görüşüp onların suçsuzluğunu anlar ama Muğlalı, yerel yönetici Kaymakam ve subaylardan gelen, "bunlar bizim ordunun nasıl ve nerede konuşlandığını Ruslara bildirerek casusluk da yapıyorlar" bilgisinin doğruluğuna kanidir. Onun için İçişleri Bakanlığı müfettişinin kulağını büker: "karışma, yoksa seni kırbaçlatırım." ardından da Özalp'ten ayrılır paşa. Ama, geride, "bu kişileri hududa götürülerek kendilerinden bilgi alınmasını, İran hududunun çapulcuların kimseye görünmeden geçilmesine elverişli noktalarının öğrenilmesini faydalı buluyorum. Bu adamların her an kaçmalarının mümkün olduğu göz önüne alındığında askerlerin uyanık bulunması ve gerektiğinde silah kullanılması şarttır" mealinde bir resmi yazı bırakarak. Mustafa Muğlalı Paşa, bu yazısının bir tür ölüm emri olduğunun farkına varmadığı söylenemez. Nitekim daha sonra yapılan yargılama sırasında askeri mahkeme de böyle algılar emri. Ve orgeneral muhtemel ki elini kana bulamayı istemediği için apar topar terk eder Özalp'i. Yerel yöneticilerin, "Paşam, siz sıkıntıya girmeyin biz hallederiz" dedikleri düşünülebilir. Teferruatını anlatmak acı verir. 30 Temmuz 1943 günü gece yarısından sonra tutuklular jandarma tarafından cezaevinden alınıp Hudut Taburu Komutanına teslim edilir. Komutan, tutuklular arasında bulunan bir kadını kimseye sormadan serbest bırakır, kalan 32 kişiyi Çilli Gediği denilen hududa yakın bölgeye götürür. Hepsinin elleri bağlıdır. Bir İşaret Mangasının havaya ateş açmasından sonra iki manga da kafilenin üzerine ateş açar. Olaydan sonra tutulan tutanaklarda saldırıya uğranıldığı, saldırganlara açılan ateş neticesi 32 şakinin öldürüldüğü bilgisi yer alır. Bir not daha... Rus casusu oldukları ve İranlı çapulculara yataklık ettikleri kuşkusuyla daha önce tutuklanan 5 kişi sevk edildikleri Van Ağır Ceza Mahkemesinde yapılan yargılamaları sonucu beraat ederler. Olayın Ankara'da duyulmasından sonra tartışmaların başladığı biliniyor. Ancak CHP iktidarının Demokrat Parti baskısını hissettiği 1946 seçimlerine kadar olayı örtbas ettiği de. Seçimden sonra muhalefetteki DP'nin baskısıyla verilen soruşturma emri neticesi Mustafa Muğlalı, 1949'da Askeri Mahkemede yargılandı ve 32 kişinin öldürülmesinden sorumlu bulunarak idama mahkûm edildi. Ancak, daha sonra yargıtay kararı bozup Orgeneralin cezasını 20 sene ağır hapse indirdi. Muğlalı Paşa astları tarafından kandırılmışlığın kahrıyla 1951 yılı sonunda cezaevinde öldü.Değiştireceğim, düzelteceğim dedim; ama pek de bir şey değiştirmedim aslında. Çünkü, Avni Özgürel'in yazdığı şekliyle de okunmasını istedim. Fakat, hikaye tam da onun dediği şekilde cereyan etmiyor --bunu da, Avni beyin devlete yakınlığını dikkate alınca, pek de yadırgamıyorum. Neyse. Hikayenin önemli kısımları şöyledir: Orgeneral Muğlalı'ya görevi tabii ki Genelkurmay vermiştir; ama yetkilendirmesini ve görevin kapsamını o günlerde Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü yapmıştır. Yani, doğrudan doğruya Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından görevlendirilmiş ve yine İsmet İnönü'ye bağlı olarak faaliyet göstermiştir. Genelkurmay sadece görevi resmiyete kavuşturacak şekilde tebliğ etmiştir. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından verilen görevin resmi ünvanı 3'.cü Ordu Müfettişi' olmakla birlikte, komutan-üstü yetkilerle donatılmıştır. Bu detay önemlidir. Ardından da, geride bıraktığı yazıyı yazmadan önce bizzat İsmet İnönü ile görüşüp durumu anlatmış ve emirlerini sormuştur. Subayların şunun bunun dolduruşuna getirildiği yolunda Avni beyin dediklerini ciddiye almak durumunda değiliz. Muğlalı, bu 33 kişinin aslında masum olduğunu biliyordu ve Cumhurbaşkanına da bunu telefonda söylemişti. Buna karşılık, İnönü, (tıpkı MKA'nın 'Menemen Olayı'nda Mustafa Muğlalı'yı İstiklal Mahkemesi Başkanı yapıp, ibret-i alem olsun diye, ilgili-ilgisiz kişileri astırdığı gibi) oradakilerin infaz edilmesi emrini vermişti. İşte, bu ikinci defadır ki, emre itaatsizlik edemeyen Muğlalı, bu gizli emirden hareketle, hem İçişleri Bakanlığı Müfettişlerini karışmamaları yönünde tehdit etmiş, hem de ardında o yazıyı bırakmıştı. O yazı, aslında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün emirlerinin yerine getirilmesini emreden bir yazıydı. Herhalde, bu uygulamaya aklı pek yatmadığı için olsa gerek, yazıyı yazıp Van'dan ayrılmıştı. Ardından da, seneler sonra, muhalefetin diline düşen İsmet İnönü, emri kendisinin verdiğini inkar eder. Daha doğrusu, hiç bir zaman üstlenmez. Muğlalı da, hem bunu açıklayacak delilden yoksundur --çünkü, emir telefonla, sözel olarak verilmiştir--, hem de itaat disiplinine, askerlik anlayışına aykırı bulur ve İnönü ile ilgili hiçbir ithamda bulun(a)maz. Kısacası, Muğlalı, artık bir sivil siyasetçi olan İsmet İnönü tarafından yüzüstü bırakılmış, kurtların önüne atılmıştır. Muğlalı, yukarıda da anlatıldığı üzere, hapse atılmış ve orada kahrından ölmüştür. Bu noktada, yine yukarıdaki Wikipedia makalesine dönebiliriz:
[...] Ama askeri yargıtay kararı bozdu; Muğlalı yeni yargılama başlamadan 11 Aralık 1951'de (71 yaşında) hapiste öldü. CHP'nin 6-7 Eylül Olayları'nda "azınlıklara karşı ayrımcılık yapıldığı" iddiası üzerine, DP tarafından misilleme olarak, olay tekrar TBMM'de gündeme getirilmiştir. Bu kez olayın geçtiği dönemdeki bütün TBMM üyeleri ve CHP'nin sorumluluğu iddiasıyla, bizzat İsmet İnönü için yargılanma istenmiştir. 12 Şubat 1956 ve 25 Şubat 1956 tarihlerinde Meclis'te görüşülen konu, 1958 tarihli Meclis Tahkikat Komisyonu raporu ve Meclis görüşmeleriyle zaman aşımı ve çeşitli af yasalarından dolayı tekrar kapatılmıştır.Evet. İsmet İnönü, bu şaibeden hiç aklanmamış; bu dosya --değişik hukuki savuşturma teknikleri ile-- kapatılmıştır. Bu olayın TSK cenahında yol açtığı anafikir hep şöyle olmuştur: Sivil makamlardan gelen herhangi bir sözlü/gizli/mahrem emre itimat etme; çünkü, başları sıkıştığında derhal seni satarlar. Şimdi... Gelelim, Mustafa Muğlalı'nın isminin Van'ın Özalp ilçesindeki bir kışlaya verilmesine. Evet. Muğlalı'nın isminin başka bir yere değil de, TSK tarafından, '33 Kurşun Olayı'nın yaşandığı ilçeye verilmesi gerçekten manidardır. Manidardır ama neden onca sene değil de, 28 Şubat sürecinde bunun yapıldığını sormazsak, bu manidarlığı tam anlayamayız bence. Şimdi, biraz geriye çekilip, 28 Şubat'a bakalım. Sivillerin yaptığı taa o günlerde söylenen, bir 'post-modern' darbeden bahsediyoruz; öyle değil mi? Peki, o 'post-modern' darbede önderlik edenlerin askerler değil de siviller olduğunu farzedersek ne ile karşılaşırız? Askerleri bu darbeye zorlayarak, talimat vererek sivillerin kattığını söylemiş olmaz mıyız? Peki de, hangi sivil (ya da sivil kadro) bu tür bir zorlamayı yapmış olabilir ki? Bunu yapabilecek olan sivil kişi, hem çok güçlü bir makamda olmalı, hem de sözüne askerlerin kaşı çıkamayacağı kadar etkisi yüksek ve kidemli birisi olmak zorunda bence.. Kim olabilir diye uzun boylu düşünmek de gerekmiyor aslında.. Zamanın Cumhurbaşkanı, Süleyman Demirel bu eşkale tıpatıp uyuyor. Buradan şunu çıkarıyorum: Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, askerlere 28 Şubat'ı başlatacak şekilde emirler vermiş, onları teşvik etmiş, sivil kadrolarla da destekleyerek yola çıkartmış olmalı. Daha sonra da, muhalefetin baskısı yüzünden, askerleri yüzüstü bırakmış ve kurtların önüne atmış olsa gerek. Bunun böyle olduğunu, 28 Şubat'ın önde gelenlerinin tamamının tasfiye edilmiş olmasıyla açıklayabiliriz. Buna karşılık, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel pek de hasar görmemiş; 7 yıllık Cumhurbaşkanlığı süresini tamamlamış, hatta bu süre az kalsın uzatılmıştır da. Bütün bunların bu süre uzatımı için sahnelen(diril)miş olabileceğini söylemek abartma olur mu; bilemem. Neyse. Dönelim, 28 Şubatçıların Van'ın Özalp ilçesindeki kışlaya neden 'Orgeneral Mustafa Muğlalı Kışlası' ismini verdiklerine.. Bilmem siz de farkettiniz mi?.. Sanki, 28 Şubatçılar, birisine "bizi sattın, namussuz!" diyor gibi.. Bunu da, o eski ve meşhur satış işine yol açan yerdeki bir kışlanın ismini değiştirerek yapıyorlar.. Yani, 28 Şubatçıların derdi, ne Van'dakilere, ne Özalp'tekilere, ne de Kürtlere mesaj vermek, meydan okumak olmasa gerek. Onların derdi, yukarıda --amiyane bir tabirle-- söylettiğim şekilde "bizi sattın, namussuz! seni de kurumsal hafızamıza yazdık!" demekti sadece. Amma.. gel de şimdi bunu bir önceki Milli Eğitim Bakanımız ve şu an da Başbakanlık Başdanışmanı olan Hüseyin Çelik isimli siyasetçimize anlat.. Bu kadar cehalet okumakla olur derler ya.. dahası da ancak Milli Eğitim Bakanı olmaktan geçiyor. Hayır. Gam değil. Ama, bu cehalet bulasıcı da olabiliyor.. Ajan mı, gazeteci mi, yoksa somcahil mi, yoksa hepsi birden mi olduğu önemsiz olan kişilerin diline dolanabiliyor.. Sadece meseleyi carpıtmakla kalmıyorlar; dahası, Orduyu Kürtlerle karşı karşıya getirmeğe gayret ediyorlar... Ben bunun iyiniyetle bağdaşır bir yanını bulamıyorum. Bu, sadece 'satmak' değil, daha çok bir 'hainlik' gibi duruyor. Neyse. Bu kadar uzun bir yazı olacağını tahmin etmemiştim. Halbuki, daha Tuğgeneral Veli Küçük'ün neden Giresun'daki görevi sırasında --uzaktan bakanlara sanki durduk yerdeymiş gibi görünebilen bir şekilde-- 'Topal Osman Heykeli' diktiğini de yazmak istiyordum. Hani, şu Topal Osman Ağa ki, aslında bir 'Milis Yarbayı'dır. Yani, sivilden gelmiş olmasına rağmen, kendisine Yarbaylık rütbesi verilmiş; son derece güvenilir bulunduğu için de, kendisinin bizzat seçtiği sadık askerlerle, hem Cumhurbaşkanlığı sırasında hem de öncesinde, Mustafa Kemal'in Muhafız Alay kumandanıdır. Daha sonra, nasıl olur bilinmez, durduk yerde (Mustafa Kemal'e karşı sert muhalefeti ile bilinen) Ali Şükrü Bey isimli Trabzon Milletvekilini öldürür. Meclis'te hemen dedikodular yayılır. Bunu Topal Osman Ağa'nın kendi başına yapamayacağını, bu emri mutlaka Mustafa Kemal'in vermiş olduğu yolunda şaibeler. Mustafa Kemal bu söylentileri şiddetle reddeder. Meclis de, neyin ne olduğunun anlaşılabilmesi, Topal Osman Ağa'nın derhal yakalanması ve suçlu bulunduğunda Meclis önünde asılarak infaz edilmesi yolunda bir karar çıkartır. Nedense, Mustafa Kemal, Meclis'in bu konuda bir karar çıkarmasını istemez, kişisel muhalefet eder; sanki yakalanmasını ya da sorgulanmasını istemez gibi bir intiba doğar. Ama, emir çıkar. Bu sefer de, emir çıktıktan sonra, Mustafa Kemal, Başbakan Rauf Orbay'a Topal Osman'ın çok tehlikeli bir kişi olduğunu, Jandarmanın onunla başa çıkamayacağını, bunun hallini kendi Muhafız Alayına bırakmalarını söyler. Muhafız Alayının başına General İsmail Hakkı Tekçe geçer. Ayrancı'da bir bağ evinde Topal Osman ve adamlarıyla çatışma yaşanır. Topal Osman'ın kendi adamlarına "vurasıya atmayın!" (vurmak için ateş etmeyin) emri verdiği bilinir.. Ardından, Topal Osman, kasığından aldığı (ölümcül olmayan) bir yara sonucunda ele geçirilir. Gecenin karanlığında, sedye ile götürülürken, duyulan bir kurşun sesiyle öldürülür; ardından da İsmail Hakkı Tekçe tarafından başı oracıkta vücüdundan kesilerek ayırılır... ve alelacele gömülür. Daha sonra, öldürüldüğü ve gömüldüğü yetmezmiş gibi; sanki Meclis'e gözdağı verircesine, Meclis'in yakalama emri çıkartırken aldığı kararın içeriğnde asılması da geçtiğine dayanılarak, mezardan çıkarılır ve Meclis önünde başşız cesedi darağacına çekilir. Bu konudaki spekülasyonlar o gün bugündür hiç sona ermemiştir.. Mustafa Kemal'in bir kuvvetli siyasi hasmını öldüren sadık bir adamını kim neden (konuşmasına müsaade etmeksizin) öldürsün?.. Bimiyoruz --daha doğrusu, bilmediğimizi söylemek gerekiyor. Fakat, olmaya ki, Tuğgeneral Veli Küçük, bizim bilmediğimiz bir şeyleri biliyordur? Ve, kendisine yaptırtılan infazların karşılığında kendisinin de ortadan kaldırılacağını düşünmüş olabilir mi? Bilemem. Ama, onca şeyi üniformalı iken yaparken kimsenin ses çıkarmayıp, daha sonra adamı apar topar içeri almalarını manidar buluyorum. Ortadan kaldırmak illa bir kurşunla ya da başı kesilerek olmak zorunda mı? Bir kişiyi apar topar içeri almak ve herşeyi ona yüklemek, ve her türlü itibarını yok etmek de o kişiyi ortadan kaldırmak anlamına gelir mi? Bilmem. Ama, Giresun'a Veli Küçük tarafından dikilen o heykelin bir anlamı olmalı.. Bir de şu aklıma takılıyor: Suçunun ne olduğunu tam anlayamadığım, fakat bir sebepten hapse atılmış olan Yarbay Korkut Eken, herhangi bir yere bir Muğlalı Heykeli dikmemekle bir eksiklik mi yaptı? Veya, ilerde bir kışlaya Veli Küçük veya Korkut Eken ismi verildiğinde, biz hala daha bunların Kürtlere mesaj vermek için yapıldığını mı sanacağız?