Taş Çorbası...
Çoğumuz hemem aramızda bir kara deniz olan komşumuz Ukrayna'da çok da eski olmayan bir tarihte korkunç bir kıtlığın çekildiğini, 6 ilâ 7 miyon civarında insanın da doğrudan doğruya açlık yüzünden öldüğünü bilmeyiz. Ben de bilmiyordum. Aşağıdaki hikayeyi bana anlatan kişi (hatırla yâdediyorum; kulakları çınlasın) bana anlatıncaya kadar.. Önce kısaca bu kıtlıktan bahsedeyim... 1930'lu seneler.. Komünist rejimin ilk yılları. İşbaşında Stalin vardır. Stalin'in en büyük önceliği de SSCB'yi endüstriyel bir ülke yapmaktır. Bunu gerçekleştirmek için elinden ne gelirse yapar. Çoğu zaman da en acımasız yötemlerle. Kanallar, yollar, barajlar, fabrikalar şunlar bunlar yapılacaktır. Bunları yapacak makineler, dozerler, kamyonlar da yoktur. İnsanlar yapmak zorundadır. Ülkenin neresinde ne kadar eli kazma kürek tutan varsa sağda soldaki devasa projelere sevkedilir. Onca insanın o projelerde 'telef' olması bir yana, başka ufak bir detay daha vardır: Bu insanları kim ne ekip biçip besleyecek? Çünkü, ziraatle uğraşan ahalinin neredeyse tamamı celbedilmiş ve bu projelerde çalıştırılıyor.. Belki bilirsiniz, o devirlerde SSCB'nin 'tahıl ambarı' Ukrayna'dır. SSCB'yi besleyen buğday, arpa vb Ukrayna'da yetiştirilir (daha sonraları Ukrayna'yı Kazakistan geçtiydi galiba). Ziraatte çalışan insanlar Ukrayna'da da kalmayınca, rekolte de düşer tabii. Stalin'in buna karşı aldığı tedbir hem aptalcadır, hem de acımasızca: Ukrayna'da köylünün kendisi için (sırf kışı geçirmek için) ayırdığı tahılı köylünün elinden zorla aldırtır. Bu da, SSCB'yi besleyecek olan tahılı yetiştirecek olanların kıtlık çekmelerine yol açar. Az-buz bir kıtlık değildir bu. Ukrayna'da, 6-7 milyon insan, sırf Stalin'in megalonamyası ve acımasızlığı yüzünden açlıktan kırılır. İşte, hikayemiz böyle bir döneme aittir.. Yoklukların kol gezdiği bir döneme.. Neyse. Anlatmağa başlayalım artık: Askerin birisi, SSCB'nin bir yerlerinde terhis olur. Memleketine, Ukrayna'ya doğru yollanır. Uzun bir yoldur. Gâh tren, gâh kamyon sırtına, gâhi de yayan.. Ukrayna'ya gelinceye kadar sorun pek yoktur. En azından, yol boyunca uğradığı köylerde yiyecek bir şeyler ikrâm eden birilerini bulur, ama Ukrayna sınırından itibaren durum felâkettir.. Ortada kıtlık, açlık kol geziyor ve haliyle kimse de kimseye bir şey ikrâm filân edecek gibi değil.. Akıllı birisidir. Bir şeyler yapmazsa açlıktan öleceğini biliyor; çalmak çırpmak da mümkün değil, çünkü çalacağı bir şey de yoktur ortalıkta.. Geçtiği yolda, karşılaştığı bir çayda, durur ve bulabildiği en ilginç çay taşını alır heybesine koyar. Yumurtadan biraz daha büyükçe, ilginç renkleri ve pürüzsüz bir yüzeyi olan güzel fakat sıradan bir büyük çakıl taşı işte.. Yola devam eder. Rastladığı bir köyde, köyün köyodasına ya da kahvesine uğrar. Selam verir ama kimse pek de selamını almaz --belli, bir şey istemek ihtimali olduğu.. Geçer ateşe yakınca bir yere ve oturur öylece. Biraz oturduktan sonra, heybesindeki taşı çıkarır ve şefkatle onu ovmağa, ovalamağa koyulur... Etraftaki köylüler önce garipserler, sonra da merak ederler.. Neyin nesidir, deli midir, divâne midir; o taşın hikmeti nedir.. Sonunda dayanamazlar, içlerinden birisi sorar.. Asker de anlatır.. Taşın sihirli bir taş olduğunu, bir tencere ve su olsaydı şimdi, içine sadece bu taşı koyarak olağanüstü lezzetli bir çorba yapabileceğini anlatır.. Duyanlar pek de inanmazlar, ama ne olacak, tencere ve suyun eksiği mi var. Bir koşu, birisi evden büyükçe bir tencere getirir. Su da hazırdır zaten. Tencereye suyu koyarlar, kaynamağa yüz tutarken asker bir kepçe ister, karıştırmak için. Getirirler. Karıştıra karıştıra devam ederken, suyun tadına bakar asker ve tuz lazım olduğunu söyler. Problem değildir, hemen getirirler. Tuzunu koyar, tadına tekrar bakar ve nefis bir tad olduğunu söyler.. Ama, eğer azıcık patates de olsa tadından yenmeyeceğini de ekler.. Millet birbirinin yüzüne bakar; iki-üç kişi, evlerinde biraz patates olduğunu söyler ve koşar getirirler.. Patatesler hazırlanırken, asker, bu defa da azıcık mısır ve fasulye olsa ne güzel olacağını söyler.. Yine, bu sefer başka birileri, bir koşu, evlerinden mısır ve fasulye getiiriler.. Bunlar hazırlanırken, artık milletin gerçekten ağzının suyu akmağa başlamıştır ki, asker, bu sefer de, birazcık et olsa ne iyi olurdu der. Uzatmamayım, 'ah, şu olsa ne güzel olurdu, bu olsa tadından yenmezdi' diye diye, herkesin azar azar katkılarını sağlar ve ortaya gerçekten olağanüstü tadda bir çorba çıkar.. Bütün köye de yetecek kadar.. Çorba pişer gibi olduğunda da, usulca o taşı alır heybesine geri koyar.. Taşa gerek kalmamıştır artık. Afiyetle de yerler.. O gün bugündür de anlatrılır.. Hikaye bu kadar. Çok sevdiğim bir hikayedir. Çünkü, yokluk ve kıtlıkların aslında her zaman mutlak olmadığını, herkesi elindekinin birazını katkıda bulunmağa ikna edebilirsek, aslında yokluk ve kıtlıkları da atlatabileceğimize işaret eder. Nitekim o köyde de, köylünün elinde hiçbirşey tam anlamıyla yok değildi; kimin evinde biraz patates, kiminin evinde biraz mısır, başkasının evinde de fasulye filan vardı. Vardı, ama kıtlık var diye herkes elindekini gizliyordu; ortaya çıkarmağa korkuyordu. Zorla alınabilecek olan herşey alınmış, ellerinde sadece sakladıkları kadarı kalmıştı.. Bu askerin başarısı buradadır. Bolluk zamanı paylaşmak hem kolaydır, hem de anlamsızdır. Zor ve çok daha anlamlı olan ise, kıtlık zamanı paylaşımı sağlayabilmektir --gönüllü paylaşımı.. Ve, bunu sağladığınız anda, gerçekten de en lezzetli, en nefis yemeği yapmış olursunuz. Sizin de karnınız doyar, başkalarının da. Bu hikaye bence tek başına dahi anlatılacak kadar güzel, ama, ben bunu şu anda üzerine eğilmeğe başladığım Türkçe konusu ile ilintili anlatmış olmak istiyorum. Ortada bir kıtlık, bir yokluk var. Dilimizi sistematik olarak kayda geçirmiş değiliz henüz. En azından Internet ve bilgisayar anlamında henüz pek bir şeyler yok. Var olanlar da değişik yerlerde, bölük pörçük.. Gizli saklı değilse bile, erişilebilir değil.. ki, aynı anlama gelşyor maalesef.. Halbuki öyle olması, öyle kalması gerekmiyor. Bugün yemek yapmak isteyenler malzeme bulamıyor. Malzeme de hepimizin elinde.. Ortaya getirmek zorundayız. Herkesin elindekini, çok değil azar azar ortaya getirmesini sağlamak lazım. Bunu da, kanun ya da silah zoruyla yapacak değiliz; zaten mümkün de değil. Nasıl yapılacağına örnek olsun diye bu taş çorbasını anlattım. Şimdi, ilk iş tencerenin ortaya gelmesi için birileri gerekiyor.. Ardından da patetes, mısır, fasulye.. Tadı gerçekten çok güzel olacak..