Kurtlar Vadisi: Kalleşlik... Sitemli İfşaat..

Aşağıdaki yazı, Taraf gazetesinde, 'Kurtlar Vadisi: GDO' başlığıyla, Emre (Emrullah) Uslu imzasıyla 07 Kasım 2009 tarihinde yayınlandı.

Bugüne kadar 'Kurtlar Vadisi'ni (filmi de dahil), YouTube'daki bir iki kısa kırpık hariç, hiç seyretmedim.

O yüzden, aşağıdaki yazıda Emre beyin bahsettiği dizi/film karakterlerinin ne olduklarını, gerçek hayatta kimi temsil edecek şekilde tasarlanmış olduklarını filan bilmiyorum.

Beni o kadar da ilgilendirmiyor.

Fakat, benim ilgimi çeken, Emrullah beyin bu yazıda hem açıkca hem de imâen söyledikleri... Bu ilginçlikleri, daha kolay farkedilsinler diye, kalın harflere dönüştürdüm.

Emre bey, bu yazısına hem bir tür sitem yerleştirmiş sanki; hem de bir tür ifşaat/ihbar: "Bir zamanlar benim de desteklediğim şekilde/istikamette yönlendirme yapıyorlardı; ama, şimdi benim de içinde olduğum gruba yönelik yönlendirmeler yapıyorlar; ayıp ediyorlar" diyor sanki..

Ya da, ben mi öyle anladım?

Emin değilim, tabii ki.

İsterseniz, bir de siz okuyun:

Bu sütunda, demokrat Taraf okurlardan gelebilecek eleştirileri de göze alarak, iki defa Kurtlar Vadisi dizisine destek veren yazı yazdım.

Bu yazılarda diziyi desteklememin nedenini şu şekilde açıklamıştım: Bu ve benzeri diziler, toplumu, sorgulayan bir toplum haline getiriyor. Bu dizilerin de katkısıyla insanlar, siyasi cinayetlerin ve entrikaların "arkasında bir bit yeniği" arıyor. Bu dizler insanların olaylara kuşkucu bir şekilde bakmasına yardımcı oluyor.

Bizim gibi ülkelerde toplumların kuşkuculuğu iyidir. Bu sayede, etnik veya mezhepsel fay hatlarını harekete geçirerek, toplumsal çatışma çıkarmak isteyen Ergenekon tipi yapılanmaların işleri zorlaşıyor.

Ancak, Kurtlar Vadisi dizisine özellikle Star TV'ye geçtikten sonra bir haller oldu. Doğrusu şimdiye kadar bu yorumu yapmamak için kendimi çok tuttum. Erken bir yorum yapmak istemediğimden biraz bekledim.

Dizinin yeni kanalında yayınlanmaya başlamasının ertesinde Şamil Tayyar'ın yazdığı "Kurtlar Vadisi Para" yazısındaki diziye yönelik eleştirilerini de aceleci bulmuştum. Ancak geçen zaman içerisinde Tayyar'ın yanılmadığını gördüm.

Dizinin oturmuş karakteri Davut Tataroğlu'nun "kötü medya patronu" imajını yok etmek için senaryoda her türlü numara çevrilmiş. Tataroğlu iyi bir adam olarak yansıtılmıyor ama medya patronu vurgusu neredeyse yok olmuş durumda. Artık Tataroğlu'nun gazetelerinden söz edilmiyor, onun gazeteleri ekranlarda gösterilmiyor.

Belli ki "dizi ekibi Star TV'ye geçtikten sonra, dizideki kötü medya patronu Tataroğlu'nu temize çıkarmak istiyor" eleştirilerinden de sakınmak için Tataroğlu'nu doğrudan temize çıkarmıyor.

O'nu Gladio'nun adamı olarak gösteriyor ama onun medya patronu olduğuna hiç vurgu yapılmıyor. Öyle ki diziyi Star TV'den itibaren izlemeye başlayan bir seyircinin Tataroğlu'nun medya patronu olduğunu anlaması neredeyse imkânsız. Aksini ispat etmek için yaptıkları açıklamalarda Tayyar'ı topa tutan dizi yapımcılarının argümanları hiç de ikna edici değil.

Buraya kadar olanlar bir nebze kestirilebilir durum. Ancak dizideki asıl sürpriz Taraf'a yapılan saldırı. Dizide Taraf Polat'ın baş düşmanı İskender ile ortak çalışmaya başlayan ve rakibi Tataroğlu'nu bitirmek için İskender'den gelen belgeleri yayımlayan Turan Bey'in gazetesi gibi gösteriliyor. Bunu sağlamak için de Taraf'ın NTV'den özür dilediği "Kayıtlar Yanlış" manşeti seyircinin gözüne sokacak şekilde ekrana yansıtılıyor.

Bu senaryoya göre Turan Bey'in gazetesi Görüş (Taraf) İskender'in ortalığı karıştırıp ülkeyi kan gölüne çevirmek için başlattığı yeni savaşta belge yayımlayarak İskender'e yardım ediyor.

Bir sahnede İskender, Turan Bey'e şöyle diyor: "Türkiye'yi anarşiye boğacağım. Elimdeki belgeleri senin gazeten küçük küçük yayımlamaya başlayacak. Tataroğlu, suikast işine beni karıştırıyor. Sen yarın ‘Vurulmadan önce Başbakan'la en son kim görüştü ve Başbakan'dan ne istedi' diye bir manşet at."

Tabii ki o 'manşet' Taraf'ın 'Kayıtlar Yanlış' manşetiyle çıktığı günkü gazeteye yerleştirilmiş.

Böylece bir yandan Tataroğlu aslında İskender ve Turan Bey tarafından kötülenen medya patronu imajı veriliyor (Şamil Tayyar'ın dediği gibi dizinin Star TV'ye geçmesinden sonra asli görevi bu olsa gerek) bir yandan da Taraf'a mide boşluğundan bir yumruk sallanıyor.

En azından son bölümde iyice ortaya çıkan manzara şu: Kurtlar Vadisi ekibi Taraf'ın çeteler, Ergenekon, cunta ve tabii ki derin yapılarla olan mücadelesinden fevkalade rahatsız olmuş.

Taraf gibi bir gazeteyi bile ülkeyi "anarşiye boğmak" isteyen İskender'in hizmetinde bir gazete olarak yansıtmak istiyorlar.

Kurtlar Vadisi için şimdiye kadar destek yazıları yazmış biri olarak, geldikleri noktayı belirtmek zorundayım: misyonlarına, duruşlarına ve seyircilerine kalleşlik.

Hem de, yapımcıların muhafazakâr duruşları ve geniş muhafazakâr izleyici kitlesine rağmen yeni misyonları bu memlekette demokrasiyi savunan Taraf'ı arkadan vurmak olsa gerek.

Taraf'ı hem de seyircinin gözünün içine sokarcasına çetenin gazetesi gibi lanse etmek bir tesadüf eseri olamayacağına göre dizi yapımcılarına bir haller olmuş olmalı.

Kime ve neye hizmet ettiklerini çok anlamış değilim ama Taraf'a saldırmak için mahcup ve sinsi bir yöntem kullanmak en azından dizinin kişiliği ve duruşuna uymuyor.

Taraf'ı çok destekleyen ve aynı zamanda Kurtlar Vadisi dizisini de izleyen muhafazakâr izleyiciyi kaçırmamak için, sinsi bir yöntem benimsemişler.

Ama benim anlamadığım dizi ekibini, kendi değerlerine ters düşerek ve geniş izleyici kitlesini kaybetme riskini bile göze alarak, böylesi bir saldırı yapmaya yönlendiren dürtü ne?

Bu noktada Şamil Tayyar'ın 'para' argümanına katılmıyorum. Başka bir itkisel durum olmalı...

Bu memleketin kayıtsız ve koşulsuz çetelerle savaşan belki de tek gazetesini, bu memlekette barış isteyen en önemli gazeteyi, Taraf'ı, anarşi planlarına yardım eden gazete gibi göstermek için hin yöntemler kullanmak nasıl açıklanabilir?

Bu haliyle Kurtlar Vadisi Pusu, Genetiği Değiştirilmiş Organizma gibi...
İlginç.. değil mi?

Hem.. bir dizi için 'Genetiği Değiştirilmiş Organizma' benzetmesi biraz abes değil midir?

Bütün diziler, belgesel olanlar hariç, sanal ve yapay değil midir?

Bu dizinin başka ticari amaçlı dizilerden farkı ne olabilir ki; Emre bey, "misyonlarına, duruşlarına ve seyircilerine kalleşlik" ettiğini düşünüyor..

'Kalleşlik' gibi ağır sayılabilecek bir kelimeyi bu kadar rahat kullanabiliyorsa, Emre beyin bir bildiği olduğunu varsaymak çok da zor olmasa gerek..

Peki de, 'Kurtlar Vadisi'nin "misyonları" neydi?

"Keşke, Emre bey, bunları da yazsaydı" demeden edemiyorum..

Kısa piyes: Tek sahne.

İki kişi.
Biri erkek, biri dişi.
Yüzleri birbirine dönük.
Aralarında şu konuşma geçer:

-- Seni seviyorum.
-- Seni tanıyorum.

ৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄ

Two persons.
A male and a female.
Facing one another.
This is the conversation:

-- I love you.
-- I know you.

İsrail laiktir laik kalacak!..

Şu "van minıt" vakasından beri İsrail medyasını (İnternet gazetelerini) biraz daha yakından takip etmeğe karar vermiştim.

Hamdolsun ;) o günden beri, İsrail-Türkiye arasındaki muhabbet bir zenginleşti.. bir zenginleşti ki, sormayın gitsin..

İsrail'in askeri tatbikata katılmalarını reddetti bizimkiler.. ardından da, diplomasi dilinin sınırlarını zorlayan karşılıklı atışmalara şahit olduk.

Bütün bunlar cereyan ederken, İsrail gazetelerinde ve gazetelere gelen yorumlarda aşağı yukarı hep aynı tür analizlere şahit oldum.

Bu noktada, gözlemlerimin arasında ilginç bulduğum ilk nokta şu: İsrail ahalisi, Türkiye'yi iki ayrı dünya olarak görmek istiyor.

Türk Silahlı Kuvvetleri sözkonusu olduğunda, Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu laik Cumhuriyetin sahibi olduğu vurgulanıyor.. Mustafa Kemal Atatürk'ü ve laikliği özellikle öne çıkardıklarını söylemek istiyorum.

Buna karşılık, Hükümet sözkonusu olduğunda, 'İslamcı' etiketi ile birlikte anılıyor..

Hal böyle olunca, son krizin analizi de şöyle özetleniyor:

"Türkiye'de Hükümetler atar-tutarlar; ama, önemli olan TSK'dır."

Yani, "Türkiye'de Hükümetler ne derse desin, ordu, İsrail'i korur ve kollar" demeğe getiriyorlar.

Ve, anladığım kadarıyla, özellikle şu 'tatbikat iptali' sonrasında Hükümet'in dediklerini ciddiye almadılar. TSK'nın çıkıp, Hükümet'in ağzının payını vermesini beklediler.

Bu gerçekleşmeyince, işte o zaman, İsrail'de bir tür panik havası başladı..

Nasıl olurdu da, ("Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu laik Cumhuriyetin temel değerlerini temsil eden") TSK, 'İslamcı Hükümet'in İsrail'e haksızlık/saygısızlık yapmasına izin verirdi?..

Olacak şey değildi..

'İslamcı Hükümet'e acaba boyun mu eğmişti TSK?

Telaşlanılmayacak gibi değil tabii..

Bir taraftan "acaba, sahi, biz Gazze'de yanlış bir şeyler mi yaptık?" diyenler olsa da, öte taraftaki kafalar daha da karışık..

Kimileri, 'İslamcı Hükümet'in etkisinden TSK'yı kurtarmak için ne yapılabileceğine kafa yorarken; kimileri de 'şok tedavisi' öneriyorlar: "'Ermeni Soykırımı'nı tanıyalım, Kürtlere arka çıkalım; Türklere hadlerini bildirelim" filan diyorlar..

Bütün bunlar söylenirken, arka planda hep aynı tema var: Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyetin laikliğine ve Ordunun da buna sahip çıkacağına yönelik yoğun beklentileri hissetmemek, okumamak mümkün değil.

Hal böyle olunca, ben de, İsrail ahalisinin Türkiye'nin laikliğini neden bu kadar önemsediğini merak eder oldum.

Acaba Türkiye ile İsrail arasında laiklik açısından ne kadar benzerlik var ki, İsrailliler Türkiye'nin laikliğinin muhafazasını bu kadar önemsiyorlar?

Bunu anlamak için, İsrail'deki siyasi hayata biraz bakınmak ihtiyacı duydum; çeşitli kaynaklara başvurup kısa bir özet çıkardım:

İsrail'in, Türkiye ile benzer şekilde, her yetişkinin oy kullanabildiği bir seçim sistemi ve parlamenter demokrasisi var.

O da bir cumhuriyet.

Meclisinde (Knesset'te) 120 milletvekili var.

Bizde % 10 olan seçim barajı, İsrail'de % 2; bu yüzden de İsrail neredeyse hep koalisyon hükümetleriyle yönetilir olmuş.

Buraya kadarıyla çok benziyoruz.

İlk farklılık, İsrail'in anayasasında ortaya çıkıyor. Henüz kesinleşmiş, resmen kabul edilmiş bir anayasası yok; var olan, ilerde kabul edilmek üzere hazırlanmış bir taslak.

Fakat, mahkemelerde bu taslak kesinmiş gibi işlem görüyor ve boşlukları da içtihatlarla kapatılıyor. Bu bakımdan, kısmen Birleşik Krallık'a benziyor.

Yazılı ve resmi anayasasının olamayışının sebebi ilginç:

İsrail Kurucu Meclisi, 1949'da, anayasa yapmak için yola çıkmış ama becerememiş.

Dindar Yahudiler, Tevrat (Tanakh), Talmud (Museviliğin Medeni Kanunu, şeriatı) ve benzeri dinî metinlerden daha yukarıda bir anayasayı kabul etmemişler. Yani, İsrailin dinci çevreleri işin en  başında ağırlığını koymuş.

Bu sorunu çözmek için, anayasayı bir bütün olarak hazırlamak yerine, kısım kısım (bap'lar/fasiküller halinde) hazırlayıp Meclise getirip oylamak konusunda anlaşmışlar; ama, bu bile, resmi bir anayasanın kabul edilmesi için yeterli olmamış.

Kısacası, ta başından itibaren, İsrail Devleti, dincilerin (Musevilik Şeriatı taraftarlarının) engelini geçememiş.

Şimdi gelelim İsrail'deki siyasi partilere..

Toplam 12 parti varmış.

Knesset'teki temsil sırasına göre, partiler listesi şöyle:

  • Kadima (İleri) partisi. Laikçi, merkez, liberal. Aryel Şaron tarafından kuruldu.
  • Likud (Birlik) partisi. Merkez sağ, Filistin Devleti fikrine temelden karşı. İşgal altındaki bölgelerde Yahudi yerleşimlerinin artmasına taraftar. Anti-Arap.
  • Yisrael Beiteinu (İsrail Vatanımız) partisi. Milliyetçi/Siyonist. 'Ya sev ya terket'çi. Anti-Arap ve anti-Filistin.
  • İşci partisi. Sosyal demokrat ve siyonist.
  • Şas partisi. Haredi Sefarad ve Mizrahilerin partisi. Aşırı dinci ve Musevi Şeriatçısı.
  • Birleşik Torah Museviliği partisi. Haredi. Aşırı dinci ve Musevi Şeriatçısı.
  • Milli Birlik partisi. Dört partinin koalisyonu. Milliyetçi/Siyonist. Militarist. Filistin'le her türlü barışa karşı.
  • Hadaş (Yeni) partisi. Komünist-Sosyalist. Yerleşimlere ve işgallere karşı. Filistin Devletinin kurulmasına taraftar.
  • Birlesik Arap partisi. İsrail'de yaşayan Arapların partisi.
  • Yahudi Vatanı partisi. Milliyetçi, dinci ve siyonist.
  • Yeni Hareket (Meretz) (Canlılık-Birliktelik) partisi. Siyonist. Sosyal demokrat. Çevreci.
  • Balad (Milli Demokratik İttifak) partisi. İsrail'deki Arapların partisi. Arap milliyetçisi.
Bu partilerde de, tıpkı kuruluş sırasında anayasa konusunda gördüğümüz üzere, din/tarikatler ve Siyonizm bariz bir öncelik gösteriyor.

Şimdi, hemen, doğru anlaşılması için 'Siyonizm'i kısaca bir tanımlamak gerekiyor:

Siyonizm, Yahudi halkının Filistin'de 'yeniden' bir vatan sahibi olması için ortaya çıkmış bir politik hareket. Hareketin ortaya çıkışı 1800'lerin sonlarıdır ve kurucusunun da Theodor Herzl olduğu kabul edilir. Filistin'deki bu 'vatan'a Tevrat'taki atıftan yola çıkarak 'İsrail Toprağı' denir. Bugünkü İsrail devletinin kuruluşundan beri en aktif destekçilerinden biridir bu hareket.

Şimdi gelelim 'Haredi'nin tarifine..

Museviliğin en 'aşırı dinci' şeklidir. 'Haredi' kelimesi 'Allahtan, tir tir titreyerek, korkan' anlamına gelir. 'Allahtan ödü patlayan' da diyebiliriz. Modern şeylerin çoğuna karşıdırlar. Televizyon, telefon, elektrikli aletler vb şeyler ancak şeriata uydurulduğu kadarıyla kabul görür. Kadınlar kamusal alanda parklarda banklara bile oturamaz. Kamusal ulaşım araçlarına da ancak en arkada ve uygun şekilde tesettür içinde olmak şartıyla binebilirler.

İsrail Devletinin varlığını kabul etmezler. Allahın emirlerine aykırı olduğu kanaatindedirler; çünkü, inançlarına göre, Musevilere bir devlet ancak ve ancak Mesih tarafından kurulabilir; henüz Mesih gelmemiş olduğundan, İsrail Devleti Allahın emirlerine isyan anlamına gelir.

İsrail Devletinin Allahın emrine aykırı olduğunu iddia ettikleri için, Harediliğin daha da katı yorumlandığı tarikatlerde, İsrail devletine asker verilmez, vergi verilmez, nüfus kağıdı reddedilir, mahkemeleri yok sayılır. Kısacası, devletin hiç bir veçhesini kabul etmezler...

Bazan birbiri ile catışan, bazan da çakışan yorumlar yapan hahamların başını çektiği tarikatlerin oluşturduğu bir mezhepten bahsediyoruz.

İşin ilginç tarafı, Haredilik, İsrail'de giderek yaygınlaşmakta. Şu anda, toplam nüfus içinde % 10 civarında oldukları tahmin edilmektedir.

Şimdi... dönelim konunun Türkiye ve TSK ayağına..

Sizin şöyle bir şeyi aklınız, hafsalanız alabiliyor mu?

Din, mezhep ya da tarikat emrediyor diye, Devleti kafir kabul eden, askere gitmeyen, vergi vermeyen, nüfus kağıdını, mahkemeleri ve mahkeme kararlarını reddeden birileri Türkiye'de olabilir mi?

Bırakın öyle İsrail gibi % 10'ları, binde bir veya milyonda bir bile olabilir mi?

Olamaz.

Neden olamaz?

Çünkü, bu devlet hem 'devlet gelenekleri' olan bir devlettir; hem de laik bir devlettir.

Türkiye bu ise, peki, o zaman İsrail ne oluyor?

Harediler bir yana; ordusunda, kadın sesiyle anons yapılmasını dahi reddeden subaylarının varlığına bakarsak, İsrail'in laiklikle bir alakasının olmadığını kolayca söyleyebiliriz.

E.. Bu durumda, İsrail'in Türkiye'nin laikliği konusundaki bunca titizliğini, Türk ordusunun da bunun sarsılmaz koruyucusu olması yönündeki bu ısrarını nasıl yorumlayacağız?

..lenecek ...

Halkedilişten beri
Beden denen çemberi
Reddinin isyan feri
Sönünce ünlenecek

Hayat hatt-ı zatında
Şüpheydi firkatında
Ruhu Allah katında
Dinince dinlenecek

Müzmin Anonim

Başörtülü Darwinci

Şaka şaka.. başlığı sırf provokatif olsun diye öyle seçtim. Kazın ayağı öyle değil.

Aşağıdaki yazı Emine Karahocagil Arslaner imzası ve 'Evrim, Darwin vesaire...' başlığıyla Haber10 isimli sitede 07 Eylül 2009 tarihinde yayınlanmış. [Yazının başındaki bir iki paragrafı, konuyla doğrudan alakalı olmadığını düşündüğüm için kırptım. Bir iki yazım yanlışını düzelttim ve yazının biçemini okunabilirlik açısından azıcık değiştirdim.]

Yazarın bir iki yazısını daha okumuştum; ve, bunlardan en az bir tanesini okuduğum zaman "buyrun işte bir tane daha; haybeye militanlıktan başka bir şeye yaramayan, sivri diliyle çözmeğe kalkıştığndan daha fazla problem yaratmağa namzet birisi daha" dediğimi itiraf etmeliyim. Her ne kadar o yazı hakkında hala daha öyle düşünüyorsam da, aşağıdaki yazısı farklı.

Uzun zamandır, hele de 'inanan' genç nesilden, Darwin hakkında bu denli dürüst ve soğukkanlı değerlendirme okumuş değilim.

Hani, "niye bunu ben yazmadım" diyerek gıpta bile ettim diyebilirim.

Yazı bu:

Diyebiliriz ki, bütün bir insanlık tarihinde, bu kadar az tanındığı halde; bu kadar taşa tutulan, hırpalanan, yanlış anlaşılan, yanlış yorumlanan ve nefret toplayan başka bir isim yok...

Durum o kadar vahim ki, Darwin lanet bir adam olarak yaşamış ve ölmüş olsa dahi; aleyhinde yapılan bütün bu haksız propagandalar, yerli yersiz suçlamalar, yanlış bilgiye dayalı yargılamalar yüzünden, bütün günahlarından sıyrılıp ilahi mahkemede rahatlıkla beraat edebilir.

Darwin hakkında çok tekrar edildiği için çok doğru olduğu sanılan galat-ı meşhurları teker teker sıraladım ve karşıma şu tablo çıktı;

Darwin evrim teorisini ileri süren isimdir.

Yanlış...

Darwin sadece evrim teorisinin duyulmasını sağlayan isimdir.

Darwin'in bazı çağdaşları --Darwin'den bağımsız olarak-- evrim teorisini dile getiren makaleler kaleme almışlardır.

Alfred Russel Wallace, Darwin'den çok önce, dogal seleksiyonla ilgili bir makale yazmıştır.

Darwin'in ve evrimi anlatan diğer Avrupalı bilim adamlarının, kendilerinden çok önce yaşayan; Ibn Haldun, El Biruni gibi Islam alimlerinin metinlerinden etkilenmiş olmaları da kuvvetle muhtemeldir.

Darwin, Galapagos adalarında yaşayan Ispinoz kuşlarının gagaları ve gıda kaynakları arasındaki uygunluğa bakarak, doğal seleksiyon yoluyla değiştiklerini ve evrim geçirdiklerini düşündü.

Yanlış...

'Darwin kuşları' olarak da bilinen bu kuş türü, Darwin'in 'HMS Beagle' gemisiyle yaptığı ve beş yıl süren araştırmasında topladığı 32 adet kuş türünden yalnızca biridir.

Darwin'in getirdiği örnekleri araştıran Londralı Ornitolog John Gould, Darwin'in başka türlere ait olduğunu düşündüğü kuşlardan 12 tanesinin birbirine çok benzeyen yeni bir ispinoz türü olduğunu açıkladı.

Darwin sadece Galapogos adalarından değil, beş yıl boyunca dolaştığı bütün adalardan çeşitli kuş türü örnekleri toplamıştır.

Darwin, ilkelden başlayıp daha iyiye, daha medeniye doğru bir gelişmenin olduğunu iddia eder.

Yanlış...

Bilim, bulgulardan hareket ederek ulaştığı sonuçları ortaya koyar, yorum yapmaz. Evrim teorisinde de böyle bir yoruma rastlanmaz.

Doğa bilimleri, eldeki delillere dayanarak insanoğlunun ve diğer tüm mahlukatın geçirdiği biyolojik merhaleleri anlatır ve bir teori ortaya koyarlar; 'Evrim Teorisi'.

Kâinatın bundan sonra nasıl bir yol takip edeceği (Islamî ifadeyle söylemek gerekirse: 'Sünnetullah'ın nasıl işleyeceği) konusunda yorum yapmazlar.

Darwin, "insan maymundan geldi" dedi.

Iki kere yanlış...

Darwin; insanın insandan, şempanzenin de şempanzeden geldiğini söyler.

Darwin, milyonlarca yıl önce yaşayan insanların şekil ve şemal olarak bizden biraz daha farklı olduklarını anlatmaya çalışan adamdır.

Darwin'i goril şeklinde karikatürize eden Ingiliz gazetelerinin attığı iftira çamurunun yıllardır temizleneMEmesinde ise --hiç kuşkusuz-- kilisenin büyük katkısı vardır.

Darwin güçlüden yanadır.

Yanlış, yanlış, yanlış...

'Survival of the fittest', yani 'güçlü olan kazanır' sloganı Darwin'e değil, Darwinizm'in öncülerinden Herbert Spencer'e aittir ve Darwinle hiçbir alakası yoktur.

Evrim teorisinin çeşitli zorlamalarla 'Ateist' düşüncenin hizmetine verilmesinde ve bu karışımdan ortaya çıkan 'Darwinizm' ideolojisinde Darwin'in bir payı yoktur.

Darwin, yaşadığı ortama en iyi şekilde uyum sağlayan türün yaşamaya devam ettiğini, bunu başaramayanların nesillerinin tükendiğini savunmuştur.

Evrim kendi bulgularıyla çelişen bir sloganı, kavramı veya iddiayı savunmaz.

Evrime göre örneğin, 'dinazorlar' çok güçlü hayvanlardır ancak soyları tükenmiştir.

Not: Bu noktada kısa bir açıklama/düzeltme girmek eklemek isterim. 'Survival of the fittest' sözünün daha doğru yapılmış tercümesi 'atik olan hayatta kalır' olmalı; fakat bunun kabahatini bunu Türkçeye ilk çevirenlerde aramak gerekiyor.

Bu liste daha da uzatılabilir...

Bu yazılanlardan dolayı yazı sahibini Darwinci veya evrimci ilan edebilirsiniz ancak, Darwinist veya Ateist ilan edecekleri –-izninizle-- şimdiden Allah'a havale etmek istiyorum.

Az veya yanlış bilgi, taştan heykellerin dikilmesi için zihinlerde müsait ve münbit bir zemin hazırlar. Beynindeki taştan heykellerin darmadağın edildiğini gören insan için yegane savunma taktiği saldırmaktır...

Saldırgan uslup sahiplerinin acılarını anlıyorum ancak burada belirtmeden geçemeyeceğim çok mühim bir nokta daha var:

Özellikle benim yurdumda evrim teorisinin çok az bilindiğini müşahede ediyorum.

Evrimle ve Darwinle ilgili araştırmalarımda genellikle Almanca kaynaklardan istifade ettiğim için yazılarımda referans gösteremedim.

2009 yılının Darwin yılı ilan edilmesi de, ilgi duyan herkesin Evrim teorisi ve Darwinle ilgili daha fazla bilgi kaynağına, çok daha uygun fiyatlarla ulaşmasını sağladı.

Türkiye'de ise öteden beri, evrimle ilgili objektif ve bilimsel kaynaklar, Adnan Oktar ve avanesinin güçlü gayretleriyle sansüre uğramakta, hatta hiç basılamamakta, dolayısı ile piyasada bulunamamaktadırlar.

Gelecek nesillerin tarafsız ve bağımsız bir vicdana sahip hakikat yolcuları olmalarını istiyorsak, onların sınır tanımayan tecessüslerine kelepçe vurmaktan, yollarına çıkan işaretlerin istikametlerini değiştirmekten vazgeçmeliyiz...

Lütfen bu toprakların altını kazımaya ve geleceğimizi, dinimizi kullanarak çalmaya çalışanlara artık fırsat vermeyelim.
Dedim ya.. bu yazı, Darwin/Darwinism hakkında benim okuduğum en derli toplu Türkçe metinlerden birisi...

Şimdi..

Yazarın kim olduğunu da merak ettim; ama çok fazla bilgi edinebildiğimi söyleyemem. Diğer yazılarından anladığım kadarıyla, başörtülü olduğundan dolayı Türkiye'de üniversiteye kaydolması engellenmiş, bunun üzerine (zannedersem) Almanya'da üniversitede okumuş. Ne okuduğunu bilmiyorum.

Öteki yazılarından anladığım kadarıyla, başörtüsü meselesini kişisel olduğu kadar kitlesel eylem açısından da destekliyor. Bunu da anlayışla karşılıyorum: Ben de olsam, hakkım olduğunu düşündüğüm bir şeyin elimden alınmasına tepki koyardım; ve bu da --ne olduğuna bağlı olarak-- gereğinde bir ömür sürerdi.

Fakat, belki garip gelecek; ama, Emine hanımın affına sığınarak, başörtüsü yüzünden onu Türkiye'de üniversiteye kabul etmeyenlere müteşekkir olduğumu söylemek isterim...

Sebebi çok basit: Eğer Emine hanım Türkiye'de okumuş olsaydı, Darwin veya Darwinizm hakkında bu tür tarafsız bilgiye ulaşamazdı --hele de İslamî camia içinden hiç..

Dolayısı ile, ben de 'her şerde bir hayır vardır' diyebiliyorum.

Fakat, bu kadarla kalmıyor..

Bir de, Emine hanımın yazdıklarına gelen yorumlara bakmak lazım.

İçlerinde, Emine hanımın yazdıklarını takdir eden yok değil; ama ezici çoğunluğu --açıkça değilse bile, zımnen-- Emine hanımı tekfir ediyor ('dinden çıkmış', 'kafir olmuş' sayıyor). Ya da, en azından, yazdıklarının Ateistlere (ya da, diğer 'öteki'lere, Yahudilere filan) hizmet ettiğini düşünuyor..

Başka bir deyişle, bu yorumları okuduğum zaman, neden "beni Müslümanlar dinden çıkardı" dediğime cevaplar da buluyorum.

Emine hanımın da akibetini farklı görmüyorum desem acaba çok mu abartmış sayılırım.. bilemem.

Neyse.

Şimdi yorumlar..

{Elimden geldiğince yazım hatalarını düzeltmeğe çalıştım. Yazan kişilerin isimlerini ve yazış vakitlerini kaldırdım. En son yazılan yorum en üsttedir.}
  • Allah VAR: Zamanımız ahir zaman ve bu zamanda fitnelerin çoğaldığına şahit oluyoruz. Darwin de bu fitnelerden bir tanesidir. Allah yoktan, örneksizce varedendir. Darwin'i de örneksiz ve yoktan vareden Allahtır. Buna karşı Allahın bizden istediği tek şey Zatının yüceliğini kabul edip gereği gibi kulluk etmektir.


  • Ahir zamandayız ve Mehdi'nin ortaya çıkışı yakın. O yüzden inançlılarla inançsızların fikir tartışmalarının çoğalması şaşılacak bir şey değil. Ayrıca en üst düzeyde insanlık tarihini yönlendiren masonların masum olduğuna inanmak ve günahlarının affedileceğini söylemek dinimize uygun değildir. Darwin teorisini masumane bir şekilde ortaya atmadı. Üstad masonlardan aldığı emirlerle ve yöntemlerle ortaya attı.


  • Dünyada bilimadamlarının ürettiği en sağlma madde ne? İnsanların bulduğu en sağlam madde kevlar, bugün kurşun geçirmez yeleklerde kullanılıyor. Ama bundan çok çok daha sağlam bir madde var: örümcek ipeği. Bunun formülü daha keşfedilemedi. Örümcek bunu milyarlarca yıldır yapıyor. Sonra en büyük haznesi olan geometrik şekil ne? Altıgen. Ben üniversite mezunuyum ama bunu bir kitapta okuyuncaya kadar bilmiyordum. Ama arı biliyormuş. Balını altıgenlere dolduruyor. Cetvel kullanmadan. Duvarlarını da 13 derece eğimle yapıyor ki bal akmasın. Balın akışkanlığını engellemek için tam gerekli açı. Açıyı da aletsiz hesaplıyor. Sonra neden büyük kuşların kanatlarının uçları hafif kıvrık biliyor musunuz? Bu onların daha az enerjiyle daha uzun mesafe uçmalarını sağlıyor. Bu detayı farkeden mühendisler, aynısını günümüz uçaklarına da modernizasyon olarak eklediler. Arı, örümcek, kuş bunların matematik, kimya, aerodinamik, fizik yani bilmedikleri yok. Yüksek bir medeniyet sergiliyorlar adeta. Hatta bizimle alay eder gibiler. Bize bakın da biraz teknoloji öğrenin der gibiler. Tamam, evrim teorisinin iddiasına göre diyelim ki bunları mütasyon, doğal seleksiyon ve bol tesadüf bu şekil ve şemale getirdi. Tamam. Peki hangi ünivirsitede eğitim gördüler de bu bilim ve teknolojiyi öğrendiler? Mesela Amerika'da bir üniversitede geometri, astronomi, kimya, jeoloji eğitimi alan bir arıya rastlandı mı hiç? Çünkü bu eğitimleri alan bilim adamları daha arının balını yapamıyor.


  • Bir Müslümanın en önemli görevlerinden biri, Allahın yaratmasını delilleriyle ortaya koymak ve Allahın, Kuran ayetlerinde bildirdiği gibi "düşünen insanlardan olmak", doğruları araştırıp ortaya koymaktır. Sizin yazılarınızda bu önemli sorumluluğun aksine görünen bir üslup var. Darwin'in ortaya attığı evrim teorisinin temelinde, maddeye ilahlık verme iddiası vardır. Materyalistlerin, Ateistlerin şuursuz atomlara güç atfetmesidir. Bu şekilde tüm evrendeki kusursuz dengeleri Allahın yarattığı gerçeğini inkar ederler. Darwin'in öne sürdüğü mekanizmalar bilimle çürütülmüştür, fosil kayıtlarında sadece kusursuz canlılar bulunmaktadır. Dolayısıyla, Darwin yalan söylemiştir, bu gerçeği açıkça ortaya koymamız bir Müslüman olarak hepimizin sorumluluğudur.


  • evrim teorisinin mantığı ve felsefesi tabii ki Darwin'den eski. Bir pagan dini aslında. Ne kadar detaylandırırsanız detaylandıralım, temelinde yalaşmın kökeninin raslantısallık, tesadüf olduğunu bulursunuz. Bilim de canlılığın tesadüfen oluşamayacağını ortaya koydu. Müslümanlar bu konuda saf olmamalı.


  • Emine Hanım, Darwin'i sempatik gösterebilmek için çok uğraşmış. Onu adeta masum, zavallı, hep yanlış anlaşılan bir bilim adamıymış gibi göstermeye çalışmış. Ama nafile, evrim teorisi de Darwin de artık bir masal, bir tarih oldu. Yaratılışı ispatlayan 250 milyon tane fosil zaten bu teoriyi kökünden bitirmiş durumda. Hala neyin savunuculuğunu yapıyorsunuz anlamıyorum. Ayrıca Karl Marx, Engels gibi azılı komunist liderler komunizme dayanak olarak tamamen Darwin'i onun evrim kuramını örnek aldılar. Marx'ın bir cümlesi şu şekilde "Darwin'in kitabı çok önemli ve tarihteki sınıf savaşamını doğa bilimi açısında desteklediği için bana çok uygun düşüyor.". Ayrıca Marx, Darwin'e olan sempatisini en büyük eseri Das Kapital'i Darwin'e ithaf ederek de göstermiştir."Charles Darwin'e ateşli bir hayranı olan Karl Marx'tan"


  • Emine Hanım, Allah bizlere Kuran'da yoktan, örneksiz yarattığını söylüyor mu? SÖYLÜYOR. Peki Darwin ne söylüyor? Canlılık Tesadüfen, Rastgele oluştu diyor. Bir Müslüman olarak Allahtan yana olmanız gerekmiyor mu?


  • www.evrimcilerinitiraflari.com sitesinden bu konuya ilgi duyan, merak eden herkesin sözde Evrimin nasıl geçersiz bir iddia olduğunu okumalarını tavsiye ediyorum. Göreceksiniz ki orada dile getirilen, ve hepsi Evrimi savunanlara ait olan çelişkiler teoriyi daha başından çökertmiştir. Adnan Bey www.harunyahya.org'tan hepsine erişebileceğiniz kitaplarında bu konuyu detaylı anlatmıştır. Herşeyi ve herkesi yoktan vareden Yüce Allahtır. Yüce Rabb'imizin Haşa Evrime ihtiyacı yoktur. Gördüğümüz görmediğimiz bütün alemleri yaratan, cennet ve cehennemi yaratan melekleri, cinleri, ahireti, şeytanları yaratan Yüce Allahtır."OL" demesiyle herşey olur.


  • Emine Hanım, Sizin Müslümanlara fayda getirecek, Hakkı hatırlatacak, güzel ahlakı tavsiye edecek. Müslümanların imanını artmasına vesile olacak, iman etmeyenlerin hidayetine vesile olacak konuları işleyip Müslümanların billiğine, sevgisine, bağlılığına, kardeşliğine çalışmanız bu yolda kendinizi vakfetmeniz gerikmiyor mu? Sizce? Ancak ben sizi Allahı inkar eden bir sistemi savunurken Müslümanların gereksiz yanlış bilgilerle yanlış yönlendirirken buluyorum hep yazılarınızda. Müslüman samimiyetle, hep hayrı düşünüp insanları hayra yönelendirmesi ile şeref kazanabilir. Küfrün beğinisini kazanmaya çalışmak, çıkar sebebi ile yaranma mantığında olmak bazı cahil insanlar tarafından şeytanını telkini ile gösterilen bir çabadır. Bunu sizin için söylemiyorum ama, Allahın dinini yaymak ve yaşamak vazifemiz iken Amerikayı yeniden keşfedercesine küfrün mantıkları ile yorumlar yapmak bence Müslümanlara ve bizlere fayda vermez.


  • tesadüfen oluşmuştur deyip Allahın varlığını inkar eden evrim teorisinin savunulacak bir tarafı kalmamıştır artık. Herşey gün gibi açık, eğer Allaha inanıyorsa bir insan bunu savunamaz ama Allah inancı yoksa ona bir şey diyemeyiz. Allahın yaratılışını her yerde gördüğümüz halde hala tesadüfen oluşmuş diye inatlaşmak nereye kadar bir düşünün.


  • Evrim teorisi Darwin'den önce ya da güçlülerin yaşaması onun sözdü değil, yok Galapagos'da ispinozların gagalarından etkilenmiş vs. gibi ifadeler önemli değil, önce sonra farketmez bunlar takılınması gereken konular değil, önemli olan evrim felsefesini anlayabilmek. Evrim felsefesinin temeli her şeyin tesadüfen olması, tesadüfen oluşmuş, tesadüfen gelişmiş, tesadüfen gelişmeye devam ediyor, herşey başıboş. Böyle bir mantıkta o zaman savaşlar, materyalizm, faşizm, açlık, zulüm herşey normal, ahiret, cennet cehennem maçhul (haşa). Oysa bu yanlış. Allah herşeyi bir hikmet ve kader üzerine yaratmıştır. Kuran'da da bu şekilde bildirmektedir. Her olay bir amaç üzerine yaratılmıştır. Bizim sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sanmıştınız? Diye belirtiyor Allah Kuran'da. Eğer evrimle yarattım deseydi Allah biz ona inanırdık. Ama o şekilde yaratmamış. Şu da kesin tabi. Herkes dileğine inanmakta serbesttir. Kuran'da bu konuda bir zorlama yoktur. Ama inanç sahibi bizler en azından insanları yanlış bir şeye yönlendirmemekten sorumluyuz. Sadece doğruyu tebliğ etmekle yükümlüyüz. Karşı taraf inanır veya inanmaz, inandırma, ikna etme ve zorlama asla olmaz. Ama Allaha inanan olarak bizim sorumluluğumuz Kuran'da anlatınlan gerçekleri tebliğ etmek.


  • Emine Hanım açıkça ben Yaratılışa inanmıyorum diyerek dürüst davransın. Olabilir her insan imanlı olacak diyemeyiz. Allah Kuran'da inkarcıların olacağını, müşrikleri yani şirk koşanşarı, münafıkları yani inanmadığı halde inanıyorum diyerek Müslüman taklidi yapanları bize haber vermiş. Kimse de kalkıp niye Yaratılışa inanmıyorsun demez. O da bizim kardeşimizdir. Biz yine doğru yolu ona anlatmaya devam ederiz. Ama Darwinizmi savunuyor olması insanın kendi aklına zekasına bizzat kendisinin hakareti olmuyor mu? 250 milyon canlıya ait fosil bilimsel veriler evrimin çöplük yığını olduğunu ispatlıyor.


  • Emine Hanım yazınızda Türkiye'de Darwin'le ilgili kitapların sansüre uğradığından basılmadığını yazmışsınız. Yanlış, dediğiniz gibi evrimle ilgili fazla kitap basılmaması sansüre uğradığından değil, artık evrime inanılmadığı içindir. Adnan Oktar beyin ellerine sağlık Darwinizmi bitirdi.


  • Darwin evrenin tesadüfen bir Yaratıcı olmaksızın oluştuğu görüşünü ileri sürmüş ve her bir araştırmasını bu tezini destekleyecek sonuçlara bağlamıştır. Bu görüşün savunulacak hiç bir tarafı yoktur, ufacık bir böcek bile Allahın varlığına kanıtken hala bu adamın savunucularının olduğunu bilmek üzücü... Adnan Oktar'ın hemen her belgeselini izledim, kitaplarını okudum zaten orda makul cevaplar verilmiş bu zihniyete. O yüzden de fazla söze ne hacet. Yeter ki havale edileceğimiz makam her şeyi bilen ve gören Yüce Allah makamı olsun...


  • Nazirecim öyle bir iftira atmışsın ki Allahın dinine ve Müslümanlara cevap vermeden edemeyeceğim. Kuran'dan ve Sünnetten 1 tane bilim karşıtı ayet veya hadis gösterebilir misin? Tersine Kuran bilime yol gösterir... Darwin'in doğmalarını bilim olarak kabul etmek zorunda değiliz. Darwin teorisi teori olmaktan bile çıkmıştır. Gelişen bilim Darwin'i yalanlamaktadır. Asıl sen bilime karşısın bu halinle. Avrupalılar dünya dönüyor dediği için bilim adamını yakarken Kuran'da çoktan haber verilmişti dünyanın döndüğü vs.


  • Ugurcum Allah bu sorunun cevabını Kuran'da şöyle verir: "Yarattıklarından hiç biri onu aciz düşüremez."... Ben de sana bir soru sorayım: Bütün bilim adamlarını yanına toplasan, en son teknolojiyi kullansan en basitinden canlı bir sinek yaratabilir misin? Öyle ya tesadüf eseri olabildiğine göre akıllı birilerinin müdahalesiyle hayli hayli olur. Tüm canlı ve cansız varlıkların yaradılışında sonsuz bir ilim, irade ve kuvvet var.


  • Evrim teorisi bu haliyle, imanın parlamasına ve onun anlaşılmasına, şüpheler denizinde sağlam adacıklar oluşmasına sağlamaktadır.. Bu teoriyi bilmeyen bir din adamıda kesinlikle İslamı bilmemekte ve anlamamaktadır. Nasıl İslamı bilmeyen aydınların, din hakkındaki saçmalıklarına güldüğümüz gibi.. Evet biz çocuklarımıza Kuran'ı öğrettiğimiz gibi evrim teorosinide öğreteceğiz. taki varlıkla tesadüf arasındaki ince çizgiyi anlasınlar, yaşamın kaynağının nerden geldiğini farketsinler.. Ünlü bir alim bile tabiatcıları anlatırken kelimelerini öyle nazik kullanır ki.. isyanı işmam ediyor biraz dikkatli kullan.. diye nazikce uyarır.. yoksa siz küfürdesiniz, isyandasınız, dinden çıkmışşsınız lafını hiç kullanmadığı gibi... Müslümanların kafir ilan ettiği ve asrın harikası ve tıbbın babası İbn-i Sina'yı kazanmak için İslam alimlerinin verdiği tüm ölüm fetvalarını iptal eder.. o halis muhlis bir Müslümandı der.. İşte Müslüman ahlakı budur ki kendi ilim adamını kafir ilan eder, yakar.. şimdikiler ise, biz Müslümanlar olarak böyle ilim adamları yetiştirmiştik diye 1000 sene önceki alimleriyle öğünürler.. behey Müslüman sen kendi elinle alimlerini yok ettin.. senin felsefen Bilime geçit vermiyor ki.. içinizde Pascal, Einstein ve Edison mu var da.. bu din çok başarılı oldu diyebiliyorsun.. Evrim düşmalığınla zaten senin dininin bilim düşmalığı o kadar ortada ki.. ayyuka çıkmış durumda.. daha ne yazılabilir ki... her şeyiniz sırıtıyor..


  • her insanın bir düşünme bandı vardır. bu bandın darlığı veya genişliği ve nasıl kullanılacağını kişinin mesleği ve inançları belirler. Bu band her türlü sorgulamanın yapıldığı, hiç bir şey kısıtlamaya tabi olmadan, sebepleriyle tartışıldığı bir bölgedir. Şimdi biz bu bandı, inanç böyle istiyor, inanç kendi kaidelerinin tartışılmasını istemiyor diye, bu bandın şöyle kullanımı isyana girer aman ha buna yanaşmayın diye iptal mi edeceğiz? Bu bandı atıl bırakıp, kendimizimi inkar edeceğiz. Varlık kendi eserlerinin tartışılmasını, keşfedilmesini, taklitlerinin yapılmasını istemiyor felsefesini körü körüne inanıp, İslam coğrafyasında milyonlarca örneği bulunan hiç bir şeye karışmayan, düşünmeyen, sorgulamayan, üretmeyen, tembel, insanlar sınıfına mı dahil olacağız? Varlığın bize verdiği bandın tasarrufu bir insan olarak bana mı aittir yoksa kendini Kuran'ın yerine koyan ve alim yada din büyüğü denilenlerin Allah adına icraatta bulunup, benim kafam hakkında, varlığa köle olun, ona isyan etmeyin hikayelerini mi dinleyeceğiz? Evet Kuran şüpheler okyanusundaki dalgıçlık görevini layıkıyla yapıyor ve hakikate aklı yakınlaştırıyor ve keşşafı kunuzu esmaiye görevini bilhakkın eda ediyor.. Kuran hiç bir zaman şüpheler denizinin yok olmasını istemiyor ki.. Şüpheler içindeki iman anlayışının esas olduğunu tüm ayetleri beyan etmiyor mu? tüm hakaikini şüphe üzerinden isimlendirmiyor mu? Şüphe Kuran'ın da asli kaynağıdır ve onun üzerine imanı inşa eder.. iman denilen şeyde.. şüphenin bir derecesidir.. biri iman der diğeri şüphe olarak adlandırır. Bu yüzden Kuran'a Eşyanın müfessiri, kainatın tılsımı muğlakını açan ve tefsir eden yani hipotezini eşya üzerine koyup kendini anlatan sayfalar yani Bilimin ta kendisidir diyoruz. Evrim teorisinin şüpheler denizinde varlığın olmadığını ve kendi kendine oluştuğunu iddiasında bulunuyor olması, insanoğluna ve özelde Müslümana beyin bandının serbestce her şeyin tartışıldığı olanağını öyle genişce sağlar ki.. ne bu isyandır ve ne de Ateistliktir..


  • Emine hanim ben de sizin burada artik yazmayacaginizi dusunmus ve uzulmustum. Sizi burada gormek yeniden sevindirdi beni.. Evrim tartismalarina bu yazinizda usul acisindan cok onemli olan bir tesbitle devam etmeniz isabetli olmus. zira insanoglunun buyuk zaaflarindandir bildigini sandigi seyleri sonuna kadar savunmak. Imam-i Azamlara cok ihtiyac var bugun bilgeligiyle ogrenilmislerin deryadan bir damla bile olamiyacagini haykiracak kisiler olamli. Oluyor ve olacak da... InsAllah sizler de bu sevgi ve hikmet pinarindan esintiler sunmaya devam edersiniz. zevkle okuyoruz.. ben de bir arkadasimin sozunu hatirladim yazinizda. 'cehalet oyle zor ki; tahsil istiyor'. insan bilmedigini bilmek icin de cok bilmesi ogrenmesi lazim. Bildiklerini yeterli gorenler bilemediklerini gereksiz ya da yanlis gorme ihtimalini bir gozardi etmeselerdi...


  • Evrimci ve kendisini müslim olarak tanımlayanlara son olarak diyorum ki! Kavramlara keyfinize göre anlam yükleyip savunma yapıyorsunuz. Batı dünyasında kabul gören evrim kavramı, salt bir değişimden ibaret değildir. Teorinin hedefi ise maddi varlığın orjinine ilişkin tutarlı bir açıklama getirmektir. Özetle; varlığın oluşumunda/değişiminde aşkın güç (akleden-tasarlayan-izleyen-değiştiren-yöneten-yokeden) bir yaratanın olmaksızın oluştuğunu kanıtlama hezeyanlarıdır. Seküler hayat görüşünün temel dayanağı olarak kullanılan bir dünya görüşüdür. Konunun aşamalılıkla bir ilgisi yoktur. Yine tartışmayı Harun Yahya ve cemaati ile eksenlemek sapla samanı birbirine karıştırmaktır. Bu konu Harun Yahyan'ın esamesi yok iken de vardı ve tartışılmaktaydı. Uğur isimli yorumcunun sorusu değil ama sorunu ciddidir.


  • Emine hanım ve sayın yorumcular. Sizler elinizdeki cep telefonlarının tesadüfen oluştuğuna inanabiliyor musunuz? Allak Kuran'da biz Adem'i yarattık derken inanan insanlara ne oluyor. Allah yalan mı söylüyor ya da sizler mi inanmıyorsunuz? Bir Adnan Hoca'dır tutturmuş gidiyorsunuz. Yanlış bir adam yüzünden inancımızdan vaz geçip evet Yahudi olan bir adamın haince planlarını yutalım mı. Bana ne Adnan Hoca'dan. Bana ne Darwin'den kardeşim. Allahın yaratması varken evrim de ne oluyor. Uydurmuşlar bir kuram. Bunlar zaten varsayım neyi tartışıyor kocaman kocaman adamlar anlamıyorum. Canlı kendi varolmuş. Bu Allahı bizzat inkardır. Allah dilediği gibi yaratır. Şaşkınlarda kendiliğinden oluverdi derler. Hani Kuran'da ölülerin kemiklerini getirip de bunları mı diriltecek? Allah deyince inen Kuran ayetini hatırlayın. Sizi yoktan!!! var eden Allah bunlara mı can veremeyecek? Bu iş küfrün İslamı inanışı bozma gayretidir. Ve Adnan Hoca da masum kişi değildir. Onun yanlışlarından yola çıkıp İslamı inanışı kendinizce sulandırmayın.


  • Adam uzun yıllar arastırma yaptı ve bu arastırma sonucunda ortaya bir teori attı ve siz kalkmıs adamın teroisini hiçbir akla matnıga sıgınmadan hiçbir bilimsel dayanak göstermeden insafsızca elestırıyorsunuz. Soruyorum, size Yaratıcının Yaratıcı gucune ınanıyorsanız tabii sorum su olacak Allah kendınden üstün birini yaratabılır mi?


  • Biyoloji bilimi genetik bilimi evrim kuramını temel doğru kabul ederek işe başlar. Genetiğin olmazsa olmazıdır yani. Hala Darwin düşmanlığı.. Adamın tek suçu bilim adamı olması.


  • Emine kardeşi yürekliliğinden ötürü kutluyorum. Evrimin din karşıtlığı sayılmaya başladığı bir ülkede böyle güzel bir makaleyi bizlerle paylaşmış. Allah ondan ve onun gibi yürekli müminlerden razı olsun.


  • Bence evrim teorisi diye bir şey yok. Bunu icat eden Darwin uydurmuş. Nereden anladınız derseniz. Hepsi el çizimi resimler. Fotoğraf göstersin. Gösteremez. Evrim teorisini ıspetlayacak fotoğraf yok.


  • Anlamayan ve anlamak istemeyenlere bir daha açıklayalım. Biz evrim derken ademoğlullarının evriminden değil ondan daha öncede yaşayan ve Kuran da insan suresinde de değinilen insan veya insanımsı varlıklardan bahsediyruz. Hatta yüce Allah insanı halife yapacağım dediğinde melekler kan dökücü bozguncu vahşi bir yaratığı mı halife yapacaksın demişlerdir. Demek ki ademoğulularından önce de insan türleri yaşamaktaydı işte Darwinin dediği bu türler içindir. Hz Ademe isimler öğretilmiş ve bir sıçrama yaşanmıştır. Şimdi su oksijen hidrojenden oluşur ama adı artık sudur. Fiziksel olarak nereden türendiğinin ne önemi var ki. Önemli olan türe ayırt edici özlelliğini kazandıran özelliklerdir. Yoksa Allah dışından bütün canlılar harekete değişime ve evrime tabidir. Ancak Allah müstesnadır o bu sürecin hakimi ve yöneticisi enerjisidir. Evren bir toz zerresinden yaratıldı denildiği zaman yok canım hep öyleydi bi andan oldu mu diyeceğiz. Allah katında bütün zamanlar aynı andadır. Ama biz varlıklar için bu değişimler bir süreç içinde cereyan eder ya da biz onu bir süreç ve zaman olarak anlarız olay bu kadar basittir. Ama Hz isa Allahın haşa oğludur tanrının kendisidir derseniz bunu kabul edemezsiniz işte Hiristiyanların evrimle ve bilimle derdi burdan başlar biz Müslümanların böle bir derdi yoktur. Biz materyalistler veya bir kısım evrimci gibi rastlantı ve tesadüf demiyoruz. Evrim Allahın yasası ve mucizesidir ve onun kontrolundedir diyoruz... Kuran da öyle diyor zaten. Doğrusunu Allah bilir...


  • Evet kendisinde hiç bir noksanlık bulunmayan, sonsuz kudret sahibi Allah, ol deyip yaratabileceği gibi aşama aşama da yaratabilir ve yaratıyor da. Kainatın yaratılışına bakın milyarlarca yıl süren bir aşamada yaratılmamış mı? Toprağa atılan buğday tohumunun buğday oluşuna bakın aşama aşama yaratılmıyor mu? Bazıları aşama aşama yaratmayı Allahın noksanlığı gibi algılıyor. Yanlış. Sonra zaman yaratılmışlar için vardır, Allah için zaman yoktur. Allahın 4-5 milyar yıl önce ol demesi ile bu gün arasında onun için bir fark yoktur. Bu zaman bizim içindir.


  • Evrim teorisi bilinmiyor, tıpkı Kuran'ın bilinmemesi gibi. Everim teorisinde rastlantı diye birşey yoktur. Buradan başlayın. Günümüz kaynaklarından istiyorsanız Richard Dawkins okuyun. Kör saatçi tükendi veya tükenmek üzere. Diğer kitaplarınıda elbette.


  • Muhterem hanımefendi; öncelikle ortadoksi İslamın kırmızı çizgisini geçtiniz, tabiki "recm"edilmeniz kaçınılmaz. Buna hazırlıklı olunuz, Sizden önce; muhterem Peren hanım efendi, 'Darwin ve siyonizim abartılıyor mu?' adlı iki güzel yazı yazdı, aynı taklidi grup onada saldırdı, Harun Yahya müstear isimli bir zatın kerameti kendinden menkul, Kuran'dışı akıl tutulması ile izah edilecek, sohbetlerine, "Ahir zaman" hiçbir akademik kuruluşun, cevap vermemesi komplo terorileri karşısında yeri göğü inleten aktivistlerin, resmi ideolojinin kudretli bürokratlarının, bu kadar müsahamahakar olması, herhalde elden giden dinin tek koruyucusu, Harun Yahya olduğu gerçeğinde olmasa gerek, evet Darwin ile alakalı en son sohbetin, Prof Saim Yeprem hocamın, Darwin'in neyi söylediği ile Darwin'in neyi söylemediğini anlattığı akademik sohbet sizi ve Peren hanımı teyid etmekte ancak ne gam sanki Darwin'in bir tek kendine ait yazılı eserini okuyarak, "Hayır yalan söylüyorsunuz bakın şu sahifede bu adam tanrıyı tanımıyor, ve insanın maymundan geldiğini yazıyor" demeleri gereken bu taklidi guruh, sanki Darwin olmazsa biz ne yaparız, savaşacak ve imanımızı tazeliyecek başka materyalimiz yok dercesine size hakaret edecekler. Onlarca İslam aliminin bu konudaki görüşlerini devre dışı bırakarak, şu yorumların indirgemeci bakış açısını görünce, atalarından gelen herşeyi "bilgi" olarak anbarına atan Kuran'ın tel'in ettiği guruha ne kadar benzediğimiz dahada belirginleşiyor. "Yahu gerçekten biz Darwin'i Harun Yahya türü 10nc sınıf aktarımcılardan öğrendik işin gerçeği ya böyle değilse" diyebilecek bir toplum inşası şuan için mümkün değil, kendinizi yormayın, selam ve hürmetler...


  • Darwin hiç değilse şantajcı bi cemaat kurmamıştır. Bu yönden bile gene iyi bizimkilerden.


  • Melekler ve cinlerin evrimini nasil acikliyorsunuz?


  • 1. TENKİT - "Doğa bilimleri, eldeki delillere dayanarak insanoğlunun ve diğer tüm mahlukatın geçirdiği biyolojik merhaleleri anlatır ve bir teori ortaya koyarlar; evrim teorisi." Doğa Bilimlerinden olan Paleontolojinin kayıtlarına göre insanoğlunun ve diğer mahlukatların biyolojik olarak merhalelerden geçmediği (evrim geçirmediği), on milyonlarca fosil kaydı tarafından ortaya konulmuştur. Bugün var olan türlerin milyonlarca yıl öncesinde de aynen (bugünkü halleriyle) var oldukları, sayısız fosil tarafından ortaya konulmuştur. TENKİT 2 - "Darwin, yaşadığı ortama en iyi şekilde uyum sağlayan türün yaşamaya devam ettiğini, bunu başaramayanların nesillerinin tükendiğini savunmuştur." Darwin'in söylediği bu olgu, zaten bilinen bir gerçektir. Önemli olan ise bu olgunun neticesinde kesinlikle "yeni (ve daha gelişmiş) bir türün" oluşmadığıdır. TENKİT 3 - "Adnan Oktar ve avanesinin..." Bir kişiye hakaret etmenin bu kadar ucuz bir yolu olmamalı, anılan kişiye bir yanıt verilmek ya da bu kişi tenkit edilmek isteniyorsa bu iş, ölçülü ve kanıtlarına dayandırılarak yapılmalıdır. Bu yorum yayınlansa da yayınlanmasa da tüm okurları ve yazarımızı tekrar düşünmeye davet ediyor saygılarımı sunuyorum.


  • Emine hanım, buradaki yorumlara bakarsanız evrim teorisini benimseyenler sizi alkışlıyor. Bakın yanlış anlaşılıyorsunuz. Darwini bu kadar savunuyorsunuz. Darwin bir Yahudidir. Onu neden bu kadar savunuyorsunuz Yahudiler çok mu masum? İlahi adalette temize neden çıksın?.. Siz hiç Ateist gençlerin evrim teorisine sarılarak Allahı inkar ettiğine şahid oldunuz mu? Ben çok şahit oldum. Sizin buradaki söylediklerinizin Ateist evrimcilikle ilgisi olmadığını ben anlıyorum ama bakın onlar anlamıyor. Onları küfür ve inkar bataklığına sürüklüyorsunuz. Darwini savunacağım derken onun teorisini sizin söylediğiniz anlamda anlamayanlara, Ateist görüşe çanak tutmuş oluyorsunuz. Adnan Hoca'nın mücadele ettiği Darwinizm Ateist Darwinizmdir. Darwin ateizmle özdeşleşmiştir. Onu temize çıkarmaya çalıştıkça ateizmi de temize çıkarıyorsunuz..


  • Aynen katılıyorum, Darwin yıllarını vermiş doğru veya yanlış bir teori ortaya atmış, bu konuda çok emek harcamış; Adnan Hoca ve ekibi bir anda doğru olup olmadığı belli olmayan bilgilerle kendilerince bu teoriyi çürüteceklerini sanıyorlar, üstelik adamın ne dediğine bakmadan, hiç bir bilimsel değeri de yok bana göre, eğer hakkatten bu teoriyi çürütmek istiyorlarsa, karşı bir teori ortaya atarsın ve bilim camiasında da itibar görür o zaman işini hakketten yapmış olurlar, da bunu yapabileceklerini sanmıyorum


  • Kuran nasıl evrimle bağdaşır? Akıl var mantık var. Evrim herşey tesadüfen olmuştur diyor, İslam ise herşeyi belirli bir düzen içinde Allah yaratmıştır diyor. Kaldı ki herşeyi Allah yaratmıştır demek bilimsellikten çıkmak demek değildir ki.. Biz herşeyin Allah tarafından yaratıldığını nasıl anlıyoruz? Tabiki yine bilime bakarak. O yüzden, İslamı evrimle bağdaştırmaya çalışmak oldukça mantıksızdır.


  • Aynen katılıyor ve tebrik ediyorum. Adnan Oktar ve ekibi hem çok cahil hem de çok saldırgan. Hiristiyanlar arası bir tartışmayı Müslümanlar arasına taşıyarak misyonerlere çalışıyolar sanki. Zaten İslam anlayışlarıda Hiristiyanlıktan çok etkilenmiş gibi mehdi gelecek mesih gelecek bütün dinler tek din olacak vs. Şaibeli paraları da cabası. Vahyin karşısında bu kadar dert varken kendine rakip olarak sosyalistleri evrimcileri vs alan bu zihniyetin parayla lüksle saltanatla arasının bu kadar iyi olmasıda ilginç. İslamı yaymak anlamında hayırlı hizmetleride var tabii ki filmlerle kitaplarla vs ama bu evrim Darwin vs tam bir kabus. Mevlana yüzyıllarca yıl önce madenden bitkiye bitkiden hayvana, hayvandan insana insandan muhammedi ruha doğru bir tekamülden söz eder o da mı evrimci materyalist yani. Evrim Allahın mucizesi ve yasasıdır. Her canlıyı sudan yarattık ayetinde onlarca ayette canlıların bir tekamül ve süreçle yaratıldığı anlatılır. Amam adanan oktar bunu kabul ederse Hiristiyanlarla yaptığı kutsal ittifak bozulcak tabii...


  • Emine hanim evrim oldugunu kabul ediyor yazilarindan anladigimiz kadariyla. Hatta yaratilis fikrini savunanlara karsi Dawkins'in Allahin hasa varligini curutmek icin cabaladigi videoyu da okurlarina gondermeye cekinmiyor. Peki kendisine soruyorum, 1- Husn-u zan kufre mi olur mumine mi? 2- Melekler ve cinlerin evrimi hakkinda bilgi verebilir mi?


  • Evrim teorisini bilmeyenler ve onu anlamayanlar asıl bu dine en büyük darbeyi vurmaktadırlar. Evrim prangaları çözmektir, muhkem zincirleri kırıp atmaktır. Hurafeyi yırtıp hakikata perdesiz yaklaşmaktır. Bin yıldır İslamı ve Müslümanları yerinde saydıran, batı karşısında bu utanç verici mağlubiyeti yaşatan gaz kafalı felsefeyi ve onun zincirlediği kafaları özgürlüğe kavuşturmaktır. Müminler öyle bir zindana sokulmuşlardırki, bu zindanın duvarları, kalaların surlarından daha muhkem, daha sert olarak çevrilidir. Müslümana ne kımıldayacak bir alan ve nede üretebileceği fikir dağarcığı bırakmaktadır. Azıcık sesi çıkanlar ise hemen külli kafir denilerek yakılmakta, İslamın kaidelerine karşı çıkanlar zümresine dahil edilmekte ve Allahın bahşettiği muazzam düzeni beğenmeyenler damgası yedirilerek toplumdan dışlandırılmakta, sürüm sürüm süründürülmektedir. Bu coğrafyada niye bir ilim adamı çıkmaz, niye bir aydın yetişmez, niye bir ekol üretilemeze evrime karşı çıkanların ve eleştirenlerinlerin cevabı yoktur. Kendi malları olduğunu iddia ettikleri İslamı, ilme ve akla, insana karşı bir silah kullananlar, Türkiye'de güçlenmeleri onların doğru yolda olduklarının değil, ülke insanın Allah tarafından hurafe bataklığında cezalandırılmasının bir işaretidir sadece. Biz Müslümanın sığınacağı iki adamız vardır. Biri imanın kaynağı Kuran diğeri ise özgürlüklerimize bize bahşeden, ufukta bir ışık gibi parlayan ve hakikat güneşlerinden biri olan Evrim adası. Bu parlayan güneş hiç sönmesin inşAllah. Allah onu nazarlarımızdan kaldırıp bizi cezalandırmasın. Yoksa Evrimi bıraktığımız gün bu ülke bitecektir. Hurafelere teslim olacağız. Evrim Müslümanların kurutulmuş çölündeki muhteşem saraydır, Tabiatın ve Sanatı Fihristei Rabbaniyenin ta kendisidir.


  • Evrim teorisi birçok nedenden dolayı hep öcü kabul ediliyor muhafazakar kesimde. Galileo ve Bruno gibi bilim adamları Ortaçağda hep yaşadı buna benzer tepkileri. Sırf bu yüzden bugün dahi en az 50 yıl geriden takip ediyoruz bilimi ve gelişmiş ülkeleri. Size, her ne kadar dünya görüşüm sizinle aynı olmasa da, bu teoriyi cesaretle anlattığınız için teşekkür ederim. Aydınlanma sizin gibi cesur insanlar sayesinde olacaktır. Biz kabul etsek de etmesek de genetik gibi birçok bilimsel alanda evrim teorisinin ilkeleri ile hareket edilip gelişmeler ortaya çıkarılıyor. Mesele bizim bu durumu kaç yıl daha halının altına süpürüp görmezden geleceğimizle ilgili. Böyle giderse "eller gider aya biz kalırız yaya" deyişi bir kez daha doğrulanacak. Benimsemiyorsanız da en azından doğru anlayın şu teoriyi arkadaşlar.


  • Bir bütün halinde materyalistlerin ileri gelenlerinin kurtarıcı gözü ile baktıkları Darwin ne mübarek adammış. Türlerin Kökeni Üzerine olan kitabı ne kutsal bir kitapmış. (Marks Engelse yazdığı mektupta Darwinin biyoloji çıkmazını nasıl materyalizm lehine yorumladığını çok güzel anlatır). Ben Darwin'e küfr edelim demiyorum, ancak materyalist düşünceye hizmet üzerine şekillenmiş bir teoriyi savunmaya da soyunmayalım. Kaldı ki, İslam ve Materyalizm aynı şeyden söz etseler bile farklı cümlelerle söz ederler. Sayın yazar beni Allaha havale edin. Ama materyalistlerin biyoloji çıkmazını aşmaya çalışan bir adamı bana kutsamaya çalışmayın.


İstanbul'un Dua Haritası

Ahalinin ikidebir Belediyelerin, Devletin, şunun bunun ihmalkârlığından şikayet edişinden ben de bıkmış usanmıştım...

Neymiş efenim; Devlet/Belediyeler İstanbul için risk haritaları hazırlamamış, millet de bu yüzden risk altındaki yerlerde gafletle evler, işyerleri inşa edip yerleştiği için, sel baskınlarında, depremlerde ve dahi bilumum afetlerde telef oluyormuş..

Her ne kadar bu iddialar bir yere kadar doğruysa da, tümden de geçerli olduklarını söylemek ne dine ne vicdana ne de insafa sığar.

İste size örnek: 'Duâların sırrı' isimli değerli kitabın yazarı ve dahi imamefendi.com nâm İnternet sitesinin kurucusu ve üstelik de derin ilmî mevzularda eşşiz bir araştırmacı olan Burak Taha hazretlerinin hiçbir zahmet ve meşâkkatten sakınmaksızın yıllarını vererek çıkardığı İstanbul'un semt-semt duâ haritası.

Lütfen bu listeyi en yüksek itinâ ile okuyunuz.

Hangi semte yakınsanız orada o semtle ilgili duâyı okuyunuz.

Veya, hangi derde düçâr iseniz, o derde müteallik semte bizzat giderek o duâyı okuyunuz ki yüce Rabbimizin rahmet, mağfiret ve şifasına nail olasınız.

İstanbul'un Duâ Haritası
  • AVCILAR
    Depremden korunma duâsı: Her türlü afetten korunma için. 'Secde' suresi okunur.
  • BAKIRKÖY
    Salgın hastalıklardan korunma duâsı: 'Domuz Gribi' gibi salgın hastalıklardan korunmak için 101 defa 'Tevbe' suresinin son iki ayeti okur.
    Sigarayı bırakma duâsı: Sigarayı ve diğer kötü alışkanlıkları bırakmak için duâ. Hergün 'Mümtehine' suresi okunur.
  • BAYRAMPAŞA
    Borçtan kurtulma duâsı: Kredi kartı ve benzeri her türlü maddi borçlarına Yaradanın ödeme kolaylığı vermesi için 'Mümtehine' suresi okunur.
    Yaramaz çocuklar uslansın diye duâ: 'Mutaffifin' suresi okunur.
  • BAŞAKŞEHİR
    Nazar duâsı: İnsanı ve eşyayı her türlü nazardan korumak için. 'Kalem' suresi 3 defa okunur.
  • BEYAZIT
    Sahteyi ayırtetme duâsı: Her çeşit para, altın değerlilerin, Sahtesini aslından ayırtetme. Kandırılmamak için.
  • BEYLİKDÜZÜ
    Sapıklardan korunmak için duâ: Kötü niyetli kimselerin şerrinden korunmak için. 'Casiye' suresi okunur.
  • ESENLER
    Beladan uzak durma duâsı: Belalardan uzak durma, korunma ve kurtulma için 'Fecr' suresi 7 Defa okunur.
    Eşlerin birbirini sevmesi duâsı: Karı koca arasında güzel geçim olması. Muhabbetin artması için. 'Kevser' suresi 71 defa okunur.
  • ETİLER
    Zayıflama duâsı: Şişmanlıktan kurtulmak için 'Allah' ismini devamlı tekrarlarsa çok faydasını görür.
  • EYÜPSULTAN
    Derslerde başarı duâsı: Talebe ve her çeşit sınavda başarı. Okuduğunu unutmamak için. 'Ankebut' suresi okunur.
    Dilek duâsı: Yüce Yaradandan her türlü istekte bulumak için. 'Haşr' suresi. 40 gün 40'ar kere okunur.
    Çocuk sahibi olmak için duâ: 'Yusuf' suresi 7 gün birer defa okunur.
    Şifa için duâ: 'Hucurat' suresiyle şifa için duâ edilir.
  • FATİH
    Şeytandan korunma duâsı: Ayetel Kürsi sabah akşam okunur.
    Kalbin nurlanması için duâ: Kalbin nurlanması için günde 256 kere "Ya Nur" esması okunur.
  • GAZİOSMANPAŞA
    İşbulma duâsı: Kadir suresi 36 defa okunur.
    Hırsızlardan korunma duâsı: Tevbe suresi 7 defa okunur.
  • KADIKÖY
    Yemeklerin lezzetli olması için duâ: Yemeklerin müsafirlerce beğenilmesi, lezzetli olması için. Yemek yaperken 7 defa 'Ettehiyyatü' duâsı okur.
  • KASIMPAŞA
    Zengin olma duâsı: Zengin olmak için 'Leyl' suresi 108 kere okunur.
  • LALELİ
    Bol müşteri duâsı: Dükkana bol müşteri gelmesi için. 35 Besmele okunur.
  • LEVENT
    Hayaletleri kovma duâsı: 'Tarık' suresi 3 defa okunur.
  • MERTER
    Kriz duâsı: Krizin aşılması. Malların satılması için. İnşirah suresi hergün okunur.
  • SARIYER
    Bol balık avlamak duâsı: Oltaya, ağa 'Besmele' yazılı levha asılırsa bol balık tutulur.
  • SİLİVRİ
    Dargınları barıştırmak için duâ: Aile arasında, ve akrabaların arasındaki dargınlıkların bitmesi.
    Küskünlerin barışması için duâ: 'Nebe' suresi okunur.
  • ŞİŞLİ
    Şirinlik duâsı. İnsanlar arasında hürmet, saygı görmek, onlara şirin görünmek. Her gitiği yerde kabul ve saygı görmek için. 'Yusuf' suresi her gün okunur.
  • ÜMRANİYE
    Hayırlı kısmet duâsı: Hayırlısıyla evlenme. Eşbulmak için. 18 defa 'Cuma' suresi okunur.
  • ZEYTİNBURNU
    Geçim sıkıntısından kurtulma duâsı: Cuma gecesi, sabaha karşı 16,641 defa 'Ya Latif' duâsı okunursa darlıktan kurtulur.
Kaynak: Duâların Sırrı Kitabı
Yazar: Burak TAHA
İletişim: duâlarinsirri@gmail.com
Not: Muhterem hocaefendimiz, vakitsizliği yüzünden, bu faideli eseri kaleme aldırttığı müridinin cehaletinden kaynaklanan yazım ve imlâ hatalarını düzeltmek imkânı bulamamıştı.
Kulunuz, fakir, haddi olmayarak bunları telafi etmek içün gayretler gösterdi.
Bilhassa SMS yoluyla edeceğiniz duâlarınızda bu fakiri de ihmâl etmezsiniz ümmidi ile Allahın selamı üzerinize olsun, benim kıymetli dindârlarım.

Ben, kazak. Ve, dört kadın.

Yıllar önceydi. Yaz tatillerinde, yılbaşılarda vs memlekete döndüğümde, aradabir arkadaşlarla buluşur bir yerlere giderdik.

Gidebileceğimiz yerler de o kadar fazla değildi aslında. Sigara dumanı ile karışık çay buharlı atmosferleri yüzünden, kahve/kahvehane türünden yerleri sevmezdik; bar/meyhane türünden mekanlar da ya çok gürültülü olurdu, ya da çok sıkış-tıkış; restaurant/lokata gibi yerlerde de öyle uzun boylu oturup sohbet etmek mümkün olmazdı.

Geriye, kala kala, klüpler/lokaller filan gibi mekânlar kalıyordu. Bu yerlerin sorunu da, hele o zamanlar, sohbetten maâdâ, kumara mekânları oluşuydu.

Bütün bunlardan dolayı, beş yıldızlı otellerin lobilerini tercih eder olmuştuk çoğunlukla.

Beş yıldızlı otellerin lobileri idealdi. Siz özellikle çağırıp bir şeyler ısmarlamazsanız, kimse gelip size burada ne arıyorsunuz filan demezdi. Galiba, hele de uygun bir şeyler giymişseniz, sizi otel müşterisi sandıklarındandı bu.

Bu önyargı, anlaşılan, karşılıklıydı. Normal ahali de, bu otellerin ya çok aşırı pahalı olduğunu düşünür; ya da içeriye girenleri ciddi bir elemeden geçirdiklerini sanar; bu yüzden de bu otellere pek de giden olmazdı. Böylece, lobileri her zaman olağanüstü tenha ve sessiz olurdu.

Hatta, o kadar ki; bir defasında ikinci kuşaktan bir kuzenimle birlikte Harbiye'ye bir iş için yolumuz düştüğünde, (Anadolu'nun küçük bir kasabasında doğmuş büyümüş ve İstanbul'a sadece alış-veriş için aradabir gelen) bu kuzenim sıkışmış ve bana etrafta bir cami filan olup olmadığını sormuştu. Orada öyle bir şeyin olmadığını söylediğimde de hayli telaşlanmıştı. Durumu acildi.

Hemen yakındaki Hilton'a gitmeği önerdiğimde, telaşı büsbütün artmıştı: Sanki, Bulgaristan'a iltica etmeği önermişim gibi..

Onu teskin/ikna etmek için çok uğraşmam gerekmemişti --o kadar acildi.

Fakat, ancak, Hilton'a girerken nasıl davranması gerektiği konusunda kısa bir kurstan sonra: Başını dik tut. Etrafa umursamaz gözlerle bak. Görevlilere bakma, bakarsan da tepeden bak ki seni müşteri filan sansınlar. Benim yanımda yürü, havadan sudan sohbet edelim..

Sanki banka soymağa gidiyoruz..

Sonunda başardık.. Hilton'un efsanevi (!) tuvaletine gitmekle kalmadık; çıkış yolunda, benim ısrarımla, lobide oturup bir şeyler de içtik...

Aradan onca sene geçmiş olmasına rağmen, ne zaman karşılaşsak, bu gazamızı anlatır..

Neyse; konumuza dönelim:

İşte; yine böyle bir gün; içimizde arabası olan tek arkadaşımızın ve ona getirip hediye ettiğim 'kolon'ların (hoparörlerin) sayesinde cıstak cıstak diye cüml'aleme 'hava' (!) ata ata, geldik Hilton'un lobisine.

Oturduk sohbet ediyoruz. Sohbet dediğimiz şey de, işten güçten ve siyasetten konuşmak.. karı-kız muhabbeti yok; sansür olduğundan değil tabii, ama huyumuz değil pek öyle kişiye özel şeylerden bahsetmek..

Yerde, diz hizasında sehpamsı masamtrak bir şey ve etrafında karşılıklı iki koltukta oturan dört arkadaşız. Hepimizin erkek olduğunu söylemeğe gerek yok herhalde.

'Cin tonik' içenimiz de var, viski içenimiz de, çay kahve içenimiz de..

Aşağı yukarı yarım saatli oturmayız ki, yanımdaki koltukta oturan arkadaşım hafifçe bana doğru eğilerek usulca iledeki masamtrak şeyin etrafında oturan kadınlardan birisinin bana baktığını fısıldadı.

Ben de, bana baktığını nereden çıkardığını, belki de kendisine baktığını söyledim; ama o öyle olmadığını ısrar etti. Nasıl yapmışsa, test etmiş. Bana bakılıyormuş...

Başımı kaldırdım, kaçamak bir göz attım. Sekiz-on metre ötede, orada da dört kişi (kadın) oturuyordu. Arkası bana dönük ikisini tabii ki göremedim, ama gördüğüm ikisi otuzlarının ortalarında filan, eli yüzü düzgün denecek türden kadınlardı..

O tür otellerde rastlanabilecek cinsten fahişelere filan da benzemiyorlardı giyim kuşamlarından. Tarz ve davranışları da son derece normal, hatta muhafazakar bile sayılırdılar. Aramızda da, en az, 10-12 yaş farkı olmalıydı.

Döndüm yanımdaki arkadaşıma, "hadi canım sen de; garson filan bakınırken sen öyle sanmışsın" türünden bir fırça fısıldadım.

Ama, o ısrar etti. Ben ise böyle bir ihtimalden dahi rahatsız olmuştum.

Öyle ya, bir kadın tarafından taciz ediliyor olduğum anlamına gelecekti bu!

Erkek adamın karizmasını çizerdi böyle bir muameleye tabi olmak!

Şaka bir yana; böyle şeyler benim huyum değil, bana ters gelir. Öyle olmadık yerlerde birilerinin ilgisini öekmiş olmak ihtimali bile beni rahatsız eder. Zaten, aramızda makul sayılmayacak bir yaş farkı da var ki, hiç bir şekilde olacak şey değil.

Fakat; her ne kadar inanmasam ve rahatsız olsam da; "acaba haklı mıdır?" diyerek, aradabir göz ucuyla kontrol de etmedim değil.

Evet. Bakıyordu. Ve, ısrarla bakıyordu.

O da yetmemiş, yanındakine de beni göstermiş, onu da baktırmıştı.

O da yetmezmiş gibi, biraz sonra, bana sırtı dönük olan diğer arkadaşlarının da dönüp bakmasını sağlamıştı.

İnanılmaz rahatsız edici bir durum!!

Acaba bir yerden tanıdık birileri miydiler?

Yok. Hiç birisini gözüm hiç bir yerden ısırmıyordu.

Ben de, artık ne kadarsa, çaktırmadan arkama dönüp baktım: Olmaya ki, arkamda onların tanıdıkları birisi vardır...

Arkamızda kimseler yoktu.

La havle..

Bizim grup hep bir ağızdan "hadi hadi iyisin!"ler fısıldıyorlar, benim tepem de daha da atıyor..

Bu sırada, kadınlardan birisi yerinden kalktı; bize doğru geldi.. yanıbaşımda durur gibi yavaşlayarak geçti gitti..

Tuvalete filan gitti dedik.

Döndü; yine yanıbaşımızda durur gibi yaptıktan sonra, masasına gitti.

Ardından, kısa fasılarla, diğer üçü de neredeyse aynı şekilde dururcasına yavaşlayarak geçti ve geri döndüler..

Bizimkilerin hepsi de, ittifakla beni süzdükleri iddiasındalar..

Tövbe tövbe..

Ben bir tek kadının tacizinden rahatsız olmuşken, şimdi dört tane oldular..

Ne yapabileceğimi düşünüyorum..

Yok. Gidip sormak olmaz.

Kalkıp gidelim dedim, bizimkiler kabul etmedi...

Ben böyle düşünürken, onlar garsonu çağırdı ve hesabı ödeyip kalktılar.

Ve, yine aynı şey.. Dördü birden, yanıbaşımda dururcasına yavaşlayarak geçip gittiler...

Ben bir oh çektim, bizimkiler ise hala daha aynı havadalar.. böyle bir fırsatı nasıl kaçırırsın diye hem kızgınlar hem de makaraya alıyorlar..

Ben ise, dedim ya, karizmayı hem çizdirmiş hem de çizdirmemiş olduğum için bir tür memnun; böyle garip bir şeyle muhatap olmuş olmaktan dolayı da hem kızgın hem de afallamışım..

Neyse..

Bir saat kadar sonra da biz kalktık.

Beni eve bıraktılar.

Üstümü başımı değiştirirken birden ne farkedeyim??..

O gün annemin kendi elleriyle ördüğü özel bir kazak giyimişim meğer..

Özelliği de şu: Parça parça değil, bilmemkaç tane şiş ile bir defa örülen, dikişsiz bir kazak.. Örerken ben de hesaplamalarda yardımcı olmuştum. Günler sürmüştü. Zor bir işti.

O anda dank etti.

Elimi alnıma nasıl da şiddetle şaklattığımı bir ben bilirim.

Meğer bu kadınların derdi ben değilmişim...

Giydiğim kazağımmış..

Anlaşılan örgüye meraklıydılar ve bu kazağın özel bir şey olduğunu farketmişler; ve yanımdan gelip geçip kazağı süzmüş, incelemişler!

Onlara ne kadar ne saydırdığımı buraya yazamam!

Medeniyetsiz şeyler!

Garsona söyleselerdi, çıkarıp onlara gönderirdim; istedikleri kadar incelerlerdi.

O günden sonra bir daha o kazağı kamusal ortamda giymedim!

Tutam dökem men seni..

Mahir Kaynak, arka arkaya birkaç yazı yayınladı. Bu yazılar daha öncekilerle ilintiliydi tabii ki, fakat benim açımdan bu son yazıları resmi daha net görmeme yardımcı oluyor.

Birinci yazıda, Mahir Kaynak'tan hiç beklemediğim şekilde endüstriyel bir prosesten bahsediyor: Dökümcülük...

Meğer, çocukluğunda bir dökümcünün yanında çıraklık yapmış..

Tabii, o günlerden bugünlere dökümcülük de hayli gelişti.

Eskiden, üretilecek olan şeyin tahtadan bir örneğini ('model'ini) kendi elleriyle günler haftalar süren itinalı ve hummalı bir faaliyet sonucunda ortaya çıkaran ustalar vardı.

Usta ne kadar tecrübeli ve yetenekli olursa o kadar iyiydi de, 'model'in karmaşıklığına bağlı olarak, üretilen ilk numunelerin hatalı olması neredeyse mukadderdi.

Bunun da dünya kadar sebebi vardı. Model elle üretildiği için, istenildiği şekilde olçüsel açıdan hassas olamıyordu. Olabilse bile, döküm sırasında kullanılan eriyik metalin boşlukları nasıl dolduracağını, soğuma sürecinde nasıl davranacağını bilemiyorduk.

Şimdi o günler çoğunlukla geride kaldı: Artık modeller elle değil, bilgisayar karşısında birilerinin ekranda oluşturduğu tasarımlardan doğrudan doğruya yine bilgisayarların kontrol ve kumanda ettiği makinelerde yapılıyor.

Eriyiğin kalıpta nasıl davranacağına yönelik de hayli yetenekli simülasyon yazılımları var.

Böylece, eğer doğru tasarlamışşsanız, ve elinizde yetenekli makina ve ekipman varsa, döküm yoluyla elde edeceğiniz ürünün ıskarta olmak ihtimali yok denecek kadar azdır.

Dahası, çok daha kontrollü bir üretim süreci olacağından, hurda vb gibi üretim artıkları da azalır. Enerjiden de tasarruf edersiniz. Herşey çok daha uzuca çıkar ve daha da kaliteli ürün elde edersiniz.

İyi de, dökümcülük de nereden çıktı şimdi..

Mahir Kaynak durduk yerde döküm konusuna neden eğilmiş olabilir ki?

Hele de, konu 'Kürt Meselesi' iken?

Var aslında bir ilgisi, tabii ki: Toplumları, pekala, döküm prosesinde kullanılan eriyiklere benzetebiliriz.

Önce, kaç derecede eriyeceğini bilmek lazım. Fakat, yetmez. Eriyiğin hangi sıcaklıklarda ne kadar akıcı olduğunu (viskozitesini), soğuma hızını ve soğurken nasıl davranacağını vb hususları bilmek gerekir.

Bu tür bilgiler elinizde yeterince sağlıklı olarak var ise, döküm prosesini kolayca simüle edebilirsiniz (yani, gerçek hayatta yapmak yerine, bilgisayarda --bir oyun gibi-- süreci görüntüleyebilir, yavaşlatıp büyüterek detaylarını istediğiniz kadar inceleyebilirsiniz).. beğenmediğiniz bir sonuç/ürün çıkacak gibi görünüyorsa, hemen geriye dönüp ya proseste ya da modelde gereken değişiklikleri yaparsınız.

İyi de, dökümcülüğün toplum mühendisliğine benzer tarafları var mıdır?

Olması lazım.

Her ne kadar, dökümcülük çok daha eskilere dayanıyor ve hayli yoğun mühendislik de içeriyorsa da, hala daha bir sanattır. Tecrübe ve yetenek ister; kullanılacak malzemeyi ve prosesi çok iyi tanımak şarttır.

Toplum mühendisliği --ya da siyaset mühendisliği-- tabii ki çok daha taze/genç bir uğraşı alanı..

Fakat, özellikle Türkiye sözkonusu olduğunda, eldeki mazlemenin artık yeterince tanındığı, bilindiği kanaatindeyim.

Geçmişteki darbelere, darbe teşebbüslerine, ara rejimlere, demokrasiye geçişlere, demokratik hayatta ortaya çıkan gelişmelere toplumun değişik kesimlerinin verdiği tepkiler ve benzeri bir yığın bilgi oluşmuş olmalı..

Eğer öyleyse, eriyiğin (toplumun) hangi şartlarda nasıl akacağı hakkında bilgimiz hiç de az olmasa gerek.

Sıra, 'model'i --yani, toplumun gelecekte almasını istediğimiz şekli; geleceğimizi-- tasarlamağa geliyor..

Bu noktada, anladığım kadarıyla, şartlar eskisinden farklı: Eskiden olsaydı, model bizim elimize tutuşturulur; hatta, biz farkına pek de varmadan kalıba bile dökülürdük. Yani, olay bizim dışımızda olur biterdi.

Şimdi o kadar değil; önümüzde bir fırsat penceresi var: Yabancı oyuncuların kendi dertleri başlarından aşkın. Daha doğrusu, onlar da yepyeni bir global model peşindeler.

Bizim kendi modelimizi, kendi gelecek tasarımımızı yapmamızı bekliyorlar.

Ve, biz de, uzuun zamandır ilk defa bu işe koşuluyoruz.

Mahir Kaynak, bir sonraki yazısında da buna ışık tutuyor.

Anlaşılan, bizim geleceğimiz 3 temel alternatiften oluşuyor --yani, şu ana kadar sergilenen tavırlardan ortaya çıkan bu.

1) Türkiye, ne bir soy veya bir din devleti olacak. İnanç veya etnisite bakımından farklılıklar bireysel düzeyde kabul görecek. Bu nedenle, Kürtleri toplumun diğer kesimlerinden farklı olarak tanımlayacak hiçbir talep kabul edilmeyecek. Haklar bir soya ve inanca değil tüm bireylere tanınacak.

Bu proje, bu tasavvur, Türkiye'nin, sadece Kürtlerle değil, Ermeniler, Rumlar ve diğerleriyle birlikte, çok daha geniş bir coğrafyaya yayılması anlamına da geliyor.

Bu, anladığım kadarıyla, hem Hükümet, hem ABD'nin de istediği, hem de Rusların da razı olduğu bir gelecek modeli oluyor.

Bu projede İslam'ın pek de başat bir rolünün olmayacağı aşikardır da; bunu inananlara henüz söylemek zamanı gelmiş değil.

2) Türkiye, Kürtlere yönelik herhangi bir iyileştirici adım atmayacak; dahası, durumu daha da gergin hale getirecek. Kürtlerimizin yönlerini Kuzey Irak'a çevirmesine göz yumulacak. Fakat, ABD'nin Kuzey Irak'tan çekilmesi sonrasında ortaya çıkacak olan karmaşada desteksiz kalacak olan Kürtlerin, iki-üç ateş arasında kalması sonrasında, Kürtler(imiz) herhangi bir iyileştirme filana bakmaksızın veril(mey)enle yetinmek zorunda olacak.

İlginç bir şekilde, bu projeye destek verenlerin başında radikal Kürtçü Kürtlerimiz geliyor. Bu radikallerin, yılların birikimiyle oluşmuş belli bir kamuoyu ve kendi tribünlerine oynamak zorunluluğu var. Aynı şekilde, Türkçü camia da bnzeri bir sonucu arzu ediyor.

Eğer bu proje gerçekleşmek durumunda kalırsa, Türkiye'nin önünde çok kültürlü, çok etnisiteli bir yapı yerine, Türk dünyasına yayılmak kalıyor.

Bu projeye ABD'nin soğuk bakmak isteyeceğini sanmıyorum; ama, Rusya ve Çin ile sorunlarımız olabileceğini sanıyorum.

3) Kürtlerimizle tümden bir ayrışmaya gidip, sosyal sorunlar yaratan, ekonomik olarak büyük bir yük haline gelen Kürtlerimizden kurtulup homojen, daha zengin ve batılı değerlere sahip bir halkla Avrupa’yla bütünleşmek...

Bu proje, halkın mübadele edilmesini de içeriyor: Kürtler oraya, Türkler buraya..

Bu projenin temel destekçisinin AB olacağını kestirmek hiç de zor değil. ABD ve Rusya bu projeyi desteklemez ama doğrudan doğruya Türkiye'yi karşılarına da almak istemez. Yine de, yukarıdaki diğer iki projeden çok daha sancılı geçeceğini söylemek abartı sayılmaz bence.

Şimdi.. dökümcülük teşbihine geri dönersek..

Dökümcülük, teknoloji ne kadar gelişkin olursa olsun, pahalı bir iştir fakat gereklidir de.

Modeli hatasız yapabilirsiniz, prosesi de ideal şekilde kontrol edebilirsiniz; fakat ortaya çıkaracağınız nihai ürünün --sizin istediğiniz o olsa bile-- pazarın istediği, pazarın kabul edeceği bir ürün olacağının garantisi yoktur.

Bu durumda, ürünü ıskartaya çıkarıp yeniden eriyik haline getirmek, yeni bir model oluşturup yeniden dökmek gerekir: Acılı, sancılı, meşakkatli ve pahalı bir süreçtir. Dahası, eriyik haline gelen ıskartayı kayıpsız kullanamazsınız; bir kısmı hurda olur; azalan malzemenin yerine yeni malzeme eklemek gerekir..

İyi düşünmek lazım.

Yani, çok iyi düşünmemiz lazım --tekrar tekrar, toplu halde ıskartaya çıkıp yeniden kalıba dökülmek hem hiç de kolay değil hem de her defasında kendi modelimizi yapmak bize düşmeyebilir.

Ne Adem, ne maymun

Hikmetinden sual olunmaz..

Kiminin başına saksı düşer, hayatı kayar; kimisi de bir kitap okur, hayatı değişir.

Bana ne o ne de öteki oldu --henüz.

Fakat, "eee.. daa ne vaa ne yok?" mahiyetinden bir esneyişli merakla, aradabir baktığım, TED sitesine bakındım yine.

Konuya girmeden kısa bir tanıtım yapayım: 'TED' kısaltması, 'Teknoloji', 'Eğlence' ve 'Dizayn' (Tasarım) kelimelerinin İngilizce karşılığı olan 'Technology', 'Entertainment' ve 'Design' üçlüsünün kısaltması. Kâr amacı gütmeyen, 'yayılmağa değer fikirler'in yaygınlaştırılmasını amaç edinen bir tür dernek...

Neyse.

Kim ne demiş diye bakınırken, normalde her sunumcu ayakta meram anlattığı halde, bir kişinin oturduğu yerden konuştuğunu gösteren bir resim gördüm. Yaşlı bir tonton nineye benziyordu. "Allahalla.. yaw, acaba ne diyo bu?" dedim, ve merak üzerine dinlemek/izlemek için üstüne tıkladım.

Konu, 'aquatic ape hypothesis' imiş..

Yani, 'su' (H2O) kelimesinden hareketle 'susal sucul maymun hipotezi' ya da eski dilden söyleyecek olursak, deniz veya deryaya ait anlamından yola çıkarak 'bahrî maymun hipotezi' diye bir şey. [not: bütün Bahri'lerden özür diliyorum; kasdım onlara maymun demek değil]

Tabii, ne olduğu, neden bahsettiği hakkında zerre kadar fikrim yok --'bahrî maymun hipotezi' denince de hiçbirşey anlaşılmıyor ki..

"İyi de, TED'de hepten deli saçmasını dinlemek için bir sürü zeki/akıllı insan dünyanın parasını verip konferansların olduğu yere gelmiyor; dur şunu biraz izleyeyim" dedim.

İyi ki de izlemişim..

Bakın neler anlattı..

İlk olarak bir soru ile başladı: "Biz neden maymunlardan (şempanzelerden) o kadar farklıyız?"

Genetikçilere kalsa, maymunlarla insan arasında --neredeyse fark yokmuşçasına-- inanılmaz benzerlik olduğuna; DNA yapılarının tıpatıp denecek kadar yakın olduğuna inanmamız gerekecek..

Halbuki, bir maymun ile bir insanı yanyana koyduğunuz zaman, birbirine ne denli benzemedikleri aşikâr değil midir?

Kültür, psikoloji, davranış filan gibi muğlak şeylerden değil; açıkca ölçülebilen, gözle kolayca ayırdedilebilen farklardan bahsediyoruz.

Bir tarafta, kıllı bir kürk içinde ve dört ayak üzerinde yürüyen bir mahlûk; diğer tarafta da anadan üryân ve iki ayak üzerinde duran bir mahlûk..

Bu nasıl olabilir?

İyi bir Darwinci, aynı atadan gelen bu iki yaratık cinsinin bu şekilde farklılaşmasını anlamlı bir şekilde açıklayabilmelidir..

Bizler, yani insanlar, zaman içinde bu kadar değiştiysek, buna yol açan, bunu zorlayan çok ciddi bir sebep olmalı..

İyi de nedir bu sebep?

Elli sene önce bu sorunun cevabı çok kolaydı.. Duyacağınız hikaye şöyle bir şey olurdu:

"Maymunlar ağaçlarda sallanmağa devam ettiler, bizim atalarımız ise ağaçlardan inip orman kenarındaki tropik çayırlıklarda ('savanna'larda) yaşamağa başladılar.. Bu tropik çayırlıklarda bitki örtüsü (çayırlar filan) insan boyuna yakın olduğu için, atalarımız, kendi güvenlikleri ve av bulabilmek amacıyla, etrafı görebilmek için iki ayak üzerinde ayağa kalkmak zorunda kaldılar. O gün bu gündür ayakta yürüyoruz. Ellerimizi, kollarımızı da avlanmak için kullanmak zorundaydık. Onlar da bu nedenle farklılaştılar.."

Peki, ya kürk ne oldu?

Onun da cevabı vardı..

"Tropik çayırlıklarda koşarken ısınıyor ve çok terliyorlardı. O yüzden, kürklerini sırtlarından atmak zorunda kaldılar.."

İyi.. bu hikaye kulağa uygun geliyor.. ta ki, bunu eski bir feminist duyuncaya kadar.. çünkü, bu anlatı erkek-merkezli bir masal.. kadınları gözardı ediyor da ondan..

Bu seksenlik nine (Elaine Morgan), tam da aradığımız türden birisi: Eski bir feminist. Bu yüzden de, yukarıdaki hikayedeki yamuğu kolayca yakalayabiliyor.

Hem de çok basit bir iki soru sorarak:

"Madem ki, ilk insan avcı-toplayıcı idi; yani kadınlar geride (mağaralarda) çocuk bakmak filanla uğraşıyordu; nasıl oldu da kadınlar da hem iki ayak üzerinde yürür oldular ve dahası, onlar da kürklerini attılar? Mağarada ne iki ayakla yürümeği zorunlu kılacak bir ortam, ne de kürkü attıracak kadar sıcak ve nemli bir atmosfer sözkonusu olabilirdi."

Son derece mantıklı..

Fakat, bu soru başka soruları da beraberinde getiriyor; yani, devamı var:

Madem, savanna/çayırlık ortamı bizdeki bu değişikliklere yol açabiliyor; o zaman aynı ortamı paylaşan diğer canlılarda da benzer değişikliklerin olması gerekmiyor mu?

En azından bir kısmı, zaman içinde kürklerinden arınmış, bir kısmı da iki ayak üzerinde yürür hale gelmiş olmalı değil mi? Hiç yoksa, 'babun' maymunu (baboon) filan gibi --ormandan savannaya indiğini bildiğimiz-- türlerde bu tür değişikliklerin bir kısmı gerşekleşmeli değil midir?

Böyle bir örnek yok.

Hava sıcak diye kürksüz kalmış bir memeli de yok. Çöldeki develerde dahi --daha az da olsa-- kıllı bir post var.

Dahası, kürklü bir canlının kürksüze dönüşmesi avantajdan maâda dezavantaj anlamına geliyor: Dişiler yavrularını elleriyle taşımak zorunda kalıyor. Halbuki, kürklü olanların yavruları annelerinin kürklerine tutunabildikleri için, hem daha güvenli bir yolculuk yapılabiliyor, hem de anne iki eliyle ağaçlardan, otlardan beslenebiliyor.

Yani, durduk yerde, sırf hava sıcak diye kürkünü kaldırıp atmanın alemi yok --bunu yapmış tür de yok. Yüzlerce primat (maymun, goril, şempanze vb) cinsi arasında, kılsız kürksüz başka bir örnek mevcut değil.

Çıplak memelileri sadece sulak ya da su ortamlarında görüyoruz: Balinalar, yunuslar gibi suda yaşayanlar; ve gergedanlar (hippopotamus), domuzlar ve tapirler gibi sulak ortamlarda yaşayanlar... Bunun tek istisnası, ömründe hiç toprak üstüne çıkmayan, Somali sıçanıdır.

Öte yandan, genelleyerek şunu söyleyebiliriz: Kara memelileri, iklim değişikliklerine karşı korunmak için, kürk sahibidirler; buna karşılık, su memelileri ısısal izolasyon için yağ tabakası kullanırlar. İnsanlar da, diğer primatlarla kıyaslandığında, 10 defa daha fazla yağlı vücut sahibidirler.

Şimdi de gelelim iki ayakla yürümek konusuna..

Kara canlıları arasında sadece iki tür yaratık, hep ve sürekli iki ayak üzerinde yürür. Bunlardan birisi, bir tür susal sucul/bahrî kuş olan penguenler; diğeri ise insandır. İnsan, memeliler içinde tek örnektir.

İki ayaklı yürüyen türlerin bu kadar nadir olmasının anlaşılır sebepleri vardır: Dört ayakla yürüme ya da koşmaya kıyaslarsak, iki ayaklı olmanın dezavantajı büyüktür. Çok daha yavaştır; denge kurmak çok daha zordur; bu yeteneği mükemmelleştirmek yıllar alır; hassas organları hücuma açık bırakır.. Yani, aklından zoru olmayan, veya şartların mecbur bırakmadığı bir memelinin yapacağı bir tercih değil.

Peki, karada yaşayan başka iki ayaklı memeli var mı?

Evet, hem varmış (Oreopithecus isimli, şimdiki İtalya'nın Tuskanya bölgesinin olduğu yerde o zamanlar var olan bir adada bundan 9 milyon yıl kadar önce yaşamış, 2 milyon sene boyunca kendi bağımsız evrimi sonucunda iki ayak üzerinde yürümeğe başlamış bir bataklık maymunu türü), ve şimdi de var: Bunlardan birisi, Borneo adalarında yaşayan, filin hortumuna benzer bir hortumu da olan, bir bataklık maymunu; diğeri de, bulunduğu ortamı mevsimsel olarak bataklığa çeviren su baskınları yaşayan bir tür cüce şempanze (bonobo).

Kısacası, çıplak ve iki ayaklı yürümek için evrim baskısını sadece ya su içinde yaşayan memelilerde, ya da sulaklarda/bataklıklarda yaşayan memelilerde görüyoruz. Karada, savannalarda, dağlarda, bayırlarda yaşayan memelilerde değil.

Bir başka ilginç nokta daha var: Diğer primat türlerinde değil; sadece yukarıda saydığımız iki ayakla yürüyen maymun türlerinde bir alışkanlık olarak yüzyüze çiftleşme görülmektedir. Bir de, malum, insanlarda.

Fakat, başka önemli bir ayıraç daha var bizimle diğer kara memelileri arasında: Solunum sisteminin bilinçli kontrolü --ihtiyari nefes kontrolü..

Diğer kara memelilerinde, nefes kontrolü --tıpkı nabız gibi yani kalp atışları gibi-- bilinç dışı gerçekleşir. İnsanlarda ve susal sucul/bahrî memelilerde, bu, bilinçle DE kontrol edilebilir. Yani, suya dalacak bir insan (balina, yunus) su altında ne kadar kalacağını dikkate alarak ciğerlerine gerektiği kadar hava doldurur.

Karada yaşayan başka hiçbir memeli bunu yapamaz.

Ve, nefesini kumanda edebilmek yeteneğine sahip olduğu için, insanların konuşmak yeteneği mümkün olabilmiştir. Mesela, maymunların bizim konuşmak dediğimiz işlemi yapmaları sözkonusu değildir --onlar, sadece belli frekanslarda karmaşık fakat nefes açısından kontrol edemedikleri sesler çıkarabilirler.

Başka temel farklılıklarımız daha var..

Kısaca saymak gerekirse, insan cildinde yağ salgılama hücreleri vardır (sivilce haline dönebilen hücrelerden bahsediyoruz); başka kara memelilerinde bunlar ya yoktur, ya da işlevsizdirler. susal sucul/bahrî memelilerde ise sıklıkla görülürler.

Duygusal sebeplerle gözyaşı dökmek --ya da toz-duman kaçması halinde salgılananın dışında sıvı salgılamak-- da sadece susal sucul/bahrî memeliler ve insanlara mahsustur.

Büyük beyin.. İnsan ile şempanzeyi ayırdeden bir başka önemli fark da, insanın daha büyük bir beyin edinmesidir. Büyük beyin, insan için bir avantajdır. İyi de, şempanze için de avantajlı olurdu. Aynı branştan geliyorsak, şempanze neden büyük beyin edinmek yolunda evrim geçirmemiştir?

Bunun bir sebebi olarak, beslenme rejimini öne sürebiliriz: Diğer vücut hücrelerinden farklı olarak, beyin hücreleri için yeterli miktarda Omega-3 yağ asitleri gerekir. Bu, deniz mahsullerinde bol miktarda mevcutken, karadaki gıda zincirinde daha azdır.

Genel bir mukayese tablosu aşağıdaki şekilde olabilir:

ÖzellikİnsanMaymunSavannasusal sucul/Bahrî
İki ayaklı yürümeEvet---
KürksüzlükEvet-fil ve

gergedan
Evet
Deri altı yağ tabakasıEvet--Evet
Yüzyüze çiftleşmeEvetbonobo-Evet
Koku salgı dokusu azalışıEvet--Evet
Bekâret zarıEvet--Evet
Yağ salgı dokusuEvet--Evet
Duygusal gözyaşıEvet--Evet
Duyusal bıyık kılları kaybıEvet--Evet
İhtiyari nefes kontrolüEvet--Evet
Terlemeyle ısıl kontrolEvet--Evet
Geri çekik hançere (larynx)Evet--Evet

Şimdi..

Sizi bilemem, ama ben, hem buraya yazdıklarım kadarıyla, hem de daha fazlasını okuduğum için; insanın doğrudan doğruya maymundan (şempanzeden, gorilden filan) türediğini artık kabul edemiyorum.

Evrim ağacımızda, maymunlarla yollarımız/dallarımız çok daha önce ayrışmış olmalı... Bundan 5 ilâ 7 milyon sene kadar önce insan/maymun ayrışımı olmuş. Fakat, elimizde o döneme ait fosil yok(muş) malesef --yani, bir fosil açığından sözediyoruz.

O yüzden, bu hipoteze göre, klasik evrimcilerin iddia edegeldiklerinin aksine, insanın atası maymun değil de, maymunlardan daha önceki dönemlerden başka bir tür olabileceği ihtimali güçleniyor.

Bu, her ne kadar, deniz kızlarının varlığını teyid etmiyorsa da; insanların atalarının ormanın derinliklerinde daldan dala sallanan maymunlar olmadığı; aksine, su baskını altındaki bölgelerde veya göl, ırmak ya da deniz kenarında yaşayan ve suya adapte olmuş başka (başlangıçta dört ayak üzerine yürüyen ve kürklü) bir türün bağımsız evrimiyle ortaya çıktığı anlamına gelebiliyor.

Yani, atalarımız, maymunlar değil; sulak ortamlarda yaşamış 'hominid' aşiretleri idi..

Belki de, Adem ve Havva'nın göz açtıkları dünya, diz boyunu aşan su ve yeşillikler içindeki cennetsi ve vahşi bir ortamdı..

Kim bilir..

[Not: Yukarıdaki görüntü kirliliği için özür diliyorum. Benden başka herkes, anlaşılan, 'aquatic' kelimesinin karşılığının 'sucul' olduğunda mutabık görünüyor. O yüzden, 'susal'ı 'sucul' ile ikame ettim. 
Ettim de, hala daha içime sinmiyor; çünkü 'sucul' bana 'su ile beslenen'i çağrıştırıyor --'etçil', 'otçul' der gibi. 
Halbuki, 'karasal', 'hayvansal' dediğimizde kasdettiğimiz üzere; 'bir şeye/yere/ortama ait' anlamında, 'susal'ın daha mantıklı olacağını düşünüyorum. 
Ama, neyleyim ki, herkesi düzeltmek elimden gelmiyor ;)]

Mustafa Muğlalı Kışlası, Topal Osman Heykeli..

{dikkat: bu uzun bir yazıdır. vaktiniz ya da sabrınız yoksa hiç başlamasanız daha iyi olabilir.} Hüseyin Çelik isminde bir siyasetçimiz var. Bir önceki Milli Eğitim Bakanımız idi. Şimdi de Başbakanlık Başdanışmanı. Şimdi, bu zat-ı muhterem, çıkmış aşağıdaki sözleri söylüyor.

Mesela Mustafa Muğlalı olayını biliyorsunuz (1943’te Van’ın Özalp ilçesinde 33 köylüyü kurşuna dizdiren General Mustafa Muğlalı’nın isminin aynı yöredeki bir kışlaya verilmesini kastediyor). Onu oradan kaldırın. Kaldıramıyorsanız kışlayı oradan kaldırın. Tahrike yol açacak adımlar atılmamalı.
Satır aralarını okumazsanız, söyledikleri iyi niyetli şeyler. Sonuçta, oradaki kışlaya Mustafa Muğlalı isminin verilmesini TSK'nın bir provokatif davranışı olduğunu da ima ederek, bunun, Özalp (Van) ahalisini rahatsız ettiğini ve bu rahatsızlığa yol açan bu ismin ya da kışlanın oradan kaldırılması gerektiğini söylüyor --gibi görünüyor. Fakat, işin aslı pek de öyle değil. Aslının ne olduğunu anlamak için hem yakın tarihe, hem de azıcık daha eski tarihe bakmak lazım. Kısaca özetleyeyim: Wikipedia'daki şu satırlarla başlayabiliriz.
Muğlalı Olayı, 1943 yılında, Van'ın Özalp ilçesinde, 33 Kürt köylünün hayvan kaçakçılığı iddiası ve 3. Ordu komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı'nın emriyle yargısız olarak kurşuna dizilmesi ve 32'sinin ölümü, birinin kaçması ile sonuçlanan olay.[1] II. Dünya Savaşı sırasında darlığı çekilen bazı maddeler dolayısıyla özellikle İran sınırında kaçakçılık olayları artmıştı. Bölgedeki aşiretlerle güvenlik kuvvetleri arasında sık sık çatışmalara yol açan bu olaylardan biri de Van'ın Özalp ilçesinde patlak verdi. Bir bölümü İran topraklarında yaşayan Milan aşiretinin Temmuz 1943'te büyük bir hayvan sürüsünü kaçırdığı yolundaki ihbar üzerine sınıra gönderilen jandarma birlikleri kaçakçıları yakalayamadı. Ardından aşiretin Özalp'ta yaşayan 40 akrabası gözaltına alındı. Mahkemenin yalnızca 5 kişiyi tutuklayarak geri kalanları serbest bırakmasına karşın, Özalp'e gelen Mustafa Muğlalı'nın emriyle 33 köylü sorgulamaları yapılmak üzere iki asteğmenin komutasındaki bir askeri birliğe teslim edildi. Köylüler sınıra yakın bir yerde kurşuna dizildi ve daha önce hazırlanan bir tutanağa dayanılarak kaçmaya çalışırken vuruldukları öne sürüldü. Olaydan yaralı olarak kurtulan bir köylü durumu ilgili makamlara duyurmayı başardıysa da yapılan başvurulardan bir sonuç alınamadı.
Bu özet 'eh mertebesinde' bir özettir. Eksiktir. Çok eksiktir. Mustafa Muğlalı, o sırada, Üçüncü Ordu Müfettişidir. Üçüncü Ordu'nun Komutanı değil, Üçüncü Ordu müfettişidir (denetçisidir). Bu, pek de öyle görünmese bile, önemli bir detaydır --çünkü, normal şartlarda bir müfettiş (denetçi) teftiş ettiği (denetlediği) orduya emir veremez. Verebilmiş ise, bir fevkaladelik, bir olağanüstülük sözkonusu olmak zorundadır. Peki, bu nedir? Buna cevabı, Avni Özgürel imzası ile 16 Mayıs 2004 tarihinde Radikal gazetesindeki bir yazıdan, düzelterek ve uygun gördüğüm içerik değişikliklerini de yaparak, yani değiştirerek alıntılıyorum:
Türk-İran hududunun kaçakçılık ve çapulculuğa bugünkünden daha açık olduğu yıllardan söz ediyoruz. Doğu'da ardı ardına yaşanan Kürt ayaklanmalarına ilişkin anıların taze olduğu, İran Kürtlerinin isyan edip Mahabat Cumhuriyeti'ni kurduğu, SSCB'nin Kürtler üzerindeki nüfuzunun dorukta olduğu yıllardır bunlar. Sınırın İran tarafındaki Kürt aşiretlerine mensup kişilerin sıklıkla Türk topraklarına girip çapulculuk yaptıkları, köylere zarar verip sürüleri çaldıkları haberleri üzerine Van valiliği zamanın İçişleri Bakanı Recep Peker'in de onayıyla gizli bir karar alır. Askeri birliklerin her ne vesileyle olursa olsun İran'a geçip orada takip yapması Ankara'nın başını ağrıtacağı için, bölgede Jandarmanın kontrolünde, askerlerden oluşmayacak, Türkiye Cumhuriyeti devletiyle resmen ilişkisi gözükmeyecek şekilde bir çete kurulacak ve bu grup çapula karşı misilleme yapacaktır. Aslında onay falan aramaksızın Özalp Kaymakamı Hilmi Tuncel çok önceden çeteyi kurmuştur zaten. İçişleri Bakanlığı'nın izniyle devlet arkadan istim basar sadece. İddia edilir ki Kaymakamın maksadı hudut güvenliğini sağlamak değil maddi çıkar sağlamaktır, hatta bu amacı doğrultusunda kendisine yandaş ve ortaklar da bulmuştur. Özalp Jandarma Kumandanı Yüzbaşı ve Hudut Tabur Kumandanı Binbaşı Kaymakamla birliktedir. Binlerce koyun ya da inekten oluşan aşiret reislerine ait hayvan sürülerinin gasbından söz ediyoruz. Ankara izni verir vermesine, ama ardından da panikleyip iptal eder. Van valiliği Özalp Kaymakamı'na çetenin dağıtılması emrini tebliğ eder ama atı alanın Üsküdar'ı geçtiği bir ana denk gelir bu. Kaymakam duymazlıktan gelir. Zira hududun öte yakasında el konulan koyunların bir kısmı çeteyi oluşturan sivil köylülere bırakılmakta, bir kısmı da 'hayvanların satışından elde edilecek gelirle silah, cephane ihtiyacının karşılanması' maksadıyla Kaymakamın uhdesinde bırakılmaktadır. Olayları tetikleyen gaspın İran tarafındaki Mehmedi Misto adındaki bir aşiret reisinin 2 bin koyununa el konulması olduğu söylenebilir. Türk dostu olarak tanınan, Rus işgali sırasında Türklerden yana tavır aldığı, hatta Kürt isyanları sırasında Ankara'ya istihbarat desteği verdiği bilinen bir aşirettir Mistolar. Mehmedi Misto hayvanlarını kimin gasp ettiğinin farkındadır ve doğrudan Özalp Kaymakamına mektup yazar, "gasp edilen hayvanlarımı bana geri verin. Ricamı kabul etmezseniz ben hayvanlarımı aynı usulle geri almasını bilirim, ama Türk hükümetinin haysiyeti rencide olur" der. Kaymakam bu mektuba Misto'yu yatıştıracak cevap vermek yerine aşiret reisine, "gelip karını da koynundan alırız" diye haber yollar. 1943 Temmuzunda Mehmed Misto'nun adamlarını toplayıp Türk hududunu aşması ve birbuçuk kilometre içeri girip Özalp halkına ait 500'e yakın koyunu gasp etmesiyle tırmanır olay... Kaymakam ve etrafında kümelenen çete böyle bir baskının Türkiye tarafında yardımcılar bulunmadan gerçekleştirilemeyeceğini düşünerek harekete geçmeye karar verir, ancak askeri harekâta gerekçe olmak üzere Van Valiliğine, "Rus askerleri Özalp yakınlarına kadar geldi" diye şifreli bir telgraf çekerler. Aynı mealde bir rapor Ordu Kumandanlığına da iletilir. Baskının öcünü almak için Kaymakam ve çevresinde kümelenen kadro ne yapacaklarını planlarken Rıfat adında bir arzuhalci, İranlıların işbirliği yaptığı kişilerin arandığını duyup fırsattan istifade arazi ihtilafı bulunan Milalengiz köylülerini ihbar eder. "Misto'ya adlarını vereceğim 40 kişi yardım etti" der. Kaymakam hemen bu isim listesini alır ve Validen 'tutuklanmalarına izin' ister. Köylüler apar topar içeri alınır. Ancak sevk edildikleri Özalp Sulh Ceza Mahkemesi içlerinden sadece beş kişiyi, Kaymakamı küçük düşürmemek için tutuklar. Ancak, bu sırada yangın bacayı sarmış "Özalp'e Rus askerinin girdiği" haberi üzerine Ankara ayaklanmıştır. Genelkurmay, hemen Orgeneral Mustafa Muğlalı'ya, 3.cü Ordu Müfettişi ünvanı altında, özel yetkilerle de donatarak [bu noktada Özgürel yanılıyor, Muğlalı'nın Ordu Komutanı olduğunu söylüyor. Düzelttim.] bölgeye gitmesi emrini verir. İçişleri Bakanlığı da hem Birinci Genel Müfettişini hem de Jandarma Komutanını Özalp'e yönlendirir. Tedbir çetenin maksadını aşmış çığın fitilini ateşlemiştir ama o andan sonra olacakları durdurmaya yerel yöneticilerin gücü yetmez. Birinci Dünya Savaşında her cephede harp etmiş, işgal yıllarında Ankara'ya 'Yavuz Grubu' adı altında istihbarat ve cephane akıtan gruba komuta etmiş, Menemen Ayaklanması sonrasında kurulan İstiklal Mahkemesine Başkan arandığında ilk akla gelmiş kişidir Orgeneral Mustafa Muğlalı. Özalp'te hem Kaymakam hem de yerel komutanlar, sertliğiyle tanınan generalin hışmından korkup ona bir isyan ve işgal tablosu çizerler. Vatanın elden gitmesine, hâkim dahil, sivillerin sessiz kaldığını, ortada gizliden gizliye yürütülen planlı bir ihanetin var olduğunu anlatırlar paşaya. Ve "bunları yargılamaya lüzum yok, infaz etmemiz gerek. Silahtan başka dilden anlamaz bunlar. Gevşek davranırsak hududun öbür tarafında tetikte bekleyenleri yüreklendiririz" derler. Paşa, onları dinledikten sonra Mahkemenin serbest bıraktığı 35 kişinin tekrar gözaltına alınması emrini verir. Biri kadın, biri 11 yaşında çocuk, ikisi askerden izinli gelmiş 33 kişi bulunur. İki kişi firar etmiştir. İçişleri Bakanlığının müfettişi Avni Doğan, tutuklularla görüşüp onların suçsuzluğunu anlar ama Muğlalı, yerel yönetici Kaymakam ve subaylardan gelen, "bunlar bizim ordunun nasıl ve nerede konuşlandığını Ruslara bildirerek casusluk da yapıyorlar" bilgisinin doğruluğuna kanidir. Onun için İçişleri Bakanlığı müfettişinin kulağını büker: "karışma, yoksa seni kırbaçlatırım." ardından da Özalp'ten ayrılır paşa. Ama, geride, "bu kişileri hududa götürülerek kendilerinden bilgi alınmasını, İran hududunun çapulcuların kimseye görünmeden geçilmesine elverişli noktalarının öğrenilmesini faydalı buluyorum. Bu adamların her an kaçmalarının mümkün olduğu göz önüne alındığında askerlerin uyanık bulunması ve gerektiğinde silah kullanılması şarttır" mealinde bir resmi yazı bırakarak. Mustafa Muğlalı Paşa, bu yazısının bir tür ölüm emri olduğunun farkına varmadığı söylenemez. Nitekim daha sonra yapılan yargılama sırasında askeri mahkeme de böyle algılar emri. Ve orgeneral muhtemel ki elini kana bulamayı istemediği için apar topar terk eder Özalp'i. Yerel yöneticilerin, "Paşam, siz sıkıntıya girmeyin biz hallederiz" dedikleri düşünülebilir. Teferruatını anlatmak acı verir. 30 Temmuz 1943 günü gece yarısından sonra tutuklular jandarma tarafından cezaevinden alınıp Hudut Taburu Komutanına teslim edilir. Komutan, tutuklular arasında bulunan bir kadını kimseye sormadan serbest bırakır, kalan 32 kişiyi Çilli Gediği denilen hududa yakın bölgeye götürür. Hepsinin elleri bağlıdır. Bir İşaret Mangasının havaya ateş açmasından sonra iki manga da kafilenin üzerine ateş açar. Olaydan sonra tutulan tutanaklarda saldırıya uğranıldığı, saldırganlara açılan ateş neticesi 32 şakinin öldürüldüğü bilgisi yer alır. Bir not daha... Rus casusu oldukları ve İranlı çapulculara yataklık ettikleri kuşkusuyla daha önce tutuklanan 5 kişi sevk edildikleri Van Ağır Ceza Mahkemesinde yapılan yargılamaları sonucu beraat ederler. Olayın Ankara'da duyulmasından sonra tartışmaların başladığı biliniyor. Ancak CHP iktidarının Demokrat Parti baskısını hissettiği 1946 seçimlerine kadar olayı örtbas ettiği de. Seçimden sonra muhalefetteki DP'nin baskısıyla verilen soruşturma emri neticesi Mustafa Muğlalı, 1949'da Askeri Mahkemede yargılandı ve 32 kişinin öldürülmesinden sorumlu bulunarak idama mahkûm edildi. Ancak, daha sonra yargıtay kararı bozup Orgeneralin cezasını 20 sene ağır hapse indirdi. Muğlalı Paşa astları tarafından kandırılmışlığın kahrıyla 1951 yılı sonunda cezaevinde öldü.
Değiştireceğim, düzelteceğim dedim; ama pek de bir şey değiştirmedim aslında. Çünkü, Avni Özgürel'in yazdığı şekliyle de okunmasını istedim. Fakat, hikaye tam da onun dediği şekilde cereyan etmiyor --bunu da, Avni beyin devlete yakınlığını dikkate alınca, pek de yadırgamıyorum. Neyse. Hikayenin önemli kısımları şöyledir: Orgeneral Muğlalı'ya görevi tabii ki Genelkurmay vermiştir; ama yetkilendirmesini ve görevin kapsamını o günlerde Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü yapmıştır. Yani, doğrudan doğruya Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından görevlendirilmiş ve yine İsmet İnönü'ye bağlı olarak faaliyet göstermiştir. Genelkurmay sadece görevi resmiyete kavuşturacak şekilde tebliğ etmiştir. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından verilen görevin resmi ünvanı 3'.cü Ordu Müfettişi' olmakla birlikte, komutan-üstü yetkilerle donatılmıştır. Bu detay önemlidir. Ardından da, geride bıraktığı yazıyı yazmadan önce bizzat İsmet İnönü ile görüşüp durumu anlatmış ve emirlerini sormuştur. Subayların şunun bunun dolduruşuna getirildiği yolunda Avni beyin dediklerini ciddiye almak durumunda değiliz. Muğlalı, bu 33 kişinin aslında masum olduğunu biliyordu ve Cumhurbaşkanına da bunu telefonda söylemişti. Buna karşılık, İnönü, (tıpkı MKA'nın 'Menemen Olayı'nda Mustafa Muğlalı'yı İstiklal Mahkemesi Başkanı yapıp, ibret-i alem olsun diye, ilgili-ilgisiz kişileri astırdığı gibi) oradakilerin infaz edilmesi emrini vermişti. İşte, bu ikinci defadır ki, emre itaatsizlik edemeyen Muğlalı, bu gizli emirden hareketle, hem İçişleri Bakanlığı Müfettişlerini karışmamaları yönünde tehdit etmiş, hem de ardında o yazıyı bırakmıştı. O yazı, aslında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün emirlerinin yerine getirilmesini emreden bir yazıydı. Herhalde, bu uygulamaya aklı pek yatmadığı için olsa gerek, yazıyı yazıp Van'dan ayrılmıştı. Ardından da, seneler sonra, muhalefetin diline düşen İsmet İnönü, emri kendisinin verdiğini inkar eder. Daha doğrusu, hiç bir zaman üstlenmez. Muğlalı da, hem bunu açıklayacak delilden yoksundur --çünkü, emir telefonla, sözel olarak verilmiştir--, hem de itaat disiplinine, askerlik anlayışına aykırı bulur ve İnönü ile ilgili hiçbir ithamda bulun(a)maz. Kısacası, Muğlalı, artık bir sivil siyasetçi olan İsmet İnönü tarafından yüzüstü bırakılmış, kurtların önüne atılmıştır. Muğlalı, yukarıda da anlatıldığı üzere, hapse atılmış ve orada kahrından ölmüştür. Bu noktada, yine yukarıdaki Wikipedia makalesine dönebiliriz:
[...] Ama askeri yargıtay kararı bozdu; Muğlalı yeni yargılama başlamadan 11 Aralık 1951'de (71 yaşında) hapiste öldü. CHP'nin 6-7 Eylül Olayları'nda "azınlıklara karşı ayrımcılık yapıldığı" iddiası üzerine, DP tarafından misilleme olarak, olay tekrar TBMM'de gündeme getirilmiştir. Bu kez olayın geçtiği dönemdeki bütün TBMM üyeleri ve CHP'nin sorumluluğu iddiasıyla, bizzat İsmet İnönü için yargılanma istenmiştir. 12 Şubat 1956 ve 25 Şubat 1956 tarihlerinde Meclis'te görüşülen konu, 1958 tarihli Meclis Tahkikat Komisyonu raporu ve Meclis görüşmeleriyle zaman aşımı ve çeşitli af yasalarından dolayı tekrar kapatılmıştır.
Evet. İsmet İnönü, bu şaibeden hiç aklanmamış; bu dosya --değişik hukuki savuşturma teknikleri ile-- kapatılmıştır. Bu olayın TSK cenahında yol açtığı anafikir hep şöyle olmuştur: Sivil makamlardan gelen herhangi bir sözlü/gizli/mahrem emre itimat etme; çünkü, başları sıkıştığında derhal seni satarlar. Şimdi... Gelelim, Mustafa Muğlalı'nın isminin Van'ın Özalp ilçesindeki bir kışlaya verilmesine. Evet. Muğlalı'nın isminin başka bir yere değil de, TSK tarafından, '33 Kurşun Olayı'nın yaşandığı ilçeye verilmesi gerçekten manidardır. Manidardır ama neden onca sene değil de, 28 Şubat sürecinde bunun yapıldığını sormazsak, bu manidarlığı tam anlayamayız bence. Şimdi, biraz geriye çekilip, 28 Şubat'a bakalım. Sivillerin yaptığı taa o günlerde söylenen, bir 'post-modern' darbeden bahsediyoruz; öyle değil mi? Peki, o 'post-modern' darbede önderlik edenlerin askerler değil de siviller olduğunu farzedersek ne ile karşılaşırız? Askerleri bu darbeye zorlayarak, talimat vererek sivillerin kattığını söylemiş olmaz mıyız? Peki de, hangi sivil (ya da sivil kadro) bu tür bir zorlamayı yapmış olabilir ki? Bunu yapabilecek olan sivil kişi, hem çok güçlü bir makamda olmalı, hem de sözüne askerlerin kaşı çıkamayacağı kadar etkisi yüksek ve kidemli birisi olmak zorunda bence.. Kim olabilir diye uzun boylu düşünmek de gerekmiyor aslında.. Zamanın Cumhurbaşkanı, Süleyman Demirel bu eşkale tıpatıp uyuyor. Buradan şunu çıkarıyorum: Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, askerlere 28 Şubat'ı başlatacak şekilde emirler vermiş, onları teşvik etmiş, sivil kadrolarla da destekleyerek yola çıkartmış olmalı. Daha sonra da, muhalefetin baskısı yüzünden, askerleri yüzüstü bırakmış ve kurtların önüne atmış olsa gerek. Bunun böyle olduğunu, 28 Şubat'ın önde gelenlerinin tamamının tasfiye edilmiş olmasıyla açıklayabiliriz. Buna karşılık, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel pek de hasar görmemiş; 7 yıllık Cumhurbaşkanlığı süresini tamamlamış, hatta bu süre az kalsın uzatılmıştır da. Bütün bunların bu süre uzatımı için sahnelen(diril)miş olabileceğini söylemek abartma olur mu; bilemem. Neyse. Dönelim, 28 Şubatçıların Van'ın Özalp ilçesindeki kışlaya neden 'Orgeneral Mustafa Muğlalı Kışlası' ismini verdiklerine.. Bilmem siz de farkettiniz mi?.. Sanki, 28 Şubatçılar, birisine "bizi sattın, namussuz!" diyor gibi.. Bunu da, o eski ve meşhur satış işine yol açan yerdeki bir kışlanın ismini değiştirerek yapıyorlar.. Yani, 28 Şubatçıların derdi, ne Van'dakilere, ne Özalp'tekilere, ne de Kürtlere mesaj vermek, meydan okumak olmasa gerek. Onların derdi, yukarıda --amiyane bir tabirle-- söylettiğim şekilde "bizi sattın, namussuz! seni de kurumsal hafızamıza yazdık!" demekti sadece. Amma.. gel de şimdi bunu bir önceki Milli Eğitim Bakanımız ve şu an da Başbakanlık Başdanışmanı olan Hüseyin Çelik isimli siyasetçimize anlat.. Bu kadar cehalet okumakla olur derler ya.. dahası da ancak Milli Eğitim Bakanı olmaktan geçiyor. Hayır. Gam değil. Ama, bu cehalet bulasıcı da olabiliyor.. Ajan mı, gazeteci mi, yoksa somcahil mi, yoksa hepsi birden mi olduğu önemsiz olan kişilerin diline dolanabiliyor.. Sadece meseleyi carpıtmakla kalmıyorlar; dahası, Orduyu Kürtlerle karşı karşıya getirmeğe gayret ediyorlar... Ben bunun iyiniyetle bağdaşır bir yanını bulamıyorum. Bu, sadece 'satmak' değil, daha çok bir 'hainlik' gibi duruyor. Neyse. Bu kadar uzun bir yazı olacağını tahmin etmemiştim. Halbuki, daha Tuğgeneral Veli Küçük'ün neden Giresun'daki görevi sırasında --uzaktan bakanlara sanki durduk yerdeymiş gibi görünebilen bir şekilde-- 'Topal Osman Heykeli' diktiğini de yazmak istiyordum. Hani, şu Topal Osman Ağa ki, aslında bir 'Milis Yarbayı'dır. Yani, sivilden gelmiş olmasına rağmen, kendisine Yarbaylık rütbesi verilmiş; son derece güvenilir bulunduğu için de, kendisinin bizzat seçtiği sadık askerlerle, hem Cumhurbaşkanlığı sırasında hem de öncesinde, Mustafa Kemal'in Muhafız Alay kumandanıdır. Daha sonra, nasıl olur bilinmez, durduk yerde (Mustafa Kemal'e karşı sert muhalefeti ile bilinen) Ali Şükrü Bey isimli Trabzon Milletvekilini öldürür. Meclis'te hemen dedikodular yayılır. Bunu Topal Osman Ağa'nın kendi başına yapamayacağını, bu emri mutlaka Mustafa Kemal'in vermiş olduğu yolunda şaibeler. Mustafa Kemal bu söylentileri şiddetle reddeder. Meclis de, neyin ne olduğunun anlaşılabilmesi, Topal Osman Ağa'nın derhal yakalanması ve suçlu bulunduğunda Meclis önünde asılarak infaz edilmesi yolunda bir karar çıkartır. Nedense, Mustafa Kemal, Meclis'in bu konuda bir karar çıkarmasını istemez, kişisel muhalefet eder; sanki yakalanmasını ya da sorgulanmasını istemez gibi bir intiba doğar. Ama, emir çıkar. Bu sefer de, emir çıktıktan sonra, Mustafa Kemal, Başbakan Rauf Orbay'a Topal Osman'ın çok tehlikeli bir kişi olduğunu, Jandarmanın onunla başa çıkamayacağını, bunun hallini kendi Muhafız Alayına bırakmalarını söyler. Muhafız Alayının başına General İsmail Hakkı Tekçe geçer. Ayrancı'da bir bağ evinde Topal Osman ve adamlarıyla çatışma yaşanır. Topal Osman'ın kendi adamlarına "vurasıya atmayın!" (vurmak için ateş etmeyin) emri verdiği bilinir.. Ardından, Topal Osman, kasığından aldığı (ölümcül olmayan) bir yara sonucunda ele geçirilir. Gecenin karanlığında, sedye ile götürülürken, duyulan bir kurşun sesiyle öldürülür; ardından da İsmail Hakkı Tekçe tarafından başı oracıkta vücüdundan kesilerek ayırılır... ve alelacele gömülür. Daha sonra, öldürüldüğü ve gömüldüğü yetmezmiş gibi; sanki Meclis'e gözdağı verircesine, Meclis'in yakalama emri çıkartırken aldığı kararın içeriğnde asılması da geçtiğine dayanılarak, mezardan çıkarılır ve Meclis önünde başşız cesedi darağacına çekilir. Bu konudaki spekülasyonlar o gün bugündür hiç sona ermemiştir.. Mustafa Kemal'in bir kuvvetli siyasi hasmını öldüren sadık bir adamını kim neden (konuşmasına müsaade etmeksizin) öldürsün?.. Bimiyoruz --daha doğrusu, bilmediğimizi söylemek gerekiyor. Fakat, olmaya ki, Tuğgeneral Veli Küçük, bizim bilmediğimiz bir şeyleri biliyordur? Ve, kendisine yaptırtılan infazların karşılığında kendisinin de ortadan kaldırılacağını düşünmüş olabilir mi? Bilemem. Ama, onca şeyi üniformalı iken yaparken kimsenin ses çıkarmayıp, daha sonra adamı apar topar içeri almalarını manidar buluyorum. Ortadan kaldırmak illa bir kurşunla ya da başı kesilerek olmak zorunda mı? Bir kişiyi apar topar içeri almak ve herşeyi ona yüklemek, ve her türlü itibarını yok etmek de o kişiyi ortadan kaldırmak anlamına gelir mi? Bilmem. Ama, Giresun'a Veli Küçük tarafından dikilen o heykelin bir anlamı olmalı.. Bir de şu aklıma takılıyor: Suçunun ne olduğunu tam anlayamadığım, fakat bir sebepten hapse atılmış olan Yarbay Korkut Eken, herhangi bir yere bir Muğlalı Heykeli dikmemekle bir eksiklik mi yaptı? Veya, ilerde bir kışlaya Veli Küçük veya Korkut Eken ismi verildiğinde, biz hala daha bunların Kürtlere mesaj vermek için yapıldığını mı sanacağız?