Hanendeler, Sazendeler.. Kurtlar ve Raks..
Mustafa Armağan'ın ismini epeyi zamandır duyarım; gazete yazılarının bir kısmını okumağa çalışmışlığım da vardır, fakat daha önce bir kitabını okuduğumu sanmıyorum –hatırlamıyorum.
O yüzden, bu eksikliği gidermek için, 'Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı' [Mustafa Armağan, ISBN: 975-6065-15-X] kitapçıda hazır da önüme çıkmışken, okumak istedim. Sultan Abdülhamid, çok uzun zamandır ilgi alanıma girdiği için, bu zorlama bir alâka da değil.
Kitap, ben farkedinceye kadar, ikinci 50,000 baskıya ulaşmış; ki, –bu memleket için– tek başına bu bile bir mucizedir –başka hiç bir şey olmasa bile kaydadeğerler listesine girmiştir yani.
Oldukça itinalı bir çalışma; baskı kalitesine diyecek pek söz yok, dipnotlar filan da yerinde. Bir iki yerde gözden kaçmış bazı yazım (dizgi) hataları var ama, önemli şeyler değil. Tek önemli eksiği, bir söz dizininin olmayışı.
Bu da, kitabı ilerde herhangi bir şekilde referans amacıyla kullanmağı çok zorlaştıracak. Fakat, anlaşılan, kitabın referans amacıyla kullanılmak gibi bir iddiası da yok. Daha çok, gecikmiş bir mezartaşı yazısı (epitaph) sayabileceğimi sanıyorum.
Gecikmiş derken, türünün tek örneği de değil tabii, daha öncekilerin bir devamı anlamında söylüyorum.
Gerçi, kitap, tam olarak ve açıkça, Sultan Abdülhamid'i savunma amacıyla yazılmış değil; zaten buna artık gerek de yok bence –o bağlamda yazılmak, söylenmek gerekenler 40-50 sene önce yazıldı ve şu veya bu şekilde ikna edici oldukları için artık cepheden savunmaya gerek kalmadı.
Başka bir deyişle, Sultan Abdülhamid'in bir devlet adamı olarak, yetenekleri hakkında hala daha şüphesi olan varsa, bu Sultan Abdülhamid'den değil, şüphesi olan kişinin bilgisizliğinden kaynaklanıyor diyebiliriz.
Sadece dış siyaset bağlamında değil, zor ve imkânları dar zamanda, yaptırdığı okullar, hastaneler ve diğer bayındırlık eserleri ve dolayısı ile ülkenin fikri ve sosyal altyapısı üzerindeki etkileri de artık oldukça iyi biliniyor. Gerçi, halâ daha bilmemekta ısrar edenler de yok değil, ama bu onların sorunudur.
Öte yandan, konuya Mustafa Armağan'ın yaptığı şekliyle yaklaşmak ne derece doğrudur sorusu da kafamı meşgul ediyor. Kitap, benim baktığım yerden, özellikle başlangıç kısımlarında, vıcık vıcık duygusallıklarla dolu... Methiye bile değil, romantik, rustik, pastoral, platonik duygusallıklar...
O kadar ki, kitabı bir kaç defa kaldırıp bir tarafa koydum –o derece manzum pasajları ben putlaştırılmış liderler için yazılır sanırdım... Hani, o bildiğimiz, 'Sen kalk da ben yatam' edebiyatı misali..
Bu haliyle, bu kitabın, 'bilmemekte ısrar edenler'in okuyabileceği, onların okumasını teşvik eder türden bir girizgaha sahip olduğunu söyleyemem; kendi cemaatinin müminlerine vaaz verdiğini söylemek belki daha isabetli olur.
Kendi müminlerine, kendi cemaatine vaaz vermek edebiyatının günümüzde –satış rakkamlarına itibar edecek olursak– daha başarılı örnekleri yok değil.
İlk akla gelen de, tabii ki, 'Şu Çılgın Türkler'in [ISBN: 975220127-X] de yazarı olan Turgut Özakman'ın biriket kalınlığındaki 'Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele' [ISBN: 9754946697] isimli kitapları oluyor. Her ikisi de ustaca yazılmış bu iki kitabın, bence, Mustafa Armağan'ın bu kitabı ile benzeştiği taraflar var.
Turgut Özakman da, her iki kitapta da, fakat bilhassa 'Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele' isimli eserinde belagatli ve fevkalade bir yazarlık örneği gösterir. Fevkaladelikten kasdım da şudur: Kitabın ilk bilmemkaç sayfası Sultan Vahideddin'in kişilik analizine ayrılmıştır –ve bu analiz de sadece Sultan Vahideddin'in ne derece zayıf karakterli ve yetersiz olduğunu anlatmak için yapılır. Kitabın başlığında ismi zikredilen diğer şahıs (ya da romanda geçen diğer karakterler) bu tür bir imtiyazdan mahrum bırakılmıştır ve bu da, ister istemez, dikkat çeker. Birilerinin parlatılması için, bazı hallerde, etrafının ve muhataplarının karartılması gerekebiliyor..
Konumuz Turgut Özakman değil tabii ki, ama, madem laf oraya geldi; ister istemez Yılmaz Öztuna da akla geliyor...
Osmanlı tarihine amatör bir merakla bir ömür hasretmiş olan Yılmaz Öztuna'nın kendisine 'tarihçi' demesini men eden entellerimiz [İlber Ortaylı hariç; çünkü o, Nilgün Uysal'la yaptığı ve bir kitap halinde yayınlanan 'Zaman Kaybolmaz' isimli kitabında (ISBN: 9789754586954) Yılmaz Öztuna'nın tarihçiliğini teslim ediyor. Ama, zaten, İlber Ortaylı da bir 'entel' değil, entellektüel], Turgut Özakman gibi mesleği senaristlik ve eski bir Devlet Tiyatroları Gn. Md.lüğü olan birisinin "bu kitap 57 senelik bir çalışmanın ürünüdür" diyebilmesinde hiç bir gariplik bulmuyorlar..
Bunun ben de garipsemiyorum. Kendi cemaatinin müminlerine vaaz veren herkesin, o cemaat içinde, bir 'ama, pek de yakışıyor haspaya' imtiyazının olması nomaldir.
Fakat, o cemaatten değilseniz, bazı şeylerin bariz eksiklikleri dikkatiniz mutlaka çekiyor. Birilerinin tükürük hokkasına çevrildiğini, başkalarının da habire parlatıldığını okudukça dengesiz bir diyete tabi tutulduğunuzu hissetmeğe başlıyorsunuz... Dengeli beslenmek için, artık boşlukları doldurmak size düşüyor ve parlatılanlar hakkında söylenelere inanamaz oluyorsunuz. Yani, –yazarın ya da yazdıranın amaçları dikkate alındığında– kitap ters tepiyor.. Kitap, daha eldeyken, malül oluyor.
Öyle olmasa bile, okuyucunun ilerde –sır kazınıp foya çatlamağa başlamasıyla birlikte– hayal kırıklıklarına düçar olacağı kesin.
Mustafa Armağan'ın tercih ettiği uslup da bu tür bir kaderle malül. Yukarıdaki diğer iki kitapla kıyasladığımda, çok daha az olduğunu teslim ederim tabii ki, ama, yine de, çoğunlukla duygusal hayranlıklar ve methiyelerden müteşekkil bir kitap bu da.
Hikayenin kahramanı, başarılı ol[a]mamışsa, sebebi hep dışşal kaynaklarda aranan, başarılı olmuş ise ilgili kişinin basiret, kabiliyet ve aklina bağlanan türden bir analiz. Yani, tarafsızlık kaygısı minimumlarda.
Tarafsızlık kaygısı gütmeli miydi?
Bence, evet, çünkü, meselemiz Sultan Abdülhamid'e layık olduğu türbeyi yapmak için bir fikri altyapının oluşturulması değil artık; Sultan Abdülhamid'in doğruları kadar yanlışlarının da cımbızlanarak tartışılmasını sağlamak, onlardan hem bugüne ve hem de yarınlara dersler, metodlar çıkarmağa yardımcı olmak, malzeme sağlamak bence daha sağlıklı olurdu.
Aksi halde, bir putun yerine bir başka putun konmasına hizmet etmek saymak; ve zaten hiç bir zaman yok olmamış olan Hamidizmin canlanması arzularının örtülü deklarasyonlarından bir başkası saymak zorunda kalıyorum.
Hamidizmin tekrar dirilmesiyle bir sorunum olduğundan değil, fakat, şartlar onu gerektiriyor mu sorusu var... Kemalizmin silikleşmesi, ya da sürtre gerisine çekilmesi, aşağı yukarı bir vakıa sayılır bugün; ve, bunun yerine Hamidizmin gelmesini arzulayanlarımız da olabilir. Fakat, gerekli midir; ne gibi bir proje olabilir sorularının cevabını ben bilmiyorum.
Ayrıca, biri diğerinin bir alternatifi midir, yoksa devamı mı sorusu da yok değil.. Birisi yeteri kadar başarılı olmadığı için yerine, hatta MKA'dan önce, Kemalizm gelmişti –Kemalizmin Hamidizmin modifiye edilmiş bir devamı olduğunu söyleyenler de yok değil.
Neyse.
Beni kitabın adı yanılttı.
'Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı' gibi bir isim gördüğümde, kitabın tamamını oracıkta okuyacak halim yoktu tabii ki, arka kapağında "Osmanlı tarihini yeniden yazmağa koyulan Mustafa Armağan.." ibaresi ve kitabın önsözünde yazarın "Aslında bir çok değerli bilimadamı, sanat tarihçisi, aydın... Sultan II. Abdülhamid'le ilgili çalışmalar yapmış ve değerli katkılarda bulunmuşlardı. Ancak, bu çalışmlar dağınık ilerliyor ve en önemlisi de, genel okuyucunun bunlarla toplu olarak buluşması mümkün olmuyordu" deyişi de bu yanılgıya düşüşümü kesinleştirdi:
Ben kitabı bu bahsettiği kapsamda bir şey sandım... Osmanlı tarihini yeniden yazmak bağlamında, Sultan II. Abdülhamid hakkında yapılmış çalışmaların derlenip toparlandığı, genel okuyucuyla buluşturulacağı türden bir şey bekliyordum...
Çıka çıka, başlığı 'Sultan II. Abdülhamid, İçimizden Biri' filan gibi, Sultan'ın insanî yönlerini anlatan bir kitap çıktı.
Faydadan ari değil tabii ki; ama, Ayşe Osmanoğlu'nun 'Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım)' kitabını ya da Sultan Abdülhamid'in kendi yazdığı hatıralarını okumuş iseniz, Mustafa Armağan'ın bu kitabının gereksiz tekrarlar olduğunu düşünebilirsiniz...
Ve, sizi haksız bulmam.
Onca çalışmadan şundan bahseden kitapta, ele gelir önemli bir bilgi bulamadım. Bir kaç anekdot dışında.
Bunlardan birisi –ki, evet, bunu ilginç buluyorum–, Sultan Abdülhamid'i kamusal ortamda ilk savunan önemli kişi, zannedildiği üzere, Necip Fazıl değilmiş.. Sıkı durun.. Nihal Atsız imiş. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. İlginç bir ülkeyiz biz. Nihal Atsız'ın dincilikle filan alakası olduğundan değil; vicdanı olduğundan bunu yaptığını kabul etmek zorundayım. Takdir ettim.
Bir başka anekdot da, Sultan Abdülhamid ile Enver Paşa'nın görüşmesi sonrasında her ikisinin ayrı ayrı kişilere söylediği birbirleri hakkındaki kişisel görüşleri.. Enver Paşa, "devirmekle yanlış etmiş olduğumuzu anlıyorum" mealinde bir şeyler söylemiş. Sultan Abdülhamid ise, "Fena adam değil, kullanılabilir" demiş.. Beklendiği kadar hakanî bir bakış açısı..
Fakat, kitaptaki onca duygusallığa rağmen, Mustafa Armağan, bence en vurucu hikayeyi ıskalamış..
Onu da ben anlatayım.
Rauf beyin kendi hatıralarındaydı galiba, aklımda kaldığı şekliyle anlatıyorum. Detaylar eksik ya da yanlış olabilir, ama, Sultan'ın dediği hep kulaklarımda çınlar –onu yanlış hatırlayacağımı sanmıyorum.
İlgilenen herkesin bildiği üzere, Sultan Abdülhamid hâl edilir –bu o günün deyimiyle sultanın tahttan indirilmesidir. Ve, Selanik'te zorunlu ikamete tabi tutulur. Seçilen yerin, Selanik olması ilginçtir, ve bu konuda da söylenecek şeyler eminim ki vardır. Ama, şimdi sırası değil ve ben de uzmanı değilim.
Sultan, hâl edildikten sonra, Selanik'e gönderilecektir. Trenle –yanlış hatılamıyorsam. Tren istasyonuna kadar da faytonla. Bu seyahatte, ve daha sonra Selanik'te de Sultan'a muhafız olarak, genç bir yüzbaşı olan Rauf Bey tayin edilmiştir. Saray'dan faytona, faytondan trene, trenden de Selanik'teki köşke kadar beraber gideceklerdir.
Tam faytona binecekken, Rauf Bey, Sultan'ın gözünün Rauf Bey'in belindeki tabancaya kaydığını farkeder. Başka hiç bir şey olmasa bile, Sultan'ın huzurunda birisinin silahlı olması tek başına yeteri kadar densizliktir de, bir de durumun getirdiği başka şeyler daha vardır. Bir ihtilal olmuş, ve Sultan, küçük rütbeli ve beli silahlı birisinin eline emanet ediliyor.. Kim olsa aklına bin türlü ihtimal gelir; kafasında kırk tilki dolandığı halde hiç birisinin kuyruğu bir diğerine değmeyen Sultan Abdülhamid'in mi gelmeyecek?..
Rauf Bey, bunu –bu densizliğini ve başka açılardan yanlış anlaşılabilirliğini– farkeder etmez, özürler diler ve Sultan'a şunu söyler:
"Endişe buyurmayınız, silahımı size vereyim, en küçük bir yanlışımı gördünüzde beni vurursunuz."
Bunun üzerine, Sultan, hep kulaklarımda çınlayan şu cevabı verir:
"Aman evladım, sizi ben vurursam, beni kim vuracak..."
Evet... ağacı kesen baltanın sapı da ağaçtandır..
Not: Bu Rauf Bey, Hüseyin Rauf Bey, daha sonraları o tarihlerde pek sık rastlanmayan ve bu yüzden de hasret olunan gemisini kurtaran kaptan olmak hasebiyle Hamidiye Kahramanı olacak; Cumhuriyet döneminde de Orbay soyadını alacak, Serbest Fıkra denemesinde Mustafa Kemal'in en güvendikleri arasında olacak; bir kaç ay da Başbakanlık yapacaktır. Dürüst bir insandır bence. Hatıralarını yazdığı Cehennem Değirmeni [ISBN 975623708-X] kitabını okumanızı tavsiye ederim.
Ha? Mustafa Armağan'ın 'Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı' kitabını mı sordunuz?
Valla.. ne diyeyim.. geçmişi ile tanışmak zamanınız ancak şimdi geldiyse, yani çok genç bir okuyucu iseniz, ve sadece bir kitap okuyacaksanız bu kitabı okumanızı önerebilirim.
Yok, bir kaç kitap okuyacak gibiyseniz, yukarıda bahsettiğim hatıratları (ve diğerlerini) okumak bence daha yerinde olur.
Birinci elden anlatılanları, özellikle birbirleri ile nasıl farklılıklar gösterdiklerini de farkettikçe, sürükleyici ve eğlenceli bir süreç bulacağınıza eminim.