Küre. Sel. Ve TesliMilliyetçilik..

Aşağıdaki yazı, Ahmet Altan tarafından gazetem.net'te 'Türkiye bir iç savaşa mı gidiyor?' başlığıyla 21 Mayıs 2007 yayınlandı.

Yazı ilginç ve önemli bence. Çok geniş bir değerlendirme yelpazesi gerektiriyor. Türkiye'de çok şeyin değişmiş olduğuna da işaret ettiğini düşünüyorum.

İşaret ettiği şeylerin başında da, yazıda açıkça değinilmese bile, Kurtuluş Savaşı ile birlikte aydınlarımızda gördüğümüz ve 'mahrumiyet ve özgürlüklerin kısıtlanması anlamına gelse bile bağımsızlık' diyebileceğimiz yaklaşımın yerini, artık, 'bağımsızlık filân o kadar da önemli değil, yeter ki bireyler olarak istediğimizi yapabildiğimize inanalım' anlayışına bırakmak üzere.

Bu yeni anlayışın henüz ezici çoğunluk sayılacak kadar yaygın olmadığı --yazının lafzından maâda, ruhundan-- anlaşılıyor (ya da ben öyle okudum). Ve, eğer yanlış okumadıysam, Ahmet bey, bu ikinci anlayışın başat olması gerektiği görüşünü benimsiyor.

Ben ise, esasen kararsızım. Ortada bir çeşit açmaz var --bence.

Ve, bu açmaz benim kafamı bir hayli meşgul ediyor.

Yazının içinde bu açmaz(ım)la eklediğim yorumlarımı bulabilirsiniz...

Türkiye gerçek bir seçim yaşayabilirse, ordunun ve yargı bürokrasisinin o sonsuz egemenliğinin sonuna geleceğiz.

Bu çok sevindirici bir gelişme olacak. Olacak da, neyin ya da kimlerin egemenliği altına gireceğimize dair bir işaret göremiyorum...

Gerçi, açıkça söylenmese de, yeni durumda 'halkın egemenliği'nin gerçekleşeceği kolayca söylenebilir. Dilin kemiği olmadığından...

Ama, ben, 'halkın egemenliği'nin var olduğu söylenen heryerde hep bir klik ya da zümrenin egemenliğinin olduğunu gördüm. Yani, etiketi 'halkın egemenliği' olan, fakat içeriği bakımından 'sahip(ler)i' değişse de, 'aynı tas aynı hamam' olan...

O yüzden, bu tür 'nurlu ufuklar' müjdeleri bana çok heyecan vermiyor. Yerine, yeni durumda, neyin ya da kimlerin egemenliği altına gireceğimizin bir cevabını arıyorum.

Şemdinli olayında utanç verici bir anlaşma yaptığı ve bu anlaşmaya güvenerek cumhurbaşkanlığı stratejisini oluşturduğu anlaşılan AKP, kendisi için gidilecek demokrasiden başka bir yol olmadığını gördü.

Hiçbir siyasi partinin bu ülkede hukuk dışı kurnazlıklarla yapılacak işbirliğine dayanarak gerçek iktidarı ele geçiremeyeceğini anladı.

Burası ilginç..

Yönetimdeki bir siyasi partinin birileri ile 'utanç verici' bir anlaşmasından bahsediyor. Taraflardan birisi aşağı yukarı belli de, diğer taraf açıkça yazılmamış.

O yüzden AKP istese de istemese de, Türkiye’yi dünyanın bir parçası yapmayı ve demokrasiyi seçecek.

Burası daha ilginç..

'AKP istese de istemese de'..

Ahmet beyin deyimiyle, iktidari başka türlü ele geçiremeyeceğini anlayan AKP, 'istese de istemese de', belli bir şekilde davranmak zorunda.

Bu bir makyavelist bir pragmatizm, yani 'her yol mübâh' değilse nedir, ben bilmiyorum.

Birinci denemede 'utanç verici' bir anlaşma yapmışmış.. şimdi, istese de istemese de, Türkiye’nin dünyanın bir parçası olması zorunlu olduğu için, başka ve inşallah 'utanç verici' olmayan bir anlaşma daha yapmasından mı bahsediyoruz?

Amaç neydi?

Demokrasi ise, demokrasinin içinde itirazlar ve engellerin çıkması normaldir. Meclis içinden ya da dışından..

Fakat, 'Türkiye’yi dünyanın bir parçası yapma'k niçin demokrasi ile aynı nefeste telaffuz ediliyor --onu pek de anlamadım. Ve, hangi dünyanın?

Bu, ordunun ve adli bürokrasinin hukukun sarsılmaz disiplini içine alınması demek.

Bazı terimler var.. insan duyar duymaz seviyor.

Bunlardan birisi de 'hukukun sarsılmaz disiplini'.. ya da daha sık duyduğumuz şekliyle 'hukukun üstünlüğü'...

Hukuk ile adaletin aynı şey olmadığını vurgulamak için bir fırsat anlamına geldiği için, Ahmet beyin bu konuya değinmesi bence çok iyi oldu.

Malum, Hukuk, çoğunlukla Meclis tarafında çıkarılan kanunlar ve onun etrafındaki mevzuat demek. Bu külliyatın üstünlüğünün tanınacağını söylemek de kulağa çok hoş geliyor.

Geliyor da, acaba herzaman içinize sinecek mi?

Bu konuda iyi bir örnek, Onur Öymen'in Antalya Paneli'indeki (bana emaille gönderilmiş) bir konuşmasından alınabilir..

Şunları söylüyor Onur Öymen:

Son günlerde dikkatinizi çekiyorsa, Meclisten alelacele bir petrol yasası çıkarıldı. Basınımız da pek üzerinde durmadı, tek köşe yazarından okudunuz mu siz petrol yasası konusunda birşeyler?

Okumadınız.

Neden acaba?

Bunların petrolle ilişkisi var mı yok mu pek bilemeyeceğim ama nedense bizim basın buna hiçdeğinmedi. Halbuki bu Türkiye'nin en önemli konusudur.

Niçin en önemli konusudur?

Şunun için: bu petrol yasası Cumhuriyet tarihimizde en utanç verici yasadır. Tekrar ediyorum; en utanç verici yasadır! Bu yasayla eski yasalarda bulunan çok hayati bir cümle metin dençıkarılmıştır.

Nedir o?

Eski yasa diyor ki: Bu yasanın amacı Türkiye'nin milli menfaatlerini korumaktır.

Bunu çıkarttılar biliyor musunuz?

Bunu çıkarttılar!

Dünyaya ilan ediyorsunuz, biz milli menfaatlerimizi korumayacağız diyorsunuz.

Biz araştırdık, başka ülkelerin yasalarında ne var diye.

Hepsinin petrol yasasında milli menfaatler korunacaktır lafı var.

Daha iki hafta önce Irak'ta kabul edilen, askeri işgal altındaki bir ülkede kabul edilen petrol yasasında bile Irak'ın ulusal çıkarları korunacaktır diyor.

Biz de öyle hükümler var ki, diyor ki Türkiye'de üretilen petrolün tamamı serbestçe yurt dışına ihraç edilebilir.

Kıtlık olur, sıkıntı olur; önemli değil, yabancıların bir litre petrolü Türkiye'de bırakma mecburiyeti yok.

Başka ne diyor?

Efendim devletin payı %2'ye indirilmeli. Yüzde 2!

Danimarka Meclis Başkanı buradaydı, geçenlerde onunla konuştuk onların da Petrol Yasası var; kuzeydeki petrolle ilgili,

"Sizde yüzde kaçtır devlet payı? Bizde %70" dedi.

Norveç'te yüzde kaç biliyor musunuz? Norveç'te %90.

Türkiye'de %2.

Düşünebiliyor musunuz arkadaşlar?

Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı'nın devlet adına yaptığı bütün çalışmalarla ilgili maddeler metinden çıkarılmıştır.

Türkiye Petrollerinin hiçbir etkisi kalmamıştır.

Yabancı devletlere Türkiye'de arama işletme hakkı vermeyen madde eski metinden çıkarılmış.

Yani yabancı devlet adına Türkiye'de petrol arayabileceksiniz, Türk devleti adına arayamayacaksınız.

Hukuk demiştik değil mi?..

Evet, demokrasi vb gibi kulağa çok hoş gelen şeylerle beraber, 'Türkiye’yi dünyanın bir parçası yapma'k ile bu tür şeylerin bir ilgisi var mı acaba?

'İstesek de istemesek de' derken acaba ne kastediyoruz?

Biz bu seçimlerden geçebilirsek, bir daha görevini tamamlamış bir cumhurbaşkanı "tek oy" almış birini rektör atama keyfiliğini, generaller muhtıra verme suçunu, anayasa profesörleri "siyasi çoğunluk devlet iktidarını istiyor" türünden saçma açıklamaları, Anayasa Mahkemesi de "oturum ancak 367 üyeyle açılır" gibi hukuki bir çarpıtmayı gerçekleştiremeyecek.

Bunlar tabii ki hoş değil.

Değil de, yukarıda örneğini verdiğim, başka da örneklerini sayabileceğimiz --ve, basının da, Ahmet bey gibi aydınlarımızın da radarına pek de girmeyen-- konular ne olacak?

Ülke-içi demokrasiyi savunmak iyi.. İyi de, ülkenin gözgöre göre ve daha çok sömürgeleşmesi yolundaki gelişmelere ses çıkartmamak doğru mudur?

'Sömürge aydını'nı duymuşluğum vardır da, 'sömürge demokrasisi' diye bir kavramı biz mi --örneğini de sergileyerek-- yaratıyoruz?

Peki, ordu ve yargı hukuk sistemi içine girmeye razı olacak mı?

Ordunun tavrına ve yargının kararlarına bakarsak razı olmak istemediklerini düşünmek için kuvvetli nedenler olduğunu algılarız.

Razı olmazlarsa ne yaparlar?

Hem Türkiye hem de dünya için dehşet verici ihtimaller bu soruyla başlıyor.

Doğru. Yani, katılıyorum.

Bir yol ayrımına gelmiş gibiyiz..

Ve, yol ayrımı da, esasen, ya 'bağımsızlık' ya da 'demokrasi' cinsinden bir açmaz.

İkisi birden olamaz mı?

Tabii ki, teorik olarak olabilir.

Ama, pratik açıdan bunun mümkün olmadığını söyleyebiliyoruz artık.

Başta basınımız olmak üzere, bankalarımız, büyük şirketlerimiz, yeraltı kaynaklarımız vb.nin yabancılar tarafından işletilmesine izin verirsek 'demokrasi'miz olacak ve cebimiz de para görecek gibi.

İzin vermezsek, yani 'bağımsızlık' konusunda titizlenirsek, Türkiye dünyanın bir kenarında duracak, büyük oyundan dışlanacak, ve kıt kanaat geçinir olacak...

Kaba hatlarıyla böyle çizersek, bu çok zor ve önemli bir açmaz..

Kırk katır, kırk satır..

Ya, karnı tok fakat iradesiz.. Ya da, irade sahibi ve karnı aç..

Bu kez "darbe yaparlar" deyip geçilebilecek bir durum yok ortada.

Çünkü bu sefer "darbeden" fazla şeyler olur.

Birincisi, zaten çok disiplinli olmadığı, kimin tarafından yazıldığı bile anlaşılamayan muhtıraların geceyarısı Genelkurmay’ın internet sitesine konmasından anlaşılan, ordu ciddi bir bölünme işaretleri veriyor.

Şimdi.. Ordunun disiplinli olmasını beklemek iyi de, ordu da insanlardan oluşuyor. Dolayısı ile, bu açmaz karşısında ordu mensuplarının da kafalarının karışmış olması çok da anormal olmamalı.

Fakat, bu tür bir kafa karışıklığı gerçekten de sevindirici bir şey midir?

Bir grup subayın ya da cuntanın, nasıl derseniz, Batı’dan ve demokrasiden kopup Rusya’yla hatta İran’la işbirliği yapmak istediği seziliyor.

Bunu böyle konumlandırdığımız zaman tabii ki kulağa çok çirkin geliyor.

Halbuki, Rusya’nın, hatta İran’ın, ne (yapmak) istediğine bakmak lazım.

Yani, mesele sadece 'Batı’dan ve demokrasiden kop'mak mıdır?

Yoksa, Batı ve onun belirlediği şekliyle 'demokrasi' bu ülkelerin halklarının çıkarları ile çelişiyor mu acaba?

Çelişyor olduğunu söylemenin kolay alacağını sanmıyorum.

Bence, çelişki var ve daha derinlerde yatıyor.. Ve, ilk bakışta görülmesi de kolay değil.

Batı sistemine entegre olmak demek, ülke bazında şöyle bir manzara olacağı anlamına geliyor:

Basın-yayın kuruluşlarının --yani kamuoyunun-- Batı tarafından kontrol edildiği veya yönlendirildiği, ticari hayatın (sanayi ve hizmetler) köşe taşlarının da Batı şirketlerinin birer parçası olduğu bir 'demokrasi'..

Seçimler, oylamalar vb. yani sahne.. herşey yerli yerinde olacak.

Olacak, ama, Hz Ford'un dediği üzere, 'siyah olmak kaydıyla istediğiniz rengi seç'ebileceksiniz..

Aksini düşünmek ya aklınıza bile gelmeyecek, ya da dile getirecek ortam bulamayacaksınız.

Basın-yayın kanalları sizin dediklerinize itibar etmeyecek, yayınlamayacaklar.. {Bkz. yukarıda bahsi geçen Petrol Yasası örneği..}

Ya da sizin itibarınızı kolayca sarsacaklar, silecekler.

Bunun üzerine, bir de, ülke içindeki ekonomik güçlerini de eklersek, neyi nasıl yapmanız gerektiğini bilseniz bile, uygulamak şansınız hiç olmayacak.

Bunun adı da, ülkenin 'demokrasi' ile yönetilmesi olacak.

Bunu, bir köyün muhtarını seçimle belirlemesi, buna karşılık muhtarın da Kaymakama (yani devlete, bürokrasiye) bağlı olmasına benzetebiliriz.

Bu durumda, sözkonusu köyde sistem 'demokrasi'dir de, ne kadar anlamlı olduğu, köyden ötesinin ne olduğu Allaha kalmış..

Ülkeler bazında demokrasi biraz da köylerdeki muhtar seçine benzer olacak.

Bunun yeni literatürümüzdeki karşılığı 'tek kutuplu dünya'dır. Sizin kaderinizin ne olacağına karar verenlerin size bunu danışmak zorunda olmayacağı bir dünya.

Küresel baktığınız zaman, bunun pek de 'demokrasi' olmadığı ortada.

Ülke bazında kaderinize sahip çıkmak istediğiniz zaman da, sizi demokratik bir sisteme sahip olMAmakla itham edecekler. İçinizdeki değişik çıkar unsurlarını, etnik veya inanç gruplarını tahrik ederek sizi zora sokacaklar.

Sisteme dahil iseniz, içinizdeki bu unsurlara 'şimdi sırası değil, ekleyin biraz daha' derler fakat, sisteme tümleşik değilseniz, 'haydi, şimdi tam sırası' olur.

Bunları yakın zamanda hep gördük. Hayli de yetenekli olduklarını kabul etmek zorundayız --bunları yapabilmek için gerekli her türlü imkânları da hayli fazla. Başta da, 'kanaat önderi' yaratmak imkânları geliyor.

'Kanaat önderi'nin 'işbirliği' yapıyor olması da şart değil. Uygun odaklı birilerinin dediklerini yayınlamak ya da yayınlaMAmak imkânı kimdeyse, o istediğini yaptırtır.

Ahmet Altan örneği bunlardan sadece birisi bence..

Ahmet Altan, Petrol Yasası ile ilgili bir şeyler yazmış olsaydı, büyük yayın organlarında yayınlanacağını hiç sanmıyorum --onun da bunu bildiğine eminim--, ama demokrasi vb gibi kulağa hoş gelen, ama içinin nasıl doldurulacağı belli olmayan konularda yazarsa itibar gören bir kişi olacaktır.

Başka bir deyişle, Ahmet Altan'ın kendisi bir 'işbirlikçi' olmak zorunda değil; işe yarayanları alıp yayınlamak imkânı olan her kim ise, o, istediği anda istediği kişileri 'kanaat önderi' haline getirebilir.

Tek kutuplu dünyaya itiraz edenler aslında küresel anlamda demokrasi istiyor. Yani, ürettiğini nereye ya da kime hangi fiyattan satmak konusunda kararı kendisinin verdiği, kandi ülke savunmasını da kendi amaçları doğrultusunda düzenleyebileceği bir dünya..

Burada işler karışıyor..

Batı, kendisinde her türlü silah olmasına rağmen, o silahların çok az bir kısmının dahi --kendi kontrollerinde olmayan-- başkalarında olmasına izin vermiyor.

Batı, kimin kimle ticaret yapacağını, neyin hangi fiyattan nereye satılağını, nereden alınacağını belirlemek istiyor.

Bunları kabul ederseniz, sizin sisteminizin adı ne olursa olsun önemli değil. Kabul etmezseniz, içinizdeki unsurları tahrik edip sizi --kendi tarifledikleri şekilde-- 'demokrasi'ye zorluyorlar.

Batı'nın bu yeteneklerini çok takdir ediyorum.

Çünkü, çok iyi, çok maharetli oynuyorlar bu oyunu.

Emekli generaller çok uzun zamandan beri bunun sinyallerini veriyorlar.

Ama bütün ordunun ve subayların aynı fikirde olmadığı da bir gerçek.

Batı’dan yana, NATO üyeliğinden yana, Amerikan ittifakından yana olan subaylar da var.

Muhakkak vardır. Ama, subaylar o kadar da önemli değil.

Önemli olan onların kanaat önderleri; ve bu çerçeveden bakarsak, NATO üyeliğinden yana, Amerikan ittifakından yana olan çok sayıda 'kanaat önderi' var. Asıl önemli olan da budur.

Bir darbe olması halinde bu iki grup, Türkiye’nin geleceğini kendi düşünceleri çerçevesinde biçimlendirmek için ne yapacaklar?

Bunun örneklerini daha önceleri, Suharto zamanında, Endonezya'da gördük. Çok kibar, çok nezih kalem efendileri ellerine en gelişkin silahları alıp, sokaklarda binlercesini öldürdü.

Böylece, Endonezya, sisteme dahil edildi.

Böyle bir durumda Amerika’nın ve Rusya’nın kendi taraftarlarının kazanması için ellerini dirseklerine kadar Türkiye’nin içine sokacaklarını da unutmayın.

Bu ordunun bölünmesi ve ciddi bir iç savaş anlamına gelir.

Doğrudur. Ama, bu, bugün --en azından bir tarafın-- ellerini dirseklerine kadar Türkiye’nin içine sokmamış olduğu anlamına gelmiyor.

Tersine, bizde, 'özgürlükçü' etiketiyle ortalıkta dolanan çok sayıda 'kanaat önderi'miz, aslında ülke bazında bağımlılığımızın artarak devamını sağlamak için elinden geleni yapıyor...

İkincisi, cumhuriyet tarihinde hiç rastlanmamış başka bir ihtimalin ortaya çıkması.

Ordu hep silahlarını solculara, demokratlara, Kürtlere, Alevilere doğrulttu.

Bunlar, azınlıkta olan gruplar.

Doğrudur. Azınlıkta olanların talepleri bazan karşılanamaz (karşılanmak istenmez, ya da sırası gelmemiş) olabiliyor. O yüzden, silah doğrultulmuş oluyordu.

Ama bu kez darbe olursa silahlar Sünni dindarlara dönecek.

Yok. Hayır, buna katılmıyorum.

Nasıl ki, Ahmet bey, ordu içinde farklı düşünenler olacak diyorsa --ki, haklıdır--, benzer şekilde Sünnilerde de farklı düşünenler vardır.

Dolayısı ile, topyekün Sünnilere silah doğrultmak sözkonusu değil bence. Dindar olmak, ya da olmamak da önemli değil.

Yukarıda kısaca değindiğim üzere, her 'taraf', kendisi ile ittifak etmeyenlere silah doğrultacak... Kimin dininin ne olduğuna değil, neye hizmet etmek istediğine bakarak olacak bu --başka türlüsü anlamsız olur çünkü.

Yani orduyu oluşturan neferlerin ailelerine.

Annelerine, babalarına, kardeşlerine, amcaoğullarına, arkadaşlarına.

Neferler, diğer darbelerde olduğu gibi cuntacı generallerin emirlerini dinleyecekler mi?

Yasadışı bir hareketin parçası olup silahlarını ailelerine çevirecekler mi?

Bu da öyle kolayından "evet" denilemeyecek başka bir soru.

Doğru. Çünkü, 'cuntacı' filan kelimeleri çok da anlamlı olmayacak.

Yani, mesele --eskiden olduğu üzere--, 'belli bir (yabancı) devlet ya da bloğun istediğini silah zoruyla gerçekleştiren bir ordu' olarak özetlenemeyecek.

Öyle görünüyor.

Bu iki gerçeği yan yana koyduğunuzda ve AKP’nin bu kez direnmek konusunda kararlı gibi gözükmesini de buna eklediğinizde, bir dahaki darbe girişiminin Türkiye’yi çok kanlı bir içsavaşa sürükleyebileceğini tahmin edebilirsiniz.

Doğru. AKP'nin TC'yi sisteme dahil etmek yolundaki gayretleriyle hemfikir olmayanların daha bir ayrışacağı bir döneme giriyor olduğumuzu düşünüyorum.

Bu dönemde, şimdi neredeyse zil takıp oynadığımız yabancı sermaye girişinin artışı, aslında, bizim --herbirimize-- rakip olarak geldiğini idrak etmemizle birlikte, saflar daha bir belirgin olacak.

Bu, çalışan kesim {işçiler, aydınlar filan dahil, 'bordro mahkumları' (!) } için çok önemli olmasa da, TC'deki serbest meslek sahipleri ve iş dünyasının genelinde çok ciddi sıkıntılara yol açabilecek...

Hemen karşılarına, çok daha büyük sermayalerle gelip yerleşecek olan yabancı şirketler --eğer ortaklık yapısını iyi kurup serbest meslek sahipleri ve iş dünyasının genelini elde edemezlerse-- ülekde çok derin bir muhalefete yol açacaklar.

'Bağımsız Türkiye!' sloganlarının yeri göğü inleteceği bir dönem olabilir bu.

Üstelik, bu sloganları atanlar --eskiden olduğu üzere-- bir grup üniversiteli gençlik ve işçiler olmayacak; ülkenin serbest meslek erbabı ve yerli sermayesi olacak...

Fay hattı.. 'başörtüsü' filan değil, burada ortaya çıkacak.

Ordu da, halk da bu eksende bölünecek bence..

Cuntacılar ve hukukun dışına savrulan adli bürokrasi, gözü dönmüşlüğü darbeye kadar götürür mü, bilmiyorum.

Ama götürürlerse bu kez Türkiye büyük ve kanlı bir iç savaş yaşar.

Çok kanlı günlerden geçeriz.

Evet.. 'Kanlı mı olacak, kansız mı' diyen Erbakan'ın da kasdettiği buydu sanırım.

Erbakan, özünde, milliyetçi/ulusalcı idi bence.

Tasfiye edildi.

Tasfiye edildi, ama bütün tasfiyeler gibi, bu da geçicidir.

Sorun, devam ediyor; ve tasfiye edenlerin tasfiye edilemeyeceğini söyleyemeyiz.

Türkiye’yi dünyadan koparmaya çalışan cuntacıların, hukuka hiç aldırmayan hukukçuların bu ihtimalleri de düşünmesi gerekiyor.

Bu bir tehdit/şantaj mesajı değilse nedir bilemiyorum. Ama, önemli de değil; içerik olarak özünde çok da yanlış söylenmiş değil.

Şöyle bir alternatifle okunursa tehdit/şantaj mahiyetinden çıkar demek istiyorum: Türkiye’yi Batı sistemine tamamen entegre etmek isteyenler de bazı ihtimalleri dikkate almak zorundadır.

Muhataplarının 'cuntacı' generaller olacağını söylemelerini anlıyorum, ama bunun gerçekten böyle olduğuna inandıkları kanaatini taşımıyorum.

Muhatapları halkın çok önemli bir kısmı olacak bence. 'Cuntacı generaller' bu listede ya hiç olmayacak ya da çok alt sıralarda olacak.

Darbe çığırtkanlığı yapan, kendi iktidarını cuntacıların gölgesinde arayan, siyaseti çığrından çıkaran politikacılar da hesaplarını iyi yapsınlar.

Doğru. Doğru da, bunun bir de öteki yüzü var.

Öteki yüzünde de aşağı yukarı şunlar yazıyor:

Türkiye, genç nüfusu ile, etrafında yeniden şekillenmekte olan siyasi coğrafya ile, çok büyük fırsatlara sahip ve bunların birçoğunu da gerçekleştirmek iktidarında olan bir ülke. Bu fırsatları, sırf NATO üyesi ve Batı sistemine entegre olmak uğruna (ve onların yönlendirmesiyle) tepmek niyeti ya da lüksü yoktur.

Türkiye, elindeki bu büyümek ve dünyada çok daha önemli bir oyuncu olmak fırsatını --kendi istediği şekilde-- değerlendirmek yerine, (şimdi Türkiye'den istendiği üzere) başkalarının dümen suyundan gitmeği kabul etmeyebilir.

Bu, bence, çok kuvvetli bir ihtimaldir.

Bu tercihi yapması halinde, Türkiye'nin Batı şablonuna uygun bir 'demokrasi' olmadığı yolunda yoğun itirazlar dile getirilecektir mutlaka. Ama, bu tür itirazlar, Türkiye'nin kendi istediği şekilde kararlar almasına direnmek anlamına gelebilir. Bu bakımdan, hepimiz (herkes) hesaplarımızı iyi yapmamlıyız bence.

Bu seferki darbe eskilerine benzemez.

Hiç kimse güvencede olmaz.

Doğru. Böyle bir gelişme, kartların dünya çapında yeniden karılması anlamına gelecek..

İddia edilebilir ki, şu anda bunu yapabilecek çok az sayıda ülkeden birisidir Türkiye.

Yani, enteresan zamanlarda yaşıyoruz.

Umarım yasa dışına çıkan cuntacılar, hukuku hiçe sayan hukukçular ve darbe meraklısı politikacılar hayatın gerçeklerini çok zorlamazlar.

Çünkü Türkiye’yi tutuşturacak bir yangının kimi yakacağı artık hiç belli olmaz.

Buraya katılıyorum; ama, 'sıtmayı gösterip ölüme razı etmek' anlamında değil ise, tabii ki..

Yalta'da çizilmiş haritanın devamı anlamına gelecek tavsiyeler ilericilik değil, aksine muhafazakarlıktır; yeni durumu, kendi açımızdan ve etiketlere mahkûm olmaksızın değerlendirmeliyiz bence.

Neyse... Yazının başında ve içinde 'açmaz'larımdan bahsettim. O açmazın adını şöyle koyuyorum: 'Gitmek mi zor, kalmak mı zor?'..

Kalırsak, İran ve Rusya'ya karşı tavır da almış oluyoruz bir bakıma. Yani, klasik milliyetçiliğimizin gereğini de yerine getirmiş oluyoruz.

Aynı zamanda da, halen içinde (daha doğrusu kenarlarında bir yerlerde) olduğumuz Batı sistemine tamamen teslim olmuş oluyoruz..

Bu, 'tesliMilliyetçilik' ve refah içinde önemsizleşmek --yani, küreselliğin selinde boğulmak-- anlamına mı geliyor?

Yoksa, Nirvana'ya erişimiz mi?

Bilmiyorum.

Bilenlerden --sloganlardan arınmış-- yardım istiyorum.