Üç kelimelik sır...

Nihat Genç, biraz farklı bir tip. Bir sokak adamı olarak aslında pek başkalarından farkı yok; ama, Nihat Genç'in bir entelektüel olduğuna kendinizi bir şekilde ikna edebilirseniz, evet, o zaman farklı bir entelektüel olduğunu da peşinen kabul etmiş oluyorsunuz. Bu ikinci kabul değil zor olanı; birincisi.. Alabildiğince zor olan, Nihat Genç'i bir entelektüel kabul etmek –özel olarak gayret sarfetmek gerekiyor.

İtiraf etmeliyim, bugüne kadar ben bu gayreti pek de gösterebilmiş değilim. Değildim desem belki daha doğru olacak. Çünkü, Nihat Genç'in dedikleri bana hep aşk, methiye, güzelleme, propoganda benzeri içi boş ama kulağa hoş şeyler gibi geldi –Nihat Genç'in farkı da, söyledikleri aşk filan değil, hınçla kızgınlıkla söylenmiş şeyler oluşuydu. Yani, duygusal fakat içeriksiz.. Hala daha, söylediklerinin önemli bir kısmının böyle olduğunu düşünüyorum; isabetsiz olabilirim, ama, önyargılarımı (değiştirinceye kadar) muhafaza etmek özgürlüğümü kullanıyorum...

Fakat, o hıncın, o kızgınlığın arkasında görmezlik olduğunu, yani içinin boş olduğunu, bana düşündürten sebepler giderek azalıyor. Derdini anlatamamanın verdiği bir hınç sanki; kulakları duyan (sağır olmayan) fakat konuşamayan (dilsiz) insanların yaşadığını sandığım türden bir hınç.. yani, insanı çatlatacak kadar zorlu bir hınç..

Aşağıdaki yazısını bir ahbabımın verdiği linkten aldım, formatında hafif bazı düzenlemeler yaptım. Yazıda geçen bazı kelimeleri sansürlemek yetkisini kendimde görsem, altına imzamı atarım derdim. Onu diyemiyorum; ama, anafikrin altına imza atabileceğimi hiç duraksamadan söyleyebilirim.

Hayvan Kaynakları - Taşkafalar

Ne zamandır TV'lerde ateş üstünde yürüyen, ip atlar gibi cam kırıkları üzerine atlayan kurum elemanları görüntülerini hayretle izliyoruz; sapsarı saçlı kız, tabanları yara bere içinde kuştüyü gibi uçuyor ateşlerin üstünden ve savaş kazanmış bir general gibi hayatının en büyük şeref, onur rütbesini nihayet kazanmış gibi seviniyor.

Ne zamandır gazeteler, cici bir ek, İnsan Kaynakları ilavesi veriyor. Ne zamandır, kurum içi eğitimleri guru tabir edilen, enerji, güç basan, hipnotik konuşmaları bu lanetli dünyadan tek kurtuluş yolu gibi anlatıp, çok şiddetli el, kol, yüz hareketleriyle hokkabazlar gibi gösteri sunan adamlar veriyor!

Çok para kazanmak isteyen mankafalı gençlere kapitalizmin acemi eğitimi bunlar. Mesleğinizde ilerlemek istiyorsanız, özü sözü doğru kitaplar okuyun, adamları dinleyin. Kor ateş üstünde yürüyememek korkusu sizi daha çok kamçılar. Giydiği terliğin hışırtısından korkan insanlar daha başarılı olur. Endişelenmeyin, hipnotik telkinle canı yanmaz, hacıyatmaz bir kukla gibi ateş üstünde yürümek, duyu ve duygularını hiçe sayarak, hayatta bir bok yiyemezsiniz.

Ne zamandır kitapçıların büyük bir rafını yine Daha İyi Nasıl Motive Olmanın ya da Kendini ve Başkalarını Motive Etmenin 1001 Yolu adlı kitaplarla dolduğunu görüyoruz, harıl harıl alınıyor bu kitaplar, sabahları bir bardak zeytinyağı için, akşam yemeğinden sonra bir kadeh içki, daha iyi gelir, dinleyen yok. Bir iş sıtması. Bir çalışma tedavisi...

Ne zamandır gazetelerde New York üniversitesinde okumuş Yönetimde Güncel Sorunlar, Takım Çalışmalarını Başarıya Götüren Faktörler, İnsan Kaynakları Verimliliğini Artırma Yöntemleri gibi aynı başlıklar, aynı kalemden çıkmış yüzlerce makaleye tanık oluyoruz. Zevksiz, sıkıcı, ama sanki içten içe bir hava değişiyormuş gibi. Birileri neden genç elemanların karşısında ağzından salyalar fırlayarak, iş, kaynak, üretim gibi kelimelerle bağırıp, hepimizi şaşkınlığa sürüklüyor. Kütük gibi boğuk, katı sesiyle sürekli daha çok, daha fazla diye bağıran tuhaf adamlarla doldu ortalık!

Ve ne zamandır işyerlerinde marşlar çalındığı, portakal suları içildiğini, sabah sporu yapıldığı, takım, ekip, biz bir aileyiz kelimeleriyle, lokantalarda dahi topluca uzunca masalarda oturulduğunu görmekteyiz. Hepsinin dişleri sağlam, ellerinde küçücük paketler, hiçbiri şapırtada şupurdata yemiyor, hepsinin elbiseleri ince gecelikler gibi ve kocaman kocaman büyük laflarla konuşuyorlar, birşeyler değişiyor ülkemizde!

Durmaksızın başarıdan, alkıştan, ödülden konuşan, utanç ve sıkılganlıktan dünyanın en ifrit suratlı şeytanı gibi ürken, rahata, lükse düşkünlük, karın tokluğu vaatleri-vaazlarıyla, yeni, yepyeni bir din doğmakta. Yeni dünyanın fatihleri, alçakgönüllülükten, gözyaşından, zerafetten, sakinlikten, içli, duygulu, kırılgan bir insan olmaktan nefret etmekte, onlar bir ekip, çelik gibi, kasırga gibi gözlerle keskin bir bıçak gibi hepimizi kesmekteler. İyi kalpli adamlar, uzay boşluğuna fırlatılıp, yerini dolar zengini, başarılı adam imajlarına bırakmakta!

Şu cümleleri hergün bir İnsan Kaynakları sayfasında okumaktayız, içinde çirkin, esrarengiz, anlaşılmaz sözcük yok, kan, kavga, bozukluk hiç yok.. Buyrun:

Etkili, Sağlıklı Müşteri İlişkilerinin Altın Adımı, Kendi Kontrol Etme Becerisi Kazanmaktır:

  • Madde 1 – Kendini Tanıma.
  • Madde 2 – Kendine Güven.
  • Madde 3 – Sabır...
  • Madde 4 – Soğukkanlılık,
  • Madde 5 – Hoşgörü..
Tarikatların tesbih duası gibi, hergün binlerce bu mücevher sözler tekrar ediliyor. Tabii ki yoksullar soğukkanlılık, hoşgörü alamaz, sabırlı olamaz, çünkü, açlık, yoksulluk telaşlı bir şeydir.. Dünyanın en büyük mükafaatını işte şirketleri onlara vaadediyor: Kendine Güven...

İşyerlerinde, seminerlerde işte bu hikmetler, atasözleri gibi, kısacık cümleler duvarlara asılmakta ya da Amerikalarda devletin parasıyla okumuş doçentler, bilim adına sabah-akşam dünyanın mucizesi bu sözleri tekrarlayıp para kazanmakta. İşte şu tür: Ne kadar uzağa gittiğin, gittiğin istikamet kadar önemli değildir!...

Doğru mu, yanlış mı, nedir? Türkçesi, vurgusu, söylenişi önemli değil, öyle bir hikmet ki, bu cümlenin bize mealini – çözümlemesini– yapabilecek bir şeyhe, guruya, karizmatik bir lidere tabii ki ihtiyacımız var, ya da Amerika'da büyük bilimler öğrenmiş doçentimiz, gece boyunca otel odasında elemanlarına bunları söylediğine göre, vardır elbet bir hikmet!

Dinleyin şu cümleyi: Sağlam zemindeyken rotanı gözönünde tutman, gerekirse değiştirmek için düşünüp taşınman, kaygan zeminde paniğe kapılmadan daha iyidir...

Ya da: Hayal kurmanıza müsaade edin. Belki gerçekleşir..

İşte bu cümlelerle dolu dosyalar, İnsan Kaynaklarına hizmet adı altında kurumlara satılarak, seminerlerde anlatılarak paralar kazanılıyor, yurtdışından pop sanatçısı gibi gurular getirtiliyor. Bu cümleleri okuyan elemanlar motive olacak, liderliği öğrenecek, etkili müşteri hizmetlerinde bulunacak.

Terden sırılsıklam, kızgın bir ütüden beter suratlarıyla Boğaziçi, ODTÜ bitirmiş gençler de dinlemekte. Alın bir sarsıcı cümle daha: Engel, hedefinize kitlenmeyi, durduğunuzda gördüğünüz şeydir!... Ya da: Kazananların suçlamalar için vakti yoktur. Onlar gelecek düello için meşguldürler... ya da: Deniz yükselip taştığı zaman beraberindeki herşeyi kaldırır!..

Artık tarikatlaşan bu kurumların motivasyon hikmetlerinde beni de ilgilendiren bölümler var: Hedeflerinizi soyut değil, somut şeylerle ifade edin. Çok meşhur bir yazar olmak istiyorum, yerine, Frankfurt Kitap Fuarı'nda beş dile çevrilmiş kitaplar imzalayacağım. Time Dergisinde en meşhur yazar olarak kapak olacağım, gibi, ifadeler belirleyin!...

Time Dergisini de bu kadar zora sokmak olmaz, hangi birimizi kapak yapsın, biz milletçe Atatürk'ü kapak yaptıracağız diye uğraştık ama, İnternet Mahir hepimizi solladı...

Amerikalar'da doçent olmuş, bilmem hangi üniversitenin bölüm başkanı, Kuşadası'nda birinci sınıf bir otelde, kurum elemanlarına bu motivasyon seminerlerini veriyor, cebini dolduruyor, hikmetli sözlerine öbür dünyada bir bin sene düşünmüş gibi devam ediyor: Neticeler üzerine düşünüp taşının, ama onlardan korkmayın, Ne yapmayacağınıza karar vermeniz, ne yapacağınıza karar vermeniz kadar önemlidir, Analizi kafanızla yapınız, kararı kalbinizle veriniz!..

Nihayet kalp kelimesine rastladık, üç günlük dünya, nerelerde görüyoruz artık onu, onu da karar verirken kullanacağız. Bu da gösteriyor ki, vücudun tüm organları karar vermede asker gibi kullanılmalı. Enayiliğin dik alası demeyin, bunca gece yarıları mehtapla başbaşa bir işe mi yaradı, bari karar versin. Bu hikmetli sözün de açıklaması şu: Hayatta hiçbir şeye sahip olamadın, bari bir karar ver de, şansını dene!

Hepimize tuzak kurmuş, yepyeni zalim bir tarikatla karşı karşıyayız. Eskiden şeyhlerden menkıbeler dinlerdi müridler. Küçük anekdot, vecize, sloganvari fıkralardan oluşurdu. Hepsi kendine güveni, bağlılığı, sadakatı pompalar, rahatlamamız için dağ çiçeklerinden, çayır papatyalarından daha çok bu sözleri tekrar edip, dururduk.

İşte dünyamız uzaylara, jüpiterlere gitti geldi, döndü dolaştı, sonunda tekrar tarikatların öğretisine giriverdi. Ateş yalayan rüfailer de bireyin mutsuzluklarını unutturup, onları şeyhe, şeyhin ruhaniyetinde Allah'a bağlamak istiyordu, insan kandırma sanatları asırlardır değişmiyor. Bugün de işyerine, ürüne, çok kazanmaya, patrona, aynı geleneksel metodla bağlanıyoruz, baksanıza, ruhumuza tutkal gibi yapışmış cümleler.

Ve tüm dünyadaki işyerleri, İnsan Kaynakları başlığı altında, Amerikan menşeli, orjini Japon kalkınmasına-manyaklığına bağlı, kalite, başarı gibi kelimelerle altın öğütler, keskin direktifler, bu tuhaf sözlerle elemanlarını-çalışanlarını ayakta tutmaya çalışıyor... Aslında Japonlar II. Dünya savaşı sonrası pazar günleri tatil olmasın, boş kalır intihar ederlerdi, ama, vatan için, Japonya için kendilerini finafillah, yani ulusun ruhunda yoketmişlerdi. Şimdi kimsenin ne halk için, ne memleket için dediği de yok...

Şu devletin radyosu bile dolmuşa nasıl gelmiş, adı: Radyo BEK... Ne demek, bek.. Başarının B'si. Enerjinin E'si. Kalitenin, K'si, tırlatmışlar. Hem başarı, kalite, hem medyumlar, gurular içiçe artık. Kalıplaşmış bu deliliğin adı Globalizm, bütün dünyayı yutabilecek bir akıl hastalığı.

Diyelim, Amerika'da New York Üniversitesi'nde okumuş, ki, öyleler, şimdi Hacettepe Ü. İş Etkinlikleri bilmem hangi bok bölümü başkanı, ki öyleler, Marmaris'te, Çelikler Ticaret'in, Malatya'dan, Van'dan gelmiş çalışanlarına bu büyülü hikmetleri anlatıyor. Sorsanız, imparatorlar, krallar yetiştiriyor. Yurdun dört bir yanından gelmiş bayiler, otelin birinci sınıf oluşundan çok etkileniyor, özellikle seçildi, ah işte hayat bu, diyorlar.

Öğretmenlerinin Amerika'da okumuş olmasından çok etkileniyor, ah uygarlık bu diyorlar. Üstüne bir de kapitalizmin son yumurtası bu mucize sözleri dinleyince, ah, felsefe, okumuşluk bu diyorlar. Ve topluca bu büyük tarikatın şanlı müridleri oluveriyorlar. Paçalarından akan pisliği hiçbiri göremiyor!

Kapitalizm işçilerini artık mürid olarak görüyor. Elemanlarını telkinle, hipnozla şartlandırıyor. Tarikatlaşmış işyerlerine, iş gerginliğini, stresi, moral bozukluğunu asla sokmayacağız. Bilinçleri siyasal, sosyal iş dışında gereksiz hiçbir şey duymayacak-bilmeyecek. Çünkü gerçek şu: İşçiler artık düpedüz hayvan. Korkunç borç yükünden ağırlaşmış işleri, damarları çatlayana kadar bu öküzler kurtarabilir.

Ve Çelikler Ticaret'in genel müdürü, ki dürüstlüğü ve çalışkanlığından kimse şüphe etmiyor, kont gibi giyinip masaya oturmuş, elemanların hepsi sıfır numara traş ve pop sanatçısı gibi, yani, moral bozukluğu gösterilmeyecek şekilde giyinmiş... Topluca ayağa kalkıp şu marşı okuyorlar:

Elektrikli Izgarada
Orta Anadolu'da Birinci
Kalitede, Güvende, İncelik
Biz Çelikler Ticaretiz!..

İnsanlık tarihin en sarsıcı, en ütopik, en çıldırtıcı seansı. Kölelerden kahraman yaratılmak isteniyor. Hasan Sabah'ın müridlerine esrar içirip düşmanın üstüne saldırtması gibi, elektrikli ızgaraları gencecik kızların kucağına doldurup, tüm apartman zillerine basıyorlar. Oyunun kuralı bu. İçlerinden bir-iki kahraman çıkacak, onlar da İnsan Kaynakları dergilerinde kapak olacak. Geri kalan on milyon-yirmi milyon eleman, çaldığı kapı zillerinin sesiyle geceler boyu, zehirli bir karanlık içinde kalacak, bir ömür!

Ve hepimizin gözleri önünde zihinsel hırpalanmanın adına, iş, insan, kalite, verimlilik gibi adlar veriyorlar. Gerçekliği, tutarlılığı olmayan, insanı-toplumu-ekonomiyi hiç ilgilendirmeyen bomboş laflarla, beyinler yıkanıyor. Yine toplantılara iyice bakın, sıkılganlıkla tırnaklarını güvercin gagası gibi birbirine tokuşturup duran gencecik, masum kızlar göreceksiniz, tek suçları, işsiz kalıp buraya düşmeleri!

Duygusallığın bitirilip hayatı sadece, iş, işi sadece pozitif enerji, pozitif enerjiyi tamamen işe konsantre olarak açıklıyorlar. Kof, mekanik, duygudan kopmuş enerji. Mesela Hitlerde de bu enerjiden çok vardı ya da günboyu bir tavuğu izlediniz mi, milyon kez gaga vuruyor toprağa bıkmadan, enerjisine şaşmadınız mı? İnsan duygularına baltayla saldırılıyor, istiyorlar ki, enerjiniz özel-tinsel hiçbir duyguyla meşgul olmasın, hepsini bize verin, borsada dolara yatıralım.

Hayvanlarda-kölelerde bilincin asla oluşmayacağını iyi bilen modern iş uzmanları-yöneticiler, çalışanlarını şartlandırmadan başka yol kalmadığını artık biliyorlar. İnsan kaynağı denildiğinde siz hemen hayvan kaynağı anlayın. Bu hayvanları üç ayda bir benzin istasyonu gibi, iç eğitim kurslarında gazla doldurup, sürüler halinde sepetleyin!

Sağlık denen şey, tamamen işle, üretmekle eşdeğer hale geldi. Sağlıklı görünmek için, mutlaka patronunuza, iş arkadaşınıza güleryüzlü, saygılı, boyuneğer görünmek zorundasınız. Diyelim şirketin durumu kötü, artık herkes sağlıksız...

İş ve insan kaynaklı seminerleri hazırlayanlar, genç yakışıklı, henüz otuzunu geçmemiş, sinema sanatçısı tipli insanlar. Hitler'in damızlık cermen ırkı üretmesi gibi seçiliyorlar. Uzmanlar, kusursuz kaslar-yüzler arıyor. Oysa iş, bilgi, deneyimdir. İş dediğin bir on-onbeş sene güngörmüş olmayı gerektirir, bu gazcı gurular, hayatta ne gördüler ki, bir de öğretiyorlar.

İnsanların genleriyle dünyaya getirdikleri tüm korku ve isteklerini, sadece çok çalışmak, çok üretmek, kuruma bağlılık, kesinlikle ve yüzdeyüz başarmak gibi kavramlarla tamamen silip, yokediyorlar. İş doyumu, hayatın da doyumu, patronun da doyumu, büyük şirket ailemizin de doyumu.

İnsan bedenini-organizmasını sonsuz güç sahibi bir motor gibi görüyorlar. Uzak doğu dinleriyle-kapitalizmin büyük buluşması, globalizme hayırlı olsun, bu dinin kaymağını bin yıldır biz yiyemedik, onlara helal olsun..

Eskilerden, kaşınıp günboyu salak salak oturan doğululardan nefret eden kapitalizm şimdi, onların bu sonsuzca kahvede bekleyişlerinde sabrı buldu. Bu sabır dayanıklılığı, dayanıklılık enerji pompalayan bu öğretileri baş kitaplar haline getirdi.

Yirmi yıl aynı işyerinde aynı koltuğa çakılmış genel müdüre başka nasıl enerji pompalayacağız. Kapitalizmin uzakdoğu dinleriyle ortaklaşa sunduğu bu öğretileri, hemen hergün gazetelerde, televizyonlarında, işyerleri duvarlarında görmekten gına geldi!

İşçiler, çalışanlar değil, inekler, koyunlar, tavuklar, yakarışlar düzenlenip, şirketin kalbinde birlik olacağız. Daha dün tanıştığımız işyerindeki arkadaşa başarılı görünmek için kırk yıllık dostmuş gibi davranacağız.

Bir yazı gelecek müdüriyetten, Ayşe'nin kızı oldu, şirketimize bir kişi daha katıldı, akşam Ayşe'nin doğumunu kutlayacağız. Herkesten paralar toplanır... Ertesi gün, Ayşe'yi işten çıkartırlar, işyeri çalışanları Ayşe o işte hiç çalışmamış gibi davranır..

Tabii demiri alev alev yalanmış, kor ateş üstünde yürümüş bu insanlar Ayşe'nin kovuluşuna üzülebilir mi? Ayşe, silah kullanma, atış, hücum, savunma, vur, kır, bilmiyordu, Ayşe, başarısızdı!..

Her türlü zırvalık kayıtsızlıkla deneniyor, bu kadar basit kitapları kim alıyor, neden bu kadar bayağı cümleler, özensiz makaleler, çünkü, bu kitaplar hayvanlara pazarlanıyor! Ancak hayvanların bir dini olsun istiyorlar.

Liderliğin Anahtarları adlı kitabın yazarı Amerikalı Dallama, 23, anahtar başlığında bakın neler söylüyor: Dünya tarihinde olan herşey manevi bir yapıya dayanır. Eğer maneviyat güçlüyse tarihi yaratır, değilse, tarihe katlanmak zorunda kalır, devamla: Körfez savaşı sonrası ABD askeriyle yapılan röportajda dinledim, asker, “sığınaklarda hiç ateist yoktu” diyor...

Büyük uluslararası kurumlar, milyonlarca pazarlamacı, irili ufaklı yüzbinlerce şirket, bu aptallıklarla dolu metinler-fıkraları-vecizeleri liderlere, elemanlara okutuyor, işmiş, motivasyonmuş, çalışmakmış, sabırmış. Bu cümleler çapraz tutuş işçilerin ellerinde herkesin anası ağlamış bu öğretinin içinde...

İri yıldızlı mavi gök, çığ damlaları, yemyeşil sabahlar, dalgaların homurtusunu seyreden fındık bahçeleri, ne kadar tadsızlaştı dünyamız! Zavallı vücudunun tek derdi, keşke yalnız depremler olsaydı!

Bunlardan birçok şey öğreniyoruz, diyelim ayakkabı üretiyorsun, hayatlarında bir gün ayakkabı nedir, derisi, tabaklanması, rengi, çevre kirliliği, dayanıklılığı, teknolojisi konuşulmuyor. Ya da ellerinde, ülkelerinde ayakkabı üzerine tek bir kitap yok. Onların derdi, liderliğin yüz sırrı, motivasyonun on ayeti gibi kitaplar. Anlıyoruz ki, bizler üretilen malın ne olduğunu unutalım, biz sadece şapşal satıcılarız, bize sadece, direnç, sabır, eşşek, öküz inadı ve sürüyü elimizin altında tutacak hipnotik güç lazım!

İkinci öğrendiğimiz şey. Bu ağır ateş üstünde yürüme eğitimlerini askeri tarihte bile bulamazsınız. Ancak, askeri ayakta tutan düşmandır. Milli ve ebedi bir düşman gösterilir. Bu öğretilerde ise düşman yoktur. Diyelim başarısız oldunuz, eleman, ateş üstünde yürüdüğü halde beceremedi. Başarısızlık kimin! Bu kitaplar başarısızlığı, yani düşmanı gizler. Böylelikle kapitalizmin tüm yenilgisi, bireyin, işçinin, çalışanların üstüne yıkılır. Bu yüzden bir günde ABD'li psikiyatristlerin kapısına tam bir milyon başvuru olur!

Üçüncü öğrendiğimiz, aynı cümlelerin tekrarından kurulmuş bir öğreti olması. Bir deterjan reklamı düşünün, on sene aralıksız güvenli temizlik diyor, hiçbir şey ifade etmiyor, çünkü, gayesi zekayı kıtlaştırmak, hafızayı boşaltmak. Zihinsel felç. Bilinç birkaç kelimeden ibaret bir tuhaf emirli-oklu birşey oluyor. Boşalttığı bilince güvenli temizlik cümlesi, bireyin savunması, eleştirisi olmadan gönlünce kurulup, bireyi yönlendirmeye başlıyor. Askerlik eğitimi de basit birkaç emir cümlesinden ibarettir. Boş zihinde tekrar, düşünceyi engeller. Görevi, başka birşey düşündürtmemektir.

Modern dünyanın tıkandığı yer de burası. Şu koca dünyada düşünülecek başka şey bulamayan zihin kendini yer, ya da başka alternatif yoktur, boş mankafalar artık bu aptal sloganların bir ömür kurbanı, kölesi, kuklası olacak, Tansu Çiller'in de dediği gibi, ya başaracak ya da başaracaktır...

Büyük trajedi şu; Tarikatlar gün geldi zayıfladı, dağıldılar, suçu, sapık tarikatların, batıniliğin, hurufiliğin üstüne attılar. Ancak ehli tarikat ilk şanlı yüzyıllarda herkese dost, herkese kucak açıyordu. Bir gün geldi, başkalarına kötü, sapık demeye, deccal demeye başladı, başkalarına saldırdı...

Bugün şirket yöneticilerinin ise, büyük rakip kurumların borsada belden aşağı oynadıkları, politik hileler yaptığını, haksız rekabet uyguladıklarını söylemeye güçleri-dilleri yetmiyor. Çünkü aynı sistemin içinde birbirlerini eleştirecek bağımsız mekanizmaları yok, çünkü bir zamanlar kendilerinden küçük balığı böyle yemişlerdi, şimdi büyük balığın bu işe yaramaz leşi yemelerini usulca izleyecekler.. Dağılacak, çözülecek güçleri-halleri dahi yok... Batıda akıl hastanelerini işte bu şirket yöneticileri doldurur!

Bu yüzden, öldürücü-yokedici bir enerjik patlamanın sonsuz inadıyla bu gurulara, öğütlere, başarıya, kararlılığı, şansa, sonuna dek mutlak imanınız olacak. İslam inancında dahi, Allah inancı, yüzde yüz bir kesinlikle oluşmaz, müridler bazen, geceleri istemeden, Allah yok mu diye tereddüt geçirir ve sürekli tövbe ederler. Oysa bu şirketlerde en küçük bir inanç zayıflığı, ya böyle değilse hayat gibi, bir küçük zaaf belirtisi, asla yok, beton gibiler!

Oysa bu teknik imparatorluk Descartes'in bir küçük şüphesinden doğmuştu. Bugün Amerika'da bilim adamları şüphe duymaya devam ediyor, bilimsel şüphe, ilerleme-tartışma-eleştirme, onların imtiyazlı bir ayrıcalığı. Bizim ne haddimize. Biz, bodoslama bağlıyız, çünkü, ilim-bilim batı dışı toplumlardan uçtu, gitti...

Descartes o meşhur kitabında, köpeklerin ruhu yoktur, basit organizmalardır, kesilip doğranabilirler, bir mahsuru yoktur, der. Bugün ruhu olmayan basit organizmalar, insanlar oluverdik... Milyonlarca soğuktan titreyen çocuğun küçücük hayatı ya da Afrika kıtasının AIDS'ten on yıl sonra üçte bir yokolacağı...

Ve artık kapitalizm, bizdeki bu öküz enerjiyi bulunca, ayakkabı, banka, yol, sağlık gibi temel ihtiyaçlarımız için değil, temel ihtiyaçlar safdışı edildi, bir insan olarak yüzbinyıl düşünsek aklımıza gelmeyecek, sanal eşyalara, filmlere, süslere, tuhaf elektronik aletlere hızla para ödeyen, bu hipnotik enerjinin tesiriyle, işte bu malların satışı ve kazancıyla modern toplumda imtiyaz edinen, şarlatan, mankafa, taşkafalar cenneti yaratıverdi!

Ankara'da bir yılda toplam yüzmilyarlık kitap satılıyor mu? Çayyolu'nda tanesi yüzmilyarlık yüzlerce daire. Kim alacak bunları, bu taşkafalar.

Bu uçsuz bucaksız taşkafalar cennetinde büyüyen talihsiz kardeşlerim!...

  • Niçin bu ülkede bağımsız eleştiri yok?
    Bu taşkafalar yüzünden!
  • Niçin iğrenç Sinan Çetin filmleri çok tutulur?
    Bu taşkafalar yüzünden!
  • Neden insanlar, sümük gibi iğrenç, Fatih Ürek'le eğlenir?
    Bu taşkafalar yüzünden!
  • Neden bayi toplantısında, yemekhane kedisi suratlı, Sibel Canlar bir gecede ellibin dolar kazanır?
    Bu taşkafalar yüzünden!
  • Neden Tansular, Mesutlar, Bahçeliler hala iktidarda?
    Bu taşkafaların siyasi zekası yüzünden.

Hepsinin elinde başarı, enerji, kalite, barbar baltalar gibi dünyaya neden geldik, hayat nedir, neşe, mutluluk nedir, hepimizin duygularını, duyarlılıklarını kederlerini, hüzünlerini, ıstıraplarını paramparça lime lime ediyorlar.. Sanki bu topraklar Anadolu değil, sanki bizi bir ana doğurmadı, sanki hiç şairimiz olmadı, sanki aşk nedir hiç bilmedik, sanki hepimiz ODTÜ, Boğaziçi, Yapı Kredi, Fenerbahçe, Anavatan Partisi, Malatyaspor, sanki hep birlikte hepimiz, Çelikler Ticaret yurttaşlarıyız...

Gençliğimde okuduğum sarsıcı bir hikayeydi, Malaparte'ın sanırım, Camgöz adında... Bir Nazi subayı, köyü çevirir, genç bir direnişçiyle başedemezler, direnişçi ormana kaçar, birkaç gün de ormanda uğraştırır askerleri, sonunda yakalanıp, Nazi subayının önüne getirilir. Nazi Subayı, kendisini çok uğraştıran direnişçiyle eğlenmek ister. Direnişçiye, sana bir soru soracağım bilirsen, serbestsin der, gözlerimden biri camgözdür, takma, diğeri sahici gözüm; hangi gözümün benim, sahici gözüm olduğunu bilirsen der... Direnişçi çocuk Nazi subayının gözlerine bakar, cam gözünü işaret ederek, o der sahici gözünüz o.. Nazi subayı şaşırır, neden bu gözüm dedin... Direnişçi: Çünkü o daha insanca bakıyordu!...

Bu taşkafalara son sözüm elbette bu kadarcık değil. Malatyaspor şampiyon olunca Metin Oktay'ı kutlamalara davet eder. İçilir-sıçılır, mikrofonda Taçsız Kral aramızda diye bağırılıp sahneye davet edilir. Metin Oktay fazla içmiştir. Mikrofonu eline alır. Vali, işadamları, Kaymakam, şık bayanlarla dolu salona doğru sadece bir cümle konuşur: Malatyaspor'unuzun . mına koyum...

Ortalık karışır.

Evet, ehemle mühimi ayırdetmemizi sağlayabilir belki. Doğruyu söylemesiyle ortalık karışacak bile olsa, Amerikanyalardan getirdiğimiz bir guruyu da sarhoş etmeği ciddi ciddi düşünmeliyiz...

Güzin Abla'nız öldü..

Ailesiyle sorunları olanların, sevdiği kıza derdini anlatamayan erkeklerin, sevdikleri erkeğe derdini anlatamayan kızların ilk başvurduğu; kısacası, kadin-erkek-aile arasında yaşanabilecek her şeye 40 yıldan beri çare bulan kişiyi kaybettiniz.

Radikal Gazetesi'nde yayınlanan 'epitaph'ta şunlar yazıyor:

Güzin Abla'yı kaybettik

Türkiye'nin 46 yıllık 'dert ana'sı 'Güzin Abla' önceki gece 84 yaşında öldü.

Güzin Sayar, Hürriyet gazetesindeki köşesinde insanların kimseye anlatamadığı cinsellik ve kadın-erkek ilişkileri hakkındaki en özel sorunlarının dinleyicisi oldu. Çoğu zaman anlayışlı ancak ülkenin gelenekleri konusunda hassas bir abla olarak öğütler verdi. Yanıtları genellikle 'Canım kızım', 'Sevgili evladım' diye başladı ama genç yaşta cinsel ilişkiye girenlere sitem de etti. Evli kişilerle ilişkiye her zaman karşı çıktı. Psikolog değildi ama o da kendisine yazan binlerce kişi gibi aşk acısı çekmişti.

Fatma Güzin Sayar, 1922 yılında İstanbul'da doğdu. Aralarında Reşat Nuri Güntekin ve Refik Halit Karay'ın da bulunduğu köklü bir ailenin kızıydı.

Annesi üç lisan bilen, Türkiye'nin ilk çalışan kadınlarından biriydi. 1938 yılında Harbiye'deki evinden Notre Dame De Sion Fransız Kız Lisesi'ne gidip gelirken, genç bir subaya âşık oldu. Yıllar sonra kendisine mektup yazacak binlerce okuru gibi annesini dinlemeyerek 16 yaşındayken bu subayla evlendi.

Kızı Feyza Algan dünyaya geldikten kısa bir süre sonra eşinin başka bir kadına âşık olması nedeniyle boşandı. Birkaç yıl sonra evlendiği mimar Tayfur Şehbal'le beş yıl süren evliliğini de yine bir başka kadının araya girmesiyle bitirdi.

Yeni İstanbul Gazetesi'nde muhasebe müdürü olan annesinin vesilesiyle, 1952 yılında aynı gazetede tercüme yazıları yazdı. Sonra Son Havadis, Akşam, Hür Vatan, Saklambaç, Günaydın ve Hürriyet'te köşesi oldu. Sayar sağlık sorunları nedeniyle Hürriyet'teki köşesini 1998'de kızı Feyza Algan'a devretti.

Algan, annesinin yaşamöyküsünü anlattığı 'sevgiliguzinabla.com' sitesinde, "Olağanüstü güzel ve kültürlü bir kadın olduğu halde, ilginçtir; iki eşi tarafından da terk edilmiş bir kadındı. Aynı zamanda çok onurluydu.

İkinci hayal kırıklığından sonra, evliliğe noktayı koydu. 35 yaşındaydı. Kendini kızına ve mesleğine adadı. Bir bakıma bir ekol olarak yarattığı Güzin Abla kavramı bu başarısız iki evliliğin sonucudur denebilir" yazıyordu.

Güzide Sayar'ın cenazesi, yarın Erenköy Galip Paşa Camii'nde kılınacak namazın ardından, Karacaahmet'teki aile kabristanına defnedilecek.

Sadece benim güzel ülkemde olur bunun gibi enteresan fakat ucuz mucizeler..

Bir kişi düşünün... Lise yolunda, 16'sında ilk gördüğü erkeğe aşık olup ondan bir çocuk sahibi olmasını müteakip 3-5 sene içinde boşanmış (terkedilmiş) ardında da ikincisi tarafından terkedilmiş, düz lise mezunu olduğu bile şüpheli birisini aklınıza getirin.. Normal örneklerde böyle bir kişinin hayatı kaymış sayılır..

Ama, Güzin Abla'nız öyle olmamış.. elli sene boyunca, aklının hiç ermediği konularda millete akıl öğretmiş.

Kariyeri ile ilgili söylenenlere bakınız: Kendisi hakkında tek kelime yok. Annesi ise, vaktiyle, Yeni İstanbul Gazetesi'nde muhasebe müdürü imiş. Ayrıca, soyunda da, Reşat Nuri Güntekin ve Refik Halit Karay varmış...

Reşat Nuri Güntekin ve Refik Halit Karay'ın kim olduklarını biliyoruz. Adam kıtlığında, okuma yazma oranının sıfır olduğu dönemlerde, devletin beslediği edebiyatçılarımız... Bilmeyen de, bu iki ismi bu ülkenin en kıymetli fikir adamlarından filan sanacak...

Neyse. Biz işte böylesine mucizevi bir örneği, bir az-bulunur yazarımızı kaybettik. Evet, Güzin Abla'nız düz lise mezunu bile değil, bir psikolog hiç. Ama, kimin umurunda...

Yeteneğe ya da bilgiye gerek duyulmadığı kesin. Ne olduğu değil; kimlerden olduğu önemli...

Peki, kimlerdenmiş?

Aslında sormağa gerek de yok.

Yalçın Küçük'ün bu konuda kullanılabilecek oldukça iyi bir ölçütü var: 'Her kim ki yeteneksiz ve bilgisizdir, ve fakat, herşeye rağmen zirvelerde tutulur; onun kripto-Yahudi ya da Sabetayist olması çok kuvvetli ihtimaldir' der..

Sanat, edebiyat, hukuk, tıp, kurtuluş savaşı kahramanları vs vb gibi dallarda (!) bunun böyle olduğunu destekleyen, gösteren bir sürü örnek var, ama, Güzin 'Abla' (!) hiç aklıma gelmemişti –okumazdım.

Düşündükçe, herşey daha bir yerli yerine oturuyor: Çok kısa süren her iki evliliğinde de kendisi hep terkedilecek yani tam anlamıyla başarısız olacak, daha sonra da eline hiç erkek eli değmemiş olacak, ve üstelik de neredeyse sıfır eğitimli olacak.. Bütün bunlara rağmen, 50 sene boyunca aile, erkek-kadın filan konularında millete ahkâm kesecek bir köşe sahibi kılınacak.. [Şimdi de kızı aynı tezgahı devam ettirecek...]

E... Bravo.

Bu, benim bildiğim bütün örneklerden daha cuk oturmuş bir örnek.

Sabetayist hakim elitimizin bizlere daha neleri ne kadar zamandır yutturduğunu daha bir merak eder oldum.

Ama, merak etmediğim bir şey var: Sağcı ya da müslüman basınımızın bu garabete niçin hiç dikkat çekmediğidir.

Niçin mi bunu hiç merak etmiyorum? Cevabı çok kolay, şu sıralar Efendi-2; Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı isimli kıtabı (Soner Yalçın . ISBN: 975-293-480-3) okuyorum.

Tamamının doğru olmasına gerek yok; Soner Yalçın'ın kitapta yazdıklarının sadece yüzde biri doğru olsa dahi, merak etmeği gereksiz kılıyor benim için. Hele de bu örnekten sonra..

Seyf ül Yahve. Turkler?

Aşağıdaki pasaj, birkaç gün önce okuduğum bir kitaptan (Kıskaç, Askeri Stratejiye Göre Kaostan ÇıkışHakan Taşkın. ISBN: 9944-975-17-6) alınmıştır. Fena bir kitap değil, konusunu oldukça mülayım ve tarafsız sayılacak şekilde incelemeğe çalıştığını söyleyebilirim, Belki de, lüzumsuz denecek kadar tarafsız olmağa çalışıyor olduğunu söylesem daha isabetli olurdu. Neyse, zaten amacım bu kitabın eleştirisini yapmak ya da özeti vermek değil.

Sadece, kitaptan –oldukça iyi bir özet olduğunu düşündüğüm– bir bölümü alıyorum. Kısa bir alıntıdır. Vaktiniz varsa okumanızı tavsiye ederim.

Osmanlıların Musevilerle ilk tanışması 1324 yılına rastlar. Orhan Gazi Bursa'nın fethinde, Bizans yönetiminde yaşayan Bursa Musevileri, Osmanlıları kurtarıcı olarak karşılamışlar ve önemli destekler sağlamışlardı.

Bu çabaları karşılığında da, Orhan bey, şehir hayatını canlandırmak için, Suriye ve Edirne'den sarraf ve darphane uzmanları ile Musevi zanaatkarlar getirmiş ve Etz Hayim sinagogunu inşa etmelerine izin vermişti. Museviler, Bizans yönetiminin aksine, Osmanlı yönetimi içinde her türlü mesleği icra edebildiler; kırsal alanda ve şehirlerde mülk edinme haklarına kavuşturuldular. Edirne'nin fethinde Türklere yardımcı olan fakir Musevi topluluğu, buradan çekilen Hıristiyan toplulukların yerini doldurdu; ayrıca, şehir ekonomisini canlandırmak için Avrupa'dan göç eden Yahudilerin Edirne'ye yerleşmelerine müsaade edildi.

İstanbul'un fethi sırasında, Bizans Musevileri, Fatih Sultan Mehmet'i kurtarıcı gibi karşılamışlar, Fatih Sultan Mehmet de kendilerine bazı ayrıcalıklar tanıyarak, Avrupa'dan ve Anadolu'dan Yahudi cemaatin İstanbul'a gelmesini sağladı. Gelen Musevilerin ekonomik bilgileri Hıristiyan-Osmanlı tebaın çok üzerinde olduğundan, Museviler, İstanbul ile Avrupa'nın ticaret merkezleri arasında temas sağlamış ve devletin gelişmesine katkıda bulunmuştu.

Fatih Sultan Mehmet, diğer azınlıklardan daha çok Yahudilere güvendiğinden, onlara gerek kültürel, gerekse mali ayrıcalıklar tanıdı. Bu ayrıcalıklar da, Musevilerin diğer toplumlara göre daha ileri gitmelerini sağladı.

Fatih Sultan Mehmet'in bu politikası, Osmanlı'ya fayda açısından iki temel özellik gösterir.

  • Osmanlı'nın fethettiği bölge halkına tanıdığı özgür yaşam, dinlerini, kültürlerini ve mali durumlarını geliştirmedeki tolerans, Avrupa'da ezilen ve sömürülen halkın Osmanlı'nın yeni fetihlerini desteklemesine yol açtı.

  • Osmanlı Musevilerinin, Avrupa'da yaşayan Musevilere yazdıkları mektuplar ise, Osmanlı Devletinin barış, bolluk ve dostluk ülkesi olarak tanınmasına neden oldu. Bu da, Avrupa'dan Anadolu'ya yeni Yahudi göçlerinin yapılmasını sağladı.

Sultan II. Bayezid döneminde, İspanya'dan sürülen Museviler de, atalarının yolunu izleyerek, Osmanlı İmparatorluğuna göç etmiştir. Hiçbir ülkenin kabul etmediği bu insanlara, Türkler kucak açmıştır. Sultan II. Bayezid, İspanyol Yahudilerinin bu ülkeden çıkabilmeleri için, Türk kadırgalarını İspanya'ya gönderdi. İspanya'dan göç eden Yahudilerin yüzde yetmişi Türk topraklarına geldi.

İspanya'dan gelen göçmenler, bir taraftan sarayın ve yerel Müslüman halkın, diğer taraftan da diğer Musevilerin maddi ve manevi desteği ile kısa zamanda yeni çevrelerine uyum gösterdiler, bilgi ve becerilerini Anadolu'ya taşıdılar. Nitekim, bu göçmenler, İstanbul'da 1493 yılında ilk matbaayı kurmuşlar, barut imali ve top dökümü konularında çalışarak, Osmanlı ordularını donatmışlardır.

Museviler, diğer Osmanlı sultanlarının fetihlerinden sonra da Türk topraklarına göçe devam ettiler ve yüzyıllar boyunca yaşadıkları baskı ve eziyetten kaçabilen Yahudiler Osmanlı topraklarında huzur içinde yaşamlarını sürdürdüler.

1477 yılı kayıtlarına göre, İstanbul'da, Musevi hanelerin sayısı 1,457 iken, bu sayı elli sene içinde 80,070'e yükseldi.

Yavuz Sultan Selim, Mercidabık Savaşı'yla (1516) Memluklu'ları yenmesinin ardından, 30 Aralık 1516'da, Kudüs'e girdi. Kudüs, Yavuz Sultan Selim tarafından alındığında, şehirde bir başıbozukluk vardı. Sultan, bütün dinlere, güvence verdi ve insanlara ibadetlerini rahatça yapabilme özgürlüğü tanıdı. Ayrıca, Padişah, MS 70 yılında Romalılar tarafından üç duvarı yıkılan ve batıdaki duvarı da ibret olsun diye bırakılan Yahudilerin kutsal tapınaklarının, Bet-Hamikdaş'ın, yerinin bulunmasını istedi.

Oğlu, daha sonra Kanuni Sultan Süleyman olacak olan, Süleyman ile şehirde gezerken, kan-ter içinde, başında koca bir sepet bulunan yaşli bir Hıristiyan kadınla karşılaşan Sultan, yaşlı kadına sepette ne olduğunu sormuş ve içinde çöp ve hayvan gübresi olduğunu duyunca çok şaşırmıştı. Kadın, bunu Yahudilerin kutsal mabedinin bulunduğu yere dökeceğini, bunun Hıristiyan din adamları tarafından emredildiğini ve yüzyıllardır buranın yokedilmesi ve Yahudi izlerinin tamamen silinmesine karar verdiklerini açıklamıştı. Böylece, Yahudi tapınağının tamamen unutturulması hedeflenmişti.

Sultan, konunun doğru olduğunu öğrenince, altın ve gümüş sıkkelerden oluşan bir çok keseciği çöp yığınının değişik yerlerine gömdürmiş ve fakir halka kova ve kürekler dağıttırmış ve pislik dağının boşaltılmasını sağlamıştır. Sonuç olarak, 10,000'i aşkın insan, 30 gün süreyle tepeyi dümdüz etmiş ve 'Kotel Ha Musevi' ('Bet Hamikdaş', 'Batı Duvarı' ya da 'Ağlama Duvarı') bu günkü haliyle ortaya çıktı.

El-Halil'deki bir Yahudi yerleşim biriminden, Kırat Arba'dan, bir yarbayın bu olayı bir bilgilendirme toplantısında, 6 ülkeden oluşan gözlemci grubuna 1998 yılında anlatışına, orada bulunan bir dostum tanık olmuştu.

Yavuz Sultan Selim ile ilgili aktarılan menkibe kesinlikle ilginç, bunu kabul ediyorum ve hafızama not ediyorum. Ama, bunların yanısıra, yukarıdaki pasajda, bir iki yanlış ya da eksik ve bir de dile getirilmemiş enteresanlık var bence.

Yahudi ile Musevi'yi aynı şeymiş gibi görüyor. Aynı şey değildir; Yahudi bir ırktır, Musevi ise (esasen) Hz Musa'nın getirdiği dine inanan kişi ya da cemaatin sıfatıdır. Bu iki sıfat birbirinin yerine kullanılamaz.

Garip bir tercüme (dublaj) dili kullanıyor: 'insanlara ibadetlerini rahatça yapabilme özgürlüğü tanındı' gibi.. Burada, Türkçede 'insanlar' değil; 'millet', 'halk', 'ahali' ya da 'teba' vb kullanılır.

Ayrıca, 'İspanya' 'İspanya' dediği yer de Endülüs'tür –yani, bugünkü Andalucia.

Ve, Endülüs'ün İspanyollar tarafından fethinden sonra, oradan kovulan ya da kendiliğinden kaçan Musevileri başka hiçbir ülkenin kabul etmediğini iddia etmesi de yanlıştır.

Zaten, yazının kendi içinde de bunu tekzip ediyor –Endülüs Musevilerinin sadece yüzde yetmişi (o da doğruysa tabii) Osmanlı toprağına geşmiştir; geri kalanları başka ülkelere gitmiştir.

Osmanlı'nın buradaki tek farkı, kendi savaş gemilerini gönderip aldırması olabilir, ki onun da öyle ahım şahım sayılara erişmesini beklemek bana anlamlı gelmiyor.

Neyse, geçelim.

Benim asıl ilgimi çeken nokta, Musevilere bunca iyilik yapan Osmanlı'nın, Endülüs Musevilerini taşımak için savaş gemisi bile göndermesi, buna karşılık, Endülüs'ün asıl ahalisi olan Müslümanları kurtarmak için hiçbir şey yapmamış olması...

Şimdi... Her buldukları yerde kurtarıcıları oldukları, çeşitli vesilelerle ellerinden tutmağa çalıştıkları Musevilerin böyle anlatılacak çok menkıbesi var.

Var da, Osmanlı'nın en kritik zamanda, Endülüs Müslümanlarını kaderlerine terketmeği tercih edişlerine bakarak sorabilir miyiz?

Yoksa, İslam'ın Kılıcı olarak da bilinen Türkler, aslında Seyf ül Yahve midirler?

Mustafa Necati Sepetçioğlu

Selçuklu'yu takip eden yıllarda, bu toprakların nasıl olup da ücra sayılacak bir köşesinden Osman bey adında, okuma-yazma bildiğinden bile çok da emin olamadığımız birisinin çıkıp bir hayli de sağlam temelleri olan bir devleti nasıl kurduğunu hep merak ederdim. Bir adet Osmancık bunu nasil yapabilir?.. Öyle ya, yıkılan bir devletin yerine yenisi kurulacaksa, bu, genelde, merkez sayılabilecek bir noktadan başlayan bir hareketle olur. Bilecik cıvarı gibi, Selçuklu'nun taşrası sayabileceğimiz bir yerde başlaması da, orayı merkez alması da pek alışıldık bir şey değil... Öyle olsa bile, yıkılan devletin üzerine öyle ha diye yenisini kuramıyorsunuz, geride bir sürü --vezirlerden tutun ordu komutanlarına, valilere kadar çok sayıda-- iktidar odağı ya da ortağı olmağa talip unsurlar peydahlanır... Başka ayrılıkçılık hevesleri depreşir.. Fakat, nasıl olmuşsa, Osmancık, bu tür şeylerle pek karşılaşmamış gibidir. En azından benim okuduğum tarihlerde bunlardan pek bahis geçmez. Anadolu'nun o günlerdeki sosyal yapısı hakkında, senaryo dahi olsun, pek bir şey bulamayız. Bulabildiklerimiz de, buradaki kaynaklara bizden çok daha az erişimi olabilen, uzak diyarların insanlarına, Batılılara aittir genelde. Biz, bizi merak edersek, başkalarının dedikleri ile tanımağı tercih ederiz nedense.. Halbuki, nasıl olmuştur da, bütün Anadolu, Osmanlı'nın bir düzen kurması öylece beklemistir sanki.. Bu 'sanki'nin üzerinde duran yoktur pek... Mustafa Necati Sepetçioğlu'nun ihtisasının ne olduğunu bilmiyorum, ama, o dönemle ilgili benim aklıma takılan sorulara en açıklayıcı cevapları içeren, okudukça benim gibi (daha önceleri tarih okumaktan nefret eden) birisine hem tarihi sevdirmiş, hem de arka planda neler olabileceğine dair sorular sorarak anlamama yardımcı olmuştu.. Daha sonra başka kitaplar da okudum tabii ki; ama, Kilit, Anahtar, Kapı, Konak, Çatı, Üçler-Yediler-Kırklar, Darağacı, Geçitteki Ülke gibi birini bitirir bitirmez bir diğerine başladığım pek az eser dizisi oldu. Hiç birisi de beni Mustafa Necati Sepetçioğlu'nun eserleri kadar etkilemedi diyebilirim. Bugün vefat ettiğini öğrendim. Bilmeyenlerin hiç bimediği, bilenlerin de kendisine çok şey borçlu olduğu sade birisi idi.. Sessizce aramızdan ayrıldı. Allah gani gani rahmet eylesin.

Herifin adı çıkmış sadece

Aklım keseli beri hep tuhafıma giden birşey, cevabını aradığım bir iki soru oldu. Bunlardan birisi: 'Neden kadınlar etek giyerler?' sorusudur.

Bu soru, bu konuda, sorageldiğim iki temel sorundan biridir.

'Neden erkekler etek filan giymez?' gibi bir sürü cıvıtık anlama gelecek bir soru sormuyorum; ya da kadınlar etek filan da giymesinler çırılçıplak dolaşsınlar da demiyorum –OK, bir zamanlar buna benzer şeylerı ben de demedim değil, ama hormonumda eser miktarda kan olduğu zamanlardan bahseder olurum ki, mesele ile alâkalı sayılmaz.

Kısacası, bu sorunun müstehcen denilen yansımaları değil beni ilgilendiren.

Konuya teorik, ekonomik açıdan bakıldığında da, şalvarımtrak şeyler (pantolon vs) daha ekonomik –dikimi daha zor değil; harcanacak kumaş miktarı da daha fazla değil. Dolayısı ile, cebi, fermuarı, kemer köprüleri filan olmayan –sadece uçkurla kullanılan– bir şalvar daha ucuz.

Şalvarımtrak şeyler iklim şartlarından daha iyi korunma sağlıyor; dolayısı ile, hem sıcak hem de soğuk havalarda şalvarımsı şeyler daha akıllıca bir çözüm gibi geliyor bana.

Tamam, her devirde ve her yerde kadınlar etek giymiş ya da giyiyor değiller; eskiden daha sık olmakla beraber, halâ daha bir çok ülke ve bölgede şalvarımtrak giysiler kullanımda. Fakat, giderek azalıyor.

Dikkatimi çeken bir başka şey de, ben soğuktan donarken, kadınların önemli bir çoğunluğunun ısrarla etek giymesi... Üstlerinde, belden yukarıda yâni, bulabildikleri en sıcak-tutucu şeyi (kürk varsa kürk, yoksa kalın bir şeyler ya da kat kat) giyerken, belden aşağıda etek giymelerini, giyebiliyor olmalarını hep garipsedim.

Bunun, bence, din, ahlâk veya geleneklerle filan çok da alakası yok; çünkü, her türlü din ya da ahlâğın hakim olduğu değişik toplumlarda bu giysi tercihi farklılığı aşağı yukarı aynı.

Dolayısı ile, en az anladığım konu olan kadınlar hakkında, aklıma takılan soru şu: Kadınların bacakları erkeklere kıyasla daha çok yağ dokusu içerdiğinden midir ki, erkekler soğuktan donarken kadınlar, iklime aldırmazcasına, bacakları açık gezebiliyor; ve sıcak havalarda erkekler pekala (ince kumaştan) pantolonla gezebilirken, kadınlar neredeyse belden aşağı çıplak gezmek istermişçesine giderek kısalan etekler giyerler?

Benzer bir soruyu saçlar için de sorabiliriz tabii. Yani, niçin kadınlar (erkeklere kıyasla) uzun saçlı oluyor, saçlarının uzamasına izin veriyor? Gerçi, tarihte erkeklerin de saçları nugüne nazaran daha uzundu, ama, çoğu zaman, bu, saç kestirmenin zor (ve dolayısı ile pahalı) olmasından kaynaklanıyordu sanki –çünkü, saç kestirmek işi kolaylaşıp ucuzlayınca, erkekler artık uzun saçla pek gezmez oldular. Buna karşılık, ne kadar ucuzlasa ucuzlasın, kadınlar hep –bakımı daha zor olmasına rağmen– (erkeklere kıyasla, daha) uzun saçlı olmuşlardır.

Bu soruları, bunca zaman içinde, tanıdığım bir çok kadına sordum –içlerinde beni cebinden bir kaç defa çıkarabilecek kadar akıllı bir çok kadın da vardı. Bir kısmı, bunun sebebini 'ne bileyim, ayol; öyle yakışıyor öyle giyiyorum' gibi sevimli fakat soruya cevap aramaktan uzak sözlerle geçiştirdi. Bir başka kısmı ise, bunu okuyanlar arasıdan da çıkacağına emin olduğum üzere, 'yahu, kafayı takacak başka bir şey bulamadın mı; öyledir çünkü öyledir' kendilerinin ufuklarını bana da layık gördüler, sağolsunlar. Diğerleri, akıllı olanlar (ya da benim öyle olduklarını sandıklarım), metabolik bir sebebi olup olmadığına emin olmadıklarını, ama, bunu iki cinsiyet arasında uzaktan kolay ayırdedilebilirlik ve (dolayısı ile, ya da kendi başına) seksapel (sex appeal, cinsi cazibe) yüzünden olabileceğini söylediler.

Ayırdedilebilirlik bana çok da anlamlı gelmedi hiç, çünkü, eğer mesele sadece ayırdedilebilirlik olsa, renk konusu bunu kolayca halledebilirdi bence. Demem o ki, kadınların tercih ettikleri renkler, renk tonları ve desenler erkeklerden hep (az ya da çok) farklı olmuştur. Bir parametre olabilir ama tayin edici olduğunu pek sanmıyorum.

Seksapel (sex appeal, cinsi cazibe) konusuna ayrıca geleceğim.

Şimdi gelelim ikinci temel soruya: Kadınların ne giyeceğine esasen kim karar verir –yani, gerçekten erkekler midir kadınların ne giyeceğine karar verenler?

İşin doğrusu, bir zamanlar, bu kararın erkekler tarafından verildiğini sanmadım değil. Dünyanın en kuvvetli milletinin hangi millet olduğu sorusuna, duraksamaksızın, 'erkek milleti' diye cevap verdiğim, ve artık pek de özlemediğimi itiraf etmek zorunda olduğum, o salak çağlarımda ben de bunun doğru olabileceğini düsündüm. Eee, na'apayım yani benim de ateist olduğum dönemler, ve (çakışmamakla birlikte) somsalak olduğum dönemler olduysa..

Sorunun en akla yakın cevabı 'kadınlar etek filan da giymesinler çırılçıplak dolaşsınlar' mealindeki hayallerimin olduğu yılları müteakip oluşmağa başladı. Çünkü, o sıralarda konuştuğum ve akranım olan bütün erkekler aşağı yukarı aynı rüyayı görüyordular. Daha sonraları, tek fark, o rüyadan uyanmalarıydı, yoksa, uyanmış olmalarını saymazsak, rüya hep aynı rüya..

O yaşlardaki kadınlarla konuştuğum zaman, onların da –tabii ki– rüya gördüğünü, fakat, onların rüyalarını çıplak erkeklerin süslemediğini, gördükleri rüyanın kendilerini bir erkeğin rüyasında görmek olduğunu duyunca çok şaşırmıştım..

Demek ki, rüyasında beni rüya görürken ve rüyamda kendisini görürken gören birileri de vardı diye hem suçustü yakalanmış gibi ürperdiğimi, hem de bir tuhaf 'ego trip' (kibir) de duymuştum. Bu ürperme ve kibir çok sürmedi; çünkü, konuştuğum kadınların çoğu çok nadiren belli bir erkeği rüyalarında gördüklerini, buna karşılık, muğlak ve müphem bir erkek tiplemesinin rüyasında kendilerinin görülüyor olması asıl odakları imiş..

Bunları söylerken çok samimi ve ciddi görünmelerine karşılık, ben halâ daha yalan dediklerini, rüyalarında beni gördüklerini düşünüyorum –ki, bütün erkekler de benzer şekilde rüyalarda kendilerinin görüldüğü kanaatindedir galiba.

Benim kanaatlerim bana ait olmakla beraber, bana söylenenleri de dikkate almak zorundayım. Nitekim, zaman içinde, kadınların söylediklerini doğrulayacak gözlemlerim çok oldu.

Kendimi soyutlayarak şöyle bir örnek verebilirim: Yolda yürüyen bir çift (bir erkek ve bir kadın) düşünün.

Aksi istikamette gelen bir de erkek olsun. Bu erkeğin, bu çifte bakarken, baktığı ilk (ve çoğu zaman da tek) kişi kadındır.

Buna karşılık, karşıdan gelen bir kadın olduğunda, gelen kadın da yanında erkekle yürüyen kadına bakar; onu tartıp biçer.

Yâni, dış görünüş sözkonusu olduğunda, kadınlar kadınları muhatap alır hep. Erkekler ise bu oyunda birer aksesuardırlar; kadın erkeğe bakarsa, bu 'Hıh! Salak! Onda benden fazla ne var zannetmiş acaba bu şapşal!' demek içindir; içinden söylenir tabii kı..

Erkeğin kadına bakışını ise 'Acaba ben daha iyi aksesuar olamaz miydim?' anlamında görmek daha mantıklı.. Kadına iyice baktıktan sonra, dönüp erkeğe de bakarlarsa, bunun nazikçe (!) 'Tüh! Ahlatın iyisini de ayılar yer lafı doğruymuş' anlamındadır.

Her neyse. Tabii ki bu senaryolar birer karikatürizasyon ve belki de realiteden daha çok benim baktığım yeri yansıtıyorlar. Ama, ben bana söylenegelenleri de yansıtmağa çalışıyorum. Bu realite de, kadınların güzelliklerini özellikle de bedensel güzelliklerini sergilemek güdülerinin erkeklere kıyasla çok daha yüksek oluşudur.

Allahın hikmetine bakın ki, erkekler de doğal olarak 'güzele bakmağı' severler... :)

Bu böyle ise, kadın giyiminde, kadınların daha kapalı giyinmeleri yolunda erkeklerin toplu bir baskısının olduğunu söylemek pek de akıl kârı değil. Soyun korunması, iffet ve namus meselesi ayrı bir başlık gerektiriyor, ona da orada bakmağı ümit ediyorum; dolayısı ile, evli erkekler hadi neyse de, evli olmayanların kadınların daha kapalı giyinmelerini istediklerini iddia etmek bence pek anlamlı değil.

Peki, o zaman, ne ya da kimdir kadınların ne ve nasıl giyindiklerine karışan?

Cevabı, uzun arayışlardan sonra, buldum sanıyorum; ve bu kadar aradığıma da yanıyorum, çünkü –şimdi bakınca– çok basit: Diğer kadınlar.

Evet, daha genç (ve dolayısı ile muhtemelen daha güzel, ya da seksapeli daha fazla olan) kadınların bu güzelliklerini sereserpe sergilemeleri, sadece daha az güzel ya da daha yaşlı diğer kadınlar için bir tehdit unsurudur. Yani, daha az güzel ya da daha yaşlı diğer kadınlar için, haksız rekabet...

Bunun da tarihte bir sürü örneğini biliyorum. Mesela, Osmanl'da, Şeyh-ül İslam'a kadınların çok açık-saçık gezdiği yolundaki şikayetlerin kaynağı hep yine kadınlardır. Karadenize üşüşen Nataşalardan en fazla rahatsısz olanlar da Karadenizde yaşayan kadınlar idi. Daha da ötesi, Hz Muhammed zamanında kadınların ne ve nasıl giyindiğine yönelik olarak şikayet edenlerin de kadınlar olduğunu okuduğumu hatırlıyorum. Yanılıyorsam birisi beni düzeltir umarım.

Bu temel rekabet, ve haksız rekabetin izale edilmesi güdüsünü benim bu sorumu –en azından benim için– açıklayıcı bulduğumu itiraf etmeliyim.

Ama, yine de hala daha tam da yerine oturmayan bir şey daha var: Eğer kadınların ne gidiğine kadınlar karışıyorsa ve bu karışmak da vücut hatlarının daha az belirgin olması ya da vücüdun daha az sergilenmesi yolunda ise, son yüzyılda şahit olduğumuz ve giderek artan bu çıplaklaşmayı nasıl açıklayacağız?

Rekabet ve haksız rekabeti engelleme güdüsünün aniden ortadan kalkmış olabileceğini pek düşünemiyorum... Geriye, kala kala, kadınların (erkeklere kıyasla) iklime daha hassas olmaları ve giderek artan küresel ısınma (hava sıcaklığının artması) kadınların erkeklere nazaran daha az şeyler giymek zorunda kalmaları kalıyor..

Bu, ancak ve sadece bu, eğer doğruysa, rekabetten daha baskın bir doğal (fıtratî) gerçeklik olurdu.

Ve, eğer gerçekten doğruysa... hadiyin, beyler, iyisiniz.. iyisiniz; rüyalarınızın gerçek olacağı günler yakındır... :)

Men dakka makka...

Birbirimizi anlamsız yere tedirgin etmenin ne alemi var: Bu dünyaya insan bir defa geliyor...

Cihana bir daha gelmeyeceğimizin bilinciyle kısıtlı zamanı elde edilebilir olanların en iyilerinin tadlarına bakmak; yaşam denen süreçteki dert ve tasayı azaltmak; gam, kasavet ve kederi hayatına uğratmamak gibi gerçekten bilinçli eforlar isteyen gatretlere hasredebilir; ya da, bu geçici zamanı, ilerde karşılaşağımız söylenen o büyük İmtihana hazırlık için iyi şeyler yapmak, daha az zarar ve ziyana yol açacak şekilde tüketimini azaltmak yolunda sarf ya da feda etmek için burada değil miyiz zaten...

Sırf "bunları yeterince yerine getirebiliyor muyum?" sorusu bile yeteri kadar vesvese ve ehvam kaynağı iken, bunların üzerine bir de başka dertler eklemenin alemi mi var?!

Yok tabii. Hem zaten herkesin işi gücü var. Burası İnternet . İnternet erişimi için avuç dolusu paralar veriyoruz. Bunca parayı canımızı sıkacak vesvese detayları okumak, artırmak için vermiyoruz. Değil mi?

Orası öyle de; bizim gibi normal insanlardan apayrı bir grup daha var: Hariçten gazel çalanlar... Çok şükür ki, sayıları az; ama, gıcıklık katsayıları o kadar yüksek ki, malesef, sayılarının azlığı pek de teselli yerine geçmiyor.

Hariçten gazel çalan bu tiplerin varoluş gayeleri sanki sırf başka insanların hayatlarına nifak sokmaktır. Bunu da öyle dürüstçe, mertçe yapsalar neyse; tersine, fiyakalı ambalajlar içine gizlenmiş burgu gibi laflar ederler. İlk duyuşta kulağınıza hoş gelir, fakat tadı? tadı biraz farklıdır.

Biraz düşündüğünüzde, aslında bambaşka şeyler dediklerini görürsünüz. Yani, hem dürüst değildirler, hem de sizi ek bir düşünmek zahmetine sokarlar.

Buna bir örnek olarak şunu dikkate alabiliriz zannedersem:

"Türkiye’de lider olmanın birinci şartı geçmişinizde devletle çatışmış olmanız ya da çatışanları savunmanız. Eğer bunu lider oluncaya kadar beceremediyseniz daha sonra ya mahkemeler önünde hesap vererek, yasaklanarak veya asılarak bu eksikliğinizi tamamlarsınız. Bu nedenle politika üreterek, ülkenize yön çizerek siyasette bir yere gelemezsiniz. Başka ülkelerdeki lider olma süreci yani devletin çeşitli kademelerinde hizmet ederek ve adeta devletle özdeşleşerek yönetici olmak gibi ilkel bir yol bizi kesmez. Biz kahraman bir ulusuz ve bizi ancak kahramanlar yönetebilir ya da yönetenleri sonradan kahraman yaparak kuralı yerine getiririz." diyor bir yazısında, Mahir Kaynak, ve gördüğünüz üzre, metheder gibi yaparken, kahramanlar yaratan koskoca bir ırkın ahfadına dil uzatmağa yelteniyor.

O kadarla kalsa bir şey değil; kahraman olmak ya da kahramanları sevmek gibi, aslında rahatsız edici hiçbir tarafı olmayan güzel bir hasletimizden bizi kuşkuya dahi sürüklüyebiliyor.. Üstelik, bunu –bilmem dikkat ettiniz mi?– ilerde kesin birer kahraman olacak olan nice gencimizin kariyerlerine gölge de düşürmekten de sakınmaksızın yapıyor...

Bize böyle analiz-manaliz lazım değil. Neresinden bakarsanız bakın, bu insafsızlıktır; bu kadar dolambaçlı söylenen sözlerde dürüstlük var demek de mümkün mü?.

Bizim realitemiz bellidir: Biz kahramanlığı seven, duygusal bir milletiz. Bu realiteyi sanki bir hal-i pür melâl imiş gibi konumlandırmak bizi rahatsız eder.

Hayattan kâm almak isteyenlerimizi de, hayatı bir imtihan için yaşayanlarımızı da, yani ezici çoğunluğumuzu, luzumsuz vesveselere götürür; ya neşemizi ya da imanımızı zedeler.

Bunların hiç birisi hiç de hoş değil.

Bu tiplerin, bizim aşina olduğumuz bir dil ve bizim sevdiğimiz motiflerle dile getirdikleri fakat aslında birer burgu gibi olan laflarının şifrelerini anlamak açısından bir iki örnek daha vermek istiyorum.

Mesela, birisine "sevdiklerinin acısını görmeyesin" demiş olsunlar.. duyan da bunu iyi bir dilek ya da bir dua zanneder ve sevgi dolu gözlerle cevap verir çoğu zaman; halbuki, bu, "sevdiklerinden önce geberip gidesin" anlamında okkalı bir beddua da olabilir... Öte yandan, "sevdiklerin senin acını görmesin" demeleri de çok farklı değil; "bütün sevdiklerin senden önce geberip gitsin ve bir başına kalasın" anlamına da gelebilir...

Var olduğu aşikâr olan yaratıcılıklarını doğru yolda kullansalar, halen vargücümüzle mücadele ettiğimiz bunca dünyevi ve uhrevi canavara karşı nasıl daha başarılı olacağımız konusunda bize fikirler verebilirlerdi belki... Ama, bunlar onu yapmak yerine, utanmadan sıkılmadan, bize bu canavarların gerçek olmadığını, aslında birer yeldeğirmeni olduğunu, asıl meselenin çok farklı olduğunu; ya da yukarıda görüldüğü üzere, kahraman bildiklerimizin aslında bihude isyankâr, kutsal saydıklarımızın da bizi kontrol için uydurulmuş şeyler olduğunu filan söylemeğe yeltenirler.

Görüldüğü üzere, bizim gibi kalbi temiz ve hayatı dolu dolu yaşamak isteyen normal insanlar için, bu tiplerin tam olarak neyi kasdettiğini ilk bakışta anlamak çok zordur: İnsanı luzumsuz yere düşünmeğe zorlarlar. Yaptıkları işgüzarlık bile sayılmaz; alenen abesle iştigaldir.

İşin en garip tarafı da, bu tiplerin kendilerine zarar verdiklerinin bile farkında olmayışlarıdır. En az iki-anlamlı lafları söylemenin zorluğunu bir marifet sanıp, milletin gözünde ' kinayeli ve kem sözlerin sahibi' olarak damgalanmanın ne demek olduğunu bilmezden gelirler.

Bunların birer kahraman olmadığı belli; adi bir müfteri olduklarını da ispata bile gerek yoktur. Adları çıkar, aforoza uğrarlar ve dışlanırlar. Müstehaktırlar.

Bu tür lafları edenlerin ipliğini böylece pazara çıkardığıma siz de şahitsiniz. Dolayısı ile, benim, onlar gibi, öyle dolaylı ve anlamı daha sonradan anlaşılacak kem ve kinâyeli lakırdılar etmeyeceğimi de artık biliyorsunuz.

Ben, size, birden çok anlama gelecek şeyler söylemem. Herşeyin bir usulu vardır, ve en iyi usul da usul usul olanıdır.

Şimdi izninizle, ne yapmayacağıma dair bir iki örnek vereyim:

Geçtiğimiz günlerde, Nasreddin Hoca Şenlikleri vesilesiyle orada bulunan, Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç'un, kurumuş olduğu için susuz olan Akşehir Gölü yerine özel bir besi çiftliğine ait gölete, bugün bizi kahkahlara boğan muzipliğinden başka hatırlayacak bir şeyi hiç olmamış olan Nasreddin Hoca'yı temsilen katılan kişi ile birlikte maya çalarken söylediği, "Espri yapmak zekâ işidir. Ben de zekiyim. Espriyi çok severim. Espri zekânın zekatıdır. Her zeki insanın bu zekâtı mutlaka ödemesi gerekir." gibi, açıkça ne demek isteiği belli olan düzgün lafları alıp, yukarıda alattığım tiplerin çok kolayca yapabileceği gibi, ne tiye alacağım, ne de araya bu şenliğin bir kültür şenliği değil de bir turizm şenliği olduğunu ima edecek laflar sıkıştırıp canınızı sıkacağım.

Benzer şekilde, yine geçtiğimiz gün, AİHM'e (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) yapılan bir başvuru sonrasında, AİHM tarafından 'Alevi çocukların zorunlu din derslerine katılmalarının insan haklarına aykırı olduğuna' karar vermesi ile bağlantılı olarak Adalet Bakanı Cemil Çiçek'in "AİHM kansere de çare bulabilecek mi?" sorusunu kırk türlü anlama çekecek münafıklar arasında ben olmayacağım.

İlaveten, aynı mahkemenin –daha önce– başörtüsü hakkında verdiği kararın dayanakları ile esasen bu kararının çeliştiğini söylemeyeceğim.

Ayrıca, her ikisinin de insan hakkı olmak hasebiyle, hem Alevileri hem de Sünnileri aynı potaya yerleştirdiğini; böylece, hayli zamandır şikayeti dile getirilen –uğrunda nice erkek partilerin işbaşına getirildiği– bu anlamlı meselenin önünde duran laikçi Jakoben engelin arkasında olduğundan şüphelenilen Alevilerin artık ortak bir insan hakları davasında buluşmuş olmalarından dolayı, homolaicus nam bu gûruhun zevalinin çok yakın olduğunu söyleyen de ben olmayacağım.

Alevilerin, Cem evlerinde asırlardır yapageldiklerinin konser-konferans değil, ibadet olduğu gerçeğinin sonunda teslim edilmek fırsatının çıkacağını yazan da ben değilim.

Başörtüsüyle okumak isteyen kardeşlerimizin de bu vaka-yı hayriye ile bu çok önemli insanlık haklarına kavuşacağını; Alevilerin ibadet hakkına kavuşmalarının bedelinin Sünnilere başörtüsü serbestisi vermek olduğunu, Sünnilerin de başörtüsü takabilmenin Alevilerin Cem evlerinde ibadetlerini serbestçe yapabilmeleri olduğunu karşılıklı idrak etmeleri sayesinde daha demokratik bir ülke olacağımızı da yazmıyorum.

Kendi içimizde kolayca, sessiz sedasız, halledebilmemiz gereken bu kadar basit bir şey için, Avrupa bilmemnesini işe karıştırmamızdaki eblehliğimizi eleştirecek; Allahın gariplerini, bu örnekte olduğu üzere, önce eşşekliklerini kaybettirmek sonra da buldurmak yoluyla sevindirdiğini vurgulayacak filan da değilim.

Bu kadar önemli bir meselede nihayet çıkmış olan bu kahramanlık fırsatının değerlendirilmesi için, yurdumun güzel insanları arasında sayısız talipin mevcut olduğunun hepimizce bilinmesine karşılık, seçimlerin çoktan yapılmış ve kahramanın kim olacağının çoktan belirlenmiş oldugunu falan da dile getirecek değilim.

Neyse. Umarım bu örnekler yeterli olmuştur. Benim bunlarla vakit kaybetmeyeceğime emin olabilirsiniz. Bana ihtiyaç da yok; bütün bunları o münafıklar diyecek, yazacak zaten. Benim daha önemli işlerim var.

Şimdi dışarı çıkıp havaya bakacağım biraz; çünkü Aşık Veysel "havaya bakarsan hava alırsın, toprağa bakarsan dua alırsın" demişti.

Toprağa da bakacağım tabii, çünkü orada sizler varsınız ve sizlerin dualarınız ve şen-şakrak olmanız çok önemli.

Her eve lazım

Bir zamanlar BBC tarafından yapılan Oppenheimer isimli diziyi yedi kısım tekmili perakende seyretmiştim. Konusunu özetlemek benim burada yapabileceğim bir şey değil; ama, kısaca şöyle diyebilirim: İkinci Dünya Savaşı öncesinde Almanlar'ın nükleer fizyonu bulması, doğrudan doğruya Almanlarla savaşanlarda olduğu kadar diğer muhaliflerinde de endişeler doğurur. Dolayısı ile, ilk nükleer bombayı yapabilmek için bir yarış başlar. Yarışın taraflarından birisi de, yarışa sonradan girmeğe ikna olmuş ABD'dir. Avrupa'dan kaçan bir çok bilimadamının yanısıra, İngiltere'nin doğrudan katkıları ile, bir örtülü yarış yapılmaktadır.

ABD'de bu amaçla kurulan yapının ismi 'The Manhattan Project'tir ve başında da Robert Oppenheimer vardır. Bilim tarafının başında demek daha doğru olur; çünkü idari olarak tüm projenin başında tümgeneral (tek-yıldızlı) Leslie Groves vardır; Pentagon'un inşaatının başında gösterdiği başarıyı müteakip bu projenin başına getirilmiştir.

Oppenheimer, aslında bu projenin amaçlarıyla çok da fazla hemfikir değildir ama, Vatan-Millet-Missisippi adına projeyi aksatmadan, hatta başarıyla, yürütür.

Detayları bizim konumuz değil, sadece 1930'larda Oppenheimer'in Amerikan Komünist Parti ile yakınlıkları olduğunu söyleyelim. Ama, adam sadece bu kadar garip değildir; soydan Yahudi olmasına karşılık, Hinduizme hem çok daha yakındır, hem de daha iyi bilir. Kısacası, luzumlu luzumsuz her konuda çok kişiden daha eğitimlidir. Bir örnek: 24 yaşındaki Oppenheimer'ın PhD (Doktora) sınavında (sözel), sınavı yapan prof.un çıkışta "Fiyuvvv.. Çok şükür bitti... Az kalsın beni sorgulamağa başlayacaktı" dediği de söylenir..

Daha sonra, savaştan sonra, Amerikalılara Yakışmayan İşler Komisyonu ['House Committee on Un-American Activities' (1938-1975) (HUAC veya HCUA)] kurulur. Bu komitenin adı yıllar sonra (1969'da) 'Committee on Internal Security' olarak değişmiştir ama McCarthy ile meşhur olan cadı avı komisyonu özelliğinin ne kadar değiştiği tartışmalıdır.

Neyse, bu Komisyonun amacı daha önceleri kimsenin suçlamağı pek de akıl etmediği ama artık bu 'Yeni Dünya Düzeni' öncülünde suçlanmaları zorunlu olanları celbedip ahiret sualleri ile itham etmek ve --başka bir şey beceremezse dahi-- itibarlarını iki paralık etmektir.

Bu 'McCarthy' Komisyonuna Robert Oppenheimer da celbedilir. Anasının nikahında imza attığı kalemdeki mürekkebin kim tarafından yapıldığından tutun, vaktiye yerken görüldüğü bir avuç kirazın neden kızıl tonlarda olduğuna kadar her önemli şey kendisine sorulur.

Bu sorgulamalar sırasında, karısı Kitty de onunla beraber şehre gelmiştir. Ama, tabii ki komisyon oturumlarına alınmaz. Bu yüzden, Kitty, günlerini endişe ve merak içinde geçirirken kendisini meşgul edecek bir şeyler de bulmağa çalışır. Haliyle, 'Amerikalılara Yakışmayan İşler Komisyonu'nca cadı namzedi seçilenlerin yakınlarını saf ve temiz Amerikalılar arayıp sormaz. O yuzden de, Kitty, gününü kendi istediği şekilde doldurmak özgürlüğüne sahiptir.

Bir akşam, Komisyon'dan dönen Oppenheimer, otel odasındaki şifonyerimtrak şeyin üzerinde bir kaç düzine çarşaf, yastık kılıfı --yatak takımı-- havlu filan görünce, munis bir hayretle karısına döner ve bitap bir tonla bunların neye lazım olduğunu sorar.

Aldığı cevap hep aklımadadır: "Ne yapayım, içimin sıkıntısını gidermek için bir şeyler yapmam lazımdı. Alışveriş yaptım biraz..."

Kadıncağız haklıdır. Oppenheimer da, biz seyirciler de kadının haksız olduğunu aklımızın ucundan bile geçirmeyiz..

Dikkat etmeyenler belki kaçırmışlardır, fakat bütün dizinin en esprili yerlerinden birisi o sahnedir bence.

Neyse. Ben de biraz bu tür bir saikle --öyle oldupuna sonradan karar verdim-- evvelsi gün bir alışverişe çıkmış bir şeyler almışım. Döndüğümde iki kişinin yardımıma koşmaları yüzünden ölçüyü kaçırmış olabileceğimi anladım. Onları savuşturdum tabii, ama, onu yapınca ölçüyü kaçırmış olduğum da iyice belirginleşti.

Bu kitapları almışım. Bir kaç tane daha var, ama, onlar sipariş, daha sonra gelecekler. [alfabetik]

  • Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı; Efendi-2 -- Soner Yalçın -- ISBN: 975-293-480-3 -- 1nc basım
  • Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları -- John Perkins -- ISBN: 975-6006-03-X -- 2nc basım
  • Değişen Toplumsal Yapıda Karakter -- Aytül Kasapoğlu et al. -- ISBN: 975-6361-22-0 -- 1nc basım
  • Donmuş Zaman Manzaraları -- Haluk Kırcı -- ISBN: 975-7465-66-4 -- 3nc basım
  • Dünya Dinleri Ansiklopedisi -- George Thomas Bettany -- ISBN: 975-468-512-6 -- 1nc basım
  • Ertuğrul Fırkateyni Faciası -- Osman Öndeş -- ISBN: 8263-67-6 -- 2nc basım
  • Evet Ben Selanikliyim; Turkiye Sabetaycılığı; Makaleler -- Ilgaz Zorlu -- ISBN: 975-8516-06-X -- 11nc basım
  • Gençlere Tavsiyeler -- Üzeyir Garih -- ISBN: 975-8543-92-6 -- 1nc basım
  • Gizli Tarih -- Yalçın Küçük -- ISBN: 975-6277-27-0 -- 1nc basım
  • Hazar Yahudileri; Bir Türk İmparatorluğu -- Kevin Alan Brook -- ISBN: 975-8823-73-6 -- 1nc basım
  • İslamcılık; Modern Siyasi Düşünce, Cilt 6 -- Murat Belge, et al. -- ISBN: 275-05-0253-1
  • İstihbarat ve Terör Oyunları -- Mahir Kaynak -- ISBN: 975-8224-60-6 -- 1nc basım
  • Kürt Sorunu Yeniden Düşünmek -- Mustafa Akyol -- ISBN: 975-293-445-5 -- 3nc basım
  • Mecdelli Meryem; 13nc Havari -- Gordon Thomas -- ISBN: 975-6387-78-5 -- 1nc basım
  • Musa'nın Evlatları Cumhuriyet'in Yurttaşları -- Rıfat N. Bali -- ISBN: 975-470-887-8 -- 3nc basım
  • Mustafa Kemal Pasa ve İslam Dünyası. Hilafet Hareketi -- Mim Kemal Öke -- ISBN: 975-312-233-0 -- 2nc basım
  • Ortaçağ Avrupasının Ekonomik ve Sosyal Tarihi -- Henri Pirenne -- ISBN: 975-05-0365-1 -- 1nc basım
  • Otomobille İlk Gezi; Balkanlar 1908 -- Frances Kinsley Hutchinson -- ISBN: 975-312-156-3 -- 1nc basım
  • Paylaşılamayan Toprak; Türk Basınına Göre (1923-1926) Musul Meselesi -- Tahir Kodal -- ISBN: 975-6480-34-3 -- 1nc basım
  • Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele -- Turgut Özakman -- ISBN: 975-494-669-8 -- 4nc basım
  • Yakın Tarihimizde Dönmeler ve Dönmelik -- Mehmed Ertuğrul Özdağ -- ISBN: 975-8516-14-0 -- 3nc basım
  • Yakın Tarihimizde Gizli Çehreler -- Mehmed Ertuğrul Özdağ -- ISBN: 975-8516-15-8 -- 1nc basım
  • Zaman Kaybolmaz; İlber Ortaylı -- Nilgün Uysal -- ISBN: 975-458-695-0 -- 1nc basım
  • Zindandan Mektuplar -- Mehmed Cavid Bey -- ISBN: 975-6877-94-4 -- 1nc basım

Bunları da, eşe dosta vermekten bende kalmamıştır diye aldım. Bir de, bazılarının basım adedinin az olmasına dayanamadığım için.

  • Bir Dünyanın Eşiğinde -- Cemil Meriç -- ISBN: 975-470-367-1 -- 5nc basım
  • Bu Ülke -- Cemil Meriç -- ISBN: 975-470-281-0 -- 26nc basım
  • Kırk Ambar -- Cemil Meriç -- ISBN: 975-470-281-0 -- 1nc basım
  • Mağaradakiler -- Cemil Meriç -- ISBN: 975-470-599-2 -- 12nc basım
  • Saint-Simeon; İlk Sosyolog. İlk Sosyalist -- Cemil Meriç -- ISBN: 975-470-422-2 -- 9nc basım
  • Sosyoloji Notları ve Konferanslar -- Cemil Meriç -- ISBN: 975-470-356-6 -- 9nc basım

Bunlarda bir ikisini daha önceleri almış ve okumuş olduğumu farkedince hem biraz canım sıkıldı, hem de hediye etmek için fırsat çıktı diye sevindim..

İlk iş, Akyol'un kitabını okumak oldu. Bir ara, fırsat bulduğumda, hakkındaki görüşlerimi yazacağım. Daha sonra da, Kırcı'nın kitabına başladım. Henüz bitirmedim ama okudukça şaşırdığımı söyleyebilirim.

Her neyse, hepsini tek tek ve satır satır okuyacağımı iddia etmiyorum. Zaten, daha önceden sırada olanlar da vardı. Ama, kitaplar fındık-fıstık-leblebi-çekirdek yemekten daha faydalı sanki. Doyuruyor ama şişmanlatmıyor.

Biraz 'Kaptan Amca' türü bir şey oldu sanki bu.. Ama, bir yazıdan, yazının başladığı yerden çıkmak da her zaman nasip olmuyor bazan.. Kısmet :)

Çirkin Ördek

Çalıların içinde bir ördek kuluçkaya oturmuş yumurtalarını bekliyormuş. Uzun süredir tek başına oturmaktan sıkıldığı için yumurtaları çatlar çatlamaz sevinçle vaklayarak üzerlerinden kalkmış.

"Artık çiftliğe dönüp oradakilere yeni ailemi gösterebilirim!" diye düşünmüş. Hepsi tam mı diye, cik cik öten yavrularını saymaya başlamış. "Yo, olamaz!" demiş yumurtalardan birinin henüz çatlamamış olduğunu görünce.

O sırada oradan geçen bir ördek, "Yuvanda hâlâ çatlamamış iri bir yumurta var," demiş. "Bahse girerim bir hindi yumurtasıdır."

"Hindi yumurtasıymış, höh! O benim yumurtam," demiş anne ördek ters ters. İç çekerek yumurtanın üstüne oturmuş.

Bu son yumurta da çatlayınca içinden iri, çirkin bir ördek yavrusu çıkmış. Anne ördek bu yavruyu görünce onun çirkinliğinden biraz utanç duymuş.

"Neyse ki diğer yavrularım güzel," diye düşünmüş ve artık daha fazla vakit kaybetmeden çiftliğe gitmek istediği için yavrularını peşine takarak suya girmiş.

"Çirkin olanı hiç olmazsa iyi yüzüyor," demiş anne ördek kendi kendine. "Öyleyse hindi olamaz. Çünkü hindiler yüzemez. Belki büyüdükçe güzelleşir. Belki bir süre sonra da büyümesi durur."

Ne yazık ki tam tersi olmuş. Çirkin Ördek giderek daha da büyümüş ve diğer ördeklerden daha da farklılaşmış. Çevresindeki hayvanlar onu hiç rahat bırakmıyor, onunla hep ‘Çirkin Ördek’ diyerek alay ediyormuş. Kardeşleri bile vak vak edip başının etini yiyor, "Seni bir kedi kapsa da senden kurtulsak," diyorlarmış. Tavuklar onu kovalıyor, onlara yem veren kız da ayağıyla onu ittirerek yemlerin yanından uzaklaştırıyormuş.

Çirkin Ördek bütün bunlara daha fazla dayanamamış. Çitlerin üzerinden uçarak atlamış ve çiftliği iyice geride bırakıp yaban ördeklerinin yaşadığı yere gelene kadar hiç durmadan yürümüş. Fakat yaban ördekleri de onun çirkin olduğunu düşünmüşler ve onunla dostluk kurmak istememişler.

Çirkin Ördek yapayalnız ortada kalmış. Ağaç dallarıyla çitlerdeki küçük kuşlar bile onu görünce kaçışıyorlarmış. "Çirkin olduğum için kaçıyorlar," demiş kendi kendine.

Tek başına oradan oraya dolaşmış durmuş. Bir ara, iki yaban kazıyla dost olmuş, fakat onlar da avcıları görünce uçup gitmişler. Bir seferinde de yaşlı bir kadın onu tutup evine götürmüş, ama kadının kedisiyle tavuğu, "Hem suyu seven, hem de yumurtlamayan kuş mu olur?" diyerek onunla alay edince dayanamayıp oradan da kaçmış.

Sonra mevsim değişmiş. Ağaç yaprakları sararıp solmaya başlamış. Bir akşam üzeri, güneş batarken bembeyaz tüylü, büyük ve güzel kuşlardan oluşan bir kuş sürüsü Çirkin Ördek’in tam önünden, çalıların arasından havalanmış. Uçarken dalgalanıyormuş gibi hareket eden çok zarif, uzun boyunlu kuşlarmış bunlar.

"Bekleyin beni!" diye seslenmiş Çirkin Ördek, ama kuşlar kocaman kanatlarını açar açmaz gökyüzünün derinliklerinde kaybolmuşlar. Çirkin Ördek sevincinden suyun içinde bir fırıldak gibi dönmeye başlamış, sonra hızını alamayıp suyun dibine dalıp çıkmış. Boğazından çıkan garip sesler onu bile korkutmuş. O beyaz tüylü kuşları bir türlü aklından çıkaramıyormuş. Ne cins kuşlarsa onlar, onları çok sevmiş.

Kış pek uzun ve sert geçmiş. Çirkin Ördek birkaç kez ölümden dönmüş. Bir seferinde buzun üstünde az kalsın donuyormuş. Neyse ki oradan geçmekte olan bir çiftçi onu görmüş de kurtarmış. Sonunda kış bitmiş bahar gelmiş ve Çirkin Ördek uçabildiğini keşfetmiş, öyle suyun üstünde değil çok daha yüksekte, gökyüzünde.

Bir gün kanatlarının gücünü denerken aşağıda, bir derede daha önce gördüğü o beyaz tüylü kuşlardan birçoğunun yüzdüğünü görmüş. Bir an bile düşünmeden, "Aşağı iniyorum," diye kararını vermiş. "Çirkin de olsam onların yanlarına gideceğim." Böylece dereye, suyun üzerine inmiş.

Kıyıda iki çocuk beyaz kuşlara ekmek kırıntısı atıyormuş. Çirkin Ördek’i görünce hemen annelerine, "Anne bak!" demişler. "Bir kuğu daha var orada! Bu kuğu diğerlerinden daha güzel hem de!"

Çirkin Ördek çocukların ne demek istediğini anlamamış. Beyaz kuşlar arkalarına dönüp ona bakınca utancından boynunu bükmüş. "İsterseniz siz de Çirkin Ördek diye alay edin. Umurumda değil artık!" demiş içinden.

Sonra, başını kaldırırken suda ilk kez kendini görmüş. Upuzun bir boynu, bembeyaz, harika tüyleri varmış.

"Merhaba!" demişler diğer kuğular. "Hoşgeldin." Sonra hepsi suyun üstünde ona doğru süzülmüşler. Hiçbiri çiftlikteki kuşlar gibi ona alay ederek bakmıyorlarmış. Boyunlarını zarifçe eğerek, "Ne kadar güzelsin," diyorlarmış sanki.

Çirkin Ördek, "Demek ben Çirkin Ördek değilmişim. Bir kuğuymuşum!" diyerek sevinçle çırpmaya başlamış kanatlarını.

[Grimm Kardeşler]

Sihirli fasulye

Bir zamanlar yoksul ve dul bir kadın varmış. Oğlu çok tembel bir delikanlı olduğu için paraları yok denecek kadar azmış. Bir gün o kadar zor bir duruma düşmüşler ki, kadıncağız ellerinde kalan tek mal varlığını, Süt Beyazı isimli ineklerini satmaya karar vermiş. Oğluna ineği pazara götürüp satabileceği en iyi fiyata satmasını söylemiş.

Delikanlı pazara giderken yolda tuhaf bir yaşlı adama rastlamış. Yaşlı adam ineğe bir göz atmış ve delikanlıya, "Bak çocuğum, bana bu ineği verirsen karşılığında sana çok değerli şeyler veririm," demiş. Sonra cebinden beş fasulye tanesi çıkarmış.

"Fasulye tanesi mi?" demiş delikanlı tereddütle."

"Ama bunlar sihirli," demiş yaşlı adam. Adam öyle deyince bu iş delikanlının aklına yatmış ve fasulyeler karşılığında Süt Beyazı’nı yaşlı adama vererek yaptığı değiş tokuştan memnun, eve dönmüş.

"Anne! Bak elimde ne var!" diye seslenip olanları anlatmış delikanlı eve dönünce. Ama annesi ona çok kızmış. Fasulye tanelerini dışarı, eline geçirdiği tavayı da delikanlıya fırlatmış. Sonra da ceza olsun diye onu odasına yollamış ve ona yemek vermemiş.

Sabah olunca delikanlı gözlerine inanamamış. Yatak odasının penceresinden, dışarıda bir bitkinin hızla büyüdüğünü görmüş. Bu ne bir ağaç, ne de dev bir ayçiçeğiymiş; göğe doğru büyümüş sihirli bir sırık fasulyesiymiş. Delikanlı hemen pencereden sarkıp sihirli fasulyeye tutunmuş ve tırmanmaya başlamış.

Yarım saat sonra kendini, her şeyin normalden daha büyük olduğu garip bir ülkede bulmuş. Tarlaların ötesinde çok büyük bir ev varmış. Delikanlı evin yanına gidip kapıyı çalmış. Kapıyı bir kadın açmış.

"Yiyecek bir şeyiniz var mı?" diye sormuş delikanlı.

"Var," demiş kadın. "Ama dev kocam gelince ortadan kaybolman gerek. Çünkü çocuklara hiç dayanamaz, onları hemen yer."

Delikanlı tam bir şeyler yemek üzere sofraya otururken dışarıdan birinin gür bir sesle şunları söylediğini duymuş:

"Fee-fi-fo-fum,

işte bir çocuk kokusu duydum.

Ölü de olsa, diri de olsa güzeldir onları yemek.

Kemiklerini öğütür, yaparım kendime ekmek."

"Fırına saklan. Hemen!" demiş kadın delikanlıya. Sonra da kocasına, "Ne çocuğu hayatım, dün kediye verdiğim et parçalarının kokusunu aldın herhalde," diye seslenmiş.

Yemekten sonra dev kese kese altınlarını saymaya başlamış. Kısa bir süre sonra altın saymaktan yorulup uykuya dalmış. Delikanlı saklandığı yerden çıkıp bir kese altın almış. Keseyi sihirli fasulyesinden aşağıya atmış, ardından fasulyenin sırığına tutuna tutuna aşağıya inmiş. Annesi artık şanslarının döndüğüne bir türlü inanamamış.

Ama birkaç ay sonra ellerindeki tüm altınlar bitmiş. Delikanlı tekrar sihirli fasulyesine tırmanarak devin yaşadığı ülkeye gitmiş. Devin karısı bu kez ona kuşkucu bir şekilde davranıyormuş.

"Geçen gelişinde bir kese altınımız kayboldu," diye iğnelemiş onu. Ama yine de delikanlıyı içeri almış.

Çok geçmeden dev çıkagelmiş. "Fee-fi-fo-fum," diye bir şarkı söylüyormuş. Bunu duyan delikanlı hemen yine fırına saklanmış.

"Ne çocuğu, hayatım," demiş devin karısı. "Dün yediğin piliç haşlamanın kokusunu duydun herhalde. Sen etli böreğini yemene bak!"

Yemeğini bitirdikten sonra dev, karısına, "Kadın, bana tavuğumu getir," demiş. Karısı hemen tavuğu getirmiş. "Yumurtla!" diye emretmiş dev ve delikanlının hayret dolu bakışları altında tavuk altın bir yumurta yumurtlamış. Tabii delikanlı tavuğu da alıp evine götürmüş.

Delikanlı ile annesi böylece zengin olmuşlar. Ama bir yıl sonra çocuk şansını bir kez daha denemeye karar vermiş ve tekrar sihirli fasulyesine tırmanmış. Bu sefer eve, devin karısına görünmeden girip, bir bakır tencerenin içine saklanmış.

Dev girmiş içeri. "Fee-fi-fo-fum," diye başlamış yine tekerlemesine.

"Eğer bu yine o lanet olası çocuksa, fırına bak hayatım, kesin oradadır," demiş karısı.

Delikanlı orada değilmiş tabii ki.

"Buralarda bir yerde, eminim," diye gürlemiş dev, ama karısıyla birlikte evin altını üstüne getirmelerine rağmen onu bulamamışlar.

Bu sefer dev yemekten sonra altın bir harp çıkarmış ortaya. "Söyle!" diye emretmiş ve harp ninniler söyleyip onu uyutmuş. O an delikanlı bu harpı her şeyden çok istediğini anlamış. Horlamakta olan devin dizine tırmanmış, masaya atlamış ve harpı kapmış.

"İmdat!" diye bağırmış harp. Delikanlı, sırtında harp, masadan aşağıya atlamış. Dev peşine takılmış. Delikanlı sihirli fasulyesini yarıladığında harp, "İmdat!" diye bağırmış yine. Dev delikanlının peşinden sırık fasulyesine atlamış.

Delikanlı aşağıya ulaşınca, "Anne! Çabuk bir balta getir," diye bağırmış. İkisi birlikte sihirli fasulyeyi baltayla kesmeye başlamışlar. Bir süre sonra sihirli fasulyeyle birlikte dev de yere düşmüş ve anında ölmüş.

"Üf!" demiş çocuk. "Az kalsın gidiyorduk!"

O günden sora delikanlıyla annesi zenginler gibi yaşamışlar. Onlar söyledikçe tavuk altın yumurta yumurtluyormuş. İnsanlar altın harpı dinlemek için onlara para ödüyorlarmış. Delikanlının güzel bir prensesle evlendiği de söyleniyor. Kim bilir belki de gerçekten evlenmiştir.

[Halk Masalı]

Kırmızı Başlıklı Kız

Bir zamanlar küçük bir kız varmış. Annesi ona üzerinde kırmızı başlığı olan bir pelerin almış. Kız bu pelerini çok seviyormuş ve nereye gitse onu giyiyormuş. Bu nedenle de herkes ona Kırmızı Başlıklı Kız diyormuş.

Bir gün "Kırmızı Başlıklı Kız!" diye seslenmiş kızın annesi. "Büyükannen hâlâ hasta. Hadi giyin de, ona yaptığım şu çöreği götür."

Kırmızı Başlıklı Kız da elbisesini giymiş, üzerine kırmızı başlıklı pelerinini geçirmiş, başlığı çenesinin altında sıkıca bağlamış ve yola çıkmış.

"Tavşan Ormanı’ndaki yoldan ayrılma sakın!" diye seslenmiş annesi arkasından. (Ormanın adı Tavşan Ormanıymış, ama içinde uzun zamandır bir tek tavşan bile yokmuş - neden olmadığını birazdan öğreneceksiniz.)

"Ayrılmam anne," demiş Kırmızı Başlıklı Kız.

Tam ormana girmiş, birkaç adım atmış ki, çalılıkların arasından bir ses duymuş. Yola birden bir kurt fırlamış. Kırmızı Başlıklı Kız korkusundan az kalsın elindeki sepeti düşürüyormuş. Fakat kurt hiç de öyle düşmanca görünmüyormuş. "Nereye böyle küçük kız?" diye sormuş kurt.

"Büyükanneme gidiyorum," demiş Kırmızı Başlıklı Kız. "Tavşan Ormanı’nın sonunda ki ilk ev. Büyükannemin sağlığı pek iyi değil. Bu arada adım ‘küçük kız’ değil, ‘Kırmızı Başlıklı Kız.’ "

"Özür dilerim," demiş kurt. "Bilmiyordum. Bak sana ne diyeceğim. Ben bir koşu gidip Büyükannene senin yolda olduğunu haber vereyim. Yalnız sakın yolda oyalanayım falan deme, olur mu? Başına bir şey gelmesini istemeyiz, öyle değil mi?"

Kurt oradan hemen sıvışmış! Çünkü yakınlarda bir oduncu dolaşıyormuş. Eğer kızı hemen orada yerse, oduncunun kızın yardımına koşacağını biliyormuş.

Kırmızı Başlıklı Kız, çiçek toplayarak, kelebeklerin peşinden koşarak, kuş seslerini dinleyerek yolda ağır ağır ilerlerken kurt kestirmeden Büyükannenin evine varmış, kapıyı çalmış.

"Kim o?" diye seslenmiş içeriden yaşlı kadın.

Kurt sesini değiştirerek, "Benim, Kırmızı Başlıklı Kız," demiş. "Çayın yanında yemen için sana çörek getirdim."

"Kapı açık güzelim," diye seslenmiş Büyükanne. Kurt hemen içeri dalmış. Öyle açmış ki! Günlerdir hiçbir şey yememiş. Bu yüzden Büyükanneyi çiğnemeden bir lokmada yutuvermiş. Biraz sonra Kırmızı Başlıklı Kız Büyükannenin kapısını çalmış.

"Kim o?" diye seslenmiş kurt yumuşak bir sesle.

"Benim, Kırmızı Başlıklı Kız."

"Kapı açık güzelim," diye seslenmiş kurt. "İçeri girebilirsin."

Kırmızı Başlıklı Kız bir an için tereddüt etmiş. ‘Büyükannemin sesi ne kadar da garip böyle?’ diye düşünmüş. Sonra büyükannesinin hasta olduğu gelmiş aklına ve kapının mandalını kaldırıp açarak içeri girmiş.

Kurt, Büyükannenin geceliğini giymiş, onun başlığını ve gözlüğünü takmış yatakta yatıyormuş. Yorganı boğazına kadar çekmiş, içerisi karanlık olsun ve suratı fark edilmesin diye de perdeleri iyice kapamış.

"Elindekileri oraya bırak da yanıma gel canım," demiş kurt.

Kırmızı Başlıklı Kız çöreği yatağın yanında ki küçük masanın üzerine koymuş, ama hemen kurdun yanına gitmemiş. Çünkü Büyükannesi bir tuhaf görünüyormuş.

"Kolların neden bu kadar büyük Büyükanne?"

"Seni daha iyi kucaklamak için!" demiş kurt.

"Kulakların neden büyük, peki?"

"Seni daha iyi duyabilmek için!" demiş kurt.

"Gözlerin neden kocaman, peki?"

"Seni daha iyi görebilmek için," demiş kurt.

"Dişlerin neden sivri peki?"

"Seni daha iyi yiyebilmek için," demiş kurt.

Bunu söyledikten sonra kurt artık daha fazla kendine engel olamamış ve yorganı bir tarafa atarak yataktan fırladığı gibi Kırmızı Başlıklı Kızı bir lokmada yutuvermiş. Sonra da karnı doyduğu için keyfi yerine gelmiş ve uykuya dalmış.

Ama ne var ki kurt çok kötü horluyormuş. Evin önünden geçen bir avcı onun horultularını duymuş. Büyükanneye kötü bir şey mi oldu acaba, diyerek kulübeden içeri girmiş. İçeri girer girmez de orada neler olduğunu hemen anlamış.

"Aylardır senin peşindeyim pis yaratık," diye bağırmış avcı ve kurdun kafasına elindeki baltanın sapıyla vurmuş. Sonra da önce Kırmızı Başlıklı Kızı, sonra da Büyükanneyi dikkatle kurdun içinden çıkarmış. İkisi de sapasağlammış.

Büyükanne, Kırmızı Başlıklı Kızın ona getirdiği çöreği afiyetle yemiş. Kırmızı Başlıklı Kız büyükannesine bir daha hiçbir kurdun sözüne kanmayacağına dair söz vermiş. Eve dönerken tavşanların saklandıkları yerlerden çıktıklarını görmüş. Tavşan Ormanı yine eskisi gibi tavşanlarla dolu bir orman haline gelmiş.

[Grimm Kardeşler]

Hansel ve Gretel

Bir zamanlar Hansel ve Gretel adında iki kardeş varmış. Anneleri onlar daha bebekken ölmüş. Odunca olan babaları, anneleri öldükten birkaç yıl sonra tekrar evlenmiş. Oduncunun yeni karısı hali vakti yerinde bir aileden geliyormuş. Ormanın kıyısında virane bir kulübede oturmaktan ve kıt kanaat yaşamaktan nefret ediyormuş. Üstelik üvey çocuklarını da hiç sevmiyormuş.

Hansel ve Gretel çok soğuk bir kış gecesi, yataklarına yatmış uyumaya hazırlanırken, üvey annelerinin babalarına, "Çok az yiyeceğimiz kaldı. Eğer bu çocuklardan kurtulmazsak, hepimiz açlıktan öleceğiz," dediğini duymuşlar.

Babaları bağırarak karşı çıkmış. "Tartışmaya gerek yok," demiş karısı. "Ben kararımı verdim. Yarın onları ormana götürüp bırakacağız."

"Endişe etme," diyerek kardeşini teselli etmiş Hansel. "Evin yolunu buluruz." O gece Hansel geç saatlerde gizlice dışarı çıkmış ve cebine bir sürü çakıl doldurmuş.

Sabah olunca, ailece ormana doğru yürümeye başlamışlar. Yürürlerken Hansel cebindeki çakılları kimseye fark ettirmeden atıp, geçtikleri yolu işaretlemiş. Öğle üzeri babalarıyla üvey anneleri onlar için bir ateş yakmışlar ve hemen geri döneceklerini söyleyip ormanın içinde yok olmuşlar. Tabii geri dönmemişler.

Kurtlar etraflarında ulurken tir tir titreyen Hansel ve Gretel ay doğana kadar ateşin yanından ayrılmamış. Sonra ay ışığında parlayan çakılları izleyerek hemen evin yolunu bulmuşlar.

Babaları onları görünce sevinçten havalar uçmuş. Üvey anneleri de çok sevinmiş gibi davranmış ama aslında kararını değiştirmemiş. Üç gün sonra onlardan kurtulmayı tekrar denemek istemiş. Gece, çocukların odasının kapısını kilitlemiş. Bu sefer Hansel’in çakıl toplamasına izin vermemiş. Ama Hansel zeki bir çocukmuş. Sabah ormana doğru yürürlerken, akşam yemeğinde cebine sakladığı kuru ekmeğin kırıntılarını yere saçıp arkasında bir iz bırakmış.

Öğleye doğru üvey anneleriyle babaları çocukları yine bırakıp gitmişler. Onların geri dönmediklerini görünce, Hansel ve Gretel sabırla ayın doğup yollarını aydınlatmasını beklemişler. Ama bu sefer geride bıraktıkları izi bulamamışlar. Çünkü kuşlar bütün ekmek kırıntılarını yiyip bitirmişler.

Bu defa çocuklar gerçekten de kaybolmuşlar. Ormanda, üç gün üç gece, aç açına ve korkudan titreyerek dolanıp durmuşlar. Üçüncü gün, bir ağacın dalında kar beyazı bir kuş görmüşler. Kuş onlara güzel sesiyle şarkılar söylemiş. Onlar da açlıklarını unutup kuşun peşine düşmüşler. Kuş onları tuhaf bir evin önüne getirmiş. Bu evin duvarları ekmekten, çatısı pastadan ve pencereleri şekerdenmiş.

Çocuklar tüm sıkıntılarını unutmuşlar ve eve doğru koşmuşlar. Tam Hansel çatıdan, Gretel de pencereden bir parça yiyecekken içeriden bir ses duyulmuş: "Evimi kim kemiriyor bakiyim?" Bir bakmışlar kapıda dünya tatlısı yaşlı bir teyze. "Zavallıcıklarım benim," demiş kadın, "girin içeri." İçeri girmişler ve hayatlarında hiç yemedikleri yiyecekleri yemişler. O gece kuş tüyü yataklarda yatmışlar.

Fakat sabah her şey değişmiş. Yaşlı kadın dikkatsiz çocukları tuzağa düşürmek için evini ekmek ve pastadan yapmış bir cadıymış meğer. Hansel’i saçlarından tuttuğu gibi yataktan kaldırmış ve onu bir ahıra kilitlemiş. Sonra da Gretel’i sürüye sürüye mutfağa götürmüş.

"Kardeşin bir deri bir kemik!" demiş cırtlak bir sesle. "Ona yemekler pişir! Onu şişmanlat! Eti budu yerine gelince ağzıma layık bir yemek olacak! Ama sen hiçbir şey yemeyeceksin! Bütün yemekleri o yiyecek." Gretel ağlamış, ağlamış, ama çaresiz cadının söylediklerini yapmış.

Neyse ki Hansel’in aklı hâlâ başındaymış. Gözleri pek iyi görmeyen cadıyı kandırmaya karar vermiş. Cadı şişmanlayıp şişmanlamadığını anlamak için her sabah Hansel’in parmağını yokluyormuş. Hansel de parmağı yerine bir tavuk kemiği uzatıyormuş ona. "Yok, olmaz. Yeterince şişman değil!" diye bağırıyormuş cadı. Sonra da mutfağa gidip Gretel’e daha fazla yemek yapmasını söylüyormuş.

Bu böyle bir ay sürmüş. Bir gün artık cadının sabrı taşmış. "Şişman, zayıf fark etmez. Bugün Hansel böreği yapacağım!" diye haykırmış Gretel’e. "Fırına bak bakalım hamur kıvama gelmiş mi!" Korku içinde yaşamasına rağmen Gretel’in de Hansel gibi hâlâ aklı yerindeymiş. Cadının onu fırına iteceğini anlamış.

"Başımı fırına sokamıyorum! Hamuru göremiyorum!" diye sızlanmış. Cadı elinin tersiyle Gretel’i hızla kenara itmiş ve başını fırına sokmuş. Gretel bütün gücünü toplayıp yaşlı cadıyı fırının içine itmiş, sonra da arkasından kapağı kapamış.

Hansel böylece kurtulmuş, ama hâlâ eve nasıl gideceklerini bilmiyorlarmış. Tekrar ormana dalmışlar. Bir süre sonra karşılarına bir dere çıkmış. Bir ördek önce Hansel’i sonra da Gretel’i karşı kıyıya geçirmiş. Çocuklar birden bulundukları yeri tanımışlar. Hızla evlerine doğru koşmuşlar.

Onları karşısında gören babaları çok mutlu olmuş. Sevinç gözyaşları içinde, onları ormanda bıraktıktan kısa bir süre sonra o acımasız üvey annelerinin ailesinin yanına gittiğini söylemiş. Yaptıkları için üzüntüden nasıl kahrolduğunu anlatmış.

Babalarını bir sürpriz daha bekliyormuş. Hansel ceplerinden, Gretel de önlüğünün cebinden cadının evinde buldukları altın ve elmasları çıkartmışlar. Ailenin tüm sıkıntıları sona ermiş böylece. O günden sonra da ömürlerini mutluluk içinde sürdürmüşler.

[Grimm Kardeşler]

Çizmeli Kedi

Bir zamanlar, üç oğlu olan bir değirmenci varmış. Değirmenci ölünce büyük oğluna değirmen, ortanca oğluna eşek, küçük oğluna da kedi miras kalmış. Küçük oğlu bu duruma çok üzülmüş.

"Kedi ne işine yarar ki insanın?" diye yakınmış. "Pişirip yiyemezsin bile." Kedi bunu duymuş ve hemen cevap vermiş. "Kötü bir mirasa sahip olmadığınızı göreceksiniz efendim. Bana boş bir çuval ve bir çift de çizme verirseniz, neye yarayacağımı görürsünüz."

Şaşkınlıktan ağzı bir karış açık kalan çocuk, kedinin istediklerini yapmış. Kedi çizmeleri giyince ayna karşısına geçmiş ve kendini pek beğenmiş. Sonra kilerden taze bir marulla güzel bir havuç seçip ormanın yolunu tutmuş. Ormanda çuvalın ağzını açmış, marulla havucu çuvalın içine yerleştirip bir ağacın arkasına saklanmış. Çok geçmeden taze sebzelerin kokusunu alan küçük bir tavşan çuvalın yanına gelmiş, zıplayıp içine atlamış. Kedi saklandığı yerden çıkıp çuvalın ağzını sıkı sıkı bağlamış.

Ancak Çizmeli Kedi tavşanı efendisine götürmek yerine doğruca saraya gidip Kral’la görüşmek istediğini söylemiş. Kral’ın huzuruna çıktığında yere eğilerek, "Yüce Efendimiz, size Efendim Marki’den bir hediye getirdim," demiş. Bu hediye Kral’ın çok hoşuna gitmiş.

Üç ay boyunca Çizmeli Kedi saraya o kadar çok hediye götürmüş ki, Kral artık onun yolunu gözler olmuş. Derken Çizmeli Kedi’nin dört gözle beklediği gün nihayet gelmiş çatmış. "Bana sakın neden diye sormayın ve bu sabah ırmağa gidip yıkanın," demiş sahibine. Çizmeli Kedi, o sabah Kral’ın Prenses’le, yani kızıyla birlikte ırmağın kenarından geçeceğini biliyormuş.

O sabah, Kral’ın faytonu ırmağın yakınından geçerken Çizmeli Kedi telaşla yanlarına yaklaşmış. "Yardım edin! Yardım edin!" diye bağırmış. "Efendim Marki boğuluyor!" Kral hemen bir alay askerini ırmağa yollamış.

Fakat Çizmeli Kedi bununla da kalmamış. Kral’a, efendisi ırmakta yüzerken hırsızların onun elbiselerini çaldıklarını söylemiş. (Oysa Çizmeli Kedi, efendisinin elbiselerini çalıların arkasına kendisi gizlemiş!) Kral, hiç gecikmeden Marki’ye bir takım elbise yollamış. Tahmin edeceğiniz gibi Çizmeli Kedi’nin sahibi, kendisine Marki denmesine çok şaşırmış, ama akıllılık edip hiç sesini çıkarmamış.

Marki güzelce giydirildikten sonra Kral onu gideceği yere götürmek için faytonuna davet etmiş ve kızıyla tanıştırmış. Prenses, iki dirhem bir çekirdek giyinmiş olan Marki’ye bir bakışta âşık olmuş.

O sırada Çizmeli Kedi koşa koşa oradan uzaklaşmış. Çok geçmeden büyük bir tarlada ot biçen insanlara rastlamış. "Beni dinleyin!" diye bağırmış. "Kral bu yöne doğru geliyor. Size bu tarlaların kime ait olduğunu sorarsa ona efendim Marki’ye ait olduğunu söyleyeceksiniz. Yoksa sizi dilim dilim doğrattırırım!"

Sonra Çizmeli Kedi bir süre daha koşmuş ve büyük bir tarlada buğday biçen adamlara rastlamış. Aynı şeyi onlara da söylemiş. Sonra tekrar koşmuş ve her rastgeldiği insana aynı şeyleri tekrarlamış. Derken Dev’in şatosuna varmış.

Kral’ın Faytonu Çizmeli Kedi’nin geçtiği yerlerden geçerken Kral her rastgeldiği insana, "Bu tarlalar kime ait?" diye soruyormuş. Her defasında da aynı cevabı alıyormuş. Kral, Marki’nin bu kadar çok toprağa sahip olmasına şaşırmış. (Çizmeli Kedi’nin sahibi de öyle!)

O sırada Çizmeli Kedi Dev’in şatosunda başka bir işler çevirmekle meşgulmüş. "Dev," demiş Çizmeli Kedi, Dev’in nefesinin kokusundan iğrendiğini gizlemeye çalışarak. "Senin aynı zamanda müthiş bir sihirbazlık gücünün olduğunu söylüyorlar, doğru mu?"

"Öyle diyorlarsa, öyledir," demiş Dev alçakgönüllülükle.

"Örneğin, istersen hemen bir aslana dönüşebildiğini söylüyorlar," demiş Çizmeli Kedi. Bunu söyler söylemez Dev hemen kendini bir aslana dönüştürüvermiş. Çizmeli Kedi kendini dolabın üzerine zor atmış. Dev tekrar eski haline dönünce dolaptan aşağı inmiş. "Mükemmel!" demiş Çizmeli Kedi. "Ama fare gibi küçük bir şeye dönüşmek senin gibi cüsseli biri için imkânsız olmalı!"

"İmkânsız mı?" diye gülmüş Dev. "Benim yapamadığım şey yoktur!" Dev bir anda fareye dönüşmüş, Çizmeli Kedi de onu hemen yutmuş.

Derken Kral, Dev’in şatosuna varmış. Şatonun artık kime ait olduğunu tahmin etmişsinizdir herhalde! Çizmeli Kedi Kral’ın faytonunu şatonun yolunda karşılamış. "Bu taraftan gelin," demiş. "Sizi bir ziyafet bekliyor." (Dev o gün birkaç arkadaşına bir ziyafet vermeyi planladığı için yemeklerle donatılmış büyük bir masa hazır bekliyormuş!")

O gün sonunda Çizmeli Kedi’nin sahibi marki Prenses’le nişanlanmış. Bir hafta sonra da evlenmişler. Çizmeli Kedi’ye ne mi olmuş? Dokuz canından dokuzunu da sefa içinde sürmüş ve bir daha da fare avlamasına gerek kalmamış - ara sıra avlamış, o da kedi olduğunu unutmamak için.

[Charles Perrault]

Uyuyan Güzel

Bir zamanlar bir Kral ile Kraliçe bir kız çocukları olunca bu mutlu günün şerefine bir ziyafet vermişler. Ziyafetten sonra Kral çevresindeki insanlara baba olmanın kendisini nasıl mutlu ettiğini anlatmış, zira yıllar yılı karısıyla birlikte hep bir çocuk sahibi olmayı beklemiş durmuş. Sonra bebeğin altını değiştirmeyi yeni öğrendiği sıralarda başına gelenleri anlatırken konukların hepsini güldürmüş. Derken konukların bebek Prenses’e hediyelerini verme zamanı gelmiş.

Herkes hediyelerini verdikten sonra sıra on iki periye gelmiş. "Benim Prenses’e hediyem Mutluluk," demiş birinci peri. Konuklar sevinçle alkışlamışlar, Kral’ın ağzı kulaklarına varmış.

"Benim hediyem Güzellik," demiş ikinci peki. "Benim hediyem Akıl," demiş üçüncüsü. Böylece on bir peri hediyelerini tek tek vermişler.

On ikinci peri tam hediyesini vermek üzereymiş ki, bir gök gürültüsüyle sarsılmış bütün saray. Kapılar ardına kadar açılmış, içeriye yaşlı bir kadın girmiş ayaklarını sürüye sürüye. Onu gören herkes korkudan gözlerini kapatmış.

"On üçüncü peri!" diye bağırmışlar hep bir ağızdan.

"Bana davetiye yok mu Kral?" demiş on üçüncü peri korkun sesiyle kapı ağzından.

"Sana davetiye yollamayı unutmuş olmalılar," demiş Kral kem küm ederek. "Hizmetkârlar! Sofrada hemen bir yer daha açın! Çabuk!" Aslında Kral onu bile bile davet etmemiş, çünkü sarayda periler için sadece on iki altın tabak varmış. O da düşünmüş taşınmış, çareyi birini davet etmemekte bulmuş.

On üçüncü peri minik Prenses’in kundağının yanına gitmiş. Bebek agu deyip minik elini ona doğru uzatmış. Derken peri birden, "Benim de prensese hediyem, on beşinci yaş gününde parmağına iğ batar batmaz ölmesi," demiş iğrenç bir kahkaha atarak.

Yine bir gök gürültüsüyle, kötü peri kaybolup gitmiş. Sarayın kapıları gürültüyle kapanmış ardından. Korkunç bir sessizlik kalmış geriye. Sonra Kraliçe ağlamaya başlamış.

On ikinci peri öne atılmış. "Ben hediyemi vermedim daha," demiş yumuşak bir sesle. "Kötü büyüyü bozamam belki, ama onu değiştirebilirim. Benim hediyem de büyüyü, Prenses’in parmağına iğ battığında ölmesi yerine, yüz yıl uyuması şeklinde değiştirmek olsun o zaman."

Yıllar geçmiş aradan. Bebek büyümüş, sağlıklı, güzel, mutlu ve akıllı bir genç kız olmuş. Kral’la Kraliçe kötü büyüyü çoktan unutmuşlar. Zaten ülke içinde ne kadar iğ varsa, daha Prenses bebekken yok edilmiş. Prenses uzun yıllar güvendeymiş.

Fakat tam da on beşinci yaşına bastığı gün Prenses daha önce hiç fark etmediği bir kapı keşfetmiş. Kapıyı açmış, kıvrıla kıvrıla yukarı çıkan bir merdivenle karşılaşmış. Merdiveni çıkınca üzerinde altın bir anahtar bulunan bir kapıya varmış. Kapıyı açınca, içerdeki küçük odada tekerlekli bir şeyi çalıştıran yaşlı bir kadın görmüş. "Ne yapıyorsunuz öyle?" diye sormuş prenses. Yaşlı kadın gülümsemiş. "İplik eğiriyorum!" demiş. "Orada öyle bakıp durma. Gel, bir de sen dene, hadi." İği Prenses’e doğru uzatmış.

O anda olanlar olmuş. İğin sivri ucu Prenses’in parmağına batmış, Prenses hemen yere yığılıp kalmış. Dışarıda, avluda tavuklar gıdaklamayı kesmiş. Prenses’in köpeği, aşçının kedisini kovalamaz olmuş. Çalışma odasında kızının doğum günü davetiyesini yazmakta olan Kral’ın elinden kalem düşmüş. Mutfaktaki ocaklar yanmaz olmuş. Tüm saray uykuya dalmış.

Yıllar yavaş yavaş akıp geçmiş. Saray unutulmuş. Ama olaydan yüz yıl kadar sonra bir gün yakışıklı bir Prens o civardan geçiyormuş. Uzaklarda dikenli çalılarla kaplı bir yer gözüne ilişmiş. Adamları gülerek bu büyülenmiş sarayla içindeki uyuyan güzel hakkında duydukları bir hikâyeyi aktarmışlar ona. ‘Ya doğruysa,’ diye düşünmüş prens ve atını dikenli çalılarla kaplı yola sürmüş.

Önce çalılardan geçilecek hiç yol bulamamış. Çalılar hem çok sıkmış ve hem de üstüne tırmanılamayacak kadar dikenliymiş. Bakmış olacak gibi değil, çekmiş kılıcını ve yolunu açmak için çalıları kesmeye başlamış. Çalılıkları aşan Prens gördüklerine inanamamış. Her yer bir heykel gibi kıpırdamadan duran hayvanlar ve insanlarla doluymuş. Sarayın içinde dolaşmış. Güneşle aydınlanan pencerelerde tek bir sinek bile vızıldamıyormuş. Hiç kimse kımıldamıyor, hiç kimse cevap vermiyormuş sorularına.

Derken kapısı yarı açık bir kuleye varmış. İçeri girmiş, kıvrıla kıvrıla yukarı doğru uzanan bir merdivenle karşılaşmış. Prens, merdivenlerin bittiği yerde, tepede altına benzer bir şeyin parladığını görür gibi olmuş. Merdivenleri çıkmış ve kendini Prenses’in önünde bulmuş. "Uyuyan Güzel," demiş fısıltılı bir sesle. Kızın güzelliğine dayanamamış, eğilip dudaklarından öpmüş.

Prens onu öper öpmez Prenses gözlerini açmış. Onun uyanmasıyla birlikte sarayın mutfağında ocak tekrar yanmaya başlamış. Çalışma odasında Kral elinden düşürdüğü kalemi almış ve kızının doğum günü davetiyesini yazmaya devam etmiş. Tavuklar yerdeki buğday tanelerini gagalamaya başlamış.

Kulenin en üst katındaki odada Prenses karşısında Prensi görmüş. Yüz yıldan sonra ilk defa dudaklarında bir tebessüm belirmiş. "Benimle evlenir misin?" diye sormuş Prens fısıltıyla. "Evet!" demiş Prenses ve Prensi öpmüş. Kral bu güzel haberi alınca muazzam bir ziyafet hazırlatmış. Prens ile Prenses evlenmişler ve ömür boyu mutluluk içinde yaşamışlar.

[Grimm Kardeşler]

Pamuk Prenses

Her yerin karla kaplı olduğu bir kış günüymüş. Bir kraliçe, sarayının pencerelerinden birinin arkasında bir yandan nakış işliyor, bir yandan da hayal kuruyormuş. Derken birden parmağına iğne batmış ve gergefin üstüne üç damla kan akmış.

Kraliçe kan damlalarına bakar bakmaz, "Çocuğum kız olursa, teni kar gibi ak, yanakları kan gibi al, saçları da pencerenin çerçevesi gibi kapkara olsun," diye geçirmiş içinden.

Bu olaydan kısa bir süre sonra bir kız çocuğu getirmiş dünyaya. Kızı tıpkı içinden geçirdiği gibi bir kızmış. Ona Pamuk Prenses adını vermişler. Ne yazık ki kraliçe doğumdan birkaç saat sonra ölmüş.

Bir yıl sonra Kral yeniden evlenmiş. Yeni Kraliçe çok güzel bir kadınmış. Güzelliğine güzelmiş, ama bir o kadar da kibirliymiş, kendisinden daha güzel birinin olabileceğini düşüncesine bile tahammül edemezmiş. Odasında sihirli bir aynası varmış. Her gün o aynanın karşısına geçer, saatlerce kendisini seyreder ve sonunda,

"Ayna, ayna söyle bana

En güzel kim bu dünyada,"

Diye sorarmış. Ayna da hiç duralamadan, "Sizsiniz Kraliçem," dermiş.

Fakat, Pamuk Prenses on dört yaşına geldiğinde, bir gün ayna şöyle demiş:

Güzelsiniz Kraliçem, güzel olmasına,

Ama Pamuk Prenses sizden daha güzel."

Kraliçe bunu duyunca çok kızmış, öfkesinden ne uyku girmiş gözüne, ne de bir lokma yemek yiyebilmiş. ‘Ne yapmalı, ne etmeli?’ diye düşünüp durmuş günlerce. Sonra kararını vermiş ve sarayın avcısını çağırmış huzuruna.

"Pamuk Prenses’i ormana götür ve orada öldür. Öldürdüğüne kanıt olarak da kalbiyle ciğerini sök, bana getir."

Avcı Pamuk Prenses’i ormana götürmüş, bıçağını çekmiş. Fakat Pamuk Prenses’in ağladığını görünce onu öldürmeye kıyamamış. Pamuk Prenses ağaçların arasına dalıp gözden kaybolurken, "Ben yapamadım, ama hava kararıncaya kadar bir ayı veya bir kurt benim yapamadığımı yapar nasıl olsa," demiş.

Yolda genç bir yabandomuzu çıkmış avcının karşısına. O da hayvanı oracıkta öldürmüş, kalbiyle ciğerini söküp Kraliçe’ye götürmüş.

Ama Pamuk Prenses’i avcının düşündüğü gibi ne bir ayı ne de bir kurt yemiş. Akşam olup hava kararınca dağların ardında küçük bir eve gelmiş. Kapısını çalmış, açan olmamış. Cesaretini toplayıp içeri girmiş.

İçeride üzeri yenmeye hazır yiyeceklerle dolu yedi küçük tabağın bulunduğu yedi küçük sandalyeli uzun bir masa varmış, duvar dibinde de yedi yatak diziliymiş. Beklemiş, beklemiş, ama kimsecikler gelmemiş. Çok aç ve çok yorgun olduğu için daha fazla bekleyememiş ve her tabaktan bir kaşık yemek almış, yedi yataktan yedincisine yatıp uykuya dalmış.

Biraz sonra evin sahipleri eve dönmüşler. Dağların derinliklerinde bulunan bir gümüş madeninde çalışan yedi cücelermiş bunlar.

Pamuk Prenses’i görünce, "Ne kadar güzel bir kız!" demişler.

Sabah olup uyandığında Pamuk Prenses cüceleri görünce önce çok korkmuş, ama kısa bir süre sonra onlardan bir kötülük gelmeyeceğini, onların çok iyi insanlar olduklarını anlamış. Yedi cüceler Pamuk Prenses’ten evlerini çekip çevirmesini istemişler, o da hemen kabul etmiş.

"Hoşça kal," demişler yedi cüceler işe giderlerken.

"Kapıyı kimseye açma. Eğer üvey annen burada olduğunu öğrenirse seni tekrar öldürmeye kalkar sonra."

Bir gün Kraliçe tekrar aynasının karşısına geçmiş. Aynadan şu cevabı alınca suratının aldığı şekli varın siz düşünün artık:

"Güzelsin Kraliçem, buraların en güzeli sizsiniz

Ama ne var ki, yüksek dağların ardında

Cücelerin küçük, şirin evindeki

Pamuk Prenses dünyalar güzeli."

Bunu duyar duymaz Kraliçe hemen kolları sıvamış. Yaşlı bir satıcı kadın kılığına bürünmüş ve elinde içi kurdele dolu bir tablayla dağlara doğru çıkmış yola.

Cücelerin evine varınca, "Kurdelelerim var, harika kurdeleler!" diye seslenerek kapıyı çalmış. Kimin geldiğine bakmak için pencereye çıkan Pamuk Prenses kurdeleleri görünce içi gitmiş. ‘Bunda ne kötülük olabilir ki!’ diye düşünerek kapıyı açmış.

"Bunu mu beğendin güzelim?" demiş Kraliçe kurdeleyi Pamuk Prenses’in boynuna takarken. Sonra kurdeleyi sıktıkça sıkmış, ta ki Pamuk Prenses ölü gibi boylu boyunca yere uzanana kadar.

O gece yedi cüceler Pamuk Prenses’i o halde bulmuşlar. Kurdeleyi kesmişler ve Pamuk Prenses hayata dönmüş tekrar. Böylece Kraliçe’nin elinden ikinci kez kurtulmuş Pamuk Prenses.

Ertesi sabah Kraliçe anasının karşısına geçmiş yeniden. Aynadan Pamuk Prenses’in hâlâ yaşadığı haberini alır almaz hemen kılık değiştirmiş ve bir kez daha dağların yolunu tutmuş.

"Taraklarım var, harika taraklar!" diye seslenmiş cücelerin evinin kapısında. Pamuk Prenses yaşlı kadının elinde tuttuğu tarafı görünce başına gelenleri unutuvermiş. Kapıyı açmış.

"Saçların ne güzel, bırak ben tarayayım," demiş Kraliçe. Ama tarak zehirliymiş, başına değer değmez Pamuk Prenses ölü gibi yere uzanmış. O gece yedi cüceler saçından tarağı almışlar ve Pamuk Prenses yeniden hayata dönmüş. Böylece Kraliçe’nin elinden üçüncü kez kurtulmuş Pamuk Prenses.

Ertesi gün Kraliçe aynasının karşısına geçince, Pamuk Prenses’in hâlâ yaşadığını öğrenmiş. Öfkesi burnunda, bu kez en büyülü iksirini hazırlayıp bir elmanın yarısına sürmüş. Sonra da yaşlı bir dilenci kılığına girip yola koyulmuş.

"Güzel kızıma tatlı bir elma benden, armağan," demiş Kraliçe, pencereden bakan Pamuk Prenses’e. "Pencereden de verebilirim, kapıyı açmana gerek yok."

"Kötü diye mi almıyorsun yoksa," demiş Kraliçe, Pamuk Prenses’in kararsız olduğunu görünce. Sonra da zehirsiz tarafından ısırmış ve, "Al bak harika!" diyerek uzatmış, yanakları gibi al al elmayı Pamuk Prenses’e.

Pamuk Prenses elmayı zehirli tarafından ısırır ısırmaz cansız yere uzanmış.

Kraliçe pencereden içeri, Pamuk Prenses’e bakmış. "Nihayet senden kurtuldum, artık dünyanın en güzeli benim," demiş. Oradan doğruca saraya gitmiş. Erkesi gün aynaya kimin en güzel olduğunu sorduğunda ayna, "Sizsiniz Kraliçem," deyince dünyalar onun olmuş.

Bu sefer cücelerden hiçbiri Pamuk Prenses’i uyandıramamış ölüm uykusundan. Aradan üç gün geçmiş, bütün umutlarını kaybetmişler. Fakat nedense Pamuk Prenses hiç de ölü gibi durmuyormuş. O yüzden yedi cüceler onu gömmemişler ve camdan bir tabut içine koymuşlar, tabutu da yüksek bir tepenin en tepesine yerleştirmişler.

Günlerden bir gün cüceleri ziyarete gelen bir Prens oradan geçerken camdan tabutun içinde Pamuk Prenses’i görmüş ve hemen ona âşık olmuş.

"Onu sarayıma götürmeme izin verin," diye yalvarmış Prens.

Yedi cüceler ona acımışlar ve izin vermişler. Prens’in uşakları tabutu kaldırırken Pamuk Prenses’in boğazına takılmış olan zehirli elma parçası pat düşmüş ağzından. Pamuk Prenses doğrulmuş nerede olduğunu anlamadan, gözünü açmış, yakışıklı Prensi karşısında görmüş. Görür görmez ona âşık olmuş. Birkaç hafta sonra nişanlanmışlar.

Derken düğün günü gelip çatmış. Düğüne çağrılanlar arasında Pamuk Prenses’in üvey annesi de varmış. Üvey annesi sarayın salonuna girer girmez Pamuk Prenses’i tanımış, ama bu sefer bir şey yapmaya fırsat bulamamış. Çünkü Prens’in adamları Kraliçe’yi hemen yakalamış, Prens de onu artık kötülük yapamayacağı uzak bir ülkeye sürgün etmiş. O günden sonra Pamuk Prenses, güzelliğinin yanı sıra mutluluğuyla da ün salmış.

[Grimm Kardeşler]