Ordu ve akıl

Aşağıdaki yazı, Radikal gazetesinde Avni Özgürel imzası ile 21 Mart 2007, 28 Mart 2007 ve 04 Nisan 2007 tarihlerinde yazılmış 'Ordunun zihniyet problemi' başlıklı 3 yazılık dizinin birleştirilmiş halidir. Yazıların sadece sunum şeklinde bazı değişiklikler yaptım.

Okunmağa değer, hatta gerekli olduğunu düşündüğüm için buraya alıntılamak istedim

Bazı hususlara değinmeden önce, ordu derken kimden, neden bahsettiğimizin üzerinde durmamız gerek diye düşünüyorum.

Şu gerçeği unutmamalı: Lügatlerde Türk kelimesinin karşısına tek sözcük yazmak gerekse 'asker/ordu' demekte sakınca yok!

Tarih bizi diğer uluslardan ayıran bariz vasfın ordu/millet olduğumuzun kanıtıdır...

Dolayısıyla Türk derken kastettiğimiz; askerler, askerlerin komutanları, eşleri, çocukları, yaşlı ve sakat askerler, askerin yiyeceği, içeceği, bineceği olan at sürülerinin bakımını yapan çobanlar, askerleri eğlendiren, onların kahramanlıklarını destanlaştıran ozanlar, askerlere savaşta kullanacakları silah ve zırhları hazırlayan zanaatkârlardır. İstisnalar olmakla birlikte tarihte 'esnaf/tüccar Türk', 'gezgin Türk', 'romancı, iktisatçı Türk' vs. pek yoktur.

Asırları bu anlayışla geride bırakan ordu-millet de diyebilirsiniz --ne zaman vatan lazım olmuşsa almayı başarmış, ne zaman devlet lazım olmuşsa kurmuştur!

Netice Göktürk'tür, Hun'dur, Gazne'dir, Karahan, Selçuklu, Osmanlı ve nihayet Türkiye Cumhuriyeti'dir!

Şimdi birileri çıkıp 'Çağ değişti, devir sivil toplum, demokrasi devri, biraz geri çekil' dediğinde asker homurdanıyor.

Bu girizgâhın ardından günümüze ilişkin bazı tespit ve değerlendirmeleri ortaya koyabiliriz.

İmparatorluğun son çeyrek asrında ve Cumhuriyet'in Atatürk'lü yıllarında Türk ordusu misyon ve vizyon sahibidir. Zihninde ülkenin aydınlarıyla paylaştığı bir değişim projesi vardır ve bunu hayata geçirme heyecanına sahiptir. Bu projeler ve onu gerçekleştirme heyecanının orduyu nereye savurduğu ayrı bir tartışma konusu.

Şu kadarını söyleyeyim ki, Teşkilat-ı Mahsusa bile sanılanın aksine istihbarat amaçlı değil, imparatorluğu kontrollü tasfiye kararının içeren büyük bir projenin parçasıdır..

Bu vizyonun ve tarihi misyona inanmışlığın ordudaki yansımasını görmek için dünya savaşı süresince verilen olanca zayiata rağmen Milli Mücadele'nin lider kadrosuna bakmak kâfi. Sadece mesleki formasyon açısından değil, entelektüel birikim bakımından da çağı kavramış kişilerdir Anadolu'yu ayağa kaldıranlar.

Ülkenin, bölgenin ve dünyanın önündeki her mesele hakkında derinlemesine bilgi ve fikir sahibi olduklarının göstergesi, yazdıkları raporlar, yayımladıkları kitaplardır.

Öyle ki, genel kanının aksine en başta Mustafa Kemal yakın geçmişte yaşananların yeni rejimi nasıl olumsuz etkilediğinin ve yola böyle devam edilmesindeki güçlüğün farkındadır. "Gençliğim Abdülhamit baskıcılığına karşı bir isyan hareketleriyle dolu geçti, bugün bir yere geldik, ama gözlerimi kapatsam arkamda bırakacağım bir diktatör manzarasıdır." (Fethi Okyar. Serbest Fırka Hatıraları)

Hareket noktası bu olan ordunun Türkiye'nin NATO üyeliğini takip eden yıllarda savunma konseptindeki değişiklik yanında zihniyet değişikliği yaşadığını düşünüyorum.

Ve, pakt üyeliğinin tek etkisinin askeri doktrin üretmede sığlaşmayla sınırlı kalmadığını.

Son Irak savaşı öncesi TV kanallarında değerlendirme yapan emekli subayların öngörülerindeki isabetsizlik, medyada Türkiye iç siyaseti üzerine yorum yapan emekli subayların birikim ve sağduyuları konusunda tereddüt doğuran beyanları, terör mücadelesinde görev üstlendikleri döneme ilişkin anılarını yazan kimi emekli komutanların 'Hâkimleri etkilemek için evlerinin yakınlarına bomba attırıyorduk..' türünden açıklamaları, kimilerinin adının yeraltı dünyasından kişilerle birlikte anılması bunun işaretidir.

Denilebilir ki bu kişiler emekliye ayrılmışlar, dolayısıyla onların faaliyetlerini orduyla özdeşleştirmek ve hükme varmak yanıltıcı olur. Buna cevabım geçtiğimiz yıl harp okullarının açılış törenlerinde kuvvet komutanlarımızın yaptıkları konuşmaların ne yazık ki bilgi hatalarıyla dolu oluşudur.

Örneğin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Yener Karahanoğlu : "Türkçe ezan, çokpartili siyasal sisteme geçildikten sonra karşı devrimcilere verilen bir ödün olarak kaldırıldı.." derken niyetinin sadece Demokrat Parti kadrosunu suçlamak olduğunu düşünebiliriz..

Oysa bu 'karşı devrimci' düzenleme yapılırken DP'lilerle birlikte aralarında İsmet İnönü de bulunduğu CHP milletvekillerinin tamamının olumlu oy kullandığını bilmek sıkıntı vermez mi..

Tabii ki komutanın bu durumu bilmediğini düşünmek ehvendir. Zira aksi, silahlı kuvvetlerin zirvesindeki bir kişinin İsmet İnönü dahil yakın geçmişte sorumluluk üstlenmiş bütün siyasileri 'karşı devrimcilere taviz vermekle' suçladığı manasına gelir.

Siyaset adamlığıyla devlet adamlığı arasındaki fark nasıl vizyon, proje ve iradeyse; liderlik seviyesindeki komutanlığın ölçütü de aynıdır. Atatürk'ü çağdaşlarından ayıran özellik, bu vasıfların tamamının kişiliğinde yansınmasıdır...

Öte yandan bütün orduların dayandıkları bir ideoloji vardır ve bu ideolojinin yansımaları devletlerin büyük dönemeçlerinde olumlu ya da olumsuz yönde ama sonuçta etkili faktör olarak kendisini gösterir.

Mihail Gorbaçov liderliğinde SSCB'yi dağıtan ancak çözülen Sovyet imparatorluğunun içinden Rusya'yı çıkarmayı ve onu yeniden inşayı hedefleyen kararda görürüz bunu.

Kızıl Ordu değişimin karşısına engel olarak çıkmamıştır.

Aynı şekilde İran devriminde de ordu rejimin çöküşünün önünü açmıştır. Yani Humeyni İran ordusuna rağmen kontrolü ele geçirmiş değildir.

Küba krizinde savaş yanlısı ve kışkırtıcı faktör olarak sahneye çıkan; amaca ulaşmak için komplolar kurmaktan çekinmeyen ama J.F. Kennedy'yi aşamadığı için eli tetikte ve siperde kalan da Amerikan ordusudur; son Irak Savaşı'nda itidâli temsil eden ve Bush'u harekâtın doğuracağı olumsuzluklar konusunda uyaran da.

Örnekleri bizim tarihimizden hatırlatmalarla çoğaltabiliriz.

Örneğin Fatih sonrası saltanat makamına Cem'in değil Bayezid'in gelmesini sağlayan ordudur. Heyecanlı, atak, hayalperest fetihçiliğe karşı imparatorluğun o zamana kadar ele geçirilen topraklarda kök salma ihtiyacının ifadesidir Bayezid'in tercih edilmesi.

Keza 'komitacılık' macerasına engel olmayıp eliyle bozduğu hiyerarşik yapı sonucu kendisini dünya savaşının içinde bulan; ama yıkımın ortasında keşfettiği Mustafa Kemal'in çevresinde kenetlenip cumhuriyete giden yolu açan da ordudur.

Hülasa; ordular, değişimin önünü açarak ya da engelleyerek devletlerin hayatında, kaderinde belirleyicidir.

Askerin değişimin yanında mı karşısında mı saf tutacağı konusunda ise tek belirleyici faktör 'koruma iradesi'dir.

Bu irade önerilen değişimin yönünde 'tehdit' algıladığında silahlı kuvvetlerin muhalif tavır içine girmesi ve saldırı pozisyonu alması engellenemez.

Nitekim 1950'de Demokrat Parti'nin iktidarı devraldığı gün İsmet İnönü'ye iletilen müdahale teklifinin ondan alınan 'Hayır' cevabıyla âkim kalması da, 1960, 1970, 1980 askeri müdahaleleri de söz konusu 'algıyla' alakalıdır.

[Yukarıda] yazdıklarımdan çıkarılabilecek iki sonuç vardır.

İlki: 'Ordunun muvafakati sağlanmadan Türkiye'de kökten değişiklik yapılamaz'dır. Bu 'iyi' ya da ' kötü' sayılmakla, taraftar ya da muhalif olmakla değiştirilemeyecek tarihin önümüze koyduğu gerçektir.

İkincisi ise Türk Ordusu'nun bugün geleceğe ilişkin bir planının --savunma planlarından söz etmiyorum elbette-- olmadığıdır.

Yani, Türkiye'nin önündeki AB hedefi, bölgede üstleneceği rol ve bozulan siyasi dengelerin inşa sürecinde hedeflerinin ne olacağı konusunda ordunun zihni net değildir.

Türk Ordusu 10 sene kadar önce başta ABD olmak üzere müttefiklerinde kuşku doğuran bir şekilde ve NATO'nun kendisine biçtiği rolden farklı olarak savunma stratejisini 'Tehdidi ülke sınırlarının dışında karşılamak' olarak belirlerken, bunun pro-aktif bir siyasetle desteklenmesinin şart olduğunun farkındaydı kuşkusuz.

Ancak sıra bu farkındalığın gereği olan seçilmiş sivil kadrolarla çalışmaya gelince ordu endişeleri sebebiyle hevesli görünmedi.

Refah Partisi'yle açıktan çatıştı, DSP-MHP-ANAP hükümeti döneminde koalisyonun iç zaafları dolayısıyla proje oluşturamadı, ardından iktidara gelen AKP'ye ve AKP iktidarıyla gündeme gelen ABD kuvvetleriyle müşterek Irak'a müdahale planına kuşkulu yaklaşıp Batı dünyasındaki geleneksel desteğinin gözünde tereddüt doğmasına yol açınca, statükoyu muhafaza noktasında kaldı.

Bu dönemde Türk Ordusu'nun tarihinde görülmeyen sıklıkta, sivil toplum kuruluşlarının değerlendirme raporları da dahil adeta bahane icat ederek, çok sayıda açıklama ve demeçle kamuoyunun karşısına çıktığını biliyoruz.

Türk ordusu dediğimizde, üzerine ulusça bütün moral değerleri yüklediğimiz bir kavramdan söz ediyoruz.

Atatürk'ün vefatından iki hafta önce kaleme aldığı belagat şahaseri ifadeyle, "Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle beraber medeniyet ışıklarını taşıyan; kahraman, Türk vatanının ve Türklük dünyasının şan ve şerefini, iç ve dış her türlü tehlikeye karşı korumaktan ibaret görevini her an yapmaya hazır ve amade" gücün künyesinde yazan ad Türk ordusu!

Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) dediğimizde ise günümüzde bu değerleri taşıma sorumluluğunu üstlenmiş kurumdan ve onun mensuplarından söz ediyoruz.

Bu ayrım gerekli, zira Türk ordusuna dair söz ve eleştiriyle TSK'ya dair değerlendirme ve tenkidin hedefi aynı değil.

TSK'nın NATO şemsiyesi altına girdikten sonra, dış tehdit algılamasına karşı ittifaka üye devletlerin müşterek askeri plan ve hazırlıklarıyla uyumlu bir anlayışı benimsediği bilinmektedir.

Ve doğal olarak bu tercihin Atatürk dönemine hâkim zihniyetin terk edilmesi manasına geldiği de.

Bunun sonucu olarak Türkiye'nin bulunduğu bölgede 'bıçağın kemiğe dayandığı' noktada vermek zorunda kaldığı/kalacağı tepkiler dışında müttefiki ülkelerden bağımsız bir tavır sergileyemeyeceği açıktır.

Örnek Kıbrıs harekâtıdır, Suriye'ye gösterilen tepkidir, terör gerekçesiyle gerçekleştirilen sıcak takiptir.

Bunların hiçbirisinde içinde bulunduğu ittifak Türkiye'ye yönelik tehdidi önemsememiş, aksine tepkisini silah ambargosuna varan kararlarla göstermiş; hatta TSK tehdit algıladığı odaklarla müttefiklerinin işbirliğine girdiğini görmüştür.

Düşündürücü husus, TSK'nın her bakımdan hata olduğu anlaşıldıktan sonra; ama ABD açısından işlevini bütünüyle yitirdiği noktada Çekiç Güç konusundaki olumsuz değerlendirmesini açıklama noktasına gelebilmiş olmasıdır.

Kıbrıs'ta ilk krizin çıktığı 1963'ten bugüne değişmeyen, aksine giderek netlik kazanan bu tabloya ve tehdit ağırlıklarının artmış olmasına rağmen, Türkiye'nin savunma alanında müttefiklerine bağımlılığının azaldığı da söylenemez.

Aksine dünya dengelerindeki değişikliklere endeksli, Türkiye'nin öneminin azaldığı ya da arttığı değerlendirmelerine bağlı, bu çerçevede 'stratejik ortak' sayılıp sayılmama hattında bir ilişkinin kâh güçlendirmesine ya da sıkıntıya sürüklemesine açık güvenlik siyaseti devam etmiştir.

Bu bağlamda geçmişte güç dengesi içinde göründüğü kimi komşuları göz önüne alındığında Türkiye'nin teknolojik açıdan geride kaldığı iddiası dahi varittir.

Ortaya koymaya çalıştığım süreçte belirginleşen bir başka gerçek, TSK'nın iç tehdit endişelerine ağırlık veren bir anlayışı benimsemiş olmasıdır.

Üstünkörü bilgi, slogan ve kamuoyunu hedefleyen sert üsluplu çıkışlarla yansıyan bu durumun, sadece 'şık sunuş'u hedefleyen karargâh çalışmalarıyla sınırlı olduğu, sorunların çözümüne dair bir husus içermediği ise doğurduğu sonuçlardan bellidir.

Siyasetin, hatta TSK dışında devletin güvenlik birimlerinin iç dinamiklerle çözüm arama çabalarının önünü tıkayan bu durum dolayısıyla Türkiye'nin zaman ve giderek mevzi kaybettiği görmezden gelinemez.

Ulusal birlik ve vatanın bütünlüğü endişesini, bölgeler arası dengesizlik, işsizlik, yoksulluk, adaletsizlik, yolsuzluk, fırsat eşitliği, insan hak ve özgürlüklerinden soyutlayıp sadece terör-laiklik-Atatürkçülük ekseninde gören bir anlayışın Türkiye'yi hangi noktaya savuracağı artık kestirilemez.

Gerçeklerden yüz çevirip çözümü olmayacak mecralarda arayanın hiç arzulamadığı tabloları içine sindirmek zorunda bırakıldığı bir dünyada yaşıyoruz.

Avni Özgürel ile çeliştiğim çok nokta çıkmadı bugüne kadar, bu yazı(lar) da istisna değil. Avni beyin, heyecana be dolayısıyla 'boğuntuya' getirmeden konulara bakışını her zaman takdir ettim. Bilgisini de.

Bu yazıda değindiği, ama bence yeterince değinmediği bir konuya, TSK'da son zamanlarda iyice belirgin olmağa başlayan ufuksuzlukğa ve çapsızlığa ben de biraz değinmek istiyorum.

Sıradan halkın günlük tüketimi için üretilmiş kavram, slogan ve --daha açık söylemek gerekirse-- beyaz yalanlara inandığı intibaını veren bir kurmay kadrosu ile karşı karşıyayız..

Bunu çok yerde, üzülerek görmek mümkündür. Avni beyin bahsettiği, ABD'nin Irak saldırısı sırasında bizim TV'lerimizde boy gösteren (medya gülü olan) muhtelif emekli subayların ufuksuzlu örneğinde olduğu kadar, sağda solda yapılmış bazı operasyonlar sırasında ya da sonrasında sarfedilen sözlerde sık sık rastlıyoruz.

Bunun yanısıra, artık 'tükenmez şerbeti' haline gelen ve bence son derece gereksiz bir fay hattına enerji yükleyen, milli güvenlik boyutlarına da erişmeğe başlayan ayrılıkçılıklara hizmet eder hale bürünen 'başörtüsü meselesi'nde TSK hiçbirzaman taraf olmamalıydı. Ama oldu ve --malesef-- sıradan vatandaşın gönlünde çok şey kaybetti.

Bu tür basiretsizlikler hem acınacak birere durumdur, hem de herşeyden önemli sayılacak kadar tehlikelidirler bence.

Niçin acınacak olduğunun üzerinde durmağa gerek yoktur da neden tehlikeli bulduğumu söylemem lazım:

Sözkonusu kurmay kadroların yerine aynı işlevi daha iyi ifa edecek başka kadroları yetiştirmiş olsak, bu ufuksuzluk sorun olmazdı tabii ki; ama ben böyle bir ikâme göremiyorum.

Göremediğim için de, ülke açısından baktığım zaman, dumura uğramış bir yetenekten --dış görünüşü, diplomaları ve rütbeleri aksini söylese de--, kurmaysızlıktan bahsetmek zorundayım.

Konuları dıştan göründüğünden farklı ve derinliğine analiz edecek ve anlayan kadrolarımızın giderek ortadan kalktığı anlamına geliyor bu.

Bu da, magazinel saptırmalara çok daha kolay alet edilebilecek bir ülke olacağımız anlamına geliyor, benim baktığım yerden.

Hiç hoş değil.

Halk arasında, benim de sık sık tekrarladığım, bir söz var: 'Allahım, aklımı alacağına, canımı al'..

Ülkenin tarihi aklını temsil eden önemli kurumlardan birinin önde gelenlerinin zaman zaman sarfettikleri sözler ve icra etmeğe koyuldukları uygulamalar, evet, canımızın alınmasının daha evlâ olacağı yolundaki temennileri dile getirmeğe ihtiyaç ve zemin hazırlıyor.

Aksi halde, akılsız başın cezasını eller, ayaklar ve gövdenin geri kalanı çekecek. Sonunda da, acılar içinde can çekişecek..

Demek istediğim, TSK'nın ülke siyasetinde söz sahibi olmasının gerekli olduğu; ama bunu meşhur olmak için 'herşeyi yapan', strateji ve dolayısıyla akıldan yoksun televole meraklıları gibi yapmalarının --başta 'gelecek' olmak üzere-- herşeye ve herkese zarar vereceğini düşünüyorum.

'Zarar vereceğini' derken de, bunu, ilerde ortaya çıkacak bir ihtimal anlamında söylemiyorum. Bu, dün yaşadığımız, dolayısı ile bugün var olan bir tehlikedir bence.

Menderes, orduyu asteğmenlerle de yürütebileceğini söylediği zaman abartmıştı, isabetsizdi; ama bugünkü manzaraya bakıldığında, yakın zamanda birisi çıkar da benzer sözleri söylerse o kadar da isabetsiz sayılmayabilir.

Daha fazla gecikmeden, TSK'nın da aklını başına devşirmesi gerekiyor.

Bizim, 'çakı gibi selam veren', 'rap-rap yürüyen', insanı hayran bırakacak kadar özenli 'zanaatkârane sunular hazırlayan', 'dosyaları oradan oraya taşıma'ğı meslek sayan 'kurmay'ları olan bir orduya değil; akıllı kurmayları olan bir orduya ihtiyacımız var.