Şol gönül erbabı

Aşağıdaki hikaye gerçek hayattan alınmış bir hikayedir; cevap hakkı doğmaması için ilgili kişilerin isimlerini, yerlerini ve görev ya da makamlarını deşiştirerek yazıyorum. Cevap hakkından çekindiğimden değil; gelecek cevapları okuyamayabileceğimi dikkate alarak böyle bir şeye tevessül ediyorum. Umarım anlayışla karşılanır.

Bu yazıyı yazmama, bir başka blog refikamızda karşılaştığım duygu yüklü bir yazı yol açtı. Ben de duygulandım tabii ki...

Dolayısı ile sorumluluk da tek başına benim sayılmaz. Her neyse, kıssa elde edeceğimiz bir hikayeye çok da uzun bir girizgah gerekmez; hatta yakışmaz da diyebiliriz...

Başlayalım:

Zamanın birinde, Konya'da çok muhterem bir zat yaşarmış. Bu zat, hem dünyevi, hem de uhrevi ilimlerde çok âlim bir zatmış. Kendisini sevenlerin sayısı bilinmez, o da Allah rızası için fakir ve çulsuzları karşılıksız irşâd edermiş. Mütevazı bir hayat yaşamasına karşılık, hali vakti de parmak ısırtacak kadar iyi imiş. Ama, zaten Allah sevdiklerine istediğini bağışladığı için bunu kimse ne merak eder, ne de sorun edermiş. Biz de etmiyoruz ve etmeyeceğiz.

Bu muhterem mübin zatın ism-i alii Abdurrahman imiş. Şeyh Abdurrahman da denebilir tabii ama, yine de saygışinaslık gereği ismini doğrudan doğruya anmak yanlış olur –ne yani, biz onun asker arkadaşı mıyız, ki, muhterem Hazreti ismi ve ünvanı ile çağıracağız! Töbe töbe!.. Neyse.

Günlerden bir gün bu muhterem Şeyh Hazretleri, Şeyh Abdurrahman Hazretleri, sefil kullarından birini, bir müridini, Yahya'yı, huzura çağırtmış. Aynı durumda olacak olan herkes gibi, Yahya da hem çok şaşırmış, hem de böyle bir şerefe nail ettiği için önce bir kaç rekat şükür namazı kılmış. Geç kalmamağa da özen göstererek, yelken yepeldek Şeyhin huzuruna varmış, yüz sürüp el etek öpmüş –içinden hala daha şükür duaları ederek...

Ak saçlı, naif fakat nurlu yüzüyle Şeyh Hazretleri, yüksek tavanlı uzun loş odanın kapıya yakın olan köşesindeki ruloları göstererek, "Bunları al, Bağdat'ta muhterem dostum Şeyh Burhanettin Hazretlerine götür. Hürmet ve selamlarımı da ilet" demiş ve susmuş –şeyhler de mollalar gibi çok konuşmazlarmış; teravih namazları hariç tabii..

Garibim kul Yahya, mürid Yahya, böyle bir teveccüh karşısında derhal Şeyhinin ellerine sarılmış, öpmüş koklamış, böyle bir mazhariyete nasip ettiği için dualar mırıldana mırıldana ruloları sırtlanmış.

Rulolar deyince aklınıza öyle basit şeyler gelmesin; bunlar büyücek bir medresenin tabanında çok şık duracak büyüklükte, halis Bursa ipeğinden dokunmuş fevkalade güzel, has halılarmış.. Bugünkü olçü sistemine tercüme edersek, en az 4 metreye 6 metre boyutlarında bir şeyden bahsesiyoruz yani. Bir de, belki bilmeyeniniz çıkar: İpek, hem de saf ve halis Bursa ipeğinden dokunmuş halılar, aynı boydaki bir kalastan çok daha ağır çeker –fiyatından bahsetmiyorum tabii ki, kilogram olarak ağırdır demek istiyorum.

Ama, iman kuvveti bu!... Sizin bizim bildiğimiz şey değil; Yahya ruloları "Yâ Allah!" diyerek bir nidâyla kaptığı gibi yola koyulmuş. Gerçi, Şeyhi ona o güzelim safkan Arap atlarından bir tanesini vermek şöyle dursun, uyuz bir merkep bile vermemiş; ama, belli ki bu bir imtihandır ve sırtı çıplak, başı açık, karnı da hep aç, Yahya yola revan olmuş..

Yolda, rastladığı köylerde, sağolsunlar, Şeyhi tanıyanlar bilenler Yahya'yı gece yatısına misafir eder, Allah ne verdiyse –peynir ekmek– doyururlarmış ama, her zaman da geceleyecek köy bulunamayabiliyor. O zaman, Yahya, mecburen halılardan birini yastık edip, kıvrılıp bir yerde gecenin ayazında uyur. Çulsuz dervişliğin şanındandır zaten.

Torosları aşmak çok zor gelmiş, ama, Allah'ın izniyle üç aylık zorlu bir yaya yürüyüşten sonra, Urfa'ya varmış.. Urfa da Urfa hani.. Yeryüzü cenneti –tövbe tövbe–, peygamberler diyarı... hanlar, hamamlar, atlar, develer, kervanlar.. bir canlılık bir canlılık ki sorma gitsin; neredeyse Konya'ya baskın olduğunu düşünecek insan, Konya'da Şeyh Hazretlerinin olduğu gerçeğini unutsa, mazallah...

Bunca canlılık, hareket, tabii ki Yahya'nın yorgunluğunu unutmasına zerre kadar fayda etmez. Etmez de, evlerden ırak, şeytan girer aklına.. Yahu, ben bu halılardan birini burada bir bedestende okutsam, onun parasıyla da kendime bir deve filan alsam ne olur? Şeyh'in bundan haberi olacak değil ya, Şeyh Burhanettin de sipariş vermiş değil; ne teslim edersem onu alacak diye düşünmüş. Fikir iyi de, şeytanın işi olduğu da belli. Yahya epeyce mücadele etmiş; fakat, Şeyh Hazretlerinin kerameti yetmemiş olsa gerek ki, sonunda yenik düşmüş. Bedestende o kütük gibi, halis Bursa ipeğinden dokuma, halılardan birini oldukça da iyi bir fiyata satmış. Deve fiyatlarını da öğrenmiş. Halının onda biri fiyatına en iyi deveyi alabileceğini anlayınca, dua etmeği de ihmal etmemiş.

Eh, artık bir deve alabileceğine göre, yaya olsaydı üç ayda zor gideceği yolu bir iki haftada gidebileceği için, yakındaki kervansaraylardan birinde bir iki hafta kalıp hem bir güzel temizlenmek, hem de sırtındaki yaraların iyileşmesi için tabiblerden yardım almak hiç de fena fikir görünmemiş. Ne fenası, tam da aradığı şey... İki haftalığına yerleşmiş ama, dördüncü hafta ancak ayrılmış –Urfa'nın tatlıları insanı kolay bırakmıyor; ayrıca, diktidği o güzelim libaslar da ancak yetişmiş zaten..

Her şeyin bir sonu var, Urfa'da kalmanın da herhalde yani... Yola koyulmuş, halı rulosu devenin terkisinde biraz sıkıntılı olsa da, herşeye rağmen, oldukça keyifli bir seyahat olmuş. Bağdat'a vardığında öğle civarıymış, ama, biraz Bağdat'ı gezdiği için, Şeyh Burhanettin Hazretlerinin dergahına ancak alacakaranlıktan sonra varabilmiş. Deveyi birilerine teslim ettikten sonra, halı rulosunu sırtlanıp Şeyh Burhanettin huzuruna destur dilemiş.

Kendini tanıtıp, Şeyh Abdurrahman Hazretlerinin bahusus selam ve hürmetlerini iletip halıyı teslim etmiş. Şeyh Burhanettin Hazretleri , Şeyh Abdurrahman Hazretlerinin bu nazik hediyesi karşısında son derece mütehassıs olmuş; "ne gerek vardı, niçin zahmet etmiş Şeyh Abdurrahman" filan gibi kıymetli lâtifelerle onurlandırmış Yahya'yı.. Yahya da, gayretlerinin –dolaylı da olsa– takdir edildiğini görerek sevinmiş tabii..

Tam izin isteyip çıkacakken, Şeyh Burhanettin Hazretleri "Bir dakika.. Şeyh Abdurrahman'a bir teşekkür edeyim" deyince, Yahya, Şeyh Burhanettin Hazretlerinin bir pusula yazıp eline tutuşturacağını anlayarak, beklemek amacıyla bir kenara çekilmiş.

Şeyh Burhanettin Hazretleri, yaşlılığın verdiği zerafet kadar ağırlıkla, yerinden zorlukla doğrulmuş ve yanda duran dolaplardan birini açmış. Yaşından ve kendinden pek de beklenmeyecek gür bir sesle "Şeyh Abdurrahman! Şeyh Abdurrahman!" diye seslenmiş... Yahya?.. Yahya şaşkın şaşkın bakıyor tabii, başka ne yapacak?!

Bir kaç dakika sonra dolaptan ses gelmiş: "Buyur, Şeyh Burhanettin; beni mi çağırdın?".. Yahya daha bir şaşkın; Şeyh Burhanettin Hazretleri cevaplamıs "Evet, ya. Bana çok güzel bir halı göndermişsin. Teşekkür etmek istedim" deyince, karşı taraftan bir ses köpürmüş: "Neee! O nabekâr sadece bir halı mı getirdi; ben iki tane göndermiştim!!!"

Bunu üzerine, Şeyh Burhanettin yavaşça dönüp Yahya'ya baktığında Yahya: "Ulan! Madem o kadar yakındınız, biriniz uzatsa öbürünüz de alsaydı!" der..

Şimdi... bu kıssadan çıkarılacak hisselerin ne(ler) olacağını, bu yazıya yorumlarda bulunacak kıymetli arkadaşlarımızın ehl ellerine bırakıyorum...