Cachinnating quince, sobbing pomegranate..

Masal zamanı yine.. Bu defa, yine sevdiğim masallardan birisi..

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, obalardan birinde bir yörük beyi varmış. Öteki beyoğlu beyler gibi burnu kaf dağında değil; ne kimsenin bir tüyüne dokunurmuş, ne bir kuşun kanadına: yerdeki karıncayı bile incitmezmiş. Daha da ağlayanla ağlar, gülenle güler, sönen ocakları yeniden yakarmış. Sakınan göze çöp batar derler. Nasıl olmuşsa, bilmeyerek birinin kalbini kırmış. O da: "İlahi yiğit; başka bir şey demem; dilerim Allah'tan gülen narla, ağlayan ayva'nın derdine düşesin." demiş. Oba beyinin de yüreğine bir ateştir düşmüş. Gayrı, bağlasalar durur mu? Demir çarık, demir asa dökülmüş yola; gülen narla, ağlayan ayvayı bulmak için.. Az gitmiş, uz gitmiş; dere, tepe düz gitmiş; derken, bir ırmak çıkmış önüne, yanına, yöresine bakınırken bir çoban ilişmiş gözüne: "Çoban baba; niye bu ırmak böyle kan gibi?" diye sormuş. Çoban da: "Sorma yolcu; sorma; nice yiğitlerin kanına girdi bu ırmak. Günün birinde de telli, pullu bir gelini yedi. Dilim varmıyor demeğe... Hani şu yaylâ yaylâ konup göçen yörükler yok mu? Ha işte; onlardan iki oba gelip, bu ırmağın iki yamacındaki iki yaylâya konmuşlardı, yaz, bahar aylarında... Yörük değil mi, dalları ayrı ama, kökleri bir... Birbirinden kız alıp kız veriyor, tuz alıp tuz veriyorlardı. Günün birinde de, birinin kızını, birinin oğluna verecek oldular. Kırk gün, kırk gece toy düğün ettiler. Sonra al bayrak kaldırıp davullar dövdürerek gelin kızı alıp gittiler ama, nasıl söyleyim, köprü yıkıldı, gelin alayı suya döküldü. O gün, bu gün bu ırmak kanlı bir göz yaşı gibi akıyor; şu yıkılası köprü de ecel beşiği gibi hâlâ sallanıp duruyor. Ya sen, yolcu, demir çarık, demir asa böyle nereye?" diye sormuş. Yörük beyi de, yarasına dokunulmuş ceylân misâli inlemiş: "Sorma çoban baba sorma; ben de bir günahsızın ahına uğradım. Öyle bir ateş düştü ki, yüreğimin başına; yaktı, yandırdı beni. Şimdi dağdan dağa gülen narla, ağlayan ayva arıyorum. Derdime derman arıyorum." deyince çobanın kaşları çatılmış: "A yolcu; demiş eceline mi susadın sen! Gülen narla, ağlayan ayva dediğin bir devin bahçesinde, ağaçlardan bir ağacın üstündedir. El ermez, güç yetmez ona. İyisi mi, âhını yellere, derdini sellere ver de, gel bu yoldan vazgeç oğul." demiş, daha de ne diller dökmüş ama, yörük beyi: "Çoban baba; demiş. Ben bu başı bu yola koydum bir kere, kader ne ise, öyle olur gayrı. Ne olur; biliyorsan, o bahçenin yolunu göster bana." diye yalvarıp yakarınca, çoban dayanamamış: "Anlaşıldı oğul, anlaşıldı; öyle bir ateş sarmış ki, yüreğini, gayrı ölüm bile döndüremez seni! Şimdi, eğil de kulak ver bana: devin bahçesi, kaf dağının tepesindedir. Bura ile oranın arası altı aylık yol... Ne sağa eğil, ne sola bükül, ne şu ırmağa ak, ne başka bir dereye dökül; alnının doğrusuna, düpedüz git, bir gün olur, kaf dağına varırsan dağ gibi bir kapı çıkar önüne. 'Açıl kapı açıl!' dersin, açılır kapı. Gayrı girdin mi, girdin bahçeye. Bahçenin ortasında bir ağaç göreceksin, bin yıllık bir ağaç. Işte gülen narla, ağlayan ayva bu ağacın üstündedir ama, yedi başlı devin de gözleri onun üstündedir. Allah bir kuvvet verir de bir vuruşta devin başını düşürebilirsen, o, bin yıllık ağaç da eğim eğim eğilir önünde. Sen de gülen narla, ağlayan ayvayı koparırsın dalından. Haydi yolun açık olsun." demiş. Yörük beyi eğilmiş, çobanın eline varmış, doğrulmuş kaf dağının yolunu tutmuş. O gitmiş, yol gitmiş, yol gitmiş o gitmiş; tepelerden yel gibi, derelerden sel gibi geçerek kaf dağına yetmiş. "Açıl kapı açıl!" demiş, açılmış kapı! Birde bakmış ki, ne baksın. Başı göklere değen bir ağaç! Ağacın altında yedi başlı bir dev, dalında da gülen narla, ağlayan ayva... Yörük beyini görünce nar başlamış gülmeye, ayva başlamış ağlamaya, dev de başlamış homurdanmaya... Yörük beyinin tüyleri diken diken olmuş ama, "Yâ Allah!" deyip yılan dişli hançerine sarılmış, bir vuruşta yedi başını birden doğramış, o zaman bin yıllık ağaç eğilmiş; yörük beyi de gülen narla, ağlayan ayvayı koparmış dalından... Meğer, gülen narla, ağlayan ayva dedikleri ağlar, güler bir peri değil mi imiş. Silkinince dalından, bir kız olmuş hemen... Gözleri ahu yazması, boyu selvi dal gibi, acep insan bakmaya doyar mı ki.... Yörük beyi bir bakmış, yüreğine su serpilmiş. Sonra oturmuşlar bir taşın üstüne, kırk yılan hasretlisi gibi kalplerini dökmüşler birbirine... Söz sözü açmış, derken yörük beyi: "Seni alıp bizim yaylalara götürmek isterdim ama, yürekte var, elde yok. Yola, yokuşa dayanamazsın ki!" demeğe kalmamış; bir kuş olmuş peri kızı; yörük beyinin başına konmuş; o başına konunca, yörük beyi de bir kuş olmasın mı! Kanat kanada dağlardan aşmışlar, bir göz yumup açıncaya kadar yörük yaylasına varmışlar. Bundan ötesi düğün, bayram, vurmuş davullar gümbür gümbür; çalmış sazlar, coşkun çoşkun. Tam kırk gün kırk gece toy düğün etmiş, onlarda ermiş muradına; biz çıkalım kerevetine...
Şimdi.. bütün masalların sonuna eklenen bu 'biz çıkalım kerevetine'nin tam olarak ne anlama geldiğini bulmam lazım. Sözlükler, 'kerevet' kelimesinin karşılığı olarak 'üzerine şilte serilip oturulan yüksekçe yer, sedir' diyor. Muradına erenlerin ardından çıkıp yüksekçe bir yerde bir şilteye oturmanın ne anlamı var.. röntgencilik değilse.. bilmiyorum; ama mantıklı bir açıklaması olması gerekiyor. Öte yandan, 'gülen ayva'daki 'ayva'nın da bildiğimiz ayva olduğunu pek sanmıyorum, zannedersem Arapçada 'evet' anlamına gelen 'ayva'dan bir kelime oyunu var burada. Aynı şekilde, 'nar' da meyva olmasa gerek.. 'ateş' anlamına gelen 'nâr' olması daha akla yakın geliyor bana.. Orası öyle de, 'gülen evet, aglayan ateş' ne demektir konusuna bu yazıda değinmesem daha iyi olacak.. durup dururken güzelim masalı açıklamağa kalkıp tadına halel getirmiş olmak istemem doğrusu.. Ha? Başlık niçin mi İngilizce? Tabii ki İngilizce olacak! Başka türlü evrensel ve çağdaş nasıl olunur ki?! Ek$i Sozluk'un ilgili başlığı altında 'bumerang' müstearıyla yazılan 15 nolu maddeden alınmıştır.