'Üç Şınanay Şırfıntı' değilmiş..

Nereden nereye..

İki sene önce, 'Üç Şınanay Şırfıntı' başlıklı bir yazı yazmıştım. Yazının kendisini şurada okuyabilirsiniz; özetleyecek olursam, 'Gençlik Marşı' (ya da 'Dağ Başını Duman Almış') diye bildiğimiz eserin orjinalinin İsveçce olduğu ve --dahası-- o orjinalinin oldukça 'muzır' olduğu hakkındaydı..

Ama, galiba Selim Sırrı Tarcan'ın günahını almış oldum...

Kazın ayağı öyle değilmiş çünkü.

İzin verirseniz anlatayım:

Bestekar Felix Körling'in torunu olan Anne Marie Körling'in sitesine, Sven Danielsson ismiyle [2009-04-17 @ 10:35:15 tarih ve saatte] eklenen bir yorum konuyu azıcık daha ilginçleştiriyor.

Yorumun İsveçce orjinalini aşağıya alıntıladım. (İsveçce bilen birisi okursa, tercümesini yapabilsin diye. Yapar da bana da göderirse müteşekkir olur, memnuniyetle yayınlarım.)

Att melodin till Tre trallande jäntor är spridd i Turkiet och har anknytning till idrott beror antagligen på att den på tjugotalet togs till Turkiet av Selim Siri Tarcan, som sänts till Sverige för att lära sig gymnastikutbildning, och att han hört den med en helt annan text än Frödings, nämligen en som som börjar: "Gymnastiken skall ge oss tillbaka den styrka vi svenskar har haft. Den skall göra oss friska och raka, till ett folk utav hälsa och kraft."

Den texten var nog ganska spridd i Sverige; jag hörde min mor på fyrtiotalet med en viss ironisk ton sjunga den i södra Lapplands inland när lagårdsarbetet frestade på.

Att melodin den spritts i Turkiet via gymnastiklärare stöds också av en av dödsannonserna i Kerstin Vinterheds nya bok.
İsveçce bilmediğim için, bunu 'Google Translate' yardımıyla önce Türkçeye cevirtmeği denedim, pek olmadı. Daha sonra İsveçce bilen birisinden --İngilizce üzerinden-- yardım aldım.

Bu yardım sonucunda, Türkçe çevirisi aşağıdaki gibi bir şey oluyor:
'Üç şınanay şırfıntı'nın melodisinin 1920'lerde Türkiye'de spor bağlamında meşhur olmasının sebebini --daha önceleri İsveç'e jimnastik (beden eğitimi) eğitmenliği okumak için gelmiş olan-- Selim Sırr Tarcan'ın, muhtemelen, Frödings'in melodisini orjinal sözlerden çok daha farklı bir güfte ile duymuş olmasına bağlayabiliriz.

O sözler şöyle bir şeydiler: "Beden eğitimi sayesinde İsveçliler eski gücünü kazanacak. Sıhhat ve kudret edinip sağlıklı ve gürbüz bir millet olacak".

Bu haliyle o yıllarda İsveç'te hayli yaygındı.

1940'lı yıllarda, Lapland'ın güneyindeki çiftliğimizde, bizi işe koşmadan önce hevesimizi artırmak için, biraz da matrak bir ses tonuyla, annemin bu şarkıyı söylediğini hatırlıyorum.

Bu melodinin Türkiye'de de beden eğitimi (jimnastik ve spor) aracılığıyla yaygınlaşmış olabileceği hususu, Kerstin Vinterheds'in hatırasına yazılmıs yeni kitapta da desteklenmektedir.
Şimdi...

"Kerstin Vinterheds kimdir?", "yeni kitap neyin nesidir?", "ne içeriyor?" gibi sorulara işe yarar bir cevap bulabilmiş değilim --İsveç edebiyatı hakkında hiçbirşey bilmediğim gibi, edebiyatçı da değilim.

Anne Marie Körling, sitesine gelen yorum üzerine kısa bir yazı yazarak yeni bir sayfa oluşturmuş. Şöyle diyor:
Dünya ne garip.. Dedemin melodisi o devirde Türkiye'ye kadar gitti ve sevildi; hala daha da seviliyor. Bunu çok heyecan verici buluyorum. Notaların bir kopyasını almak için kalem ve kağıttan başka bir şey yoktu; yine de dünyaya yayıldı. Benim mavi dedem.. böyle yaşıyor olması ne güzel.
Dedesinden kalan yegane belge olan, 1917'de Birinci Dünya Savaşının en yoğun zamanlarında, dedesinin babasına yazdığı bir telgrafı da eklemiş oraya ve şunları söylüyor:
Dedem Felix Körling'den babama gelen telgraf. Birinci Dünya Savaşı.. sene 1917.. her taraf yangın yeri. O zamanlar Avrupa'yı kasıp kavuran cehennemî karalık ve gürültü arasından bu melodinin nasıl kurulabildiğini bilmediğim gibi; Türkiye'ye nasıl ulaştığı hakkında hiç bir fikrim yok.
Şimdi.. konumuza dönersek:

Evet, yanılmışım: 'Gençlik Marşı' (ya da 'Dağ Başını Duman Almış') diye bildiğimiz eser ile, 'Üç Şınanay Şırfıntı'nın ('Tre trallande jäntor'ün) alakası yok.

İkisi de aynı melodi üzerine yazılmışlar; fakat, farklı zamanlarda söylenmişler.

Merhum Selim Sırrı Tarcan, bu melodiyi duyduğunda, orjinal güftesi İsveç'te de unutulmuş, yerine, sözleri bir tür 'beden eğitimi marşı' olan bir versiyonu meşhur olmuştu...

Evet.. neredeeen nereye..

Bir senaryom var çocuklar..

SSCB'nin çökmesi iyi olmadı.

Olmadı, çünkü SSCB büyük bir boşluk dolduruyordu.

Mesela, Batı tarafından oraya bir ileri karakol olmak amacıyla yerleştirildiği için, normalde sömürgeci Batı'ya karşı olmasını bekleyeceğiniz Arap ahalisinin düşmanlığını bir paratoner gibi kendi üzerine İsrail çekiyor; buna karşılık İsrail'i destekleyen Batı'yı dengelemiş görünmek için de sahnede --aradabir-- SSCB arz-ı endam ediyordu.

İyi de oluyordu.

Böylece, Arap ahali kendisini sahipsiz hissetmiyor, cok can acıtıcı noktaya varıncaya kadar sömürüye başkaldırmak ihtiyacı duymaksızın yuvarlanıp gidiyordu.

Sonra SSCB çöktü.

Arapların kurtuluş ümitleri ile birlikte..

Ama, ümitsiz ve sahipsiz insanlar çok tehlikelidir; en olmadık şeyleri gözlerini kırpamadan yapabilirler --yani, fena halde başkalarının keyiflerini kaçırmak potansiyelleri vardır.

En 'sahipsiz ve ümitsiz' ödülüne de --her zaman olduğu gibi-- Filistin ahalisi müstehaktı.

Ve, bıraksalar keyfi gıcır olacak olan İsrail ahalisinin emdiğini burnundan getirmeğe başladılar.

Daha da beteri, içi boş da olsa, türlü çeşitli tehditlerle İsrail'e ve ABD'ye kafa tutabildiğini dünya aleme ispatlamak peşinde olan İran, tüm zamanların sahipsizlik ve ümitsizlik timsali olan Filistinlileri de sahiplenmeğe başlamış; üstüne üstlük, bu sayede, İran diğer Arap ahalinin sempatisini de kazanır olmuştu.

Bu durum, Ortadoğu dediğimiz gayya kuyusundan istenen evsafta ve kova kova barış suyu (yani, petrol) çıkarmağı arzulayan Batı'nın işini giderek aşırı derecede zorlaştırıyordu.

İsrail denen ileri karakolun durumu ise daha da berbattı. Etrafına duvar örmüş, yetmemiş; kendi içinde mi yoksa dışında mı saydğı artık belli olmayan bazı Arap (Filistinli) bölgelerini işgal etmiş olmamış; abluka altına almış fakat o da yetmemişti.

Bunca cepheleşme sonucunda da, bir taraftan İsrail'de olağanüstü aşırı sağ (ırkçı) eğilimler çoğunluk haline gelmiş; dğier taraftan da karşı tarafta (Filistin/Arap cephesinde) inanılmaz bir kin ve garez ahaliye hakim olmuştu.

Yani, sonuç olarak, hem İsrail'deki hem de çevrelerindeki siyasi figürler (partiler, vekiller vs) bir açmaza hapsolmuş, bir kördöğüşüne saplanmış kalmıştılar.

Batı'nın durumu da aşağı yukarı benzerdi: İstedikleri barışı sağlayacak şiddeti uygulamak iradeleri kalmamıştı artık. Irak'taki beceriksizlikleri bu konuda da cesaretlerini kırıyordu.

Tam bir açmazdan bahsediyoruz, yani.

Bu açmazdan çıkış için ya 'deux ex machina'ya, ya da yeni bir oyuncuya ihtiyaç vardı. Birincisi tecelli edecek gibi görünmediğinden, ikincisini tercih etmek gerekti.

Yani Türkiye'yi.

Aslında, Türkiye eskiden de bu role soyundurulabilirdi; ama, ona bir şeyler vermek gerekecekti. Eskiden böyle bir masrafa gerek yoktu; şimdi masrafa bakmanın zamanı değil pek --çünkü, böyle giderse dünya bir hayli karışacak ve keyifler bozulacak.

Peki, şimdi Türkiye'nin rolu ne olacak?

Bence şöyle bir şey:

Öncelikli olarak, İsrail'e (ve arada bir de Batı'ya da) kafa tutmak tekeli kontrolsüz İran'ın elinden alınacak. Başka bir deyişle, 'buralarda ABD/Batı ve İsrail düşmanlığı lazımsa onu da biz yaparız' yaklaşımı benimsenecek.

Böylece, sırf Batı'ya hörelendiği için Arap ahali tarafından sempatiye mazhar olan İran'ın denklem dışına çıkmasını sağlayacak şekilde bir kayıkçı kavgası sahnelenecek.

Bu sayede, "bakın, bölgedeki son ve kadim dostumuzu da kaybetmek üzereyiz, artık aklımızı başımıza alalım" diyebilmek cesaretini edinecek 'sahne siyasetçileri'nin türemesi sayesinde, İsrail isimli ileri karakolun ahalisinin de Filistinlilerle belli bir noktada buluşması sağlanacak.

Bölgedeki Arap ahali de, artık kendilerine sahip çıkmış bir adil güçün varlığının vereceği ümit ve huzurla, eskiden olduğu üzere, sömürülmeğe devam edecek...

Böyle bakınca, şu son flotilla olayının İsrail'in (sahne siyasetçilerinin değil) devlet adamları tarafından onaylanmış bir operasyon olduğunu düşünmek mümkün ve bence hayli de açıklayıcı oluyor.

Bundan böyle, bu bölgede İsrail'in tek düşmanı --çok şükür ki-- artık ne Araplardır ne de İran.. Türkiye'dir.

Doğal olarak, bölgedeki bütün önemli problemler de, haliyle, bu iki 'düşman' arasında çözülecektir.