Çankaya - Falih Rıfkı ATAY [1]

Bu, Ekim 1999 tarihinde Cumhuriyet gazetesi tarafından 'okurlara bir armağan' olarak yayınlanmış.

Cumhuriyet gazetesinin ya da Cumhuriyet yazarlarının bu tür çalışmalarını ben hep kuşku ile dikkate alırım.

Buna sebep de, Uğur Mumcu'nun Kazım Karabekir Paşa'ya ait 'İstiklal Harbimiz' ve Rıza Nur'a ait 'Hayat ve Hatıratım' isimli eserlerdeki gayretkeşlikleridir.

Bahsettiğim son iki eserde Uğur Mumcu'nun yaptığına tahrifat diyemezsek bile gayretkeşlik diyebileceğimizi eminim. Çünkü, bu iki eserin hiç biri birer Mustafa Kemal methiyesi değilken, Uğur Mumcu tarafından bunlar son derece itina ile sanitize edilerek bu sonucu verecek şekilde yayına hazırlanmışlardı.

Bu bakımdan, bir Mustafa Kemal methiyesi olmayan 'Çankaya'yı da, Cumhuriyet gazetesi tarafından 'okurlara armağan' edildiği için, dikkatle okumak gerekir bence.

{Her makale için belli bir boyut kısıtlaması olduğundan, ikiye bölerek yayınlamak gerekti. Bu birinci kısımdır.}

Önsöz

Atatürk devri üzerine hatıralarımı 1952'de ''Dünya'' gazetesinde yayınlamıştım. Bu eserin iki eksiği vardı: Biri Atatürk devrini bilenler için olmak, öteki de o günlerde sırasız sayılabilecek bazı olayları açıklamamak.

Şimdi bu iki eksiği tamamlıyarak ''Çankaya''yı yeniden yayınlıyorum.

Moda, 2 Mart 1968 Falih Rıfkı Atay

Birinci Baskının Önsözü

1946, hele 1950'den beri Atatürk devri, onun içinde şöyle böyle bulunmuş olanların, veya kendilerini olduklarından başka türlü sandırmak hevesine kapılanların elinde sömürülüp durmuştur. Yayınlanan hatıraların çoğunda ölüler tanık, bir ağızla iki kulak arasında, hiç kimsenin duymadığı fısıldaşmalar belge diye kullanılmaktadır. Tarihçi ise, gazete okuyucuları kadar kolay avlanmaz. Tarihçi, bu hatıraların doğruları ile sahteleri ve zorlanmışları arasında yanılmaktan kendisini kurtarmasını bilir.

Gariptir ki görev ve sorum başında bulunanlardan belli başlı hiç kimse de hatıralarını yazmamıştır. Elimizde yalnız Atatürk'ün ''Nutuk''u var.

Atatürk de, kızıp darılır, barışıp gene bozuşur, bazan huysuzluğu, bazan keyfi tutar, bir müddet herhangi bir dedikodunun etkisi altında haksızlığa kadar gider, sonra pişmanlık duyar, üstelik alayı, şakayı sever, fâniliği size bana benzer tabiî bir insandı. Şahıslar için bir ''değişmez'', bir de ''geçici'' övgü ve yermeleri vardır. Hemen her akşam ve her yerde meclisli ömür sürdüğü için, yanında bir iki defa bulunanlar, çok defa, şahıslar veya olaylar üzerine bu ''geçici'' övgü veya yermelerini duymuşlardır. Herkes duyduğunu tarih belgesi olarak vermeğe kalkarsa, sanatını bilmiyen bir tarihçi bu aykırılışmaların altında şüphesiz pek güçlük çeker. Atatürk'le devamlı birlikte bulunanlar da sevdikleri bir kimse için onun ''geçici'' övgüsünü, sevmedikleri için ''geçici'' yermesini öne sürmektedirler.

Belli başlı adlar söz konusu olduğu zaman, bu şahsiyetleri nasıl görevlendirdiğine bakınız. Gerçek hükümlerini ancak böyle kavrıyabilirsiniz. Çünkü devlet ve halk işlerinde hiç lâubalîliği yoktu.

Bir zamanlar akrabasından birini Nafia Vekilliğine tavsiye etmişti. Bir müddet sonra bir akşam:

- Ben de onu su mühendisi sanırdım. Meğer sudan bir mühendis imiş, demişti.

En yakın münasebette olduklarının bile devlet hizmetlerinden uzaklaştırılmasına hiç ses çıkarmamıştır.

Hatıralar okunurken öyle bir duyguya da düşülüyor ki meselâ Atatürk işlerin sırrını ya sofrasında yalnız kaldığımız zaman zaman bana, ya bir gezintide baş başa bulunduğunuz vakit size, yahut aralarında bir üçüncüsü bulunmadığını görerek bir başkasına anlatmıştır.

Mavi boncuk kimdedir?

Haber vereyim ki Atatürk ne yaptığını, nasıl yapacağını, kimlere ne yaptıracağını, kimleri nasıl ve nerede kullanacağını bilir pek hesaplı bir adamdı. Yapmış oldukları üzerinde istediğiniz tenkitlerde bulunabilirsiniz. Fakat kendi varmak istediğine ulaşmaktan başka bir şey düşünmiyen, dostluklarının, yakınlıklarının, sözde sırdaşlıklarının üstünde bilhassa ''kendi kendine vefalı'' bir lider olduğu söz götürmez.

Tarih boyunca bütün kendi gibi olanlara benzerdi. O da bal veren bir çiçek değil, her çiçeğin kendine göre balını almasını bilen bir arı idi. Her çiçeğin kovan peteklerinde şüphesiz bir payı vardır. Fakat çiçeklerden hiçbiri, eğer arı olmasaydı, petekteki balı yapabileceğini söyliyerek övünemez. Ama bu balı zehir sayanlar da bulunabilir.

Otuz yıl nice kimselerden:

- Ben olmasaydım... demeğe benzer sözler duymuşumdur.

Şu var ki asıl mesele O'nun ''olmasında'' veya ''olmamasında'' idi. 1914'te Osmanlı Devletinin söz sahibi Enver yerine Mustafa Kemal olduğunu, 1919'da da Samsun'a Mustafa Kemal yerine Enver'in ayak bastığını bir tasarlayınız. Türk tarihinin gidişi başka türlü olurdu. Büyük fırsatlar fâni şahıslara bir milletin kaderini iyiye veya kötüye doğru değiştirmek imkânını verebilir.

Geçenlerde bir yazıma şöyle başlamıştım: ''Elli altmış sularında mısın, uydur uydur anlat! Geçmiş dediğimiz şey de buna döndü. Bazı övünmeleri işittikçe ve bazı hatıraları okudukça içimi bir şüphe basıyor:

- Acaba ben bu devrin içinde mi idim? Yoksa otuz yıl süren bir rüya hâli mi geçirdim?

''Benim tanıdığımı sandığım Atatürk, bana milletvekillerinden biri olduğum gibi gelen Meclisler, dinlemiş veya okumuş olmak sanısına düştüğüm hatipler ve yazarlar, acaba hepsi hayaletler mi idi? Yoksa hepsi çift idiler de ben sahte ikinciler ile beraber mi düşüp kalkıyordum? Doğrusu Shakes- pear'in listeleri arasında ya benden acayibi yoktur, yahut, eğer ben gerçekten o geçmişte yaşamışsam, eski devirden kalma olanların yüzlercesini hekimler, ruhçu ve akılcılar, trajedi, komedi, vodvil ve revü sanatkârları arasında dağıtıp ilme ve sanata hizmette bulunmalıyız."

Bu yazı biraz mizah, biraz yerme kılıklı olmakla beraber tam içimin sesi idi.

Ya ben kimim?

Ben haddini bilen bir yazı adamıyım. Cumhuriyet devrine ''Akşam'' gazetesinin dört sahibinden ve iki başyazarından biri olarak girdim. Cumhuriyet Halk Partisinin iktidar devrinden ''Ulus'' gazetesinin ''eski'' başyazarı olarak çıktım. Otuz yıl yazdım, konuştum, dinledim ve gördüm. Hepsi bu.

Kırk, bir olgunluk yaşıdır. Daha genç olanları bırakınız, bu yaştakilere bile geçen devre ait hangi hatıramı anlatsam, şaştıklarını görüyorum. Hemen hepsi:

- Ne olur, bunları yazsanız... diyor.

Ben de onları yanıma alıp 1881'den 1938'e doğru geçmişi dolaştırmak istiyorum. Bu dolaşmada benim dinlediklerimi işitecekler, gördüklerimi seyredecekler. Atatürk'ü ve onun devrini ben nasıl anladımsa öyle anlatmak istiyorum. Basit de bir metodum var. Fıkralar ve hatıralar içinde sindire sindire anlatmak! Gerçi bu bir dağıtmadır. Toplamayı okuyanlara bırakıyorum.

Bir okul tarihi değil, kendi hatıralarımı yazdığımı unutmayınız.

Kulağınıza bir şey söyliyeyim: Geçen devirde ne ben istedim, ne de bana vermediler. Hiç kimseden alacaklı değilim. Kendi orta hâlli köşemde bir fikir savaşçısı idim. Sonlarına yaklaşan ömrümü başka türlü bitirmeğe de niyetim yok.

Şahıslar arasındaki anlaşmazlıklar ve rakiplikler beni ilgilendirmediği gibi, şu bunu sevmediği, bu onu çekemediği, o buna gücendiği için tarih olaylarının değişmesi de lâzım gelmez.

Bu hatıralar gördüklerim ve işittiklerimdir. Gördüklerimin hepsi benden. İşittiklerimin çoğu Atatürk'ün ağzından!

Birinci Dünya Harbi üzerine yazdığım hatıraların adı ''Zeytindağı'' idi. Bu Kudüs'te bir tepenin adı. Yedek subaylığımı onun üstündeki Dördüncü Ordu Karargâhında geçirmiştim. 1923'ten 1938'e kadar hayatımın büyük bir kısmı da Çankaya'da, Atatürk'ün yakınlığında geçti. Çocukluk, gençlik, askerlik ve ihtilâlcilik hikâyelerini, eski ve yeni köşkünde, kendi ağzından dinledim. ''Hâkimiyet-i Milliye'' ve ''Milliyet'' gazetelerinde çıkan ilk hatıralarını ben yazmışımdır. Birçok günler uzun boylu baş başa kaldık. Hindenburg'a ait fıkralar Almanya Büyük Elçiliğinin şikâyetlerine sebep olduğu için bu hatıraları yarıda kestik. Geri kalan notlar bende idi. Ölümünden sonra 19 Mayıs'ın ilk yıldönümünde bu notlardan mütarekede İstanbul'da geçirdiği günleri anlatan bölümlerini toplayıp bir küçük kitapta yayınlamıştım.

Kuvay-ı Milliye ve devrim yıllarının birçok şöhretlerini, gerçek veya iğreti şahsiyetleri ile, Çankaya meclislerinde tanıdım. Atatürk'ün devlet sırlarını sofrasının üstüne döktüğü sanılmamalıdır. Resmî işlerini sorumlu hükûmet adamları ile görüşürdü. Akşam meclislerinde dostları ile buluşmak, olaylar ve şahıslar üzerine hatıralarını anlatmak, tartışmalarda bulunmak da eski âdeti idi.

Onun herkesi fikir ve karakter değeri kadar sırlarına yaklaştıran, devamlı bir telkin sanatının inceliklerini pek iyi kavrayan yaman bir politikacı olduğu unutulmamalıdır. Son büyük Makedonyalı idi. Sofrasında bulunanlar onu kendi kafalarının iki kulağı ile dinlemişler, çok defa yanılmışlardır.

Bir ''emir'' ve ''nehiy'' zorbası değil de inandırıcı, bağlayıcı bir lider olmayı istediği ve sevdiği için bazan yorucu, pek zeki olmıyanları şaşırtıcı dolaşık yollar seçmiştir.

Atatürk'ün davasına ölesiye bağlı, fakat içini dökmekten hiç çekinmiyen fikir arkadaşlarından biri Recep Peker'di. Hatıralarım arasında şöyle bir not var: Âdeta şakalı bir konuşmadan sonra bahis bilmem neden bu korku meselesine geldi. Atatürk, yanında oturan Recep'e:

- Sen benden korkmaz mısın? diye sordu.

Recep güldü. Atatürk:

- Karşıma geç! dedi.

Geçti:

- Korkar mısın, korkmaz mısın, söyle, dedi.

- Hayır, dedi, ne senin arkadaşların korkaktırlar, ne de sen korkunçsun. Biz inanarak senin ideallerine bağlıyız. Sen sevilen adamsın, korkunç olamazsın.

Atatürk:

- Gel gene yanıma otur, dedi.

Atatürk'ün anlatışı, ne nutuk söylemesine, ne de yazı yazmasına benzerdi. Ara sıra Rumeli ağzına kayan tatlı bir şivesi, gönül tellerine dokunan büyülü bir sesi, hiç bezginlik vermiyen renkli bir hikâye üslubu vardı. İnsanlarda beğenecek pek az şey bulmayı belki süs edinen nice titiz tenkitçiler, sohbet cazibesine kolayca kapılmışlardır.

Geçen otuz yıllık geçmişe doğru ne zaman başımı çevirsem, o tepeyi bir türlü gözden kaybedemem. Öne gelir, geriye gider, yana kaçar, öyle olur ki ondan başka bir şey görünmez, o kadar kaplayıcıdır, olur ki hiç olmazsa ta uzaktan gölgesi vurur, fakat hatıralarımı o tepenin hükmü veya etkisi altından kurtaramam. Onun için bu kitabın adını ''Çankaya'' koydum.

Büyükleri büyüklükleri, küçükleri küçüklükleri, bayağıları bayağılıkları, zevkleri acıları, hüzünleri tuhaflıkları ile içinden geçip geldiğim geçmiş seyredilmeğe değer.

Görüşüme, anlayışıma güvendiğiniz kadar yazdıklarıma inanabilirsiniz. Yanılmış olabilirim. Hele, tarih hafızam pek zayıf olduğundan, yıl, ay ve olay sıralarında yanılabilirim. Zorlamak, bozmak veya değiştirmek... Hayır!

Şarklılar için ya ''methiye'' ya ''hicviye'' vardır. İkbal adamlarını, ya borçlusunuz, baştan ayağa övmeli, ya kinlisiniz, tepeden tırnağa yermelisiniz. Bu türlü yazılarda şairin veya nesircinin hayal ve nüktelerini tatmakla kalırsınız. Fakat adamı tanımazsınız. Şark devlet adamlarının hatıraları da övünmekten veya savunmaktan öte geçmez.

Atatürk övülmekten hiç şüphesiz hoşlanmakla beraber, meselâ, Türkiye'de yayınlanmasına izin verilmiyen Armstrong'un ''Bozkurd''u kendi üzerine yazılmış eserler arasında en beğendiği idi. Bu kitabın haksız ve yanlış, hatta doğru da olsa yazılmasını hoş bulmıyacağımız tarafları olsa bile, Atatürk'ün şahsiyet ve karakter sırlarına hayli yaklaşan bir tarafı olmalı idi.

Hikâyeyi birçok kimseler bilir. Atatürk İzmir'e bir gidişinde Kordon boyundaki evinin salonuna büyük bir sofra kurulur. Davetliler tamam olup oturulacağı vakit, sokakta biriken halkın içerisini seyrettiğini istemiyen vali, perdelerin indirilmesini emreder. Atatürk der ki:

- Vali bey, dışarıdaki halk acaba bizim ne yaptığımızı sanıyor? İçki içtiğimizden şüphesi yok. Fakat şimdi masa üstünde kadın da oynattığımızı ve kim bilir daha neler yaptığımızı zannedecekler. İçki içmekten başka bir şey yapmadığımızı görmeleri için perdelerinizi açtırınız.

Sözlü, oyunlu ve kadınlı toplantılardan biri idi. Sofranın iki türlü dağılışı vardı. Ya Atatürk'e iyice uyku ve yorgunluk basar, arkadaşlarına izin verir ve yatak odasına çıkar, yahut, yabancı ve yarı bildiklerle vedalaşıp birkaç yakın arkadaşını alıkoyardı. Yemek odasında veya eğer bahar ve yaz günleri ise, köşkün bahçesinde kalanlarla biraz daha vakit geçirdikten sonra, hafifler ve ayrılırdı.

O gece bazı aşırıca sahneler geçti. Gülüşe oynaşa sabahladık. Atatürk benimle birkaç kişiyi sona bıraktı. Gece üstüne bir hayli dedikodu yaptık. Çıkıp gideceğimiz sıra kendisine dedim ki:

- Şimdiye kadar sizin için yalnız yabancılar yazdı. Biz yanınızdayız. Sizi ve eserinizi daha iyi tanıyoruz. İzin verir misiniz? Yakup Kadri ile sizin için bir kitap hazırlasak...

Ferah ve uyanık bir bakışla beni süzdü:

- Dün geceyi yazacak mısınız?

- Canım efendim, bu kadar hususiyetlerinize girmeye ne lüzum var?

- Ama bunlar yazılmazsa ben anlaşılmam ki... Siz de başkalarının yazdıklarını tekrarlamış olursunuz.

Yaptığını saklamak riyakârlığından, kendi gibi, halkı da kurtarmaya çalıştı. Bir yaz ikindisi Dolmabahçe Sarayı'ndan bir motörle Kalamış Körfezi'ne kadar uzanmıştık. Koy sandal dolu idi. Ortalarına sokulduk. Herkesin gözü Atatürk'te ve hepsi put. Ses yok, kımıldanış yok. Atatürk garsona:

- Bize bira getiriniz, dedi.

Getirdiler. Kadehini kaldırarak:

- Şerefinize vatandaşlar... deyince kimi yanı başında, kimi oturduğu yerin altında sakladığı içki kadehlerini:

- Şerefine paşam... diye kaldırıp içtiler. Bütün koy neşe içinde çalkalanıp durdu.

Hatıralarımdan gizleme çabasına düşmeyişim, yalnız Atatürk'ün o sabahki öğüdünü tutmak için değildir. Atatürk kadar iç ve dış, özel ve resmî yaşayışı birbirine karışan, iç içe giren, hatta birbirinden ayrılmayan belki pek az tarih adamı vardır. İç yaşayışı üzerine hikâyeler yazılması doğru değildir diye görünebilir. Fakat onu anlamak ve o anlatmak için bunlar, devrimlerinden veya eserlerinden herhangi birinin cansız belgeleri kadar faydalı olsa gerek. Atatürk, toplam hesaplaşmasında, içinde göründüğü bütün olayların üstünden bakar olur. Dikeni çalısı ayağınızı yalıyarak indirdiğiniz bir dağ gibi, geri dönüp baktığınızda onun ancak yüceliği altında ezilirsiniz.

Herkes gibi Atatürk'ün insanlığı iştahlardan, hırslardan, heyecanlardan, gurur ve öfkelerden, zaaf ve kuvvetlerden, iç varlığın düzlerinden, iniş ve çıkışlarından yoğrulmuştur. Eseri bu insanlığın derinliklerinden gelme, kaynaklarından doğmadır. Atatürk'ü ayıklıyarak değil, bir tabiat parçası gibi, toplu ve tam ele almalıdır.

Büyük adamlar için hayranları, dostları, düşmanları, hatta uşakları hatıra yazmışlardır.

Napoleon bir akşam sofrada otururken, yeni oynanan bir piyesten bahsederler. Piyeste bir de imparator rolü varmış. Napoleon, bu role hangi aktörün çıkmış olduğunu sormuş. Sonra da kendisini saraya çağırtarak:

- İmparator rolünü nasıl yaptın, tekrarla da bir göreyim, demiş.

Aktörün rolü pek iyi yapmış olduğunu söylemeğe lüzum yok. Fakat Napoleon'un bizzat kendisi imparator! Bir imparatorun ne gibi hâllerde nasıl davranacağını onun kadar bilmek kimin haddi?

- Yerinize oturunuz, der ve kalkıp bu rolün nasıl yapılması lâzım geldiği hakkında kendisi canlı bir ders verir.

Olayı Napoleon'un uşağı yazmıştır. İmparatoru daima başında tacı ve altında tahtı ile göstermek isteyen safdil âşıkları için:

- Anlatılmasa daha iyi olmaz mıydı? denecek bir hikâyedir ama, bizi Napoleon'un insanlığına yaklaştırıcı ve ısındırıcı bir tadı yok mu?

Asıl mesele kötülü iyili, aşağılı yüksekli hatıralar içinde bir tarih adamının nasıl kişilik bağladığıdır.

Cumhuriyetin ilk zamanlarında memlekette Atatürk düşmanlığını yaymak için bilhassa hususî hayatını ele alanlar pek çoktu. Bunlardan biri, Kocaeli köylerinden birinde Atatürk'ün koynuna her gece bir bakir kız verildiğini söyler. Ak sakallı bir ihtiyar der ki:

- Haydi be canım, ölünceye kadar her gece bir kız verseler, Yunan askerlerinin bir gecede yaptığını yapmağa ömrü yetmez.

Sıcağı sıcağına zafer günlerinde böyle idi. Daha sonra, Serbest Fırka denemesinde bizim ak sakallının hafızasından hayli kaybettiğini de gördük.

Falih Rıfkı ATAY

Mustafa Kemal1881 - 1914Çocukluğu ve İlk Gençliği

Atatürk 1881 tarihinde Selânik'te Ahmet Subaşı Mahallesi'nde Sanayi Okulu karşısında orta hâlli bir ahşap evde doğdu. Babasının adı Ali Rıza, anasının Zübeyde'dir. Otuz yaşını geçen evli kadınlara dendiği üzere, Zübeyde Molla Selânik'e birkaç saat uzak Sarıyer adlı bir Yörük köyündendir. Mustafa Kemal ana tarafından Yörüktür. Ondaki Altaylı tipi bundan olsa gerek.

Ama aslı Tesalya fethinden sonra Anadolu'dan göçmüş, 1810'da Vodina'da Sarıgöl bucağından Selânik'e gelip yerleşmiştir. Bu göçmenin adı Feyzullah'tır, soyadı Hacı Sofular. Kızı Zübeyde'nin iki kardeşi vardı. Biri Lankaza'da ahçılık eden Hasan, ikincisi Selânik eşrafından Hacı Sami Bey'in çiftliğinde Subaşı Hüseyin.

Genç yaşında evlendiği Ali Rıza Efendi, Katerin ilçesinin Pasaport Köprü denen yerinde gümrük muhafaza memuru idi. Aralarında yirmi yaş fark vardı. Kızıl bıyıklı ve iri yarı idi. Babasına Kırmızı Hafız Ahmed derlerdi. Aydın'ın Söke taraflarından gelmişlerdi. Memurlukta iyi geçinemediği için keresteci Cafer Efendi ile ortak olmuştu. Önce iyi kazanıyordu. Islahhane semtindeki üç katlı evi bu sırada aldı. Sonra işleri bozulunca 1887'de kayıptan ve sıkıntıdan acılanarak öldü. Bir kızı Naciye'yi daha önce kaybetmiştir.

Şark'ta büyümüş kimselere çok defa hanedanımsı bir kütük uydurmak istiyenler çıkar. Mustafa Kemal kendinden öncesine meraklı ve pek bağlı değildi. Gerçi 1876'da, ilk Kanun-ı Esasi'nin ilân edildiği güne raslıyan 23 Aralıkta Selânik'te kurulmuş Asakir'i Milliye Taburundaki gönüllü subaylardan biri babası olarak öne sürülmüştür. Resmi ötekilerden ayrılarak büyütülmüştür. İstanbul hürriyetçilerine yardım etmek için toplanan bir millî kuruluşta babasının da bulunmuş olması Mustafa Kemal'in hoşuna gidecek bir şeydi ama inanmış mıdır, sanmıyorum. hatta bir gün alaylıca bir dille:

- Bu bizim peder değildir, dediği kulağıma gelir.

Ali Rıza Efendi sağ iken bu orta hâlli ailenin başlıca kaygısı çocuklarını okutup yetiştirebilmekti. Mustafa yedi yaşına basınca ana baba arasında anlaşmazlık çıktı. Zübeyde Mollaya göre oğlu ilâhilerle Kasımpaşa semtine yakın medrese ilkokuluna, babasına göre yeni usul eğitim yapan Şemsi Efendi Okuluna gitmeli idi. Atatürk der ki:

- Nihayet babam bir kurnazlıkla işin içinden çıktı. Önce ilâhi ve alayla mahalle mektebine başladım. Biraz sonra Şemsi Efendi Okuluna yazıldım.

Mustafa pek küçük yaşta öksüz kaldı. Ailenin geçineceği olmadığı için anası oğlunu okuldan alarak Lankaya taraflarında ağabeyi Hüseyin ağanın çiftliğine gittiler. Dayısı Mustafa'yı çiftlik işlerinde yetiştirmeğe karar verdi. Atatürk kız kardeşi ile beraber karga kovmak için bakla tarlası bekçiliği ettiğini hiç unutmamıştır. Devlet başkanlığı zamanında bir misafiri bu tarla bekçiliği hikâyesine:

- Aman efendimiz... yollu, estağfurullaha benzer, bir inanamazlık göstermesi üzerine:

- Evet öyledir. Ben de herkes gibi doğdum, büyüdüm. Doğuşumda bir ayrılık varsa Türk oluşumdan ibarettir, demişti.

Bir halk çocuğu olmakla övünürdü.

Mustafa'yı yakındaki bir Rum okuluna vermeği düşündüler. Vazgeçtiler. Çiftlik yazıcısı Karabet Efendinin derslerinden pek faydalandığı yoktu. Lankaya'da beş altı ay kaldıktan sonra bir sonbahar günü dayısı ile çayırda dolaşırken Mustafa'yı eve çağırdılar. Selânik'te teyzesi yeniden okula yollamak için çocuğu yanına almaya karar vermişti. O zaman on yaşında bulunan Mustafa'ya göre çiftlikte kalsa daha iyi idi. Fakat ister istemez anası ile Selânik'e döndü. Halasının kocası gümrük memurlarından Hacı Hüseyin Efendi idi. Okul işinde bu aileye Evrenoszade Muhsin Bey yardımda bulunmuştu. Atatürk'ten çok defa bu Muhsin Bey ailesine bağlılığını duymuşumdur.

1894'te Selânik'te sivil rüştiye (ortaokul) mektebine girdi. Fakat orta öğretimini burada tamamlamak kısmet olmadı. Aynı zamanda müdür yardımcılığı eden ve kendine Kaymak Hafız denen matematik hocası Hüseyin Efendi bol dayak atan sert bir kimse idi. Atatürk derdi ki:

- Berbat bir adamdı. Ondan çok korkardım. Beni döverse ne yaparım, diye düşünürdüm.

Nitekim sınıf arkadaşlarından biri ile kavga ettiği sırada Kaymak Hafız'ın eline düştü. İnsafsızca dayak yedi, kan içinde kaldı ve bu yüzden okuldan çıktı.

Komşularından Kadri Bey adında bir binbaşının oğlu Ahmet askerî rüştiyeye gidiyordu. Onun asker esvabına imrenen Mustafa ille aynı okula girmek, sokakta gördüğü üniformalı subaylar gibi olmak hevesine kapıldı. Anasını yokladı. Hiç de asker olması taraflısı değildi. O kimseden habersiz kabul imtihanlarına girdi ve sağladığı başarı ile kendisini öğretim süresi dört yıl olan rüştiyenin üçüncü sınıfına aldılar. Zübeyde Hanım olup bitene boyun eğmek zorunda kaldı. Arkadaşları arasında hemen kendini göstermişti. Matematiğe bilhassa meraklı idi: ''Az bir zamanda bize bu dersi veren öğretmen kadar, belki daha çok bilgi edindim. Dersler üstünde problemlerle uğraşıyordum. Yazılı sualler hazırlıyordum. Matematik hocası da yazı ile cevap verirdi. Hocamın adı Mustafa idi. Bir gün bana, oğlum senin de adın Mustafa benim de. Bu böyle olmaz. Arada bir fark bulunmalı. Bundan sonra senin adının sonuna bir Kemal ekliyelim dedi. O günden beri adım Mustafa Kemal'dir.'' Hoca sert bir adamdı. Sınıfta birinci ikinci tanımazdı. Bir gün bize:

- Aranızda kendilerine kimler güveniyorlarsa kalksınlar, onları müzakereci yapacağım, dedi. Önce durakladım. Öyleleri ayağa kalktı ki ben oturmayı daha doğru buldum. Bunlardan birinin de müzakereciliği altına girdim. Müzakere ortasında dayanamadım, ayağa kalkarak, ben bundan daha iyi yaparım, dedim. Bunun üzerine hoca beni müzakereci yaptı ve eskisini benim altıma koydu.

Çocukluk arkadaşlarının anlattığına göre rüştiyede iken Kulekapı Mahallesi'nde bir kızla bir aşk hikâyesi olmuştur. Akşamları okuldan çıkar çıkmaz eve koşar, esvaplarını ütületir, zıpzıp oynıyan çocukları seyretmek bahanesi ile kızı pencereden görmeğe gidermiş. Ölüm yatağına kadar süren iyi giyinmek titizliği bu aşk günlerinden kalmıştır, derler.

Mustafa Kemal 1898 yılı başında asker rüştiyesinden sınıfın dördüncüsü olarak diploma aldığı vakit on beş yaşında.

Anası Zübeyde Hanım kocasından kalma dul maaşı ile geçinemiyordu. O sırada Larisa'dan göçmen olarak gelen tütün rejisi memurlarından otuz iki-otuz üç yaşlarındaki Ragıp Bey'le evlendi. O da eski karısından iki veya üç çocuklu bir duldu. Ragıp Bey iç güvey olarak eve geldi. Mustafa Kemal bu evlenmeyi bir türlü içine sindirememişti. Evi bırakarak Horhor Mahallesi'nde oturan halası Emine Hanımın yanına gitti. Manastır askerî idadisine (lise) gidinciye kadar anasının evine pek az uğradı. Yeni baba üvey oğluna saygılı idi. Birinci Dünya Savaşından sonra, işleri için kalmış olduğu Selânik'te ölmüş, Atatürk kendisine devamlı olarak yardım etmiştir. Yeni bir baba edinmek gururunun almıyacağı bir şeydi ama, Ragıp Bey için kötü bir hatırası da yoktu. Üvey ağabeyi Süreyya için pek iyi konuştuğunu hatırlarım. Bilindiği üzere Türk kadınının o kapalılık devirlerinde Türkler arasında cinsî ahlâk pek bozuktu. Delikanlı için güzellik bir tehlike idi. Mustafa Kemal de altın yeleleri, henüz terliyen sırma bıyıkları, pembe teni, mavi gözleri ile bir erkek güzeli idi. Bir gün kendisini Süreyya ağabey çağırmış, sustalı bir çakı vermiş.

- Ne olur olmaz, ırzını bununla koruyacaksın, demiş. Yüzbaşı Süreyya Toyran'da intihar etmiştir. İkinci üvey kardeşi reji memuru Hakkı Bey'di.

Son sınıf imtihanlarına ''mümeyyiz'' olarak gelen Hasan Bey adında bir kurmay, Mustafa Kemal'e idadi öğrenimini nerede yapacağını sormuş. İstanbul'a gitmek istediğini söyleyince:

- Hayır, demiş, Manastır'a gidin. Daha iyi yetişirsiniz.

Üç arkadaşı ile Manastır'a gitti. Kendisi lisedeki ilk zamanlarını şöyle anlatmıştı:

- Bana matematik çok kolay geldi. Kendimi bu derse verdim. Fakat Fransızcada geri idim. İlk üç aylık tatili geçirmek üzere Selânik'e geldiğimde gizlice Fransız mektebinin hususî sınıfına devam ettim. Fransızcamı ilerlettim.

Bu mektep Tophane'deki Colléyye des fréres'di. Mustafa Kemal'e göre ''bir kurmay mutlak bir yabancı dil bilmeli" idi.

Arkadaşları arasında güzel konuşan ve şiir yazan Ömer Naci vardı: ''Bir gün benden okumak için kitap istedi. Verdiklerimden hiçbirini beğenmemesi pek gücüme gitti. Edebiyat diye bir şey olduğunu o zaman öğrendim. Şiire heves ettim. Eğer kitabet hocam alay emini Mehmet Asım Efendi imdadıma yetişmeseydi şair olup çıkacaktım. Asım Efendi bir gün beni çağırdı, bak oğlum, dedi, şiiri, edebiyatı bırak, sen iyi bir asker olmalısın, öteki hocaların da benim fikrimde, sen Naci'ye bakma, hayalperest bir çocuk o, ilerde iyi bir şair ve kâtip olabilir, fakat iyi asker olamaz, dedi. Gerçekten de hocamın dediği çıktı. Ömer Naci çok istediği halde kurmay olamadı.''

Mustafa Kemal tarihe de meraklı idi. Hocası bir milliyetçi subaydı.

19 uncu asırda en büyük savaşımız 1877-78 Türkiye - Rusya Harbi olmuştu. Ruslar İstanbul kapılarına kadar gelmişlerdi. Mustafa Kemal henüz doğmamıştı. Fakat Manastır asker lisesinde o yıkıcı bozgunun sebeplerini öğrenmeye büyük önem verdi idi. Manastır çevresinde Sırp ve Bulgar çeteleri dağa çıkmakta, Türk köylerini basmakta idiler. Mustafa Kemal'in içine ilk defa bu lisede vatan kaygısı çöktü. Topraklarımız üstünde ağırlaşan tehlike havasını nefesleri içinde duyduğu sırada 1897 Türk - Yunan Savaşı çıktı. ''Gençliğimin en heyecanlı günlerini yaşadım. Küçük yaşıma bakmıyarak gönüllüler arasına katılmak istiyordum.''

Gençler davul zurna sesleri arasında, ellerinde bayrakları ile cepheye koşuyorlardı. Aralarında bıyıkları henüz terliyen çocuklar da var. Bazı arkadaşlarının anlattıklarına göre o da arkadaşlarından biri ile okuldan kaçtı. Katılacakları bir kıta ararken gece vakti bir kapı önüne geldiler. Mustafa Kemal kapı tokmağını vurdu. Kapıyı açan kadın sesini çıkarmadan içeri çekildi. Sonra lâmbayı gençlerin yüzüne tutarak:

- Mustafa sen burada ne arıyorsun? dedi.

Bu, Selânik'te uzun müddet kalmış, Zübeyde Hanımı tanıyan bir Bulgar kadını idi. Mustafa'yı içeri alarak:

- Nereye gidiyorsun? dedi.

- Cepheye... Yunanlılarla çarpışmaya...

Kadıncağız güçlükle Mustafa Kemal'i kararından vazgeçirebildi.

Çocukluk ve ilk gençliği hikâyesini bitirmeden önce Mustafa Kemal'in çok onurlu olduğunu söyliyelim. Mahallesinde sokak oyunlarını seyreder, fakat katılmazdı. O zamanki arkadaşlarından birinin anlattığına göre bir gün komşu çocukları birdirbir oynuyorlarmış. Kendisini de çağırmışlar:

- Gel, sen de oyna, demişler.

Mustafa:

- Peki, demiş ve olduğu yerde ayakta durmuş.

- Ama eğil ki atlıyalım, demişler.

Mustafa başını sallıyarak:

- Ben eğilmem. Üstümden böyle atlıyabilirseniz atlayın, diye cevap vermiş.

Mustafa Kemal 13 Mart 1889'da Pangaltı'da harp okuluna girmiştir.

Mustafa Kemal'in Atatürklüğü bu okulda başlıyacaktır. Onun için 19 uncu yüzyıl sonunda içinde doğup büyüdüğü ortamın şartları üzerine bir göz gezdirelim.

Bir çocukluk arkadaşı der ki:

- Bir kolağasının kızı Müjgân'ı sevmişti. Ona verirler mi idi, şüphesinde iken, yolla ananı, nişanlan, demişlerdi. Onurunu hiçbir şeye değişmediği için, reddedilmekten, karşılık görmemekten çekinirdi. Utangaçtı. Büyük yaşlarına kadar içki bu utangaçlıktan sıyrılmasına yardım etmiştir. Kadınlara yalvaranlara kızardı. Hayali genişti. Saatlerce kendi başına düşündüğü olurdu.

Ortam

Mustafa Kemal Makedonya'da doğdu ve büyüdü. Makedonya on yedinci asrın sonlarına kadar Viyana kapılarına doğru giden Osmanlı ordularının fetih destanları havası içinde idi. Makedonya'da yerleşen Türklerin bir adı da ''evlâd-ı fâtihan'', ''fatihlerin çocukları''dır. On yedinci yüzyıldan beri Batı yeniçağa ulaşma yolundadır. Osmanlı İmparatorluğu Cermen ve Islav akınları önünde ülkeler kaybetmiştir. Büyük Petro Rusya'yı Batı medeniyet düzeni içine sokmuştur. Osmanlı Devleti Batı önünde bu çekilişinin ana sebepleri üzerinde esaslı durmamıştır. Medrese ulum-i akliye denen müsbet ilimlere büsbütün kapılarını kapamıştır. Devlet zayıfladıkça, eskisi gibi doyumluk ve ulufe alamıyan yeniçeriler büsbütün disiplinden çıkarak ikide bir kazan kaldırır, padişah indirir, vezir boğdurur, yeni deyimi ile, sık sık ''taklîb-i hükûmet = hükûmet devirme'' krizleri iç huzuru büsbütün bozucu olmuşlardır. On sekizinci asrın ortalarından beri kurtulmak için Batı sistemi bir ordu ve düzen kurmayı düşünenler olmuşsa da çoğu seslerini bile yükseltmek cesaretini gösterememişler, Müslüman halk yığınlarını ve iktidarları baskısı altında tutan medreseden yetişme ve gittikçe daha düşük, daha dar kafalı ve ''müteassıp'' ulema takımı ise herhangi bakımdan Batı'ya benzemeği ve uymayı ''küfür'' saydığı için, Üçüncü Selim gibi, yeniçeriler yanında bir de ''Nizam-ı Cedid'' denen Batı sistemi ordu kuranlar da boğazlanmışlar (1808) ve kurdukları ordu dağıtılmıştır.

Yabancı dil öğrenmek günah sayıldığı için dış politika hiyanetleri Osmanlı topluluğundan ayrılmak istiyen ve Fenerli denen Rumların elinde idi.

1808'de Fransız ihtilâli milliyetçilik ve hürriyet ülküsünü çoktan yaydığı için, Avrupa'nın kapı eşiğindeki imparatorluk Hristiyanları da uyanmışlardı. Bilindiği üzere Türkler, İspanyolların yaptığı gibi, kendi dinlerinden olmıyanları öldürmemişlerdir. Bu bir yandan, İslâm dininin kitap ve peygamber sahibi öteki dinlere karşı tolérance'ından, bir yandan da Müslüman olmıyanlar haraca bağlandığı için Hristiyanların belli başlı vergi kaynağı olmalarından ileri gelir. Yunan isyanı sırasında Avrupa Türkiyesindeki vilâyetlerde suçlu suçsuz Rum öldüren bir paşaya yazdığı mektupta sadrazam, yalnız, neden suçsuzları da öldürüyorsun, demez, her öldürdüğün Hristiyanla devlete vergi kaybettirdiğini unutuyor musun, der.

Cermen ve Islav akınları ve büyük Batı devletlerinin baskısı altında Romanya elden çıkmış, Sırbistan ve Yunanistan bağımsızlık yolunu tutmuş, devletin zaafını sömüren bir vali, Mehmet Ali Paşa, devletine baş kaldırarak Mısır'ı hükmü altına almıştır.

Sonunda yeniçeriliği İkinci Mahmud, kabristanlardaki mezar taşlarına kadar kırarak kaldırmış, bir yeni ordu kurmuştu. Padişah tarafından Türkiye'ye çağrılan Prusya subayları arasındaki Moltke 7 Nisan 1836'da Beyoğlu'ndan yazdığı mektubunda Osmanlı İmparatorluğunun durumunu şöyle anlatmaktadır: ''Uzun zaman Avrupa ordularının görevi, Osmanlı egemenliğine set çekmekti. Bugün ise Avrupa politikasının tasası bu devletin kendi varlığını koruyabilmesidir. İslâmlığın Batı'nın büyük bir kısmını hükmü altında tutacağından haklı olarak korkulduğu devir geçeli pek çok olmamıştır. Hristiyanlığın asırlardan beri kök saldığı ülkeler, havarilerin klâsik toprağı, Korinth ve Efes, Nikomedya, İskenderiye, Sinodlar ve kiliseler şehri İznik, Hristiyanlığın beşiği ve İsa'nın mezarı, Filistin ve Kudüs, hepsi önce Müslümanların, sonra Türklerin ellerine geçmiştir. Müslümanlar Avrupa'nın bütün şövalyelerine karşı mukaddes toprakları savunmuşlardı. Roma İmparatorluğunun uzun ömrüne son vermek ve 1000 yıldan fazla zamandan beri İsa ve azizlerinin kullandığı Ayasofya Kilisesi'ni cami yapmak onlara kısmet olmuştur. Türkler Steiermak ve Salzburg'a kadar ilerlemişlerdi. O zamanki Avrupa'nın en başta gelen hükümdarı başkentinden kaçmış, nerede ise Viyana'daki Stephan Kilisesi de Bizans'taki Ayasofya gibi bir cami olacaktı.

''O vakitler Afrika çöllerinden Hazar Denizi'ne ve Hind Okyanusu'ndan Atlantik kıyılarına kadar bütün ülkeler Osmanlı padişahının emrinde idi. Venedik'le Alman imparatorları Bab-ı âli'nin haraç defterine kayıtlı idiler. Akdeniz kıyılarının dörtte üçü ona boyun eğmiştir. Nil, Fırat ve hemen hemen Tuna Türk nehirleri, Ege ve Karadeniz Türk iç denizleri olmuştu. Bunun üzerinden iki yüzyıl geçmemiştir ki aynı ulu imparatorluk gözlerimizin önünde bir dağılma ve çözülme tablosu olarak durmaktadır ve bu hâl onun yakında sona ereceğini anlatıyor gibi...

''Yunanistan bağımsızlığını kazanmıştır. Eflak ve Sırbistan Bab-ı âli'nin egemenliğini ancak görünüşte tanımaktadır. Türkler bu yerlerden sürüldüklerini görmektedirler. Mısır bir bağımlı eyaletten fazla bir 'düşman hükûmet'tir. Zengin Suriye ve Kilikya, alınışı elli beş hücum ve yetmiş bin insan hayatına mal olan Girit, kılıç bile çekilmeden elden çıkmış ve bir asi paşanın malı olmuştur (1). Trablus'ta egemenlik henüz şöyle böyle kurulmuşken yeniden gene elden çıkmak üzere. Akdeniz kıyılarındaki öteki Müslüman ülkelerinin artık Bab-ı âli ile hemen hemen hiç bağlantısı yok. Eğer Fransa bu ülkelerden en güzelini kendisi için alıkoymakta kararsız ise bu, İstanbul'daki vezirler divanından fazla St. James'teki İngiliz kabinesinden çekinmekte oluşundandır. Arabistan'da, hatta mübarek şehirlerde, Medine ve Mekke'de çok eskiden beri padişahın gerçek hiçbir hükmü yok. Hükûmete bağlı yerlerde de padişahların hükümranlık hakkı çoğu zaman sınırlı. Fırat ve Dicle kıyılarındaki milletler pek az bağlılık göstermekte, Karadeniz ve Bosna'daki eşraf padişahın iradesinden fazla kendi çıkarlarına düşkün. İstanbul'dan uzaktaki şehirlerin oligarşik bir idare şekilleri var. Öyle ki hemen hemen bağımsız gibi bir şey.

''Böylece Osmanlı saltanatı gerçekte bir krallıklar, prenslikler ve cumhuriyetler yığını haline gelmiştir. Bunları uzun bir alışkanlıkla, Kur'an birliğinden başka tutan bir şey yoktur.

''Çok eskiden beri Avrupa politikası Bab-ı âli'yi menfaatlerine aykırı harplere sürüklemiş veya geniş topraklara mal olan barışlara zorlamıştır. Fakat devletin kendi toprağında, Batı'nın bütün ordu ve donanmasından daha korkunç görünen bir düşman vardı. 3 üncü Selim yeniçerilerle savaşının taht ve hayatına mal olduğu tek hükümdar değildi. Buna rağmen onun yerine geçen Mahmud II bu askere güvenmektense bir reformun tehlikesini göze almayı yeğ gördü. Dereler gibi kan akıtarak maksadına ermiştir. Padişah Türk ordusunu yok ettiği için kendini bahtiyar sanırken, Yunan yarımadasındaki ayaklanmayı bastırmak için Mısır Valisi Mehmet Ali'yi yardımcı çağırmak zorunda kalmıştır. O zaman üç Hristiyan devlet, Fransa, İngiltere ve Rusya, aralarındaki geçimsizliği unutarak, ilk ikisi padişahın donanmasını vurup bitirdiler. Rusya'ya da Türkiye'nin kalbinin yolunu açtılar.

''Memleket aldığı bunca yarayı iyileştirmeden Mısır paşası Suriye'den ilerliyerek Sultan Osman'ın son torunu devletinin batması tehlikesi altında kaldı. Yeni kurulmuş ordu isyancılara karşı koydu ise de haremden yetişme generaller bu orduyu harcamışlardı. Sultan Mahmud Rusya'yı yardıma çağırdı. Tabiî düşmanı ona gemileri, parası ve askeri ile yardıma geldi. O vakit dünya, 151.000 Rus askerinin padişah ve sarayını savunmak için Boğaziçi Asya yakasındaki tepelerde ordugâh kurması gibi garip bir olay karşısında kaldı. Türkler arasında büyük bir hoşnutsuzluk baş göstermişti. Yenilikler birçok menfaatleri zedelemişti. Ulema nüfuzlarını kaybetme kaygısı içinde idiler. Ölümden arta kalan binlerce yeniçeri ile, boğulan, denize atılan veya topla vurulan binlercesinin dostları, yakınları her yere sokulmuşlardı. Ermeniler yakında uğradıkları zulümleri unutmamışlar, Rumlar ise başta Türkleri düşman ve Rusları ise kendi dindaşları saymakta idiler. Türkiye bir ordu çıkaracak hâlde değildi.

''Yabancı ordular imparatorluğu batış uçurumuna kadar sürüklemişler, gene yabancı ordular onu kurtarmışlardı. Türkler kendilerinin de bir orduları olmasını istiyorlardı. Büyük çaba ile 70.000 kişilik bir ordu kurabildiler. Bu kuvvetin Osmanlı İmparatorluğu ülkelerini koruması için ne kadar yetersiz olduğu haritaya bir bakışla hemen anlaşılabilir. Birçok yerlere dağılan böyle bir kuvveti, tehlikeye uğrayan bir noktaya toplamıya sadece mesafeler engel olur. Bağdat'taki asker Arnavutluk'taki İşkodra'dan üç yüz elli mil uzaktadır. Şimdilik Türk ordusu eski ve tamamiyle sarsılmış bir temel üzerinde yeni bir yapıdır. Osmanlı hükûmeti bugün güvenliğini ordusundan fazla yapacağı anlaşmalarla sağlıyabilir. Osmanlı Devletinin her şeyden önce düzenli bir idareye ihtiyacı var. Şimdiki idare ile hatta bu yetmiş bin kişilik zayıf orduyu bile devamlı olarak zor besleyebilir.

''Memleket fakir. Devlet gelirleri azalmıştır. İhtiyaçları karşılamak için hükûmetin yapabileceği son şeyler, servetlere ve miraslara el koymak, devlet hizmetlerini satmak, hediyeler koparmak, paranın ayarını bozmaktır. Para ayarının bozulması son haddine gitmiştir. Bu belâ Türkiye'de her memleketten fazla ağırdır. Çünkü burada toprağa pek az sermaye yatırılmaktadır. Servet denen şey çok defa paradan ibarettir. Türkiye'de para malın kendisidir. Çok yüksek olan yüzde yirmi resmî faiz sermayelerin işletilmesi için bir belge olmaktan çok uzaktır. Bu, sadece parayı elden çıkarmanın bağlı olduğu tehlikeyi gösterir. Burada bütün zenginliklerin esas şartı, onları kurtarabilmektir. Hristiyan ve Yahudi bir fabrika, bir değirmen veya bir çiftlik kurmaktansa yüz bin liraya bir mücevher satın almayı daha iyi bulur. Eğer bir hükûmetin ilk şartlarından biri güven duygusu uyandırmaksa, Türk idaresi bu görevi asla yerine getirmemiştir. Hristiyan ve Yahudilere yapılan haksızlıklar, herhangi birinin sermayesini ancak zamanla kâr getirecek işlere yatırmasına elvermez. Ticaret bir mamul eşya ve ham madde değişiminden ibaret. Türk, ham maddesi kendi toprağında yetişen bir okka dokunmuş kumaşa, on okka ham ipliğini verir.

''Tarım durumu bundan da kötü. Eskiden mahsullerinin yarısını İstanbul'a getirmek zorunda bulunan Buğdan, Eflak ve Mısır'ın, bu büyük zahire ambarlarının kapanmış olmasından hayat pahalılığı durmadan artmıştır. Hükûmet kendi kendine tesbit ettiği fiyatlarla satın aldığından memlekette kimse tarımla uğraşmak istemez. Zorla satın almalar bu Türkiye'de, yangın ve vebanın ikisi bir arada olmasından daha büyük belâ. Bu yalnız refahı yok etmekle kalmaz, refahın kaynaklarını da kurutur. Böylelikle hükûmet, 800.000 nüfuslu bir şehrin kapılarından bir saat ötede uçsuz bucaksız verimli topraklar ekilmeksizin dururken, buğdayı Odesa'dan satın almak zorunda kalır.

''Bir zamanlar o kadar kuvvetli devlet yapısının dış uzuvları kurumuş, bütün hayat kalbine çekilmiştir. Başşehrin sokaklarındaki bir ayaklanma Osmanlı hükümdarlığının ölüm olayı olabilir. Bu devlet düşme sırasında durabilir ve kendini organik bakımdan yenileyebilir mi, yahut yok olmak kaderinde midir, bunu gelecek gösterecektir.''

Bu tablo karşısında Osmanlı Devletinin on dokuzuncu asırdan nasıl sağ çıkabildiğine insanın inanmıyacağı gelir. Gerçi Abdülmecid devrinde biri 1839'da, biri 1856'da reform fermanları Hristiyanlara hukuk eşitliği vererek, bilhassa Rusya'nın elinden savaş ve imparatorluğu parçalama bahanesini almak, Avrupa sistemi okullar açarak, sivil idare kurarak, hükûmete batıkâri bir kuruluş vererek yeni düzen yolunda ilerlemek istemiştir. Fakat asıl davanın devletin teokratik karakterine son vermek, din ve dünya işlerini ayırmak, ticaret ve endüstri yoluna dökülmek olduğu bir türlü anlaşılamamış, kilise ve okul el birliği ile gelişen ve ilerliyen eski ''reaya'' memleket ekonomisine hâkim olmuşlar, Türkler kendi ülkelerinde bu eski ''reaya''nın ve imtiyazlı yabancıların tepeden baktıkları sömürge yerlileri hâline düşmüşlerdir. Reform hareketlerine rağmen, sivil okulları, hatta üniversite, şeriatçıların kontrolü altında idi.

Batı'nın pençesinden kurtulmak için girişilen reformları medrese ve cami asla benimsememiş, halk yığınları da onların manevî hâkimiyeti altında olduğu için, Batı medeniyetçiliği pek küçük bir azınlığın malı olmuştur. Daha yirminci yüzyıl başlarında bile ancak İstanbul, Selânik ve Beyrut gibi Frenkli ve Hristiyanlı şehirlerde kravatlı ve Avrupa giyimli Türklere raslanırdı. Taşralarda sivil ve asker idare adamları ile halk arasında fark, sömürgelerdeki koloni adamları ile yerliler arasındaki farkı andırırdı. Orduda okuma yazma bilmiyen küçük, orta ve yüksek rütbeli subaylar çoktu.

On dokuzuncu asrın sonlarına doğru ''can çekişen'' hasta adamın en zayıf yeri Makedonya'dır. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Selânik'e inmek, Yunanistan kuzeye, Sırbistan güneye doğru genişlemek, Bulgaristan büyümek ister. Sırp, Bulgar ve Rum çeteleri Makedonya dağlarındadır. Çarşılar onlarındır. Refah onlarındır. Türklerin bir kuru efendiliği vardır. Azınlıktaki aydınları, yurtlarında acaba kaç yıl daha kalabilecekleri kaygısında. Osmanlı Avrupası gençliği hep bir tehlike ürpertisi içinde. Bu ortam, Müslüman ve Türk çocuğunun vatan ve millet duygularını pek erken uyandırır. Çocuk, peri ve dev masallarından fazla, savaş, göç, zafer ve bozgun hikâyeleri dinler. Osmanlı tarihinde ''serhad'' denen şey, ileri yürüyüşlerin, daima başka yurtlara doğru uzaklaşan müjdecisi iken, artık geri dönüşlerin, gitgide bir kara haberci kıldığı serhad, sanki bütün Avrupa Türkiyesinin topraklarına yayılmıştır. Eski hasretler, destan ve türküleri ile, yeni korku, şüphe ve rivayetleri ile, serhad, bütün Makedonya'nın şehirleri ve köyleri içindedir.

Medrese yobazlarının manevî baskısı altındaki halk yığınları ise kurtuluşu ta yedinci asırdaki şeriat şartlarına kavuşmakta arar ve başımıza ne geldi ise Kur'an yolundan ayrılmış olmamızdan ileri geldiğini, inanarak, söyler. Ayaklanıp Nizam-ı Cedid'den beri Batılılaşma yolunda neler yapılmışsa hepsini yıkmak için fırsat bekler.

Ordu aydınlarında bir uyanış vardır. Onlara göre de baş çare saray istibdadını yıkıp memleketi meşrutiyet rejimine kavuşturmaktır.

İşte Manastır lisesini bitiren Mustafa Kemal, bu ortam içinde yetişti ve ciğerleri bu ortamın zehirli havası ile dolu, İstanbul'a gitti.

Pangaltı

Manastır idadisini bitiren Mustafa Kemal, 13 Mart 1889'da Pangaltı'da harp okuluna girdi. İki ay içinde üstünlüğünü tanıtarak sınıfının çavuşu olmuştur. Kendisi der ki: ''İdadide iken inatla çalışıyorduk. Sınıfta birinci ikinci olmak için hepimiz gayret içinde idik. Harp okulunda matematik merakım devam etti. Fakat birinci sınıfta saf gençlik hayallerine kapıldım. Dersleri gevşeğe aldım. Yılın nasıl geçtiğinin farkında olmadım. Ancak dersler kesilince kitaplara sarıldım.''

İkinci sınıfa geçtikten sonra derslerine daha fazla sarılmıştır. Şiiri bırakmışsa da iyi konuşmak başlıca hevesleri arasında idi. ''Tatil saatlerinde hatiplik idmanları yapardık. Ellerimizde saat, bu kadar zaman sen, bu kadar ben, diye yarışma ve tartışmalar tertiplerdik.''

Üçüncü sınıfta, hele kurmay sınıflarında memleket kaygısına düştü. Batıyorduk, kurtulmanın yolunu aramalı idi. Buna ordu ön ayak olacaktı. Subaylar aralarında teşkilâtlanmakta idiler. Bir gün gençlik üzüntülerini şöyle anlatmıştı: Harp Akademisi'nde bir subay. Henüz yirmi yaşında. Kendisini, ne olduğunu pek de anlıyamadığı birtakım düşünce ve duygulara kaptırmıştır. Küskündür. İsyanlıdır. Neye ve kime karşı? Sorsanız pek de cevap veremez. Bir gün arkadaşlarından biri:

- Sen kalk borusunda hiç uyanmıyorsun. Nöbetçi subay karyolanı sarsmadıkça kalkmıyorsun. Nen var senin? diye sordu.

- Yatağa girdikten sonra uykuya dalamıyorum. Gözlerim sabahlara kadar açık. Tam uyuyacağım zaman da kalk borusu çalmak üzere.

Bir gün asker hocalardan biri sınıfta öğrencilere bir mesele verdi:

- Savaş nedir, artık biliyorsunuz, dedi, fakat bir de gerilla vardır. Bu kolay bir şey de değildir. Gerillayı yapmak da bastırmak da güçtür.

Sonra bir misal üzerine öğrencileri imtihana çekti.

- Osmanlı İmparatorluğunun devlet merkezi İstanbul. Farz ediniz ki şu veya bu sebepten Boğaziçi'nin doğu kıyısı ile İzmit Körfezi arasında halk devlete isyan etmiştir. Şimdi soruyorum: Halk böyle bir isyanı ne için yapabilir? Devlet bu isyanı ordusu ile nasıl bastırabilir?

''Bu suallere en iyi cevabı o uyumıyan dalgın çocuk, Mustafa Kemal verdi. Çünkü aklı fikri çok zamandan beri böyle hayallere saplı idi.''

Daha harp okulunun son sınıfında yakın arkadaşları ile el yazısı bir dergi çıkarmışlardı. Lider O, ve sorumluluğun en ağır yükü de onun omuzlarında idi. Kurmay sınıflarında derginin yayınlanmasına devam ettiler. Akademi birinci sınıfının yanında, okullarından teğmen çıkan veterinerlerin yüzbaşı olarak orduya katılabilmek için eğitimlerini tamamladıkları bir ders odası vardı. Orayı seçtiler. Veteriner teğmenlerin sayıları azdı. Aralarında uyanık gençler de vardı. Dergi bu odada hazırlanır, sonra gizlice elden ele geçerdi. Sarayın korkunç hafiyelerinden biri nasılsa haber alıp curnal eder. Okul nazırı çağrılıp bir güzel azar yerse de okulda böyle şeyler olmadığını söylemekten vazgeçmez. Bir gün kendisi ders odasını bastı, hepsini suçüstü yakaladı. Değerli bir asker değildi. Ama vicdanlı ve namuslu bir kimse idi. Eğer isteseydi hepsinin asker mesleğinin son bulacağına şüphe yoktu. Dergiyi görmemezlikten geldi.

- Ne diye başka şeylerle uğraşıp derslerinize çalışmıyorsunuz? demekle yetindi.

Fethi, sonradan soyadı Okyar, Mustafa Kemal'in sonuna kadar arkadaşlarından ve bir aralık başbakanı, ateş püskürecek ve bir eli ile Sultan Hamid'in oturduğu Yıldız Sarayı'nı göstererek:

- Hep o adamın başı altından çıkıyor bunlar... Sarayı başına yıkılmadıkça rahat yok. Elime fırsat geçerse altına bomba koyardım, diyordu.

Tuhaf bir raslamadır ki 27 Nisan 1909'da Sultan Hamid tahttan indirildiği vakit onu Selânik'e götüren muhafız bu Fethi olacaktı.

Sınıf arkadaşı ve eski Genelkurmay Başkanı Asım Gündüz bana:

- Mustafa Kemal okulda iken Fransızcasını ilerletmek için bir yabancı hanımdan ders alırdı. Sonra Paris'teki hürriyetçilerin gazeteleri ile, Fransızca gazeteler getirir, kapalı gizli odada bizlere anlatırdı. Namık Kemal'in ''Vaveylâ''sı ile ''Hürriyet kasidesi''ni ben ondan dinlemiştim.

Genç Mustafa Kemal arkadaşları ile Beyoğlu eğlence yerlerine giderdi. İyi giyinmeyi ve yaşamayı severdi. İstanbul'a gelinceye kadar biradan başka içki kullanmamıştı. Bir gün arkadaşı Ali Fuad'la (Cebesoy) beraber Büyükada'ya gitmişler. Ne lokantada yiyip içecek, ne de otelde geceliyebilecek paraları yok. Ali Fuad bir şişe rakı, bir şişe bira, ekmek ve yemiş alıp çamlığa yürümüşler. Mustafa Kemal bir şişe birayı bitirince:

- Şimdi ne yapacağım? demiş.

İlk defa rakıyı o akşam denemiş. Başı bir hoş dönmüş. Güneş batmak üzere; sigara paketinin altına resimler çizmiş, sonra:

- Fuad, demiş, ne iyi içki imiş bu... İnsanın şair de olası geliyor.

Bu ağır ve sert içki bir daha yakasını bırakmamıştı.

Çocukluğunu ve gençliğini yakından bilen Kılıçoğlu Hakkı bana yazdığı mektupta der ki: ''Ailece pek yakındık. Zübeyde Mollayı ikinci defa kocaya veren benim büyük kaynatam Şeyh Rıfat Efendidir. Mustafa Kemal tatillerde Selânik'te sılaya geldiği vakit büyük kaynatamın tekkesine gelir, ayin günlerinde dervişler halkasına katılarak, huuu huuu diye kan ter içinde kalıncaya kadar döner dururmuş.''

Bunu öğrenmenin büyük faydası vardır. Mustafa Kemal yalnız Rumeli folklor türkülerini mat sesi ile güzel ve tatlı söylemekle kalmaz, klâsik alaturka musiki makamlarını da bilirdi. Kafaca Batı musikisine inanmış, zevkçe alaturkaya bağlı kalmıştı. Devrimciliği yıllarında her işte olduğu gibi zevkince değil, kafasınca giderek, millî eğitimde yalnız Batı musikisi öğretimi yaptırmıştır.

Gene bu tatil gidişlerinde Selânik'te vals etmeği de öğrenmişti. ''Bir kurmay dans etmesini bilmelidir,'' derdi.

Edebiyat ve şiirde ilk örneği Ömer Naci olduğu için dili Namık Kemal okulu idi. Koyu Osmanlıca idi. Okulda hapse atıldığı vakit söylediği bir gazel vardı ki Çankaya'nın ilk yıllarında kendi ağzından dinlemiştim. En son mısraının bir parçası hatırımda kalmıştır: ''... ecel olsa da halâs etse beni.''

Harp Akademisinde iken gelecek Mustafa Kemal'i bir Osmanlı paşası kâhince haber vermiştir. Ali Fuad'ın babası İsmail Fazıl Paşa idi. Onun Boğaziçi'ndeki yalısında gece yatısına giderdi. Sonradan Viyana'da büyükelçilik eden, üç dört dil bilen, çok okumuş Ali Nizami Paşa bu delikanlının arkadaşı tarafından pek övüldüğünü duymuş, bir gün de kendisi onunla uzun boylu konuşma fırsatı bulmuştu. Ali Fuad'ın anlattığına göre Ali Nizami Paşa, Mustafa Kemal'e der ki:

- Mustafa Kemal Efendi oğlum, seni övenlerin yanılmadıklarını anlıyorum. Sen bizim gibi yalnız normal subaylık hayatına atılmıyacaksın. Memleket kaderi üzerine tesirli olacaksın. Sözlerimi iltifat olarak alma. Sende memleket başlarına gelen büyük adamların daha gençliklerinde gösterdikleri müstesna kabiliyet ve zekâ alâmetlerini görüyorum. İnşallah yanılmamış olurum.

1904 Aralık ayında Harp Akademisini bitirerek kurmay yüzbaşı diplomasını alan Mustafa Kemal, eğer yalnız son yıl alınan notları hesap edilse idi, sınıfının birincisi olurdu. Beşinci olarak çıkmıştır. Arkadaşlarına:

- Çocuklar şimdi her birimiz bir Osmanlı paşasının yanına gideceğiz. Hepsi İslâm âlemi gafleti içindedirler. Olanca kaynaklarımızı Türk Anadolu ortasında toplamalıyız, diyordu.

Her şeyden önce teşkilâtlanmalı idi. Teşkilâtlanmak ve hareket merkezi de Makedonya olmalı idi. Bütün dileği Selânik'e gönderilmekti.

Bazı arkadaşları ile Yenikapı'da bir Ermeni evinde oda tutup yerleştiler. Burası fikir arkadaşları ile toplantı yeri idi. Namık Kemal gibi hürriyetçilerin eserlerinden bir de küçük kütüphaneleri vardı. İnançları şu idi ki ilk şart istibdat rejimine son vermektir. Bu zorlamayı da ancak ordu yapabilir.

Bu toplantılarda Fethi adında bir de sivil var. Yatacak yeri, yiyecek ekmeği olmadığı için yanlarına sığınmıştır. Askerlikten kovulma. Mustafa Kemal başından geçeni şöyle anlatmıştır: ''Kendisine yardım da etmeye karar vermiştik. İki gün sonra kendisinden Beyazıt'taki bir kıraathanede buluşmak üzere pusula aldım. Gittiğim vakit yanında saraydan bir yaver gördüm. Bizim odadaki arkadaş, İsmail Hakkı'yı götürmüşler. Bir gün sonra ben de yakalandım. Fethi meğer bir hafiye imiş. Bir müddet tek başına hapis kaldım. Sonra mabeyne götürdüler. Sorgudan anladık ki gazete çıkarmaktan, teşkilât yapmaktan, apartmanda toplanıp görüşmelerde bulunmaktan sanıktık. Daha önceki arkadaşlar itiraf da etmişler. Birkaç ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldım. Kurtuluşumuz okul müdürü Rıza Paşa'nın aracılığı ile mümkün olabilmiş. Birkaç akşam sonra bizi çağırdı. Her şeyi bildiğini, bizi savunma zorunda kaldığını, bundan sonra dikkatli davranmamız gerektiğini söyledi.''

Mustafa Kemal bir ara Avrupa'ya kaçmayı düşündü. Eğer Libya'da Fizan'a sürerlerse, orada kumandan Recep Paşa idi. Ondan kaçma kolaylığı görebilecekti.

Aradan bir müddet daha geçince Genelkurmaya çağırdılar. İkinci veya üçüncü orduya göndereceklerdi. İkinci ordunun merkezi Edirne, üçüncünün Selânik'ti. Gidecek olanlar ya kur'a çekecekler, yahut aralarında anlaşacaklardı. Konuşup anlaşmaları, aralarında bir teşkilât olduğu şüphesini uyandırdığı için bir kısmını dördüncü, bir kısmını da merkezi Şam'da bulunan beşinci orduya verdiler. Mustafa Kemal bu sonuncuları arasında idi.

Hâlbuki Selânik'e gelebileceğini anasına yazmıştı.

- Anam beni çok bekliyecek, diye gözleri yaşardı.

Hürriyet Yolunda

Mustafa Kemal'in askerlik aşkı büyük, askerî dehası uyanıktı. Fakat o tarihlerde hepinizin Mustafa Kemal'in yerinde olmanız için memleket havası ne idi, Mustafa Kemal nasıl bir ordunun içine katılmıştır, bunu biraz anlatmalıyız. Doğup büyüdüğü ortamı anlatmıştık. Şimdi kurtuluş için kendini vereceği memleketin ve içinde çalışacağı ordunun durumunu gözden geçirelim. Sultan Hamid'in son yıllarında ben de o havanın içinde idim.

Biz ahir zamanlık kâbusu ile gözlerimizi açardık. Bu devlet kurtulmaz, bu millet adam olmaz, Moskof ve Avusturya gâvuru bizi yaşamağa bırakmaz, ilk gençlikte hep işittiğimiz sözler bunlardır. İstanbul'da hayat denilebilecek ne varsa Hristiyanlarda ve yabancılardadır. Kapitülâsyonlar, yabancılar tarafından baskılar ve gündelik müdahaleler Türk ve Müslüman halkın az çok aydıncalarını iyileşmez bir aşağılık duygusu altında ezmektedir. İç idare üzerine evlere hiçbir iyi haber gelmez. Bir paşalar ve konaklar sınıfı dışında, memurların maaşları pek azdır, ve yılda birkaç ay çıkmaz. Hırsızlık, haksızlık, her türlü idare kötülükleri âdeta gözle görülür. Saray, can havli ile şeriatçılığa sarılmıştır. Medrese takımı, halka bu kara kaderin tek sebebi şeriattan ayrılmak olduğunu telkin eder. Halk cesaretini kaybetmemiştir. Biz yine ''yedi düvele'' karşı koyarız ama, padişahımızı kandıran dinsizler ve uğursuzlar olmasa, derler. Hamiyetli orta aydınlar, halk inanışı ile tatlı su Türk'ü dediğimiz, milletlerinden de vatanlarından da tiksinen alafranga takımın inançsızlığı arasında şaşkın bir ruh hâli içindedirler. Halk Mehdi bekler. Orta sınıf yarı umutsuzluk içinde bir başka mucize bekler. Üst takım hiçbir şey beklemez. Saray ve vezirler idaresi bir ''idâre-i maslahat''tan ibaret. Günü gününe iş görmek. Günlük çarelerle zorlukları atlatmak.

Osmanlı coğrafyasında kendimizin sandığımız birçok eyaletler, vilâyetler devlete pamuk ipliği ile bağlıdır. Bulgaristan sözde beyliktir. Ne Doğu Rumeli'nin, ne Bosna-Hersek'in, ne de ''mümtaz'' denen eyalet ve emaretlerin toprakları üstünde Osmanlı harita boyası silinmemiştir. Sultan Hamid'in toprak vermiş görünmekten ödü kopar. Ama saltanat bütünlüğü kendiliğinden çözülmektedir. Devlet su aldığı bilenen, fakat henüz bütün heybeti ile deniz üstünde görünen bir gemiye benzer. İçlerin ta derinlerinde, şuurla inilemiyen yerlerinde, dudaklara kadar sesi gelmiyen bir sezinti vardır: ''Ah ben memleketten önce ölsem...'' Memleket, bizim ömrümüze de yetse!

Yirminci asrın krizleri henüz hayallerde bile olmadığı için, Avrupa, iki ''düvel-i muazzama''lar cepheli Avrupa, kapitalist ve emperyalist Batı bütün saltanatı ve kudreti ile ayaktadır. Batı medeniyeti, liberalizm ve fetih devrinin altın çağını yaşamaktadır. Bu saltanat ve kudret dünya nimetlerinin paylaşılması üzerinde tutunur. Afrika ve Asya milletlerinin pek çoğu doğrudan doğruya sömürgedirler. Bir kısmı, Osmanlı İmparatorluğu gibi, yarı sö ürgedirler. Büyük devletlerden her biri can çekişen bizim imparatorluğun mirasçısıdır. İçerdeki Hristiyanlar bağımsızlık bekler.

Her azınlığın ve her büyük devlet dış bakanlığı kasasında Osmanlı Devletinin bölüşülme projeleri durur. Bir şahsın verilmiyen alacağı için yabancı donanma bu imparatorluğun bir adasını işgal etmeğe kalkar. Bereket biraz arkada 1313 Yunan Harbi zaferi, Dumeke ve daha arkada Pilevne ve hele bizim batmamız, dağılmamız İngiltere'nin işine gelmez, avuntusu vardır.

Bu hava içinde zayıflar ya kadere teslim olmuşlardır, ya artık umursamaz hâle gelmişlerdir. Ruhları bu türlü olmıyanlar, enerji ve gurur sahipleri de bir çare arayışı mistiği içindedirler. Bir şey doğabileceğe, bir şey olabileceğe benzer. Mercan idadisinin ikinci sınıfında idim. Şuurlu bir anlayışla olmaksızın, ben de ister istemez aynı havaya kapılmıştım. Beyazıt'taki Acem dediğimiz sahaflardan, bunların çoğu Azerbaycanlı Türkler idi, dilini hiç de anlamadığım Namık Kemal'in el yazısı ile ''Rüya''sını alıp gece, isli petrol lâmbasının sönük ve bulanık ışığı altında okur, arkada kalan bir şeyin, bu şey nedir bilmezdim, bize ulaşmak için aranıp durduğu vehmine kapılırdım.

Evde bizden gizlenen baş başa konuşmalardan yarın beklemediğimiz bir şey çıkacağını düşünerek uyurdum. Bu, hapistekilerin, ebedî kürek mahkûmlarının her sabah pencereden sızan ışıktan umut almalarına benzer. Hayat yalnız umutsuz olmaz. Fakat bu umut, rüzgârlı açık havada elle korunan bir fener ışığı gibi, şimdi söneceğe benzer, titreye titreye yanar, bir müddet bütün alevini gösterir, yine titreyişler içinde çırpınıp durur.

Bitmiyen şey de bitmemiştir. Her gün akşamı eder, sabahı buluruz. ''Adam sen de!'' diyenler de sayısızdırlar. Düşüncelerin acısından kurtulup sokağı çıktınız mı, yürüyenler, bakkaldan erzaklarını alanlar ve yeni yaptıracakları evin temelini attıranlar vardır. Bir gerçekten yalana değil, inşallah bir yalandan gerçeğe çıkmışsınızdır.

Takunyası ile, yalın ayak, resmî ceketi omzunda, cami musluğundan aptest almağa giden komiser, mektepli subay olan ağabeyimi Harbiye Nezareti avlusundaki dairesinde, gel bakalım evlât diye mektubunu okumağa çağıran alaylı binbaşı, padişah su altına dalmasından ürktüğü için Haliç'te bir kızak üstünde paslanıp çürüyen tek denizaltı teknesi, bir işçiden pek az farklı, gazete bile sökemiyen çarkçı subayı, yağmurda kamarası akan Mesudiye zırhlısı, yirmi kuruş mülâzemet maaşlı Bab-ı âli memuru, Âl-i Osman saltanatının bu acıklı yıkıntısı bazan tabiîleşir, bazan devlet bunların üstünde nasıl durur, korkusu yeniden uykuları kaçırır.

Bu bir roman, birkaç sayfası esneten, sonra bir sayfası merak kaldıran, tekrar uyutan bir roman gibi sürer, gider.

Tuhaftır, 1908'de hürriyet ordudan gelecek! Böyle bir ayaklanma, daha fazla, kötü iş gören saray adamlarını devirerek, idareyi bir lider-kumandana veren bir ihtilâl olmadı idi. Hâlbuki 1908'de, İttihat - ve - Terakki'ye giren küçük subaylar Sultan Hamid'e Kanun-ı Esasi'yi ilân ettirerek meşrutiyet rejimini kurdurmak için ayaklanmışlardı.

O zamanki ordu içinde bu hareket nasıl ve ne şartlar içinde doğdu, bunu o devrin genç bir erkân-ı harp subayı ağzından dinlemek istemiştim. En iyi hikâyeyi İsmet İnönü'den işiteceğimi biliyordum. İsmet Bey, zamanına yetişenlerin hep beraber söyledikleri üzere, bulunduğu okulların ve kıtaların daima bir yıldızı olarak parlamıştır.

1906'dayız. İsmet Bey yirmi iki yaşında erkân-ı harp yüzbaşısı olarak, iki yıllık kıta hizmeti görmek üzere, Edirne'ye gönderilmişti. Kendisini sekizinci topçu alayının üçüncü bölüğüne tayin ettiler. O vakit topçu fırkası teşkilâtı vardı. Yedinci ve sekizinci alaylar yan yana kışla ordugâhının bir kısmını tutmaktadırlar. Bu alaylar ''seri ateşli'' topları yeni almışlardır. Yedinci alay hemen tamamiyle mektepli yüzbaşı ve mülâzımların elinde. İnönü'yü dinliyelim:

"Sekizinci topçu alayı kadrosunun büyük kısmı alaylı idi. Kışlada yatıyordum. Vaktimizin çoğu yedinci alayın mektepli subayları ile geçiyor. Bizimkilerden başka alayların birçok topları eski sistem. Onda sekizi alaylı subay ve kumandanların elinde. Talim ve terbiye mektepli yüzbaşıların kabiliyetlerine kalmıştır. Asker, umumî olarak dört yıllık silâh altında. Ne vakit terhis olunacakları belli değil. Terhislerin bir gecikme sebebi de, birikmiş maaşların ödenmesindeki zorluktur. Bu senelerde ayaklanma ile terhis olunmak hemen hemen kaide idi. Ayaklanma şöyle olurdu: Askerler kendi aralarında gizlice konuşurlar, karar verirler ve ansızın, subaylarını içlerine almayarak ve talime çıkmayarak, padişaha müracaat ederler. Subayların asker üzerindeki nüfuzları ahlâk ve bilgi kuvvetlerinden gelir. Bu nüfuz da, terhis ayaklanmalarında bu subaylara ancak fena muamele görmemek imtiyazını verir. Bölüklerde bile atış talimleri hiç yapılmazdı. Bin dokuz yüz altıda seri ateşli topların kabul edilmesi üzerine 7 nci alayda ilk defa ve bir defa atış yapılmıştı. Edirne'ye gittiğim vakit bütün mektepli subaylar bu atış talimlerinin zevki ve heyecanı içinde idiler. Yedinci topçu alayı kadrosunun hemen tamamiyle mektepli subay oluşu da, bu atış talimlerinin yapılmasındaki mecburiyetten ileri gelmişti. Bu en iyi topçu alayında dahi bölükten yukarı harp vazifeleri talim ve terbiyesi hiç düşünülmezdi. Bu ihtiyaç unutulup gitmişti. Bir kıtaya harp talim ve terbiyesini verecek olanlar, bölükten yukarı kumanda sahipleridir. Yüzbaşıdan yüksek kumanda sahipleri içinde ise, benim bulunduğum topçu fırkasında, ehliyetli hiç kimseyi hatırlamıyorum. Almanya'da tahsil gören, okulda hocalık eden, kendileri de bölük kadrosu içinde yetişmiş bulunan imtiyazlı paşalar ara sıra ordulara gelir, teftişler ve tatbikat yaparlardı. Bu tatbikatlarda ne manevra fişeği kullanılır, ne de kışla dışında yatmak, tertiplenmek ve gece geçirmek gibi zarurî şeyler yapılırdı. Düşününüz ki, bu topçu alayı o zaman ikinci ordunun en iyi kıtası idi. Piyade ve süvarilerde böyle alaylar yoktu. Kabiliyetli subaylar adları ile tanınır ve sayılırdı. Böylelerinin hususî bir itibarları vardı. Bütün sınıflarda yüzbaşıdan yüksek kumanda sahipleri, gece gündüz, alaylarını nasıl besliyecekler, subaylarının maaşlarını nasıl verecekler, yalnız bunlarla uğraşırlardı. Kolağasından ordu kumandanına kadar bütün amirlerde maaş tedariki için tedbir almak başlıca vazife, 'padişaha sadakat' başlıca meziyet idi.

''Yanımızdaki kışlaya iki alaylı bir süvari livası gelmişti. Bu alaylar İstanbul'da kurulmuş, en güzel Arap atları ve en yeni teçhizat ile donatılmıştı. Bütün subayları padişah yaveri idi. Yarısından fazlası okuyup yazma bilmiyordu. Zannediyorum ki, iki süvari alayında biri mektepli biri mektepsiz iki binbaşı okur yazar ve ders verebilir bir gösterişte idi. Askere ve alaylı subaylara, idealist mektepli mülâzımlar ve yüzbaşılar hem okuyup yazmayı, hem de rakamı ve metreyi öğretmeğe çalışırlardı. Ben bizzat bölükte ilk öğretim hocalığı yapardım. Subaylarıma, ayrıca bugünkü orta öğretimin çok daha zayıfını, klâsik ve büyük bir tahsil olarak vermiye çalışırdım.

''Bütün ordunun esvap, ayakkabı gibi ihtiyaçlarını temin etmek 'muazzam' mesele idi. Edirne işte bu şartlar içinde bir büyük askerî ordugâhtı. İki piyade fırkası, bir topçu fırkası ve bir süvari fırkası ile Edirne kalesinin büyük kuvvetlerini barındırırdı. Ordunun sefer ihtiyacı, ordunun seferde kullanılması veya seferberliği gibi meseler için hiçbir fiilî hazırlık yoktu. Erkân-ı Harbiyenin bitip tükenmez ve hiçbir tecrübeye dayanmıyan nazarî raporları ile oyalanıp giderdik.

''Genç mektepli subaylar için bir terfi usulü de yoktu. Kimin, ne vakit, ne sebeple terfi edeceği bilinmezdi. Üç dört senede yüzbaşı ve binbaşı olmuşların yanında, on senelik mülâzımlara ve on beş senelik yüzbaşılara çok tesadüf edilirdi.

''Genç mektepli subay, nihayet yüzbaşı kadrosu topluluğuna kadar göze çarpardı. Daha yukarı kademelere çıkmış olanlar, içinde bulundukları kadronun seviyesine ister istemez uyarak, zaman ile, kültürlerini büyük ölçüde kaybetmişlerdi. Sekizinci topçu alayının bir kumandanı vardı ki, mektepli olduğu hâlde, eğer diploması olmasa, koyup yazma bilmiyen bir alaylıdan ayırmanıza ihtimal yoktu. Hâlbuki bir orduyu sefere hazırlıyacak olanlar alay kumandanları ve daha büyük kumandanlardır. Bu şartlar içinde ordunun sefer terbiyesini ve sefer hazırlığını yapacak unsurları hemen hemen yok gibi idi. Büyük kumanda makamında olanların vücut takatları da çalışmalarına elverişli değildi. Kıtalarını talim ve terbiye etmek, sefer için yetiştirmek değil, sadece yardımcı talimler ve umumî disiplin için çalışıp didinebilen amirler, hâlde ve geçmişte, sayılır ve anılırdı. Bizim topçu fırkamızın kumandanı Ferik Şevket Paşa merhum Almanya'da tahsil etmiş, o zamanki kadroya göre genç denebilecek bir general idi. İyi binici ve at meraklısı idi. Bütün fırkanın binicilik terbiyesine bizzat örnek olur ve yaz kış her gün herkesi ata bindirmeğe çalışırdı. Bu bile o zaman için büyük bir faaliyetti. Silâh kullanılması, tabiye terbiyesi gibi konular, büyük amirlerin bilmedikleri şeylerdi. Sadece gelip geçmiş birkaç isim hatıra gelirdi. Ordu bu varlığı ile bir sefer ordusu vasıflarından mahrumdu. Son on yıl içinde yetişen genç subaylar kıtalarının da, amirlerinin de bütün zaaflarını biliyorlardı.

''Üçü dördü bir araya gelince bu zaafları ele alarak çekiştirmek başlıca zevkleri idi. Bütün memleket ölçüsünde çöküntü kaygısı, hepsinin başlıca şikâyet ve ıstırap konusu idi.

''Her ay başı tayın bedelini almak subaylar için güç bir mesele olarak kalmıştı. Yüzbaşı aylığı 380 kuruştu ve senede altı, nihayet sekiz ay alınabilirdi. Bunun da altı aylığı para olarak ele geçer, üstü kırdırılırdı. Ayrıca üç nefer tayını zamları da vardı. Ay başında müteahhide kırdırırdık. Kırma bedelinin piyasası belli idi. Müteahhitler her ay bu piyasayı yeniden tesbit ederlerdi. Müteahhidin yazıhanesi, ay başlarında, kendisi ile pazarlığa gelen subaylarla dolardı. Yüzbaşı olarak benim tayınım altı mecidiye tutardı.

''Fakat ordunun bir kısım erkânı, büyük kumandanlar, iltimaslılar ve gözdeler maaşlarını her ay alırlar, tayın bedellerini de ya tam olarak ya rüçhanlı fiyatla ele geçirirlerdi. Genç mektepli subaylar değer ve bilgiyi kendilerinde, aczi ve cehaleti büyüklerinde görürler, üstelik maaşlarını ve tayınlarını da onlardan en az yüzde kırk eksik alırlardı. Ordunun genç ve salâhiyetsiz unsurları ile cahil ve imtiyazlı erkânı arasındaki manevî uçurum doldurulmaz bir hâlde idi. Artık hiç kimse hafiyelerden korkmaz olmuştu. Bütün kıymetli subaylar, padişahın sadık kadrosunu kendilerine ve memlekete zararlı buluyorlardı. Bundan başka erkân-ı harp tahsili görmüş olanlara, amelî hiçbir tecrübeleri olmayan, zaten kıtalarla kanunca ilgileri de bulunmayan kimseler gibi bakarlardı. İşte bu şartlar içinde Edirne subaylar kadrosuna girmiş, yedinci ve sekizinci alayların müşterek hayatlarına katılmıştım. Manevî huzurunu kaybeden yaşlı bir mektepliler kadrosu içinde, nisbeten çok genç ve tecrübesiz, erkân-ı harp mesleğinin imtiyazı olarak da çok erken yüzbaşı olmuş bir subay olduğumdan, vaziyetim pek nazik idi.''

Genç erkân-ı harp yüzbaşısı İsmet Bey için de en önemli mesele, bölük subaylığı yapmak, kültür ve insan vasıfları bakımından itibar temin etmekti. Onun gayretleri ile bütün topçu fırkasında yeni bir talim terbiye anlayışı yayıldı. Genç subayların ısrarı ile bütün topçu fırkasına İsmet Bey'i tabiye öğretmeni seçtiler. Konferanslar verir, meseleler hallettirirdi. İsmet Bey 1907'de artık genç, tecrübesiz ve kıskanılan bir erkân-ı harp yüzbaşısı değil, arkadaşlarının bütün işlerini ve dertlerini bilen, ilerlemelerine yardım eden, faydalı bir kimsedir.

''Gece gündüz kışlada kaldığımızdan ordu dışındaki sivil hayat ile temasımız pek azdı. Bununla beraber genç memurlarla, mülkiye mektebi mezunları ile, her meslekte ve her yaşta vatanseverlerle nadir de olsa buluşurduk. Umumî çöküntünün ıstırabı 'sârî ve müstevli' bir hâlde idi. Genç mülkiyeliler bizimle aynı kaygıları paylaşıyorlardı. 1907 nihayetine doğru memleket endişesi yeni bir istikamette belirmeğe başlamıştı: Bu istikamet, kurtuluş ihtiyacı idi. Çare de Kanun-ı Esasi'nin tatbik edilmesi idi. Bunlar, gizli gizli, fakat her yerde, her toplantıda konuşuluyordu. Bu sırada üçüncü ordu bölgesinde yabancı müfettişlerle beraber Hüseyin Hilmi Paşa hususî bir idare kurmuştu. Makedonya'da ve bütün Batı Rumeli'de Bulgar, Yunan ve Sırp çeteleri, orduyu geceli gündüzlü daimî bir jandarma takip vazifesi ile uğraştırıyordu. Memleketin bu kısmında aynı dertler ve ıstıraplar, süratle, bir siyasî toplanış ve toparlanış niteliğini alıyordu. Nihayet aynı ihtiyacı Edirne'de de duyduk.''

Mustafa Kemal Şam'a 5 Şubat 1905'te tayin edilmişti. Hemen gitmeli idi. Deniz yolu ile Beyrut'a varınca arkadaşları ile buluştu. Beyrut, İstanbul gibi, İzmir ve Selânik gibi, Hristiyan ve yabancılı olduğu için yaşanabilecek dört Osmanlı şehrinden biri idi. Tanzimat'tan beri Hristiyanlar şeriatçı idare baskısından kurtulduklarından tam batıkâri ömür sürüyorlardı.

Şam'da otuzuncu süvari alayına verilen Mustafa Kemal görevinde ve hizmetlerinde rahattı. Daima güzel giyindiği üniforması içinde gururlu ve şerefli idi. Askerine örnek bir eğitim veriyordu. Ancak Şam taassubun hükmü altındaki bütün Şark şehirleri gibi, bir hayat zindanıdır. İnsan işinden çıkınca, birkaç kişi ile buluşup içmekten başka bir şey yapamaz. Mustafa Kemal de askerliğini kıtasında bırakıp evine doğru yola çıkınca, akşam ezanı ile beraber sönen, tünenmiş kümesler hüznü bağlayan şehir, ışıksız, sessiz, gurbetin bütün acılarını duyuran bir hapise dönmüştür. Bu ölü toplumu dürtmek, sarsmak, parçalamak, evleri boşaltmak, sokakları şarkılar, gülüşler ve şenlikler içine boğmak ister. Kalebent toplumun zindanından omuzları üstüne çöken baskıdan silinmek ister.

Bir akşam yine evine dönüyordu. Bir sokaktan geçerken kulağına mızıka sesi geldi. Ses gelen tarafa doğru yürüdü. Bu, pencereleri kâğıtla kapanmış bir kahve idi. Kapısını hafifçe araladı. Hicaz demiryolunda çalışan İtalyan işçileri, karıları ve kızları ile mandolin çalıyorlar, türkü söylüyorlar, şarap içiyorlar ve oynuyorlardı. Hepsi işçi kılığında idiler. Derin bir iç çekişi ile baktı. Hayat, bu kâğıtla örtülü pencerelerin arkasında, lâmba isi ve tütün dumanı arasından güç seçilen bu insanların neşesinde idi. Hemen girip içlerine katılacaktı ama, bir esvabına bir kalabalığa baktı, yapamadı, ertesi günü bir işçi esvabı satın alarak ara sıra bu kahveye gelmeyi, onların eğlence ve şarkılarından canlanmayı âdet etti.

Mustafa Kemal'e göre de her şey hürriyete kavuşmaya bağlı idi. Askerlik görevini yapmakla beraber bir yandan da siyasî çalışmalara ve telkinlere başlamıştır.

Bir gün üç subay Hamidiye çarşısına gitmişlerdi. İçine ancak iki üç kişi sığabilecek bir dükkânın önüne geldiler. Üç subaydan biri Mustafa Kemal, biri de Havran hareketlerini idare eden komutan... Mustafa Kemal arkadaşının ayağında çizme pantolonu, fakat altında çizme değil de adî pabuç görür. Kıyafet, düzen ve temizliğinde pek titizdir. Bunun sebebini sorar. Arkadaşı:

- Başka pantolonum kalmadı, der.

Bu, çalmıyan subaydır.

Dükkânın içinden nalınlı bir adam, kendilerini kepengin önüne koyduğu iskemlelerde biraz oturmağa davet etti. Türkçe konuşuyordu. Mustafa Kemal merak edip dükkâna girince masanın üstünde Fransızca sosyoloji, felsefe ve tıp kitapları görür. Biraz sonra anlaşılır ki tüccar tıp okulunda hürriyetçilik telkinleri yaptığı için Şam'a sürülmüştür.

Bir gece Mustafa Kemal üç arkadaşı ile bu tüccarın (Cumhuriyet Millet Meclislerinde uzun müddet bulunan Çorum Milletvekili Mustafa Cantekin) evine giderler. Şam'ın çıkmaz karanlık bir sokağı. Tüccar konuşma arasında:

- İhtilâl yapmalı... İnkılâp yapmalı... diyordu.

Biraz sonra daha da açılmış: ''Ben tıbbiyenin son sınıfında bu ülkü peşinde olduğum için hapiste yattım, buraya sürüldüm. Çok değerli arkadaşlarımız vardır. İnkılâp yapmalıyız.''

Hepsi inkılâp uğruna ölmekten söz ederken Mustafa Kemal:

- Mesele ölmekte değil, ölmeden idealimizi gerçekleştirmektedir, diyordu.

Cemiyetin bir kolu Beyrut'ta açılmıştı. Arkadaşlar her gittikleri yerde cemiyetin gelişmesini sağlıyacaklardı. En fazla önem verdiği Makedonya idi.

Şam Mustafa Kemal'in askerlik hayatı üzerinde de etkili olmuştur. Görevi süvari alayında eğitimle uğraşmaktı. Komutan ''alaylı'' denen, okul görmemiş subaylıktan yetişme idi. Mesleğine pek düşkün olduğu için Mustafa Kemal kendini iyice görevine verdi. Kıtasının eğitiminde kazandığı başarı ile Şam'da bulunan küçük büyük rütbeli askerler arasında tanındı.

Havran, Suriye vilâyetinin bir sancağı idi. Bu sancaktaki Dürzîler sık sık devlete karşı ayaklanırlardı. Yüzbaşı Mustafa Kemal de arkadaşları ile birlikte bastırma hareketlerine katılarak ilk ''ateş vaftizini'' geçirmiş olacaktı. Onun için amaç ''çalışmak'', ''başarmak''tı. Hâlbuki bu ayaklanmalar birtakım kimseler için soygun fırsatı sayılıyordu. Yüzbaşı Mustafa Kemal anlamıştı ki Havran'da sık sık mesele çıkmasını istiyenler ve hazırlıyanlar bu vurgunculardır. Bir gün oraya gene kuvvet gönderileceğini haber aldı. İki odalı basit bir evde oturan Mustafa Kemal'e arkadaşı gelerek:

- Haberin var mı? Gitmek üzere... demişti.

- Kim, nereye?

- Bizim staj yaptığımız alay Havran'a...

Yüzbaşı Mustafa Kemal atına bindi, önce staj yaptığı 30 uncu süvari alayı komutanının yanına gitti:

- Alayım emir aldığı için Havran'a gidecekmiş. Bu alayda ben bir bölük komutanıyım. Ben de beraber gitmeli değil miyim? diye sordu.

- Siz staj yapıyorsunuz. Bölüğünüzün asıl komutanı başkasıdır. Hem siz kurmaysınız. Böyle işlere gelemezsiniz. Onun için rahat kalırsınız, diye düşündüm. Maaşınızı gene alacaksınız.

Mustafa Kemal ordu müşürüne (1) giderek alay komutanını şikâyet etmek istedi. Müşür bir subayın kendine kadar gelişindeki küstahlığa şaşarak yanına bile uğratmadı.

Mustafa Kemal:

- Ben giderim, dedi.

Ve alayına katılmıya gitti.

Kıtalar o akşam Şemskin'de çadırlı ordugâha son neferine kadar yerleşti. Yalnız Mustafa Kemal ve yanına aldığı stajyer arkadaşı açıkta kaldılar, nihayet bir nefer çadırında yer bulabildiler. Havran'da görev yapacak olanlardan tecrübeli bir subay kendisine dedi ki:

- Görüyorsunuz, size komutanlık vermiyecekler. Bunun sebebi vardır. Ben özel bir görevle geldim. Eğer kimseye söylemiyeceğinize dair namus sözü verirseniz, bizimle beraber olursunuz.

Mustafa Kemal hiç olmazsa neler olup bittiğini anlamak için adama söz verir. Hemen ertesi günü anlıyor ki Havran birtakım bölgelere ayrılarak her bölgeye bir kuvvet sokulmuştur ve bu kuvvetin yapacağı halkı soymaktır.

Havran halkı bir veya iki gümüş mecidiye, bir veya birkaç altın lira vererek kendilerini kurtarabiliyorlardı. O vakit orda bulunan subaylar ikiye ayrıldılar: Soymak için birleşenler! Mustafa Kemal ikincilerin başında idi.

Mustafa Kemal Çerkezlerin oturduğu Kunaytıra'nın yanındaki ordugâhta idi. Bir gün şu haber geldi: Asiler ordugâhı basacaklar ve herkesi öldürecekler. Doğru mu idi, yoksa ora halkını soymak için bahane mi idi? Mustafa Kemal hemen karar verdi. Yanına bir arkadaşı ile bir de emir neferi alarak, batıya doğru yola çıktı. Bir ara bir tepeye geldiler. Atlardan indiler. Mustafa Kemal tepenin üstünden durumu gözden geçirdi. Gece vakti baskın yapabilecek bir topluluk gördü. Tam o sırada karşıdakiler de Mustafa Kemal'i seçerek atlı kuvvetleri ile hücuma geçtiler. Mustafa Kemal soğukkanlılığını bozmıyarak arkadaşına:

- Atına bin, arkamdan gel, dedi.

Hücum edenleri şaşırtıcı zikzaklar yaparak dört nala ordugâha döndüler.

Mustafa Kemal düşmanın durumu ne olduğunu anlattı. Artık onun sözünü dinliyorlardı. Söylediklerine göre tedbir aldılar. Baskın olmadı.

Bir gün Kunaytıra doğusunda bir köye gitti. Çerkezler onu ve yanındakileri soygunculardan sanarak iyi karşılamadılar. Bir müddet sonra anladılar ki bunlar dertlerini dinlemeye, kendilerine iyilik etmeğe gelmişler. Hemen açıldılar. Köy ileri gelenlerinden biri dedi ki:

- Siz ne derseniz yaparız. Fakat bizi ezen devletin istediğini yapmayız.

Bir gün de bu köye hücum eden bir kolağası ile kuvvetlerini köylüler kuşatmışlar, öldürmek üzere idiler. Mustafa Kemal biraz arkada idi. Tam vaktinde yetişti. Köylüler etrafını alıp kolağasını ona bağışladılar.

Kıta başındakiler yine hayli para vurmuşlardı. Ona da bir pay vermek istiyorlardı. Onun için ise ya şerefle gelecek zamanlara doğru gitmek, yahut o yaşta lekelenmek vardı. Menfaat karşısında küçülenlerden, büyük yetişmez. Doyum payı alıp almamaktan kararsız bir arkadaşına sordu:

- Bugünün adamı mı olmak istiyorsun, yoksa yarının mı?

- Elbette yarının.

- Öyle ise elbette pay alamazsın.

Gene bir gün kendiliğinden yatışan bir olay üzerine zafer havadisi uydurmak istiyen jandarma komutanına:

- Fakat onları biz püskürtmedik, kendileri gittiler, demesi üzerine jandarma komutanı:

- Sen henüz cahilsin. Padişahımızı anlamamışsın, dedi.

- Ben cahil olabilirim ama, padişahımız cahil olmamalıdır, sizlerin de ne olduklarınızı bilmelidir, demişti.

Şam'da dilediği ortamı bulabilmesine imkân yoktu. Bir çaresini bulup Selânik'e gitmeli idi. Şam'da süvari stajını bitirmiş, Yafa'da piyade stajına gidecekti. Ortada kumandanın oğlu arkadaşı olduğu için, onun yardımı ile bir izin tezkeresi kopardı. Ancak bu tezkere ile İzmir'den öteye geçilemezdi. Fakat O Selânik'e gitmekte kararlı idi. Orada görevli arkadaşlarına birer mektup da yazmıştı. Biri merkez komutanı yardımcısı, biri de topçu müfettişinin tanıdığı idi.

Mustafa Kemal Yafa'dan gizlice Mısır'a gitti ve orada pek az kalarak vapurla Pire'ye geldi. Selânik'e giden Yunan bandıralı bir başka vapura bindi. Bir arkadaşı kendisini karşılamaya geldi. Gümrük ve polis kordonundan kolaylıkla geçtiler. Doğru evine gitti. Anası ansızın oğlunu görünce şaşakaldı. İyi düşünceli bir hanımdı:

- Ne cesaretle buraya geldin? Hem nasıl geldin? Padişahımızın emrine karşı koymuş olmaz mısın? diye merakla sordu.

- Üzülme anne, benim buraya gelmem lâzımdı. Onun için geldim. Padişahımızın ne olduğunu da pek şimdi değil ama, yakında görürsün.

Birkaç gün evde saklandı, gizlice topçu müfettişi Şükrü Paşa'nın evine gitti, biraz güçlükle karşısına çıktı, durumu anlattı. Ona Şam'dan mektup da yazmıştı:

- Ben bir şey yapamam. Ancak senin yaptıklarına ses çıkarmam, senden yalnız bir ricam var: Beni yakma!

O gece sabaha kadar uyuyamadı. Sabaha karşı kararını verdi.

Kendisine Manastır idadisine gitmeyi öğüt veren Subay Hasan Bey şimdi kurmay albaydı. Üniformasını giyip onu görmek üzere 3 üncü ordu merkezine giderek orada yakından tanıdığı bu kurmay albayın gelmesini bekledi. Geldiğini görünce önüne geçerek:

- Beni tanımadınız mı? diye sordu.

- Tanıyamadım çocuğum.

Mustafa Kemal kendini tanıttı:

- Ben Selânik rüştiyesinde iken mümeyyizliğe gelmiştiniz. İstanbul'a gidecekken beni Manastır idadisine gönderdiniz.

Albay hatırasını topladı ve tanıdı.

Daireye girdiler. Mustafa her şeyi olduğu gibi anlattı. Albay:

- Sen her şeyi yıkıp buraya gelmişsin. Ben ne yapabilirim, senin için? dedi.

- Ben milletime daha fazla faydalı olabilmek için her şeyi göze aldım. Bana yardım etmezseniz hayatım da mesleğim de tehlikeye girer, dedi.

Hasan Bey, Mustafa Kemal'e yardım elini uzattı. Memlekette devrim olmasını istiyen, bu uğurda çalışanları destekliyen bir vatanseverdi. Selânik'te dört ''tebdili hava'' raporu almıştır. ''Vatan ve Hürriyet'' cemiyetini o günlerde kurdu. Bu kuruluş toplantısında bulunan arkadaşlarından biri diyor ki: ''Görüşmeyi Mustafa Kemal açtı. Memleketin umumî durumunu, Rumeli'nin içinde bulunduğu şartları, saray idaresini anlattı. 'Hürriyet olmıyan yerde ölüm ve batmak vardır, tarih biz çocuklarından görev beklemektedir. Despotlukla savaşacağız, buraya da onun için geldim, sizden de fedakârlık bekliyorum,' dedi."

Sonra masaya konan tabancayı birer birer öperek onun üzerine yemin ettiler.

Bu sırada İstanbul'dan Şam'da beşinci orduya bir emir geldi. Mustafa Kemal'in nerede olduğu soruluyordu. Komutanın oğlu Yafa'daki arkadaşlarına mektup yolladı, Yafa'da olduğunu bildireceklerdi. Tutulması için Selânik'e de emir verilmişti. 3 üncü ordu sağlık bürosu raporu tanımak istemiyordu. Raporu veren de, ben hangi ordudan olduğunu bilmiyorum, diyordu.

Yafa'dan İstanbul'a giden habere göre Mustafa Kemal Mısır sınırında Bi'russuba'da kıtasının başında idi. Soruşturma için giden subay da aynı bilgiyi verdi. Mustafa Kemal gene gizlice 15 Temmuz 1906'da Yafa'ya döndü ve her şey unutuldu.

Artık Selânik'te İttihat - ve - Terakki Cemiyeti de kurulmuştu. İçinde Talât (sonradan parti lideri, İçişleri Bakanı ve Başbakan), Mithat Şükrü (sonradan milletvekili ve parti umum kâtibi) vardı. Talât Edirne postahanesinde memur iken Selânik'e sürülmüştü.

Mustafa Kemal'in ''Vatan ve Hürriyet'' cemiyetindeki arkadaşları da İttihat - ve - Terakki Cemiyetine geçmekte idiler. Toplantılarda askerlerden Enver (sonradan Harbiye Nazırı ve Birinci Dünya Savaşında başkomutan) ilk hazır bulunanlardandı. Cemiyetin Paris'teki merkezi ile Selânik'tekiler arasında anlaşmazlıklar vardı. Paris'te yetkili bir temsilci bekleniyordu.

Herkes bir asker ayaklanması ile Kanun-ı Esasi'yi yürürlüğe koydurmak davasında oydaştı:

- Pekiy ya sonra?

Bu soru üzerine duran bile yoktu.

- Sonrası kolay, der, geçerlerdi.

Hareket lidersizdi. Osmanlı İmparatorluğunun içinde bulunduğu şartlara göre, saray idaresi yıkıldıktan sonra, neler yapılacağı üzerine program değil, görüşme bile yoktu.

Mustafa Kemal Şam'da staja gitmezden önce Beyrut'taki toplantılarda bile arkadaşları ile konuşmasında:

- Asıl mesele yıkılmak üzere bulunan imparatorluktan bir Türk devleti çıkmaktır, diyordu.

Stajını tamamladıktan sonra 25 Haziran 1907'de kolağası rütbesine yükselip 5 inci ordu kurmay dairesinde çalışan Mustafa Kemal 27 Eylül 1907'de üçüncü orduya tayin edilmiştir. Hemen harekete geçerek Selânik'te kalması için arkadaşlarından çalışmalarını istedi. Ordu merkezi Manastır'da idi. Kendisini oraya yollamak istediler. Selânik'te daha yüksek makam olmak üzere ''müşürlük'' ve onun Kurmay Heyeti vardı. Mustafa Kemal ordu müşürünü gördü ve o günlerde bir ''örnek alay''ı teftiş edenler arasında bulundu. Kendisinin müşürlük Kurmay Heyetinde değerli bir subay olacağını anlıyarak Selânik'te alıkoydular. Ayrıca Selânik - Üsküp demiryolu müfettişliğini verdiler ki devrime yakın zamanlarda Üsküp ve Selânik gibi en hareketli merkezler arasında gidip gelmek çok işine yaramıştır.

''Vatan ve Hürriyet'' İttihat - ve - Terakki ile kaynaşarak 27 Eylül 1907'de, iki cemiyet birleşmişti. Mustafa Kemal bir şeyden kaygılı idi. Meşrutiyet rejimi kurulduktan sonra ne yapılacaktı? Ona göre gizli cemiyet ve siyasî parti haline gelmeli ve iktidarı ele almalı idi. Şimdiden hazırlıklı ve programlı olmalı idi. Olmazsa ikinci meşrutiyet de, ona göre, birincisi gibi iflâs edecekti.

Mustafa Kemal acı ve sert tenkitçi olduğu kadar açık konuşucu idi. Daha o zaman, 1907'de arkadaşlarına şu fikrini söylemekten çekinmemiştir: Köhneleşen ve hayatlılığını kaybeden Osmanlı İmparatorluğu gövdesi üzerine devlet oturtulamaz. Ancak Türk çoğunluğu toprağı üzerine oturtulabilir. Büyük devletlere bir likidasyon yaptırmaktansa, ihtilâl idaresi bunu kendi yapmalıdır. Meşrutiyet hürriyetleri gerçekleşince bütün milliyet davaları ortaya çıkacaktı. Avrupa Türkiyesinde Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan, Karadağ ve Selânik'e inmek istiyen Avusturya - Macaristan imparatorluğu ile çevrilmiştik. Sırp, Yunan ve Bulgar azınlıkları bizim topraklarda idi. Hepsi birer parça kopararak anavatan saydıkları topraklara katılmak istiyeceklerdi. Tek devlete bağlı olanlar Türklerdi. Onlar da yoksul ve zayıf idiler. Araplara da ayrılma fikri aşılanmıştı. İmparatorluğun paylaşılmasına çoktan karar verilmişti. Yalnız biz Türkler ezilecektik. İmparatorluğun yıkıntıları altında biz kalacaktık. Hristiyanlar ayrılacaklar, Türkler ve Araplar ayrı ayrı devletlerin sömürgeleri olacaklardı. Millî bir sınırlanma gerekti. Avrupa yakasında Batı ve Doğu Trakya bizde kalmalı idi. Edirne vilâyetinin kuzey sınırları genişlemeli, Arnavutluk bağımsız olmalı, Avusturya - Macaristan, Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan İstanbul'da bir konferansa çağrılmalı idi. Dava milliyet prensiplerine göre çözülmeli, Anadolu kıyılarına yakın adalar bizim olmalı, yabancılara kalan Avrupa Türkiyesi toprakları ile bize kalanlar arasında nüfus değişimi yapılmalı, Anadolu güneyinde ise Hatay, Halep ve Musul bizde kalmak üzere gerisi Araplara bırakılmalı idi.

İttihat - ve - Terakki ise tam bir kayıtsızlık içindedir. İleriyi gören yok. Hiç kimse toprak fedakârlığı istemez. Mustafa Kemal gibi düşünmek ''vatan hainliği''dir.

Mustafa Kemal artık İttihat - ve - Terakki toplantılarına katılmaktadır. Akşamları sonradan Hürriyet adı konan meydandaki gazinolarda arkadaşları ile içer ve konuşur. Başlıca tartışma konusu ''meşrutiyet sonrası''dır. Genç subayların çoğu da bu gazinolara geldiği için Mustafa Kemal büyük bir çaba içindedir. Gittikleri belli başlı gazinoların adları Olimpos Palas, Kristal ve Yonyo'dur.

Bir gün İttihat - ve - Terakki'nin bir gizli toplantısında fikirlerini açıkça ortaya koymak fırsatını buldu. Merkez çoğunluğu onun bu tenkitlerini bir ayrılık gibi sayarak kendisini toplantılara artık pek çağırmaz olmuşlardır. Mustafa Kemal'i ''umumî rehber''lik görevi ile Üsküp merkezine verdiler. İçlerinden Mustafa Kemal'in pek ileri gittiğini söyliyenler ve bunu ona işittirenler olmuştu.

Ordudan, sarayı zorlayıcı hareketlerde kullanmak için birkaç kişi seçmek lâzımdı. Bunlar ilerde hürriyet kahramanlığı şöhreti kazanacaklardı. En çok işlerine gelen Enver'di. İdealist, cesaretli, toy ve kibirli bir subaydı. Mustafa Kemal durumu kavramıştı.

Bir akşam Olimpos'ta toplanmışlardı. Aralarında Fethi (Okyar) ve Ali Fuad (Cebesoy) da vardır. Konu döndü dolaştı, İran olaylarına geldi. İran'da hürriyet savaşına atılanlar büyük başarı kazanmışlar, Muzafferiddin Şah parlâmentoyu açmak zorunda kalmıştı. Venizelos da Girit'te adayı Yunanistan'a katmak için savaşta idi.

Ali Fethi:

- Bizde neden böyle adamlar çıkmaz? diye öfkeli bir çıkış yaptı. Masada bir susma. Mustafa Kemal derin bir düşünceye dalmıştı. Biri neden sonra ona döndü:

- Ben senin ne düşündüğünü biliyorum: Neden ben çıkmayayım, diyorsun.

Mustafa Kemal birden atıldı:

- Evet böyle düşünüyorum. Neden bir Mustafa Kemal çıkmamalı?

Pek de ciddî idi. Yüksek sesle söylemişti. Biraz sonra, belki de çekinerek, masada bulunanlardan çoğu ayrılıp gittiler.

- Evet neden bir Ali Fethi, bir Mustafa Kemal çıkmaz?

Fethi:

- Biraz da Yonyo'ya gidelim, dedi.

Maksadı bahsi değiştirmekti. Konu orada da aynı... Fethi:

- Çok iyi söylüyorsun ama, bir parça da eğlenerek... Politikayı bıraksak... diyordu.

Mustafa Kemal durmadan konuşmak istiyordu:

- Hem ihtilâlden söz ederiz, hem İstanbul baskısı altında korkuyoruz. Sonra da İran'daki, Girit'teki hareketlere imreniyoruz. Ben baş olabilirim, diye biri ortaya çıkınca herkes susuyor. Yok öyle şey. Hemen toplanmalı, karar vermeliyiz.

Hikâyenin altını Cebesoy'dan dinlemiştim: Fethi, Yonyo'dan bir kadınlı danslı bir yere gitmeği teklif eder. Üçü de gitmişler. Fethi zevkine dalmıştır. Mustafa Kemal, Ali Fuad'ı gene bırakmaz:

- Niçin çıkmamalı?

Bu millet Yunanlılardan da mı cansızdır, İranlılardan da mı düşüktür? Giderek sabahlamışlardır. Ortalık ağarmak üzere. Erkenden görevleri başında bulunacaklar.

Fethi kendi evine döner. Ali Fuad'ın evi uzakçadır. Mustafa Kemal:

- Sen bize gel. Anam bir şeyler hazırlamıştır. Kahvaltı eder, yıkanıp tıraş olur, daireye gideriz, der.

Anası pek sevdiği oğlunu bekliyerek sanki hiç uyumamıştır. Vurulur vurulmaz kapıyı açar:

- Bu kadar geç kaldığına göre iyi eğlenmişsinizdir... Oh... Oh... Ne iyi ettiniz, der.

Ali Fuad:

- Aman teyze sormayın. Fethi Bey'le beraberdik.

- Fethi ile mi? Akıllı çocuktur o...

- Oğlun birahanede bir bahis tutturdu, bir türlü arkası gelmez, Fethi haydi gidelim de eğlenelim, dedi.

- Ya... Fethi öyledir, akıllıdır.

- Gittik ama, oğlunun bahsinden kurtulursan kurtul, gene konuştuk, durduk.

- Fethi ne yaptı?

- O eğlenecek bir şey buldu...

- Dedim ya... Akıllıdır Fethi...

Daima sofrasının başı idi. Kendine alabildiğine güvendiği ve büyük sergüzeştler için bir ruh hazırlığı içinde bulunduğu görülür hâlde idi. Bir akşam sofrasındaki arkadaşlarına makam dağıtırken Nuri'ye (Conker):

- Seni de başvekil yapacağım, der.

- O birader, beni başvekil yapmak için sen ne olacaksın?

- Bir adamı başvekil yapabilecek adam!

Bu fıkrayı cumhurbaşkanlığı devrinde Nuri Conker bir iki defa anlatmıştı.

Mustafa Kemal için içki, kadın, buluşma, eğlence, hepsi kafasından gönlünden bir türlü kopup ayrılmıyan büyük kaygının ve bir şey yapmak, bir şey yapabilecek otoriteyi avucu içine almak hırsının gölgesi altında idi.

Onu dinlemiyecekler ve lider de yapmıyacaklardı.

1908 - 1914

Meşrutiyet

Hürriyet için ayaklanma artık önlenemiyecek olgunlukta idi. Mustafa Kemal'in kaygısı ondan sonrası içindi. Hâlâ bir kuvvetli teşkilât ve bir program ve ihtilâli temsil edecek bir lider de yoktu. Serez'deki bir hürriyetçiyi İstanbul'a haber vermişlerdi. Soruşturma yapmak üzere yollanan Yarbay Nazım, Enver'in eniştesi idi. Öldürmeye karar verdiler. İlk vurulan odur. 7 Temmuz 1908'de dağa çıkan Niyazi ve arkadaşlarını yakalamak için İstanbul'dan gelen Şemsi Paşa Manastır telgrafhanesinden çıktığı sırada Teğmen Atıf tarafından öldürülmüştür. Kavaklı Fevzi (Çakmak) da Şemsi Paşa ile birlikte idi. Tuhaftır ki aynı Fevzi, paşa olarak, saray hesabına Mustafa Kemal'i tutup İstanbul'a götürmek için Kuvay-ı Milliye'nin ilk zamanlarında Anadolu'ya gelecek ve General Kâzım Karabekir'in yardımını istiyecektir.

Niyazi'den sonra Kolağası Eyüp Sabri, Yüzbaşı Bekir ve daha bazı subaylar birlikleri ile ayaklanmıya katılmışlardı. En sonra dağa çıkan Enver'dir. Fakat ilk hürriyet türkülerinde de yalnız Niyazi ve Enver'in, ara sıra da Fethi'nin adı geçer. Bilinen şartlar içinde en sonu Kanun-ı Esasi yeniden yürürlüğe konmuş, meşrutiyet ilân edilmiştir.

Meşrutiyet ilân olunduktan sonra Mustafa Kemal'in bütün korkuları çıktı. İttihat - ve - Terakki orduya dayanan bir gizli komite niteliğinde kalıp, devlet idaresini Sait ve Kâmil paşalar gibi eski Osmanlı ihtiyarlarına bıraktı. Sanki seçimler olup, Millet Meclisi toplanınca her şey hemen yoluna girecekti. Aslında ise Adriyatik kıyılarından Fars Körfezi'ne doğru bütün imparatorluğun şeriatçı cahil Müslüman halkı halifeye bağlı idi. Uyanık Hristiyan azınlıkların da imparatorluğu parçalıyarak kendilerinin saydıkları bölgelerle ana vatanlarına katılmaktan başka düşündükleri yoktu. İttihatçılar fedayileri İstanbul'da ilk muhalifleri, polis korurluğu altında, öldürme yolunu tutmuşlardı. Mustafa Kemal'in düşündüğünün tam aksine, ihtilâlciler halkı kazanmak için, çoktan kaybettiğimiz Girit'i Yunanistan'a vermemek, Bosna-Hersek'i Avusturya-Macaristan İmparatorluğundan geri almak, Bulgaristan'ın bağımsızlığını tanımamak gibi bir irredantizm edebiyatı tutturmuşlardı. Ben okulda iken sokak gösterilerinde Budin (Budapeşte) türküleri bile okuduğumuzu hatırlarım. Hürriyet türkülerinden birinin mısraı şu idi: ''Alalım düşmandan eski yerleri!''

Ordu politika batağı içinde idi. Teğmen yarbaya selâm vermez olmuştu. Talât (sonradan Sadrazam Talât Paşa...):

- Vallahi ben de şaştım, kaldım, diyordu.

Mustafa Kemal:

- Orduyu hemen politikadan çekmelidir. Bu yapılmazsa ordu bir kuvvet olmaktan çıkar, diye direniyordu.

Mustafa Kemal'in tenkitleri sertti. Enver bir gün Yüzbaşı Hafız Hakkı'ya (sonradan Genelkurmay Başkanı ve Şark cephesinde Ruslarla dövüşürken ölen ordu komutanı):

- Mustafa Kemal fazla ileri gidiyor. Buna bir çare bulalım, demişti.

Bir gece gene Hürriyet meydanındaki gazinolardan birinde tenkitlerde bulunurken, İttihatçı subaylardan biri:

- Hürriyet mademki bizim eserimizdir, onu korumak da bize düşer, dedi.

Bir başkası:

- Ne Sultan Hamid'e, ne vezirlerine güvenilmez, biz muhafız kalmayız, diye aynı fikire katıldı.

Mustafa Kemal politika içine giren bir ordunun savaş gücünü kaybedeceğini misaller vererek anlatıyordu. Fethi susuyordu:

- Mustafa Kemal Bey, belki pek doğru söylüyorsunuz. Fakat hürriyeti kaldırmak istiyenlere karşı ne yaparsınız?

- Cepheye gider gibi üzerlerine yürürüm.

Yonyo'ya gittiler, gazino subaylarla dolu idi. Fethi, Mustafa Kemal'e şimdilik sert tenkitlerden vazgeçmesini tavsiye etti:

- Arkadaşlar iyi karşılamıyor, dedi.

Mustafa Kemal:

- Bunu senden beklemiyordum.

Ve sonra:

- Memleket meçhul bir akıbete doğru sürüklenmektedir, dedi.

İstanbul'da Meclis açılmıştır. Enver, Fethi ve kalburüstü subaylar ataşemiliterlik almışlardır. Mustafa Kemal'i Selânik'ten uzaklaştırmak lâzım. Enver, bu fikrini Talât'a da söylemiştir.

1908 sonlarında umumî merkez kendisine, ayaklanmalar olduğu için, Trablus-Garp'a gitmek görevini verir. Mustafa Kemal, bu ayaklanma bölgesine gidecek. Geniş ölçüde yetkisi var. Başkana sebebini sorar, sana güvencimiz, cevabını verir. Bir vapura atlayıp gider. Ayaklanan derebeyleri Mustafa Kemal'i ilk gemi ile geri göndermek kararını vermişler. Çabukça harekete geçer, kargaşalığı bastırır, devlet otoritesini yerleştirir. Bu ayaklananlar meşrutiyetten sonra yalnız kazançlarını kaybetmek korkusuna düşen şeyhler ve nüfuzlu kimselerdi.

Mustafa Kemal 1909 Ocağında Selânik'e döner. Doğru cemiyete giderek toplantı halindeki üyelerin yüzlerine bakıp:

- İşte geldim, der.

Bazıları utançtan başlarını eğerler.

31 Mart 1909'da İstanbul'da bir şeriatçılık ayaklanması olmuştur. Kara ve deniz askerleri, subaylarını kovarak ve bazılarını öldürerek medrese hocalarını da saflarına katarak başkenti nüfuzları altına geçirdiler. Ön ayak olanlar Selânik'ten getirilme avcı taburu çavuş ve erleri idi.

- Mektepli subay istemiyoruz, diyorlardı. Süngüleri ile Meclis'e girip:

- Şeriat kanunları çıkaracaksınız, diye bağırıyorlardı. İttihatçı Meclis Başkanı Ahmet Rıza Bey'e benzeterek Adliye Nazırını, ''Tanin''in İttihatçı başyazarı ve İstanbul Milletvekili Hüseyin Cahid'e (Yalçın) benzeterek Layikiyya milletvekilini öldürdüler. Hepsi mukaddes halife Sultan Hamid'e bağlı idi. Türk ve Müslüman halk yığınlarının çoğunluğu baştan beri halifeci ve padişahçı idi. Ayaklanma Anadolu'ya hemen bulaştı. Her tarafa yayılmak yolunda idi.

Ayaklanmayı bastırmak üzere Selânik'ten İstanbul'a yürüyen birliklere ''Hareket Ordusu'' adını veren Mustafa Kemal'dir. Hüsnü Paşa komutasındaki bu birliklere Edirne'den Şevket Turgut Paşa komutasındaki birlikler de katılmıştı. Kendisi der ki: ''İstanbul halkına bir bildiri yazmak lâzım geldi. Bunu ben yazdım. Sonra elçiler için ikinci bir bildiri yazdık. Bunun imzası üstüne ne konulmak doğru olacağını düşündük. Bazı arkadaşlar 'Hürriyet Ordusu' dediler. Hâlbuki bütün ordu hürriyet ordusu durumunda idi. 'Hürriyet ordusunun operasyon kuvvetleri' denmek teklifine karşı ben 'operasyon' kelimesini Türkçeye çevirmeyi uygun görerek 'Hareket Ordusu' deyimini kullandım.''

Enver ve arkadaşları Avrupa'dan koşup gelmişlerdi. Hareket Ordusu'nun başına da Mahmut Şevket Paşa geçerek, birkaç gün içinde Selânik'ten gelenler ve bunlar arasında Mustafa Kemal gölgede kalmıştır. Zafer gene İttihat - ve - Terakki'nin ve onun tuttuğu askerlerindi. Bilindiği üzere Yeşilköy'de toplanan Millî Meclis Şeyhülislâm'dan fetva alarak Sultan Hamid'i tahtından indirmiş ve onun yerine Sultan Reşad'ı halife ve padişah yapmıştır.

Mustafa Kemal Selânik'e döndü. Politika ile, gelecek parti kongresine kadar ilgisini keserek kendini askerliğe verdi. Tatbikatlara, manevralara katılmakta, askerî kulüpte konferanslar vermekte idi. Bu arada Türkiye hizmetinde bulunan Mareşal von der Golç garnizon tatbikatı yaptırmak üzere Selânik'e gelecektir. Büyük komutanlık kurmayında talim ve terbiye masası şefi olan Mustafa Kemal, mareşal gelmezden önce, Selânik çevresinde tatbikini uygun gördüğü bir meseleyi hazırlamaktadır. Paşalara bunu haber verince hepsi şaşırır: ''Golç buraya bizden ders almak için değil, bize ders vermek için geliyor,'' derler. Mustafa Kemal: ''Türk kurmay ve kumanda heyetinin, kendi vatanlarını nasıl savunmak lâzım geldiğini gösterebilmeleri elbette önemlidir. Biz de buraya yorgun gelecek olan mareşale fazla külfet de yüklememiş oluruz,'' cevabını verir.

Mareşal Selânik'te Splandit Palas'tadır. O günün gecesinde Mustafa Kemal'e mareşalin yanına gitmek üzere bir davet gelir, kendini karşılıyan kurmay başkanı Mustafa Kemal'e müjdeyi verir. Mareşal plânını çok beğenmiştir. Ancak bazı açıklamalarda bulunması için kendisini davet etmiştir.

Masa üstünde büyük bir harita var. Sonunda Mustafa Kemal plânının uygulanmasına karar verilmiştir.

Ertesi gün Vardar Nehri çevresinde tatbikat başlamış, Mustafa Kemal mareşalin yanında bulunmuş, toprağa yabancı olan mareşale yardım etmişti.

1909 İttihat - ve - Terakki kongresine Bingazi delegesi olarak katılmıştır. Cumhuriyet devrinin uzun müddet dış bakanı Tevfik Rüştü Aras hatıralarını anlatırken diyor ki: ''Selânik'te toplanan kongre olup bitenleri gözden geçirerek yeni bir çalışma yolu çizecekti. Toplantı Ramazan ayına rasladığından akşam yemeğinden hayli sonra buluşuyorduk. Kongreye ben umumî kâtip seçilmiştim. Başkanlık görevi için her toplantıda yeni bir üye seçilirdi. Kongreye katılanlardan üç kişi bir iki toplantıdan sonra herkesin dikkatini çekmişti. Biri sonradan İstanbul temsilcisi olan Kara Kemal, ikincisi Ziya Gökalp'tı. Fakat bütün kongrenin dikkatini devamlı olarak üstünde toplıyan Mustafa Kemal'dir. Cemiyet onu zaten tanıyordu. Ancak ortaya attığı tez kongrenin başlıca uğraşma konusu olmuştu. Merkezcilerden birtakımı ona karşı idi. Görüşmeler çok sert geçiyordu. Mustafa Kemal diyordu ki: 'Askerler cemiyet içinde kaldıkça ne partimiz, ne de ordumuz olacaktır. Subaylarının çoğu cemiyetten olan üçüncü ordu modern bir ordu sayılamaz. Orduya dayanan cemiyet de millet içinde kök salmamıştır. Cemiyet içinde kalmak istiyenleri ordudan çıkaralım. Bundan sonrası için de kanunî hükümler koyalım.' Çetin tartışmalardan sonra, ordu içindeki arkadaşlarımızın da ne düşündüklerini bilelim, dediler, kongreden bir heyet Edirne'de ikinci orduya gitti. Getirdiği bilgilere göre hepsi Mustafa Kemal'in düşüncesinde idi. Kongre büyük bir çoğunlukla Mustafa Kemal'in teklifini kabul etti.''

Mustafa Kemal'in kongredeki bu çalışmalarını içlerine sindiremiyen ve orduyu bırakmak istemiyen komite takımı onu öldürmeye karar verdi. İlk teklif fedayilerden Yakup Cemil ve Hüsrev Sami'ye yapılmıştır. İkisi de Mustafa Kemal'i sevdikleri için reddetmişler, Yakup Cemil üstelik Mustafa Kemal'e tedbirli olmasını söylemiştir. Ondan sonra aynı görevi Enver'in amcası Halil (sonradan ordu komutanı) ve Abdülkadir (sonradan Kuvay-ı Milliye devrinde Ankara valisi ve İzmir İstiklâl Mahkemesi kararı ile idam olunan) üstlerine almışlardır. Mustafa Kemal geceleri, parmağı silâhın tetiğinde, köşeleri açıktan dolaşarak, her an vuruşacakmış gibi evine giderdi. Bir gidişinde evin ileri köşesinde ikisinin de gölgesini görmüş ve hemen silâhına davranmıştı.

Aradan yirmi, yirmi beş yıl geçtikten sonra Halil Paşa'yı Cumhurbaşkanı Atatürk'ün sofrasında hanımı ile birlikte görmüştüm. Halil Paşa ilk meşrutiyet yıllarında, İttihatçıların fedayilerinden idi. İstanbul'da Şemsettin Paşa'yı o öldürmüştür. Hikâyeyi Kılıç Ali'den dinlemiştim. Kılıç Ali'nin asıl adı Asaf'tır. O vakitler ''kanun zabiti'' denen merkez komutanlığı subaylarındandı. Bir gün kendisine Şemsettin Paşa'yı gecenin geç bir saatinde, Divanyolu ve Cağaloğlu üstünden Bab-ı âli'ye doğru götürmesini söylemişler. Bu suikastlarda usul, her tarafı polis çemberi içine almak ve katili korkusuzca öldürmekte serbest bulundurmaktı. Emniyet Sandığı dairesinin bulunduğu sokakta, birdenbire Halil, Kılıç Ali ile paşanın karşısına çıkıyor. Bir tabanca kurşunu ile Şemsettin Paşa yere düşüyor. Sonraları Halil, Kılıç Ali'ye demiş ki:

- Vakayı şahitsiz bırakmak için seni de öldürmeli idim. Fakat gördüm ki genç bir subaysın, kıyamadım.

Sofrada konudan konuya söz Selânik olayına geldi. Artık yaşlanan ve bir geçimlik aramak için Ankara'ya gelen Halil Paşa, Atatürk'e de:

- Sizi sevdiğim ve sakındığım için o vazifeyi almıştım, demesine Atatürk pek kızdı ve çıkıştı idi. Çünkü elinden gelse öldüreceğine şüphe yoktu. Fakat ertesi gün kendisine bir idare meclisi üyeliği de verdirmiştir.

İttihatçıların ihtiyacı, bağlı ve kapalı kafalara, fakat kendine bağlı ve kendi duvarları içine kapalı insanlara idi. Mustafa Kemal ferman dinlemeyen biri idi.

Mustafa Kemal İttihatçılara göre artık içtiği için sarhoşun biri, durmadan arkadaşları ile olup bitenleri tenkit ettiği için fırsatçının biri, zevkine düşkün olduğu için belki de ahlâksızın biri, askerlikte değeri varsa da ne verilse doyurulması imkânı olmıyan ''haris''in biri idi.

Mustafa Kemal İtalya'nın Libya'ya saldırışı üzerine Afrika'da Türkiye toprakları için çarpışmıya gidinceye kadar ordu içinde çalıştı. Yenilenen teşkilâtta Selânik kolordusu Kurmay Heyetine küçük rütbede bir subay olarak girmiştir. Henüz kolağası idi. En çok uğraştığı ordu eğitimi idi.

Köprülü taraflarında Cumalı'da süvari alayları arasındaki tatbikat talimlerini denetlemek için giden ordu kurmay başkanı Ali Rıza Paşa'nın yanında idi. Yıllardan beri bir süvari tugayının toplandığı görülmemişti. Görülmiyen başka bir şey de ordu komutanlarının kurmay başkanları ile manevralarda bulunuşu idi. Mustafa Kemal gördüğü yanlışlar üzerine ağır tenkitler yaptı. Bir mektubunda diyordu ki: ''Cumalı manevralarında rütbem ve yetkim elverişli olmadığı hâlde aşırı yanlışlar karşısında dayanamadım. Paşayı subaylar yanında tenkit ettim. Hoş görmedi, ama gücenmedi de! Hareketim belki disipline aykırı idi. Fakat Almanya'da çalışan bu paşa da komutanlık sanatını edinmezse ötekiler ne yapacaklar? Tümen komutanlarının görevlerinden haberleri yok!''

Mustafa Kemal, Cumalı ordugâhını ''özlemekte olduğu askerlik hayatı''nın başlangıcı saymıştır. On günün hatırası olarak tuttuğu notları bastırıp ''Asker hediyesi asker olanlarca makbule geçer,'' diyerek silâh arkadaşlarına dağıtmıştır. Mustafa Kemal'in bundan başka ''Takımın Muharebe Talimi'', ''Bölüğün Muharebe Talimi'' adlı General Litzmon'dan çevirme iki eseri daha vardır. Biri 1909, biri 1910 tarihlidir.

Mustafa Kemal'in Cumalı'da ağır tenkit ettiği komutan Hasan Tahsin Paşa'dır. Bu adam Balkan Savaşında Selânik'i 60 bin askeri ile birlikte Yunanlılara teslim edecektir.

O tarihlerde kendisini yakından tanıyan Kılıçoğlu Hakkı, bana yazdığı mektubunda şöyle der: ''Toplantılarda en çok o konuşurdu. Biz dinlerdik. Eskiden 'mir-i kelam' dedikleri güzel söyleyicilerdendi. Ama neye yarar ki rütbesi kolağası idi. İttihatçılar onun yerine Enver'i tutmuşlardı. Çünkü Enver daha önce Makedonya'da bulunmuş, Bulgar çetecileri ile savaşmış, yararlık göstermiş ve adı çıkmıştı. Fakat büyük askerî birlikler yönetecek yeterlikte olmadığı Birinci Dünya Harbinde apaçık görülmüştür. İttihatçılar Enver yerine Mustafa Kemal'i tutsalardı işin rengi çok değişeceğini sanıyorum. Mustafa Kemal daha Suriye'de iken ben gizli gizli İttihat - ve - Terakki'ye girmiştim. Askerlerin bu gibi işlere karışmasına karşı idim, ama son kurtuluş çaresini de bunda görmüştüm. Kolağası Mustafa Kemal de İttihatçı oldu ise de Selânik'teki cemiyet kodamanları onu ne sevdiler, ne de çekebildiler. Çünük hepsinden yüksekti. Onu yükseltmek, kendilerini küçültmek ve silik duruma düşürmek olacaktı. Mustafa Kemal hepsini tenkit ederdi. Bir defa bir Rum tiyatrosunda yapılan cemiyet toplantısında söz aldı ve hepsini hiç etti. Ondan sonra Mustafa Kemal'in notunu verdiler. Onu öldürmek de istedikleri duyulmuştu. Mukadderat denen bir şey var mı, yok mu bilinmez. Fakat Mustafa Kemal'i yok etmek istiyenler, o hayatta iken memleket dışında birer birer öldürülmüşler, birtakımı da suikast yüzünden asılmışlardır. Mustafa Kemal'de dinmiyen bir yükselme hırsı vardı. Nereye kadar yükselecekti? Belki hükümdarlığa kadar! Mustafa Kemal'in askerî kabiliyetini Selânik'te kışın harita ve yazın da arazi üzerinde idare ettiği harp oyununda görmüştüm. Kolorduda çok değerli subaylar vardı. Komutan da Ferik Tahsin Paşa idi. Büyük genelkurmayın emrettiği bir harp oyununun idaresini hiçbiri üstüne alamadı. Mustafa Kemal, ben yaparım, dedi. Üstüne aldı ve büyük başarı ile yaptı. Başarısı ötekileri daha çok ürküttü. Oyunun ikisinde de bulundum. Yalnız askerlikteki yeterliğini değil, yüksek bünye dayanışını da gördüm. Akşamüstü karargâha geldiğimiz vakit birkaç kişi ile içki masası kurulur, gece yarısına kadar içilir, herkes yorgun ve bitik yatağına çekilip gider, Mustafa Kemal tek başına kalıp bir yandan içkisine devam eder, öbür yandan ertesi günü herkese vereceği görevleri hazırlayarak pek az uyur, en önce toplantı yerine gelir, hepimize görevlerimizi yazılı olarak verir ve hemen hareket başlardı. Hareket sonundaki tenkitleri ne kadar canlı idi. Bir kurmay albayı bir defa öylesine haşladı ki adamcağız eridi: 'Bileğinizde saat, belinizde harita çantanız ve pergeliniz vardır. Bunları kullanmak hatırınıza gelmedi mi? Yarın harp meydanında böyle mi hareket edeceksiniz? Yok olmuştur o birlik!' Arazi üzerindeki bu tatbikat bir ay sürdü. Serez'de başlayıp Cuma-i Bala'da bitti. Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay Selâhattin bir puttu sanki! Ama Mustafa Kemal bir hayli daha kolağasılıkta kaldı.

''Güçlüklerden bıkıp usandığı da olmuştur, sanıyorum. Akşamları evine giderken kolordu karargâhı yolumun üstünde olduğu için arada bir attan iner, Mustafa Kemal'in yanına gider, lâf atardık. Bir defasında onu yapyalnız buldum. Nuri (Conker) ve İzzettin (Çalışlar) gitmişlerdi. Beni dostça karşıladı: 'Siz şöyle buyurunuz, benim bitirilmesi gereken bir işim var, sonra beraber çıkarız,' dedi. Çok sürmedi, birlikte çıktık. İki yolun kavşağındaki bir çeşmenin yanında birden durdu: 'Hakkı Bey ben askerlikten çekileceğim, bir yere mutasarrıf olup gideceğim,' dedi. Dona kaldım: 'Aklınızı mı kaybettiniz? Olacak iş mi bu? Ben şahsınızda büyük bir kumandan görmekteyim,' deyince, kaba bir küfür savurarak: 'Ben bu heriflerle anlaşamıyorum, onlarla yapamıyacağım,' dedi. 'Biraz sabırlı olun. Onların ömürleri uzun değildir. Her şey düzelecek,' cevabını verdim. Beyazkale bahçesine girdik. İçerken hep aynı sözleri tekrarladım: 'Böyle bir şey yapmıyacağınızı söyleyin de evime rahat gideyim,' dedim. Güldü. Yıllar sonra Anafartalar zaferi olunca ona Biga'dan bir telgraf çektim ve şöyle dedim: 'Kehanetimin bu kadar çabuk çıkacağını tahmin etmezdim. Zaferinizi tebrik ederim.' Artık ordudan ayrılmıştım. Emekli idim. Bana telgrafla cevap verdi, teşekkür etti ve karargâhına davet ederek, Akbaş'a çıkınca bana telefon et, otomobilimi gönderir, sizi aldırırım, diyordu. Çok sevindim. En iyisinden iki binlik rakı ve birçok meze hazırladım. Bir arabaya atlayınca Çanakkale'nin yolunu tuttum. Ama felek yar olmadı, düşmanın attığı bir bombadan ayağım yaralandı. Biga'ya döndüm. Ona emanetleri gönderdim. Bir mektubunu aldım.''

Bu sıralarda Arnavutluk'ta ayaklanmalar vardır. Bir türlü yatıştırılmaz. İki komutan birbirlerini kıskanmışlardır. Birinin yaptığı ötekine uymaz.

İstanbul'dan Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'nın gönderilmesi lâzım gelir. Mustafa Kemal Selânik'te Kurmay Heyetindeki görevindedir. Sanki bir gün bu işi çözmek ona düşecekmiş gibi de Arnavutluk'taki hareketleri inceleyip durur. Her şey kötü gitmektedir. Asker Çilova Boğazı'nı bir türlü geçemez. Hatta Cafer Tayyar (sonra general) Çilova Boğazı'nı geçmek için aldığı emire:

- İtaat varsa da takat yok, diye o vakit ağızdan ağıza dolaşan cevabı verir.

Başlangıçta ayaklanmayı ne kadar hafife aldıklarını gösteren bir fıkrayı o vakit orada hizmette bulunan Aziz Samih'ten dinlemiştim. Komutan:

- Telâş etmeyin çocuklar, demişti, bunlar bir somun ekmeği, biraz kalkandelen dolması, birkaç da fişekle gelirler. Birkaç gün sonra iki bini ekmek ve fişek almak için döner, yarısı geri gelir. Sonra bini gider, yarısı döner. Geri kalanları da ben üç beş altına satın alırım.

Mahmut Şevket Paşa komutayı almaya geldiği için yanında kurmayı yoktu. Selânik'te kendisine Mustafa Kemal'i verdiler. Daha trene binince, Harbiye Nazırının geldiği belli olması için, emir yağdırma isteği belirir. Mustafa Kemal:

- Aceleye lüzum yok, bir defa durumu anlıyalım, der, önüne geçer.

Üsküp'te komutan Şevket Turgut Paşa'yı telgraf başına çağırırlar. Nerede hangi kuvveti olduğundan haberi yok. Kurmay başkanı da öyle. Kurmay Heyetinden Kâzım Karabekir gelir. O da karanlıkta. Fakat karşı taraftan konuşanın yalnız Kolağası Mustafa Kemal oluşu hepsini çileden çıkarır. Hele pek kıskanç olduğu için Kâzım Karabekir ifrit kesilmiştir.

Mustafa Kemal, Mahmut Şevket Paşa'ya:

- Durumu görüyorsunuz. Eğer muvaffak olmak isterseniz, Selânik'ten bazı arkadaşları getireceğiz, diyor. Nuri, İzzettin gibi yakınlarından bir takım kendilerine katılmıştır. Mustafa Kemal kendini anlıyan bu arkadaşları kuvvetlere dağıtmıştır. Bastırma hareketi başarı ile sona ermiştir. Geçilemiyen boğazda kimsenin burnu bile kanamaz. Başarı Mahmut Şevket Paşa'nındır, ama hareketi Mustafa Kemal ve arkadaşları idare etmişlerdir. Bir veya yukarı rütbede olanlar bunu çekememişlerdir. Mahmut Şevket Paşa'dan Selânik'ten getirdiklerinin orada bırakılmamasını istemişler. Maksat hepsini rütbelerinin yerine oturtmak ve üstlerinden, yahut yan yana bakmak. Mustafa Kemal yalnız kendi gitmekle kalmaz, arkadaşlarını da götürür. Son akşam kurmayların sofrasında:

- Kalırım, ama hepinize kumanda etmek için kalırım, eğer isterseniz...

Mustafa Kemal 1910'da bir ara Fransa'da Picardi manevralarına gitti. Topçu Rıza Paşa ve Ali Fethi ile beraberdi. Her akşam harita üzerinde ertesi günkü hareketler üzerine tahminlerde bulunulurmuş. Mustafa Kemal sıkılgan mizaçlı idi. İyice açılıp konuşabilmesi için bu sıkılganlığı giderecek kadar sinirlenmeli, ya bir görev heyecanı doğmalı, yahut içki ile silkinmeli idi. Fransızcası da serbestçe konuşabilecek kadar kuvvetli olmamıştı. Mustafa Kemal kalpaklı Osmanlı subayla ını kendilerinden bile saymıyan, parlak üniformalı, iddialı ve gururlu yabancılara biraz ürkerek yaklaşmış, yavaş yavaş farkına varmış ki birçokları hayli basittirler. İtici ve uzaklaştırıcı dekorun altındaki zaafı sezince kendine cesaret geldi. Bir defasında arka arkaya iki üç konyak içerek haritaya yaklaştı. Biraz kendi, biraz arkadaş yardımı ile ertesi günkü hareketler üzerine tahminlerini söyledi ve hareketleri takip etmek için en iyi yerin onlar tarafından seçilen yer olmadığını ileri sürdü. Yukarıdan şöyle bakıştılar ve dağıldılar. Ertesi gün Mustafa Kemal hak kazandı. Sofrada yanına bir miralay düştü. Bir aralık ona dedi ki:

- Dün akşam sizin dediğiniz herkesinkinden doğru idi, fakat...

Bir şey söylemekle söylememek arasında duraklama geçirdikten sonra Mustafa Kemal'in başını göstererek:

- Ne diye bu tuhaf başlığı giyersiniz, başınızda bu oldukça kafanıza kimse itibar etmez, der.

Tenkitlerini hoş görmiyen üstlerince Selânik'te 38 inci piyade alayı komutanlığına tayin edilmesi de mesleğinde ciddî bir adım olmuştur. Hikâyeyi o zaman o aynı alayın birinci taburunun üçüncü bölüğünde takım komutanı bulunan Ziya Kılıç'tan dinliyelim: ''Alay komutanı Miralay (Albay) Sadettin Bey gözlerinden rahatsız olduğu için izin almıştı. Aynı günün akşamı kolordunun günlük emrinde beşinci kolordudan Kurmay Kolağası Mustafa Kemal Bey'in alay komutanlığı vekilliğine tayin edilmiş olduğu bildiriliyordu. O vakit ki alaylar dört taburlu idi. Bu alayın tabur komutanı binbaşı rütbesindedir. Tabiî bir kurmay kolağasının böyle bir alay komutanlığına getirilmesi bütün komutanları şaşırtmıştır.

Bir gün sonra alay komutan vekilinin alayı teslim almak üzere geleceği haber verildi. Alay kışla meydanında teftiş durumuna girdi. Biraz sonra beyaz ata binmiş, uzunca boylu, gür, dik bıyıklı ve keskin bakışlı kurmay kolağası geldi. Usul gereği en kıdemli tabur komutanı tekmil haberi verir. Mustafa Kemal Bey alaya yaklaşınca gür bir sesle:

- Merhaba asker, dedi.

O tarihlerde yoklama ve teftişlerde komutanlar askere:

- Selâmün aleyküm... derler, asker de:

- Aleyküm selâm... diye cevap verirdi. Alışmadığı bu tek kelimelik selâm karşısında asker biraz irkildikten sonra aynı kelime ile cevap verdi. İşte o tarihten sonradır ki orduya bu tek kelime ile selâm usulü girmiştir.''

Mustafa Kemal iki saat gibi kısa bir süre içinde bütün bölük komutanlarını, bölüklere basit tatbikat yaptırarak, imtihandan geçirmiş. Başarı gösteremiyenleri hemen Selânik'teki talimgâha yollıyarak yeni askerî usulleri öğrenmelerini sağlamış. Kısa zamanda 38 inci alayı kolordu içinde örnek hâle getirmiş. Herkesçe anlaşılmış ki bu 28 veya 29 yaşındaki kolağası, rütbelerin basit sınırları içinde kalacak ve ölçülecek bir kimse değildir. Bir gece tatbikatından sonra Selânik'in doğusunda bulunan Karaburun'a doğru yürüyüş yapıyorlardı. Mustafa Kemal alayın başında idi. Ufuk ağarmış, güneş doğmak üzere... Birden:

- Çocuklar, dedi, nerede ise şafak sökecek. Yıllarca bu vatanın ufuklarında parlak bir güneşin doğmasını bekledim. Bakalım bu sabaha...

Güneş doğdu. Fakat geceden kalma bulutlar pırıltısını gölgeliyordu. Mustafa Kemal:

- Hayır, hayır! Beklediğim bu kara bulutlarla örtülü güneş değildir. Ben bulutsuz, gölgesiz bir güneşin doğmasını bekliyorum ve bekliyeceğim.

Selânik'te bulunan bütün garnizon birlikleri alayın tatbikatına kendiliklerinden katılmakta idiler. Verdiği konferanslara başka subaylar da geliyordu. Âdeta bütün subaylar onun çevresinde ve çekiciliği altında idi. Bu durumdan hoşlanmıyan üçüncü ordu müfettişi kendisini Selânik'ten uzaklaştırmak için İstanbul'da Genelkurmay Başkanlığı Dairesine tayin ettirmiştir (13 Eylül 1911).

Fakat İtalyanlar 27 Eylül 1911'de Libya'ya saldırdıklarında Mustafa Kemal İstanbul'a değil, Afrika'ya gidecekti.

Balkan Savaşında donanmamız yenildiği vakit başında bulunduğu Hamidiye kruvazörü ile denize açılarak Yunan kıyılarını döven, bir hayli zaman yakalanmaksızın Akdeniz doğusunu korkusu altında tutan Rauf (Orbay) ki Birinci Dünya Savaşından sonra İzzet Paşa kabinesinde Bahriye Nazırı olmuş, Mondros Mütarekesi heyetine başkanlık, daha sonra Ankara'da Mustafa Kemal'e başbakanlık etmiştir, saltanat rejimine bağlı ve gelenekçi olduğundan Cumhuriyet devrinde Atatürk'ten ayrılmış ve onunla dargın olarak ölmüştür, kültürü kıt, dünya görüşü dar, fakat namuslu bir adamdı. Nitekim Atatürk öldükten yıllarca sonra Kuvay-ı Milliye devrinin Kâzım Karabekir, Refet Bele ve Ali Fuad (Cebesoy) gibi ''büyük'' tanınmışları ile bir toplantıda:

- Hiçbirimiz olmasaydık Kurtuluş Savaşını Atatürk gene başarırdı. Ama o olmasaydı hiçbirimiz onun yaptığını yapamazdık, demek dürüstlüğünü göstermiştir. Mustafa Kemal'in Libya sergüzeşti üzerine onun hatıralarında aydınlatıcı bilgiler vardır.

Rauf Orbay, Mustafa Kemal'i kendisinin de gönüllü olarak katıldığı Hareket Ordusu İstanbul kapılarına geldiği vakit Mahmut Şevket Paşa karargâhında tanımıştı. Mustafa Kemal, 31 Martta birinci ordu ayaklanması sebeplerini şöyle anlatmıştı:

- İttihat - ve - Terakki reisleri hükûmet kuvvetini meşruluk prensiplerine aykırı olarak, şahıslarında toplamışlar ve serbest seçimle gelen bir millet meclisi yerine asker kuvvetine dayanarak zor ve şiddet kullanmışlardır. Bu fikrimi İttihatçı arkadaşlarıma söyledim, durdum, fakat anlatamadım.

Biraz sonra Harp Divanı'nda görev alan Rauf Bey yargılama sırasında Mustafa Kemal'e hak verdiğini ve artık İttihatçı şahsiyetlere eski yakınlığını kaybettiğini de söyler.

Hatıralarını anlattığı sırada ben Atatürk'e sormuştum:

- Afrika'ya gidip İtalyanlarla dövüşmek faydasızdı. Bir başarı umuyor mu idiniz?

- Hayır... Fakat Enver ve arkadaşları gideceklerdi. Halk gitmiyenleri vatanseverlik görevini yapmamış sayacaktı. Sizin kahramanlığınız lâfta, diyecek olanlar da çoktu.

Selânik'te sefere hazırlandığı sırasında arkadaşlarına:

- Trablus dönüşünde gene buralara gelebilecek miyim? Selânik'i Türk elinde görebilecek miyim? diye hayıflanıyordu.

Arnavutluk hareketleri sırasında kurmay başkanlığı ettiği Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'ya da ordu üzerine fikirlerini söylemiş, sonra:

- Paşanın da cemiyete söz geçirebildiği yok... demişti.

İtalya'ya geçmek üzere Mısır'a gitti. Yanında İttihat - ve - Terakki Cemiyetinin miting hatipliğini yapan Ömer Naci ile fedayi subaylardan Sabancalı Hakkı ve Yakup Cemil birlikte idi. Bunlar hem orduda, hem politikada idiler. Mustafa Kemal için hiçbir zaman anlaşmadığı Enver'le işbirliği yapmak da bir fedakârlıktı. Rauf Bey bu subayları yanında görmesine şaştığını söylemesi üzerine Mustafa Kemal:

- Ömer Naci ile eski dostluğum var. Konuşmaktan hoşlanırım. Ama hiçbiri ile fikir birliğim yok. Ne yaparsınız, zorlayıcı hâller beni yol arkadaşlığına mecbur etti, cevabını verdi.

Yıllar sonra bana, yetişme yolunda Libya'da savaşında ikinci imtihanını verdiğini anlatmıştı:

- Orada subay sıfatlı haydutlar vardı. Elleri tabancalarında idi. Fedayi ve kabadayı. Bunlar kızınca öldürmekle tanınmışlardı. Benim için ya ölmek, ya bunlara emretmek lâzımdı. Silâhıma tutundum. Çadır altında şiddet gösterdim. Sert davrandım. Emirlerimi kendilerine geçirdim. En sonunda hepsine hükmettim.

İlk attığı zar kendi hayatı idi. Böyle İttihatçı fedayilerinin kendi lügatinde karşılığı ''kasap''tı.

Okurlarım birinci ve üçüncü imtihanlarının ne olduğunu merak edeceklerdir. Sırası değilse de kendinden aldığım gibi anlatayım: "Birinci imtihan Harbiye'de ve subay olduğum sıralarda başımdan geçenlerdi. Üçüncü imtihan, Dünya Harbinde beni Doğu cephesine gönderdiler. Her şey bozuk. Ordu bitkin. Kendi şerefimi ve orduyu kurtarmak lâzım. Uzun bir savaşma ile başardım. Bu tecrübeler bana sabrı, bir fikre bağlanmayı ve o fikirde durmayı ve sonra da insanları öğretmiştir.''

Sonra bakışları pırıldıyarak:

- Bir gerçeği de öğrenmiş oldum: Tehlike insandan kaçar!

Enver Libya'da Bingazi bölgesinin sivil ve askerî idaresini üstüne almıştı. Enver, İttihatçı liderler sırasında idi. Aralarında anlaşmazlıklar çıkacağına şüphe etmiyen Rauf Bey bu şüphesini kendisine sezdirince Mustafa Kemal:

- Karşınızda düşman var. İtalya orduları ile çarpışmak için yoktan kuvvet var etmek lâzım. Bir de siyasî fikirler yüzünden ayrılığa düşersek sonu bozgundur, dedi.

Rauf Bey'in belki Bingazi bölgesine gitmemekliğiniz doğru olmaz, demesi üzerine de:

- Bana verilecek askerî görevleri yerine getirmek ve siyasî tartışmalardan kaçınmak kararındayım. Vakit geçirmeden düşmanla vuruşmaya gidiyorum. Herhangi bir sebeple bunu yapamıyacak olursam dönmeği başka herhangi bir davranışta bulunmaktan daha doğru bulurum, cevabını verdi.

Mustafa Kemal önce Tobruk'a gitti ve burada komutan bulunan Ethem Paşa'nın kurmaylığını üstüne aldı. Tobruk'taki İtalyan kuvvetlerine karşı saldırışa geçti. 9 Ocak Tobruk Savaşı o çerçevede ilk savaş ve ilk başarı olmuştur. Daha sonra Derne'ye giderek oradaki kuvvetlerin komutasını ele aldı.

Sonuna kadar Derne bölgesi komutanlığını başarı ile yapan Mustafa Kemal'in gösterdiği yüksek kabiliyet oradaki muhaliflerinin de dikkatini çekti. Mustafa Kemal 25/26 Nisan 328 (1912) tarihi ile ve Derne Osmanlı kuvvetleri komutanı imzası ile yazdığı bir mektupta der ki: ''Bilirsin, ben askerliğin her şeyden fazla sanatkârlığını severim. Burada sanatın bütün gereklerini uygulıyacak kadar zaman ve bu zamanla edinilebilecek vasıtalar olursa, işte o vakit milletin istediği hizmeti yapmış olacağız. Hayatımın bugününe kadar orduya faydalı bir kimse olmaktan başka vicdanımda bir emel beslemedim. Çünkü vatanı korumak ve milleti mesut etmek için, her şeyden önce ordumuzun eski Türk ordusu olduğunu dünyaya bir daha göstermek lâzım olduğuna çoktan inanmışımdır. Bu inanç yüzünden, ihtimal, ifratçı görünmüşümdür. Fakat zaman saf ve temiz kafalardan çıkan hakikatleri -kabul edilmese de- bir gün uygulandırır. Bu gece Derne kuvvetlerimizin bütün kumandanları ve subayları ile bir akşam eğlencesi tertip etmiştik. Mektubumu çadırıma dönüşümde yazıyorum. Bu güzel kalpli, kahraman bakışlı arkadaşlarımın, bu küçük rütbeli, fakat düşmanı titreten büyük kumandanların gözlerinde vatan için ölmek aşkını okuyorum. İçimde büyük bir sevinç ve gurur ile kendilerine 'Vatan mutlak selâmet bulacak, millet mutlak mesut olacaktır.' Çünkü kendi selâmetini, kendi saadetini, memleketin ve milletin selâmeti için feda edebilen vatan evlâtları çoktur.''

Zaman geçtikçe Mustafa Kemal'e bağlı olanlarla Enver'i tutanlar arasında sürtüşmeler kendini göstermiş ve azmak üzere iken, Balkan Savaşı çıkması üzerine, iki komutan da vatana dönmüşlerdir.

1911'de Bingazi Savaşında bulunan bir Fransız muhabiri Enver'le Mustafa Kemal arasında şu kıyaslamayı yapmıştır: ''Enver büyük plânlardan, büyük fikirlerden çabuk umutlanır, canlanırdı. Teferruatla uğraşmazdı. Mustafa Kemal realistti. Parlak projeler, göz kamaştırıcı her şey onda bir güvensizlik yaratırdı. Büyük fikirler onu sihirlemezdi. Onun amaçları sınırlı idi. İnce hesap ve uzun yargılamadan sonra karar verirdi. 'Takribî = yaklaşa' ve 'umumî' ile yetinmez, sağlam esaslar ve rakam isterdi.''

Hekimlerimizden biri de kendisini bir çöl karargâhında nasıl tanıdığını şöyle anlatmıştır: ''Komutan hasta, yataktadır, sizi öyle kabul edecek, dediler. Mustafa Kemal Bey çadırda portatif karyolasında oturuyordu. Eşyası bir portatif masa, iki iskemle, bir de yere serilmiş kurt postundan ibaret. Bir gözünde kan var. Sık nefes almakta. Elini sıkarken ateşi olduğunu da hissettim. Pek güçlükle bir hastanede birkaç gün tedavi olmaya gönderebildik.''

Balkan Savaşından önce İttihat - ve - Terakki iç kargaşalık ve hoşnutsuzluk yüzünden iktidarı muhaliflerine bırakmıştı. Her türlü gücenmişlerin, bu arada ayrılıkçı Arnavut, Rum, Bulgar, Sırp ve Arap politikacılarının kendileri ile işbirliği ettikleri muhalifler, içlerinde bulunan fesatçı ve Türk olmıyan arka niyetli kimselerin kışkırtması ile Trakya'daki orduyu terhis ettiler. Harbiye Nazırı iken Mahmut Şevket Paşa bu kuvvetleri iyice silâhlamıştı. Yunanistan, Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan ellerine geçen fırsatı kaçırmıyarak saldırışa geçtiler. Hükûmet ve ordu şaşkına döndü. Koca devletin yıkılacağına hiç ihtimal vermiyen, bilâkis Balkanlı orduların yenileceğini sanan büyük devletler, statükonun bozulmasına izin vermiyeceklerini bildirmişlerdi. Oysa birkaç hafta içinde her yerde yenildik. Avrupa Türkiyesini kaybettik. Bulgar ordusu Çatalca'ya geldi, dayandı. Hiç unutmam, Manastır düştüğü vakit hece vezninde bir şiir yazmıya başlamıştım. Ben şiiri bitirinceye kadar Edirne düştü. Hece sayısı uyduğu için adını Edirne'ye çevirdim. Bu şiirim ''Tanin'' gazetesinin ilk sayfasında çıktı. Artık Edirne'yi de Bulgarlara bırakmayı kabul ederek barış yapmıya karar vermiştik. Büyük devletler biz yenilince statüko antlarını unutmuşlardı.

Mustafa Kemal 24 Ekim 1912'de İstanbul'a dönmek üzere iken Mısır'da Avrupa Türkiyesini kaybettiğimiz ve Bulgar ordusunun İstanbul kapılarına geldiğini duydu. Avrupa yolu ile Romanya üstünden İstanbul'a geldi. Makedonya ve Selânik artık düşman elinde idi. Bab-ı âli caddesinde ''Meserret'' kıraathanesinde birkaç asker arkadaşına raslamıştı. İstemiye istemiye yanlarına gitti. Selânik'ten söz açarak:

- Nasıl bıraktınız? Selânik'i bu kadar ucuz nasıl düşmana teslim ettiniz, diyordu.

O böyle bir felâketin geleceğini bildiği için ordunun politikadan çekilerek onu karşılamaya hazırlanmasını istiyordu. Gerçekten dediği gibi çalışsaydı Rumeli elden gitmezdi. Bunun belgesi şudur ki büyük devletler Osmanlı Devletinin Balkanlıları yeneceklerine inandıkları için statükoyu ortaya atmışlardı.

Mustafa Kemal'i Gelibolu yarımadasını korumak üzere Bolayır'da toplanan Akdeniz Boğazı Kuvvetleri ''Harekât'' Şubesi Müdürlüğüne tayin ettiler (25 Kasım 1912). Kurmay Başkanı Fethi (Okyar) idi.

Rauf Orbay hatıralarında diyor ki: "Bulgarlar Çatalca savunma hattını aşamayınca Gelibolu Yarımadası'na doğru saldırış hazırlıklarına başlamışlardı. Biz de yarımadayı Bolayır tarafından savunmak için Ferik Fahri Paşa komutasında bir kolordu göndermiştik. Bu kolordunun kurmay başkanlığına Trablus'tan dönen Ali Fethi Bey, Harekât Şubesi Müdürlüğüne de Derne'den dönen Mustafa Kemal Bey tayin edilmişlerdi. Kolordu karargâhı Maydos'ta idi. Donanma da Maydos karşısında bulunuyordu. Vakit buldukça Maydos'a gider, ikisini de ziyaret ederdim. Bazan donanma kumandanlığı adına onlarla askerî görüşmeler yapardım. Bu arada bir defa donanma koruması altında denizden asker çıkararak yapılacak bir saldırıya karşı yarımadanın nasıl savunulabileceğini inceliyen kolordu Kurmay Heyeti görüşmelerinde hazır bulundum. Yarımadanın batı kıyısında asker çıkarmaya elverişli kumsallar istihkâmlanırsa çıkarmaya engel olacaklarını ileri sürenlere Mustafa Kemal Bey'in karşı koyduğunu iyiden iyiye hatırlıyorum. Mustafa Kemal Bey düşmanın donanma ateşi altında karaya çıkabileceğini kabul etmek gerektiğini, savunma tertiplerinin ancak bundan sonra alınması doğru olacağını söylüyor ve bu fikrine karşı olanlara sinirlenerek:

- İstediğiniz kadar tel örgü engelleri koyunuz. Parçalar çıkarım. Karada ilerlemekliğimi önliyecek üstün kuvvet yoksa yarımadayı pekâlâ ele geçiririm, diyordu.

Mustafa Kemal Bey, Bingazi bölgesinde İtalyanların donanma koruluğu ile karaya asker çıkarmalarından ders almıştı. Oradaki kurmay subaylar arasında donanma top ateşinin tesiri hakkında doğru ve pratik fikri olduğunu gördüğüm ilk şahsiyet Mustafa Kemal Bey'dir. Balkan Harbinde bunu bilmemek yüzünden başarısızlığa uğradığımız bilindiği hâlde ne yazık ki fikirlerini düzeltmiyenlere Birinci Dünya Savaşında da rasladım. O günlerde Fahri Paşa kolordusuna karşı Eskâmil tepesine dayanan bir Bulgar tümeni bulunuyordu. Bu sırada Marmara'nın Rumeli kıyısında bir noktaya kuvvet çıkararak Çatalca'daki Bulgar ordusunun çekilme hattını kesip ve onu iki ateş arasında bırakarak yenilgiye uğratmak için hazırlıklar yapılmakta idi. Bu maksatla Ferik Hurşit Paşa komutasında bir kolordu kurulmuş, kurmay başkanlığına da Yarbay Enver Bey tayin edilmişti. Ben düşman kıyılarına akın etmek için Akdeniz'e açıldığım vakit plân uygulanmış, fakat başarı elde edilmemiştir. İki kolordunun hareketlerini idare eden Enver Bey'le Ali Fethi ve Mustafa Kemal beyler arasında anlaşmazlık çıkarak orduda ikilik kendini göstermişti.''

Bu arada Balkanlı müttefikler birbirlerine girdiler ve Sırbistan, Yunanistan, Romanya birleşerek Bulgaristan'a hücum ettiler ve onları kolayca yendiler. Şimdi fırsattan faydalanarak Trakya üstüne yürümek ve hiç olmazsa Edirne'yi geri almak lâzımdı. Hâlbuki Edirne'yi Bulgaristan'a vermiştik. Büyük devletler, hele Rusya ne de öteki devletler geri almaklığımıza engel olacaklardı. Böyle bir tehlikeyi göze almak için hükûmeti devirmek, Bab-ı âli'yi basmak, belki Harbiye Nazırını öldürmek gerekecekti.

Hükûmeti devirme hareketinden önce Talât Bey Gelibolu'ya gelerek Mustafa Kemal'i görmüş, sonra birlikte Fethi Bey'in yanına gitmişler. Talât kendilerine gene birlikte çalışmayı teklif etti. Mustafa Kemal bir aralık:

- Siz partinin başından çekilecek misiniz? diye sordu.

- Niçin? Beni öldürmek mi istiyorsunuz?

- Hayır, biz size layık olduğunuz yeri vereceğiz.

Talât İstanbul'a döndükten sonra Ali Fethi İstanbul'da önemli bir vaka olacağından hemen gelmesini istiyen bir telgraf aldı. Gitti. Yapacaklarını haber verdiler. Nazım Paşa'yı öldürme kararına isyan etti. Yapmıyacaklarını vadettiler, döndü. Mustafa Kemal:

- Fakat düşündüklerini yapacaklar, dedi.

Nitekim dediği çıktı. Bab-ı âli baskıncılarının başında Enver vardı. İttihatçılar iktidara gelince orduyu yürüttüler. Enver bir koşu Edirne'ye giderek, savaşsız kansız bir kahramanlık daha elde etti.

Bir müddet sonra Enver hem paşa hem Harbiye Nazırı olacaktı. 4 Ocak 1914 tarihli gazetelerde, Bingazi'deki hizmetlerinden dolayı zam olunan üç sene kıdemli miralaylığa (yarbay) ve Balkan Harbindeki fedakârlığına mükâfaten üç sene daha zam ile mirlivalığa (tümgeneral) terfi eden Enver Paşa Harbiye Nezaretine tayin edilmiştir, haberi çıktı.

1908'de Talât onu ileri sürmüştü. Enver düzenli yetişmemiştir. Alay, liva, tümen gibi birliklere sıra ile kumanda etmemiştir. Makedonya'da çete kovalamış, Trablus'ta çete başılığı yapmış ve Balkan Harbinde Bolayır'da birdenbire bir kolorduyu karaya çıkarmak istemiş ve bozulmuştu. Harpte de bir orduya kumanda etmiye kalkarak Sarıkamış bozgununa uğrıyacaktı. Mustafa Kemal bana demişti ki: ''Bu yetişmezlik yüzünden de emir verirken, verdiği emirlerin yapılabilip yapılamıyacağını bilemezdi.''

İttihatçılar Fethi'yi de Mustafa Kemal'i de artık yadırgıyorlardı. Enver'in Harbiye Nazırlığını orduda içine sindiremiyecekler arasında Fethi'nin de bulunacağına şüphe yoktu. Onu askerlikten alarak parti umum kâtibi yapmayı düşündüler. Fethi'nin bu görevi pek istediği yoktu. Fethi'nin evine yerleşen Mustafa Kemal belki bu yoldan bir şeyler yapılabileceği umuduna kapılarak kabul etmesinde ısrar etti. Fethi umum kâtip olunca ilk iş olarak İttihatçı fedayilerinin maaşlarını kesti. Onun komitecilikle hiç ilgisi yoktu. Bütün fedayi takımı ve onları tutanlar aleyhine birleştiler. ''Ne yapacakmışım, partinin parasını onlara mı yedirecekmişim?'' diyordu. Kongre yaklaştığı sırada Fethi ve Mustafa Kemal bir nutuk hazırladılar. Nutkun umumî kâtip tarafından söylenmesi tabiî bir şeydi. Fethi'nin neler söyliyeceğinden şüphelenenler bir oyun tertip etmişler. Şükrü Bey (sonra Maarif Nazırı ve suikastçı) tarafından söylenmek üzere bir nutuk hazırlanmış. Toplantı açılınca Fethi Bey daha yerinden kımıldamadan Şükrü Bey kürsüye çıkmış. Merkezi Umumî'nin resmî nutkunu çekmiş.

Bir gün o ve Mustafa Kemal otururlarken Talât geldi:

- Birkaç sözüm var, diye Fethi'yi odadan çıkardı. Fethi döndüğü vakit kendisine Sofya elçiliğini teklif ettiğini haber verdi. Mustafa Kemal:

- Kabul ettin mi? dedi.

- Evet, çünkü durum çok önemli imiş. Cemal Paşa ile de görüşmüşler. O beni sever, bilirsin.

İkisi birlikte Cemal Paşa'ya gittiler. ''Çok önemli. Hatta sen de beraber git. Ataşemiliter olursun. Hem hizmet edersin, hem faydasız didişmelerle yıpranmazsın,'' dedi.

Mustafa Kemal büyük işler görmek istiyen insanlar için sabırlı olmak, boşuna olayları zorlamamak, fırsat kollamak gerektiğini bildirdi. Bu gibi insanlar telâş ve acele ile çıkmazlara saplanmamalıdırlar. Askerlikte çok zaman rütbeleri çok üstün, ikinci sınıf kimselerin arkasında kalmayı bilerek başarılar kazanmıştı. Kendini ortaya atmayı, türlü hırslar arasında bunalıp kalmamayı öğrenmiş ve denemişti. Bir kimse, ölmedikçe daima vakti vardır.

Mustafa Kemal kenara çekilmeyi bildi. Ataşemiliterlik görevi ile Sofya'ya gitti.

O her işinde ciddî idi. Ataşemiliterlik işlerine de kendini verdi. O kadar ki bir müddet sonra Bükreş, Belgrat ve Çetine ataşemiliterlik görevlerini de kendisine verdiler.

1914-1918

Birinci Dünya Harbi

Benim Mustafa Kemal'i tanıyışım Balkan Savaşı sonlarında idi.

1913 Ağustosundayız. ''Tanin'' gazetesinde devamlı gazeteciliğe başlamıştım. Edirne'yi Bulgarlardan geri almıştık. Veliaht Yusuf İzzettin Efendinin Trakya'ya giderek ordu ve halk ile temaslarda bulunmasına karar verilmiş. Hem bu yolculuk üzerine haberler göndermek hem de Trakya için röportajlar yapmak görevi ile ben de ''Tanin'' muhabiri olarak aynı trende gitmek için İstanbul muhafızlığından izin almıştım.

Enver Bey'i, ilk defa sınıf arkadaşı Salâhaddin Adil Bey'in tavsiyesi ile orada tanıdım. Enver Bey binbaşı idi, ama kumandanı var mıydı, kimdi, şimdi bile bilmiyorum. Hurşit Paşa'sına hiç raslamadım. Asıl rütbesi hürriyet kahramanı ve müttefiklerinin saldırışına uğradığı için askerlerini çekip götüren Bulgarların boşalttığı şehre ilk giren olduğu için o sırada Edirne'nin de fatihi idi.

Ordu, İttihat - ve - Terakki Cemiyetinin gene de asıl kuvveti idi. Küçüğü büyüğün üstüne geçiren askerlik dışı ''önemi''ler hiyerarşiyi altüst ettiği zaman, bir ordu bu disiplinsizliğe nasıl dayanabilir? Nitekim ilk meşrutiyet yıllarında generaller, yüzbaşıların oynattığı mankenler gibi görünmüştür. Politika ile uğraşan ordunun, bir despotluğu yıkmakta ve milleti hürriyete kavuşturmakta samimî de olsa, nihayet hürriyet rejimini diktatörlüğe sürükleyip götüreceğine, sanki tarihin ihtiyacı varmış gibi bir misal de biz hazırlıyorduk. Bir müddet sonra orduyu gençleştirme davası ortaya atılacaktı. Gençleşen ordunun başına Enver geçecekti. Ordunun başına geçen Enver, Harbiye Nazırı Enver Paşa kısa zamanda rejimin başlıca otoritesi olacaktı. Daha o vakit kahramanlık kıskançlığı ordunun, sıtma gibi, sık sık nöbet yapan bir hastalığı idi.

Kendisini ilk gördüğüm gün Bulgaristan sınırında bir köyden hemen gelmişti. Bulgarlar köyde kız aradıkları vakit onlara kızlı evleri gösteren bir ihtiyarı göstermişler. Gülerek:

- Dayanamadım, tabancamla öldürdüm, diyordu. Ne kadar da sevimliye benzer bir dış yüzü vardı.

Bir gün Vali Hacı Âdil Bey bir teftişe çıkacağını, beni de beraber alacağını haber verdi. ''Tanin'' gazetesine mektuplar yollayacağıma seviniyordum.

Önce Dimetoka'ya gidecektik. Burası, galiba bir kolordu merkezi idi. Sonradan anladığıma göre, Hacı Âdil Bey'in bir görevi de Enver'le bu kolordu arasındaki bir anlaşmazlığı yatıştırmak, bir soğukluğu gidermekti. Olay şu imiş: Müttefikleri ile harbe tutuşan Bulgarların Edirne'de dayanma imkânları yoktu. Yürüyüşe karar verdikten sonra, durum öyle imiş ki, şehre Fahri Paşa kuvvetleri girmeli imiş. Hâlbuki Enver, süvarilerini koşturarak Edirne'ye varmış ve gazetelerin gündelik kahramanı olmuş. Fahri Paşa'nın yanında Enver'in iki rakibi varmış: Fethi Bey, Mustafa Kemal Bey! Biri kurmay başkanı, öteki harekât şubesi müdürü imiş. Bunlar Enver'e kızmışlar. Hâlbuki üçü de İttihat - ve - Terakki'nin ileri gelen asker üyelerinden imişler. Hacı Âdil Bey, o buhranlı günlerde bu üç ordu genci arasındaki dargınlığın derinleşmesini önlemek için çalışacakmış.

''Tanin'' gazetesine yolladığım 1 Ağustos tarihli mektupta şu cümle var: ''Yarı yolu geçmiştik ki Fahri Paşa, Erkân-ı Harbi Mustafa Kemal Bey ve kaymakam karşılamağa geldiler.''

Akşam karanlığında bir eşraf evinin büyük salonunda toplanmışlardı. Fahri Paşa ve Fethi Bey sedirde idiler. Eyice sarışın genç bir zabit bu sedirin karşısındaki duvarın dibinde bir iskemleye oturdu. Yakışıklı, temiz giyimli, keskin bakışlı, gururlu, bütün dikkatleri üstüne çeken bu subayın pek söze karıştığı yoktu. Fakat seziliyordu ki bu olup bitenlerde onun rütbesinden üstün bir önemi vardır. Sonra, aralarında vali ile neler görüştüklerini, nasıl bir karara vardıklarını bilmiyorum. Bir gazete muhabiri idim. Böyle politika işlerinden kendisine bahsedilecek mevkide değildim.

Bu toplantı benim üstümde derin bir tesir bıraktı. Mustafa Kemal başı külâhlı, göğsü fişekli, omzu tüfekli fedayi komiteciler kılığında bir subay değildi. İtibarı, olsa olsa başka değerlerden ileri gelmeli idi.

Mustafa Kemal adını, daha sonra Birinci Dünya Harbinin pek karanlık günlerinde duydum. Kalıbımızla Suriye'de, canımız ve nefesimizle İstanbul'da idik. Çanakkale sökülüp düşman İstanbul'a girecek miydi? Böyle bir facianın rüyasını görürüz diye uyumaktan korkardık. Mustafa Kemal'in ismi, o vakit İstanbul'un kurtuluş hikâyesine karıştı idi. Enver'in rakibi olduğu söylendiğinden ve adı saklanmak istendiğinden onu büsbütün benimsemiştik. Bir sır gibi gizli gizli yayılıp içlere sinen şöhreti, Enver'i sevmiyen ve ona artık güvenmiyen genç subayların dillerinde destandı. Bir aralık ''Harp Mecmuası''nda Ruşen Eşref'le konuşması yayınlandığı vakit, Enver'in veya ona yaranmak isteyenlerin emri ile baskı durdurulmuş, Mustafa Kemal'in resmi çıkarılarak yerine Liman von Sanders'in resmi konmuş olduğunu duyuyorduk.

Enverci subayların da onun üzerine hikâyeleri vardı. Meselâ Doktor Nazım ve bir nüfuzlu İttihatçı aralarında konuşmakta imişler. Enver Paşa birdenbire içeri girince susmuşlar. Başkumandan merakla:

- Her hâlde bana dair bir şeyden bahsediyordunuz. Söyleyin bana, demiş.

- Mustafa Kemal'in niçin terfi ettirilmediğini konuşuyorduk, cevabını vermişler. Enver:

- İşte, demiş ve cebinden Çanakkale kahramanını generallik rütbesine çıkaran tezkeresini göstermiş. Sonra şunu ilâve etmiş:

- Ama biliniz ki onu paşa yapsanız padişah, padişah yapsanız Allah olmak ister.

Bir aralık ben dördüncü ordu karargâhında iken Suriye'ye geldi. Karargâhta genç subaylardan öğrendiğimize göre kendisine Medine kumandanlığını teklif etmişler. O bu teklifi kabul etmedikten başka, oradaki kuvvetleri de Filistin cephesine çekmesini tavsiye etmiş. Doğru mudur, değil midir, sonradan anlamak bile istemedim. Fakat genç karargâh kurmaylarının: ''Tam asker... İşte hakikî asker...'' diye aralarında konuştuklarını hatırlıyorum. Harbin askerî politikasının da, harpteki iç politikanın da aleyhinde imiş. Bunların hikâyelerini kitabımda sırası gelince anlatacağım.

İstanbul'a döndüğümde kendisini şık bir asker makferlanı ile Lebon şekerlemecisinden çıkarken görmüştüm. Bütün parlaklığı üstünde, benzerlerinden yalnız tabiî olarak ayrı değil, istiyerek ve özenerek ayrılış edinmek istediği de belli idi. İstanbul'da biraz daha bilgi edinmiştim, ne Almancı, ne İngiliz veya Fransızcı idi. İttihatçılara sorarsanız lüzumundan fazla ''kendici'' idi. Gururlu ve tenkitçi olarak tanınmıştı. Sevilen veya sakınılan, fakat bir türlü kayıtsız kalınamıyan, gergin yaya oku takmak gibi, onun hırsını da iktidara yaklaştırmak tehlikeli sayılan bir adamdı.

Harbin sonlarına doğru Ruşen Eşref'in Pangaltı taraflarındaki apartmanında bir fotoğrafını görmüştüm. Resimdeki paşa esvabı pek süslü ve resmî idi. Enli bir nişan kurdelâsı ile, nemi ve dumanı üstünde ütüsü ile, bu esvabı Mercan yokuşundaki (1) camekânlardan birine daha fazla yakıştırıyordum. Onu bir siper kılığında görmek istiyordum.

Fotoğrafın altındaki uzun ''ithaf'' yazısı, beyanname gibi bir şeydi. Bu yazı benim üzerimde Ruşen Eşref'e bir hatıra olmaktan fazla, onun evine gelecek bütün gençlere bir seslenme olmak etkisi bıraktı idi. Üslûp, Namık Kemal zevkinde ve çeşnisinde idi.

İttihatçı tenkitlerini de bir türlü içimden atamadığım için, bu resimde bağlıyan çözen, inandıran şüphelendiren, çeken bırakan, sıcak mı soğuk mu, insanın dokunacağı gelen bir şahsiyet esrarlığı bulmuştum. Doğrusu askerden de yorulmuştuk. Enver'in yerine bir adam aramıyorduk. Bizi Enver'den de onun yerine geçeceklerden de kurtaracak, bir türlü tarif edemediğimiz bir memleket şartı arıyorduk. Üç harp, üçü de birbirinden beter harp, vatanı parça parça eden üç harp, destanlara el'aman dedirmişti. Her türlü kahramandan korkuyorduk.

Fakat Birinci Dünya Savaşı bozgunundan sonra denizden düşman donanması ve Yunan zırhlısı Averof, karadan Franchet d'Fesperey İstanbul'a girdiğinden, vatan ve sancak ayaklar altına düştüğünden, padişahla vezirleri Afrika'daki kabile şeyhleri gibi aşağılaştıklarından beri, Mustafa Kemal'e Pera Palas'ın alt kat salon penceresinde veya caddede rasladığım vakit:

- Acaba? derdim.

Yalnız bağlayıcılığı, çekiciliği ve inandırıcılığı kalmıştı. Ama ne yapacaktı? Nerede ve nasıl yapabilirdi?

Ne vakit, en uzaktan bile görsem, bir yerde toparlanmak bilmiyen o manevî çözülüş içinde, donuk, çağırışsız, fakat hiç iradesini kaybetmiyen bir bakışı vardı.

O günlerdeki hayatını bana çok sonra Çankaya'nın eski köşkünde anlattı. Kitabımda okuyacaksınız.

Sofya'ya dönüyoruz. Mustafa Kemal Bulgaristan başkentine geldiği vakit, elçi Fethi Bey arkadaşı ya, nasıl olsa ev buluncaya kadar kendini misafir eder diye elçiliğe eşyaları ile gider. Valizlerini kapıda bırakarak yukarı çıkar. Fethi Bey hünez bekârdır. Bir müddet konuştuktan sonra Fethi Bey:

- Biraz şehri dolaşalım. Hava da almış oluruz, der.

İnerler. Elçi kapı önündeki valizleri görünce:

- Ne olacak bunlar? diye sorması üzerine pek sıkılan Mustafa Kemal:

- Otele götüreceğim, der ve çıkarlar.

Fethi Bey hasisti. Hâlbuki Mustafa Kemal Ankara'da Kuvay-ı Milliye'ye Meclis Başkanı ve sonra Cumhurbaşkanı olunca, Fethi ne zaman gelse ailesi ile beraber kendi evinin bahçesindeki ufak köşkte yatırıp kaldırırdı.

Mustafa Kemal Sofya'da Fransızcasını ilerletti. Hoca tuttu ve çalıştı. Pek çekici, iyi giyinen, dans eden, içen eğlenen bir erkek güzeli de olduğu için toplantı yıldızları arasında idi. Çok çeşitli zevkleri olduğu için fikir arkadaşları, olay ve eğlence arkadaşları, birbirinden pek farklı idi. Ömrünün sonuna kadar da böyle kalmıştır. Bir değişmez hâli toplantı havasına o hâkim olmalı idi. Hırsı ve gururu şüphesiz, hele içtiği vakitler, kırıcı denecek kadar sert ve yalçındı. Ordu ve politikada kendinden üstün gördüğü yoktu. Doğrusu bu da doğru idi. Sofya'ya gidinceye kadar daima haklı çıkmıştı. Hiçbir huyu ve davranışı İttihatçı ölçüsüne göre değildi. O devirde y a ş a m a, ve onun zevklerini yaratan şeyler, kadın, içki, açık eğlence, dans, flört, hepsi ayrı ayrı günahtır. Hiç olmazsa ''gizli'' olmalıdır. Kimse görmemeli ve duymamalıdır. Mustafa Kemal'in huyu da gizliliği gurur ezici bulması idi. Ahlâkın softaca da halkça da anlaşılma ve zorlanma sıkı ve baskısına karşı idi.

İstanbul'da Madame Corinne denen bir dulla ilişkileri olmuştur. Sofya'dan ona Fransızca mektuplar yazmıştır. Bu mektuplar aynı zamanda Fransızca exersise'leri sayılabilir. Birinde içini şöyle döker: ''Kış Sofya'da çetindir. Mevsimin eğlenceleri elçilikte geçirilen geceler, meslekdaşlar arasında küçük toplantılar, bazan da kâğıt oyunları... Beni çok eğlendirmiyen ve hiç hoşuma gitmiyen bir hayat... Umarım ki senin eğlenceleri hiç eksik olmıyan İstanbul'da daha hoş geçen bir hayatın var.'' Fakat mektup birdenbire parlayıverir: ''Benim ihtiraslarım, hem de pek büyük ihtiraslarım var. Fakat ben bu ihtiraslarımın gerçekleşmesini vatanıma büyük faydaları dokunacak, bana da yeterlikle yapabileceğim bir görevin canlı iç rahatlığını verecek büyük fikri başarmakta arıyorum. Bütün hayatımın prensibi bu olmuştur. Onu çok genç yaşımda edindim ve son nefesime kadar ona bağlı kalacağım.''

Enver bir gün kendisine:

- Ne istiyorsun Kemal? diye sorması üzerine:

- Büyük kuvvetlere kumanda etmek istiyorum, demişti.

Bu Bayan Corinne'in Harbiye okulu karşısındaki evinde müzik toplantıları yapılırdı. İstanbul'un sanatçı veya Batı eğitimli kimseleri bir araya gelirdi. Mustafa Kemal general olduktan sonra da savaş sırasında bu evin eğlencelerine katılmıştı.

Birinci Dünya Savaşına yaklaşıyoruz. Almanya Generali von Sanders'in başkanlığı altında Türkiye'ye bir ''askerî ıslahat'' heyeti gönderilmiştir. Çanakkale ve İstanbul boğazlarını nüfuzu altına tutan bir durumda olduğu için İngiltere, Rusya ve Fransa protesto etmişlerdir. Enver Almancıdır: Ona göre bu devlet yenilemez. Mustafa Kemal'e göre Türkiye için harbe girmemek bir ölüm-kalım meselesidir.

İngiltere, Fransa ve Rusya Türkiye'nin tarafsız kalmasını ister. Enver buna karşı Yunan topraklarından taviz ister. ''Yapamayız. Fakat sizin toprak bütünlüğünüzü garanti ederiz. Memleketinizdeki Alman demiryollarına da el koyunuz. Size bunu hak olarak tanırız,'' derler. Enver, ordu benim emrimdedir, benim istediğimden başka türlü olmaz, direnişindedir. Meşrutiyet Türkiyesinde iki çeşit emperyalizm ideolojisi baş göstermişti: Pan-İslâmizm, Pan-Turanizm. Enver Pan-İslâmisttir. Halifenin fetvasını alınca bütün Müslümanları ayaklandırabileceğini sanmaktadır. Kayzer Wilham'de bu hayale az çok bel bağlamıştır. Göben ve Breslauv Alman savaş gemileri Çanakkale Boğazı'ndan geçerek İstanbul'a gelmişlerdir. Gemiler sözde bize satılmıştır ama, amiral de, subaylar da, erler de Alman kalmıştır. Yalnız kasketlerini fesle değiştirmişlerdir.

Harbe girersek doğu sınırımızda Rusya var: Denizden asker gönderemeyiz. Karadan yol yok. Demiryolunun son istasyonu Ankara. İngilizler Mısır'da Mezapotamya'ya asker çıkaracaklar. Bizim Bağdat demiryolu henüz ne Toros'u, ne Amanuslar'ı aşmış değildir. Halep-Hicaz demiryolu dar hattır. Bu şartlar içinde savaşa girmek, nasıl olsa pek kısa zamanda Almanlar düşmanlarını yenecekler, biz ufak tefek fedakârlığımızın büyük karşılıklarını toplayacağız, diye düşünmektir. Sadrazamlığa kadar çıkan Talât Paşa, biz varlığımızı iki büyük devletler takımından birine bağlamakla koruyacağımız inancında idik, Almanlar ittifaklarına alınca girdik, şartları da yanlarında savaşmamız olduğu için harbi göze aldık, der.

Türkiye asker değil, bir sivil aydının da kolayca karar vereceği üzere, kendisine saldırılmadıkça eline tüfek almaması gereken bir durumda idi. Enver'in tek dayanağı Alman zaferi idi. Nitekim iki Alman harp gemisi Karedeniz'e çıkarak, sadrazam ve nazırların haberi olmaksızın, Odesa'yı bombardıman etmiş, savaşı bir olup bitti haline getirmiştir.

Mustafa Kemal bu ara bir de kaza atlatmış. Bir gün kendisine ataşemiliterlerin bağlı olduğu dairenin başındaki Almandan bir tezkere gelir. Mustafa Kemal Sofya'da oturmalı, ordan bütün Balkan merkezlerindeki ataşemiliterlik işlerine bakmalı imiş. Teklif saçma idi. Sert bir cevap verdi. İstanbul'da oturayım, oradan bütün merkezlerdeki işlere bakayım... diye. Hâlbuki o sırada orduyu pek sıkı bir disiplin altında tutmak ve Alman idaresine itaat ettirmek için en şiddetli tedbir almıya karar vermişlerdi. Daire başkanı ilk ağır cezayı Mustafa Kemal'e uygulamak istedi. Enver Paşa: ''İlk tecrübeyi Mustafa Kemal'de yapmayınız!'' dedikten sonra, Almanın yanındaki Osmanlı kurmayını çağırarak: ''Durum kötü olacaktı. Yaz, böyle yapmasın!'' demiş.

Mustafa Kemal bu acı günlerdeki hatıralarını bana şöyle anlatmıştı: ''Ben Kaymakam Mustafa Kemal Sofya'da ataşemiliter bulunuyordum. Harp çıktı. Alman askerî ıslahat başkanı Liman von Sanders'in Çanakkale'yi savunacak ordunun başına geçtiğini de henüz bilmiyordum. Osmanlı ordusunda hemen seferberlik yapılması bile düşünülecek bir mesele iken devletin Karadeniz'de hâlâ bugün bile nasıl geçmiş olduğunu öğrenemediğim bir olay üzerine harbe girilmiş olmasından şikâyetçi idim. Bu şikâyetlerim o vakit ne kadar manasız sayılmıştı. Çünkü ben yalnız şikâyetçi olduğumu söylemiyordum. Almanlarla beraber olanlar yenileceklerdir, diyordum. Bu sözlerim ise gerçekten çok elverişsiz bir zamana raslıyordu. Çünkü Alman kuvvetleri dev adımlarla Paris üzerine yürümekte idiler." Türkiye'yi, bilerek veya bilmiyerek, aldatmak için çenelerini işletenlerin, doğru bir iş yapmak neşesi ile sarhoş oldukları günlerde, bir Sofya ataşemiliteri çıkmıştır. İstanbul'da bazı kimselere sayfalar dolusu tenkitler yapmakta, yalnış bir iş yapıldığını söylemektedir, bu adam delinin biri değil de nedir? Bir ara Talât'la İsmail Cambulet Bulgarları harbe girmeye kandırmak için Sofya'ya gelmişler, görüşmüşlerdi. Mustafa Kemal'i yanlarına bile almadılar. Dev gibi adımlarla ilerleyen Alman kuvvetleri sonunda Paris önünde takıldı, kaldı. "Bütün memleketin bence açık bir felâkete atılmış olduğunu gördükten ve bütün Türk ordusunun bu felâketi, her ne pahasına, önlemek için kanını dökmeğe hazırlanmasından başka çare kalmadığını anladıktan sonra benim hâlâ Sofya'da kordiplomatik içinde rahat salon hayatı geçirmekliğime imkân olabilir mi idi? Başkumandanlık vekilliğine baş vurdum. Ordu içinde rütbeme uygun herhangi bir görev istedim. Başkumandan vekili tarafından çok nazik bir cevap geldi: 'Sizin için orduda daima bir görev vardır. Fakat Sofya ataşemiliterliğinde kalmanız çok önemli sayıldığı içindir ki sizi orada bırakıyoruz.' Cevap verdim: 'Vatanımın savunması ile ilgili fiili görevlerden daha önemli bir görev olamaz. Arkadaşlarım savaş meydanlarında ateş hatlarında bulunurken ben Sofya'da ataşemiliterlik yapamam. Eğer birinci sınıf subay olmak değerinde değilsem, inancınız bu ise lütfen açık söyleyeniz.' Uzun müddet cevap gelmedi. O günlerde neler çektiğimi anlatamam. Gerekirse bir er gibi, herhangi bir cepheye katılmaya karar vermiştim. Onun için Sofya'daki evimin eşyalarını, Fethi Bey arkadaşımla anlaşarak, elçiliğe taşıttım. Hemen hareket edebilmek üzere küçük bir bavul hazırladım. Artık evi de bırakmak üzere iken 'İsmail Hakkı' imzalı bir telgraf aldım. İmzanın üstünde 'Harbiye Nazır Vekili' yazılı idi. 'Ondokuzuncu tümen kumandanlığına tayin buyruldunuz. Hemen İstanbul'a hareket ediniz.' Ben bu telgrafı aldığım vakit Başkumandan Vekili Enver Paşa Sarıkamış Savaşını yapıyordu. 'Levazımat-ı Umumiyye Reisi' İsmail Hakkı Paşa da bu işlerinde ona vekillik ediyordu.''

Sarıkamış, Birinci Dünya Harbinde Türkiye'nin uğradığı en kanlı bozgunlardan biridir. Alay, tümen, kolordu ve ordu kumandanlıklarından hiçbirini yapmadan başkumandanlığa çıkan Enver, Şark ordumuzu kar kış içinde Kafkas toprakları içine atmış ve ''eritmiştir.'' Ben bu kitapta asker tenkitçilerin işleri ile ilgilenecek değilim. Fakat Sarıkamış bozgununun o vakit ordu içinde nasıl kötü tepkiler uyandırdığını hatırlarım. İleri sürülen tek özür şu idi: ''Harp bir bütündür. Hindenburg Rus ordusu ile çarpışırken, Asya Rusyasından o cepheye giden kuvvetlerden bir kısmını üstümüze çekmek de bizim görevimizdi.'' Sonraları Sarıkamış Savaşına katılan bir hekimin günü gününe tuttuğu notları okumuştum. Bir Rus albayını esir almışız. Esir albay cepheye doğru giden üstsüz başsız zavallı askerlerimizi görünce:

- Yahu bunları soğuktan ölmiye götürüyorsunuz, diye acımış.

Aynı gündemler arasında Enver Paşa'nın bir de gündelik emrini okumuştum. Aşağı yukarı: "Evet askerimizin giyecek yiyecek ve malzeme eksiklerini biliyorum, ama onun yiğitliği ve manevî gücü bütün bu eksiklerin yerine geçer.''

Yıllar sonra CHP umum kâtibi Saffet Arıkan'dan dinlemiştim. Kuvay-ı Milliye devrinde Ali Fuad Cebesoy Moskova'da büyükelçi iken yanında ataşemiliterlik eden Arıkan, bir ara Moskova'ya gelen Enver Paşa'ya:

- Paşa hazretleri biz Sarıkamış meselesini bir türlü kavrıyamamıştık, demesi üzerine kısaca:

- Zaten açlıktan öleceklerdi. Cephede düşman da öldürerek öldüler, cevabını vermiş.

Bu bozgun Orta Anadolu'ya doğru bütün vatan kapılarını Rus ordularına açmıştı.

Mustafa Kemal, Sofya'dan İstanbul'a geldiği vakit Enver Paşa da Sarıkamış'tan dönmüştü. Önce kendisini görmek üzere makamına gitti: ''Biraz sonra Enver Paşa ile karşı karşıya bulunuyorduk. Enver biraz zayıflamış, rengi solmuş bir hâlde idi. Söze ben başladım:

- Biraz yoruldun, dedim.

- Yok, o kadar değil, dedi.

- Ne oldu?

- Çarpıştık, o kadar...

- Şimdiki durum nedir?

- Çok iyidir, dedi.

Kendisini üzmek istemedim. Konuşmayı görevim üzerine çevirdim:

- Teşekkür ederim, beni numarası ondokuzuncu olan tümene kumandan tayin etmişsiniz. Bu tümen nerededir?

- Ha, evet... Belki bunun için Erkân-ı Harbiye (Kurmay Heyeti) ile görüşseniz daha iyi bilgi edinirsiniz.

Enver'i çok yorgun ve kafası işlerinde görüyordum. Sözü uzatmadım.

- Pekiy, o hâlde fazla rahatsız etmiyeyim, dedim.

Başkumandanlık Erkân-ı Harbiyesine gittim. Gerekenlere kendimi şöyle tanıtıyordum:

- Ondokuzuncu Tümen Kumandanı Mustafa Kemal...

Hepsi şaşıyordu. Böyle bir tümenin var olduğundan haberi olana raslamadım. Sonunda bir akıllıcası dedi ki:

- Belki böyle bir tümen Liman von Sanders'in ordusunda bulunmaktadır. Bir defa onu görseniz...

Von Sanders'in Kurmay Başkanı Kâzım Bey'in bürosuna giderek durumu anlattım. Kâzım Bey:

- Bizim dislokasyonumuzda böyle bir tümen yoktur. Fakat olabilir ki Gelibolu'da bulunan üçüncü kolordu yapmakta olduğunu bildiğimiz bazı yeni teşkilât arasında yeni bir tümen kurmayı tasarlamıştır. Bir defa oraya kadar gitseniz.

Kâzım Bey:

- Bununla beraber hareketinizden önce sizi kumandan paşaya tanıtayım, dedi.

Sofya ataşemiliterliğinden geldiğimi de öğrenen Liman von Sanders Paşa beni büyük nezaketle kabul etti. Kibar bir tavırla:

- Bulgarlar hâlâ harbe girmiyecekler midir? diye sordu.

- Benim gördüğüme göre henüz girmiyecekler.

- Niçin?

- Benim anladığıma göre Bulgarlar iki ihtimalden biri anlaşılmazdan önce harbe girmezler. Biri Almanya'nın başarı kazanabileceğine inandırıcı deliller görmedikçe. İkincisi harp kendi topraklarına temas etmedikçe.

Cevabım generali birdenbire öfkelendirdi. Sağ yumruğunu sıkarak ve yukarı kaldırarak, önce güldü, sonra:

- Bulgarların Alman başarısına güvenleri yok mu? diye sordu.

Soğukkanlı cevap verdim:

- Hayır, ekselans, dedim.

- Biraz daha öfkelenen Liman von Sanders Paşa, yüzü kıpkırmızı olarak:

- Niçin? dedi.

Bu soru ile ne demek istediğini anlıyamamıştım. Yüzüne baktım. Açıkladı:

- Nasıl olur, Alman başarısına karşı güvensizlik? Nasıl olur bu?

- Öyle efendim, dedim.

Yüzüme dikkatle baktı:

- Sizin fikriniz nedir?

Cevap vermek mi, vermemek mi lâzım geldiğinde bir an irkildim. Fakat havada bir kumandan durumunda bulunan ben ne duyguda olabilirdim. Bu işlerde kendi görüşümü çoktan gerekenlere yazmıştım. Aksine bir şey söyliyemezdim. Sofya'dan ayrılırken Harbiye Nazırı General Liyapçef'in görüşünü öğrenmiştim. Türk vatanının Boğazlarını savunma görevi almış bulunan Liman von Sanders'e ne diyebilirdim? Bir an vicdan yoklamasından sonra cevap verdim:

- Bulgarı düşündüklerinde haklı görüyorum.

Hemen ayağa kalktı ve bana izin verdi.''

Bu arada Mustafa Kemal'in ciddîye almadığı bir teklif daha olmuştur: ''Enver Paşa bana Hindistan'a doğru sefer yapmak isteyip istemediğimi sordu. Emrime üç alay vereceklerdi. İran'dan halkı ayaklandıra ayaklandıra Hindistan'a kadar gidecektim.

- Ben o kadar kahraman değilim, dedim.

Talât Paşa niçin bu görevi kabul etmediğimi sorduğu zaman da:

- Bize bir harita getirsinler, dedim. Durumu gösterdikten sonra da, 'Hem niçin üç alay? Tek bir adam gönderin, yeter. Nasıl olsa kendi kuvvetini kendi yapmıya mahkûm değil midir?'

- Bu fedayiliği üstüne almalı idin.

- Eğer böyle bir şeye imkân olsaydı, sizin emrinizi beklemezdim. Kendim gider, kuvvetler bulur, Hindistan'ı fetheder, ve imparator olurdum, cevabını verdim."

Bu hatırayı yazmaktaki maksadım, Mustafa Kemal'le başa baş yarışa çıkanlardan Rauf Orbay'la bir karşılaştırma yapmak içindir. Rauf Orbay hatıralarında der ki: "Harp başlarında İstanbul'a döndüğüm vakit artık bütün işlere hâkim durumda olduğu hemen sezilen Enver Paşa'yı makamında ziyaret ettim. 'Rauf Bey,' dedi, 'ne yapalım işte böyle oldu. Bu görev de bize düştü. Yoksa padişahın, coğrafya durumu bakımından önemini düşünerek Afganistan'la ilişkiler kurmak ve Afgan ordusuna bir düzen vermek için Afgan Emirine yollamak üzere olduğu heyetin başında bulunmayı daha fazla isterdim.' O sonra gözlerimin içine bakarak düpedüz:

- Sen gitmez misin? dedi.

- Afganistan denen yerin adından başka nesini biliyoruz paşam? Haritadaki yerini bile gözümün önüne getiremiyorum. Nereden, nasıl gidilir, bilmiyorum. Amerika yolu ile mi gitsem acaba?

Enver Paşa bu işe çok önem verdiğini gösterir bir tutumla:

- Bahis konusu, Afganistan'ı İngiltere'ye karşı harbe girmiye hazırlamak. Siz merak etmeyin. Irak ve çevresi kumandanı Cevat Paşa'ya gereken direktifler verilmiştir. Her şey hazırlanmıştır. Siz önce onu görün, yeter.

Bu işi asıl düşünenin Almanya imparatoru olduğunu da öğrendim. Afganistan'a hem bir askerî heyet, hem bir tabur askerle nasıl gidilebileceğine aklım ermiyordu ama, görevi kabul ettim ve imparatorun adamı von vas Muss'la ve heyetle yola çıktık. Cevat Paşa bana:

- Sizi Şeyh Hazal götürecek, deyince gene şaşırdım. Çünkü bu şeyhin İngiliz ajanlarından biri olduğunu işitmiştim. Enver Paşa ile haberleşerek Tahran Büyükelçisi ile temas ettim.''

Her ne ise Rauf Orbay sınırı geçer ama hiçbir zaman uzaklaşmak ihtimali olmadığını görür. Enver Paşa da sonunda, şimdilik bulunduğun yerde kal, Güney-İran başkumandanısın, o tarafları aşiretlerle savunarak İngilizleri harcıyacaksın, der. İran'ın kuzeyi Rusların, güneyi İngilizlerin elinde idi. Sergüzeşt çabuk sona erer.

Eğer Mustafa Kemal'e eski arkadaşı Cemal Paşa'nın Mısır fatihliği de teklif edilseydi reddedeceğine şüphe yoktu. Yalnız o hayal içinde ve sergüzeşt peşinde değildi.

Biz bu eserde gerek büyük harp, gerek Kurtuluş Savaşı üzerine askerce tenkitler veya incelemeler yapacak değiliz. Sadece Mustafa Kemal'in bu savaşlardaki durumunu ve hizmetlerini belirtmekle yetineceğiz.

Politika dışındaki Türkiye aydınları ve halkı Mustafa Kemal'i ilk defa Anafartalar kahramanı olarak tanımıştır. 1915'te İstanbul'un kurtuluşunu büyük ölçüde ona borçlu olduğunu öğrenmiştir. Bu tanınma Mustafa Kemal'i vatan kurtarıcılığına ve temeli devrimler üzerine dayanan yeni devletin kuruculuğuna kadar götürmüştür. Onun için Çanakkale bölümü üstünde biraz genişçe durmak istiyoruz.

Tekirdağ'da bir ay uğraşarak tümenini kendi hazırlıyan Mustafa Kemal komutası altındaki kuvvetlerle Gelibolu Yarımadası'nda Maydos bölgesine geçti (25 Şubat 1915). Henüz düşman Çanakkale'ye saldırmamıştır. Türk kuvvetleri bir saldırış olursa ona karşı tedbirler almaktadır. Düşman, Ege Denizi'nden bir çıkarma yaparsa en kısa yoldan Marmara Denizi'ne nasıl ulaşabilir? Kestirme iki kara yolu vardır: Biri Bolayır yakınındaki dört buçuk kilometrelik bölge. İkincisi Kabatepe ile Maydos arasındaki yedi buçuk kilometrelik bölge. Birincisi güçlüklerle dolu. İkincisi düşmanın daha kolayına gelecekti. Türk komutanları bu fikirde idiler. Mustafa Kemal'in de düşündüğü bu idi. Almanlar birinci ihtimale saplanmışlardı. Yarımadada savunma yapılamıyacağı kanısı ile büyük yedek kuvvetleri Bolayır ve çevresine yığmak istemişlerdi. Türk komuta heyeti ise daha başlangıçta düşmanı yarımada kıyılarında karşılamak üzere hazırlanmışlardı. Bazı yaya alayları ile kıyıda gözetleme yapan kuvvetler de Mustafa Kemal'in emrine verilmişti. Ona göre düşman ya Kabatepe, ya Seddülbahir taraflarından karaya çıkacağına göre, alaylarını böyle kıyıdan savunulabilecek yolda yerleştirerek, geceli gündüzlü tatbikatla birliklerini çapışmıya hazırlıyordu.

Düşman 18 Mart donanma saldırısında başarısızlığa uğraması üzerine karadan zorlama yapmak üzere Boğaz dışındaki adalarda yığınak yapmıya koyulmuştu. Bu haber alındıktan sonra 22 Mart 1915'te Çanakkele bölgesinde beşinci ordu kurulmuştur. Bütün kuvvetler ordu emrinde idi. Ordu on beşinci kolorduyu Maydos çevresinde bırakarak 19 uncu tümeni 19 Nisanda yedek olarak Biga'ya geldi. 25 Nisan 1915'te tanyeri ağarırken Arıburnu ve Seddülbahir bölgesine ilk düşman birlikleri çıktı. Arıburnu'na çıkan kuvvet gözetleme taburunu püskürterek, sonradan Kemalyeri adı verilen yere kadar ilerledi. Burada arkadan koşup gelen 27 nci Türk alayı ile karşılaştı. Düşman çıkarmasını haber alan Mustafa Kemal, Conkbayırı yönünde yürüyen düşmana karşı ordudan emir almayı beklemeden kuvvetlerini harekete geçirdi. Birliklerine kendisi yol bularak Kocaçimen tepesine vardı. Askerlerine orada kısa bir dinlenme vererek, atla gidilemediği için yanındakilerle yaya olarak Conkbayırı'na geldi. Orada cephaneleri bittiği için çekilen ve düşmanca kovalanan bir gözetme bölüğüne rasladı: "Niçin kaçıyorsunuz? dedim.

- Efendim düşman.

- Nerede düşman?

- İşte... diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.

Gerçekten de düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış, serbestçe ilerliyordu. Şimdi durumu düşünün. Askerlerimi dinlenmeleri için bırakmışım... Düşman da bu tepeye gelmiş... Düşman bana benim askerlerimden daha yakın. Düşman bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek kötü duruma düşecek. O zaman, bir mantıkla mıdır, yoksa bir içgüdü ile mi, bilmiyorum, kaçan erlere:

- Düşmandan kaçılmaz, dedim.

- Cephanemiz kalmadı, dediler,

- Cephanemiz yoksa süngümüz var, dedim.

Ve bağırarak:

- Süngü tak, dedim. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı'na doğru ilerliyen piyade alayı ile cebel bataryasının erlerini marş marşla benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir subayını geriye saldırdım. Erler yere yatınca düşman da yere yattı. Kazandığımız an, bu andır.''

Düşman ne yapacağına karar verinceye kadar 57 nci alay Conkbayırı'na yetişti. Mustafa Kemal alayı hemen saldırıya geçirdi. Arkasından 19 uncu tümenin öteki alaylarını da Arıburnu'na yöneltti. Daha önceden orada tutunmuş olan 27 nci alayı da emrine alarak saldırıya daha çetinlik verdi. Savaş gece de sürdü ve düşman kıyının son sırtlarına kadar geri atıldı. Böylece Gelibolu yarımadasının en önemli bir parçası olan Kocaçimen platosunun elden çıkmaması sağlanmış ve Çanakkale savunuşunun temeli atılmıştır. Mustafa Kemal o gün, Arıburnu kuvvetleri komutanı olarak verdiği emirde şöyle diyordu: ''Size ben saldırı emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zamanda yerimizi başka kuvvetler alabilir.'' Aynı günü anlatan bir tenkitçi yazısına şu hükümlerini eklemiştir: ''Mustafa Kemal'in bu savaşlarda durumu çabuk kavramak, çabuk karar vermek, kararını enerji ile uygulamak ve sorumluluktan çekinmemek gibi davranışları kendisinde büyük komutanlık nitelikleri olduğunu meydana çıkarmıştır.''

Mustafa Kemal 19 Mayıs 1915 tarihine kadar saldırı ve savunma savaşları ile düşmanın her gün artan kuvvetlerini yerlerinde durdurmayı başarmış, iki taraf karşı karşıya siperlere girmiş, düşmanın Arıburnu'nda kazandığı yer de bir dar şeritten ibaret kalmıştır.

1 Haziran 1915'te Mustafa Kemal albaylık rütbesine yükseldi.

Yeni kuvvetler getiren düşman Conkbayırı-Kocaçimen hattına saldırıp buraları aldıktan sonra Kabatepe-Maydos hattına ilerliyerek Türk ordusunun İstanbul'la bağını kesmek, geri kalan kuvvetlerle Anafartalar'a çıkarak burasını hareket üssü yapmak istedi. 6/7 Ağustos gecesi Arıburnu kuzeyinde ve Anafartalar'da çıkarma başladı. Arıburnu'ndan 20.000 kişilik bir kuvvet Kocaçimen'i almak için ilerlediler. Buradan üç kolla Conkbayırı ve kuzeyine doğru yürüdüler. 7 Ağustos sabahı Conkbayırı-Kocaçimen bölgesinde ciddî bir tehlike baş göstermiştir. Çünkü bu hat boştu. Bu hat düşmanın eline geçerse Gelibolu Yarımadası düşebilirdi. En yakın tehlikede olan Mustafa Kemal'in ondokuzuncu tümeni idi. Etraftan yardım gelinceye kadar Mustafa Kemal elindeki son yedek kuvvetini de Conkbayırı'na göndererek burasını 7 Ağustosa kadar elde tuttu. O sırada durumun önemini anlıyan ordu komutanlığı Anafartalar adı ile bir grup kurmuş ve buna Albay Fevzi'yi tayin etmişti. Conkbayırı'nda durumun çok kritik olduğunu gören Mustafa Kemal ''sevk ve idare''nin bir elde olması gerektiğini anlatmıya çalıştı: ''Daha bir anımız vardır. Onu da kaybedersek umumî bir felâkete uğramaklığımız ihtimali büyüktür,'' diyerek ordu komutanının dikkatini çekti. Bana anlattığı hatıralarında şöyle demişti: ''Durum buhranlı ve çok tehlikeli idi. Başkumandan vekili Enver Paşa'ya kadar doğrudan doğruya yazmak zorunda kaldım. Kandırıcı bir cevap alamadım. Karargâhı Yalova'da (1) bulunan ordu komutanı Liman von Sanders Paşa telefonla beni aradı. Konuşmamıza aracılık eden kurmay başkanı Kâzım Bey'di. Sorduğu şu idi:

- Durumu nasıl görüyorsunuz ve nasıl bir tedbir düşünüyorsunuz?

Durumu nasıl gördüğümü ve nasıl tedbirler alınmak gerektiğini çoktan bütün ilgili olanlara bildirmiştim. Hepsi cevapsız kalmıştı. Dedim ki:

- Durumu nasıl gördüğümü çoktan size bildirmiştim. Şimdi alınabilecek tek bir tedbir kalmıştır.

- O tedbir nedir?

- Bütün komuta ettiğiniz kuvvetleri emrime veriniz. Tedbir budur.

Alaylı bir sesle:

- Çok gelmez mi? dedi.

- Az gelir! dedim.

Telefon kapandı.''

8/9 Ağustos gecesi saat 21.50'de kendisine Anafartalar grubu kumandanlığına tayin edildiğini bildirdiler. Mustafa Kemal demiştir ki: ''Gerçi böyle bir sorumluluğu almak basit bir şey değildir. Fakat ben vatanım yok olduktan sonra yaşamamaya karar verdiğim için bu sorumluluğu yüklendim.''

Mustafa Kemal önce kararlaştırdığı saldırıyı kendisi yöneterek üstün kuvvetleri geriletti, 10 Ağustos sabahı da tan yeri ağarırken düşman üzerine süngü ile atılmak için hazırladığı asker saflarının önüne geçerek kuvvetlerini düşman üzerine attı. Düşman ortalık ağardıktan sonra Conkbayırı'nı denizden ve karadan büyük çapta toplarla dövmiye başladı. Bu arada Mustafa Kemal'e bir misket çarpmış, fakat sağ cebindeki saat kendisini yaralanmak, belki de ölmekten kurtarmıştı. 8 inci tümen tarafından tertiplenen ve yanaşık düzende toplu olarak yapılan 10 Ağustos saldırısının en önünde bulunan Mustafa Kemal Conkbayırı'na yerleşmek istiyen düşmanı geri atmış ve ikinci defa yarımadayı kurtarmıştı. 21 Ağustos 1915'teki düşman saldırısı da çok çetin ve göğüs göğüse savaşlarla sonuçsuz bırakılmıştır.

10 Ağustos Conkbayırı savaşı üzerine Mustafa Kemal not defterinde diyor ki: ''Bütün geceyi pek rahatsız ve uykusuz geçirdim. Bir yandan Anafartalar bölgesinden gelen raporlar ve hele yanlış, fakat önemli haberler beni uğraştırdığı gibi bir yandan da önceki günlerin kötü olaylarında birliğini, amirini kaybetmiş komutanların doğrudan doğruya bana başvurmaları bir dakika bile dinlenmiye imkân bırakmadı. Karargâhımdan benimle buluşabilen bazı subayları sekizinci tümenin tertiplerini anlamak üzere yolladım. 41 inci alay hücum anına kadar gelmedi. Yanlış yere gitmiş, sonra göründü. Sekizinci tümen tertiplerini almıştı. 23 üncü alayın iki taburu birinci hatta savaş nizamında, bir taburu da bu hattın geris nde olmak üzere Conkbayırı'na saldırmaya hazırlanmışlardı. 28 inci alay da aynı hizada Şahinsırt'a hücum tertiplerini tamamlamıştı. Fecir olmak üzere idi. Çadırımın önüne çıktım. Hücum edecek askeri görüyordum. Hücuma başlanmasını bekliyecektim. Gecenin karanlığı kalkmıştı. Artık hücum anı idi. Saatime baktım. Birkaç dakika sonra ortalık büsbütün ağaracak ve düşman, askerlerimizi görebilecekti. Düşmanın piyade, mitralyöz ateşi başlar, kara ve deniz toplarının mermileri bu sıkı nizamda duran askerlerimiz üzerinde bir defa patlarsa hücumun imkânsızlaşacağına şüphe etmiyordum. Hemen ileri koştum. Tümen komutanına rasladım. O ve bütün yanımızdakiler hücum safının önüne geçtik. Çok çabuk ve kısa bir teftiş yaptım. Önlerinden geçerken yüksek sesle askerlere selâm verdim ve dedim ki:

- Askerler! Karşınızdaki düşmanı yeneceğimize hiç şüphe yoktur. Fakat siz acele etmeyin. Önce ben ileri gideyim. Size kırbacımla işaret verdiğim zaman hep birden atılırsınız.

Komutan ve subaylara da işaretime askerlerin dikkatini çekmelerini emrettim. Ondan sonra hücum safının önünde bir yere kadar gittim ve oradan kırbacımı havaya kaldırarak hücum işaretini verdim.

Bütün askerler, subaylar artık her şeyi unutmuşlar, gözlerini, kalplerini verilecek işarete saplamışlardı. Süngüleri ve bir ayakları ileri uzatılmış olan askerlerimiz ve onların önünde tabancaları, kılıçları ellerinde subaylarımız kırbacım aşağı iner inmez çelikten bir yığın gibi arslanca ileri atıldılar. Biraz sonra düşman siperleri içinde, Allah Allah'tan başka ses duyulmaz oldu. Düşman silâh kullanmıya vakit bulamadı. Boğaz boğaza kahramanca savaş sonunda ilk hatta bulunan düşman tamamiyle yok edildi. Dört saat boğuşmadan sonra 23 üncü ve 24 üncü alaylarımız Conkbayırı'nı düşmandan temizlediler ve 28 inci alay da Şahinsırt'ın en yüksek yerini geri aldıktan sonra, ağıl üzerinden batıya saldırıp önüne raslıyan düşman birliklerini yendi ve bozdu. 28 inci alayın bir kısmı Şahinsırt'ın boyun noktasında yerleştirilmiş olan düşman mitralyözlerinin etkili ateşi altında daha ileri gidememişti. Conkbayırı tepesi elimize geçtikten sonra düşman karadan ve denizden yönelttiği süratli ve yoğun topçu ateşi ile Conkbayırı'nı cehenneme çevirmişti. Gökten şarapnel, demir parçaları yağıyordu. Büyük çapta deniz toplarının tam vuruşlu taneleri yerin içine girdikten sonra patlıyor, yanımızda büyük lağımlar açıyordu. Bütün Conkbayırı dumanlar ve ateşler içinde kaldı. Herkes tevekkülle sonunu bekliyordu. Etrafımız şehitler ve yaralılarla doldu. Olan bitenleri seyrederken bir şarapnel parçası göğsümün sağ tarafına çarptı. Cebimdeki saati parça parça etti. Etime giremedi. Yalnız derince bir kan lekesi bıraktı. Bu parçalanmış saati sonra bugünün hatırası olarak Liman von Sanders Paşa'ya verdim. O da aile armalı kendi saatini bana hediye etti.''

Bu savaşlar sırasında düşmanın zehirli gaz kullanacağı haberi duyuldu idi: ''Karşı bir silâhımız yok. Düşman zehirli gaz kullansa bile, biz tepedeyiz, onlar ovada, bize tesir etmez, sözünü yazdım. Gerçi bir deneme yaptılarsa da rüzgâr yön değiştirmesi üzerine bir belâdan da kurtulmuş olduk. Askerin de bize güveni arttı.''

Bu bölüme Mustafa Kemal'in Kemalyeri'nden 1915 Nisanında verdiği günlük emri de alalım: ''Burada benimle beraber harp eden bütün askerler kat'î olarak bilmelidirler ki bize düşen namus görevini yerine getirmek için, bir adım geri gitmek yoktur. Rahat uykusu aramanın, bu rahattan yalnız kendimizin değil, bütün milletimizin ebedî olarak yoksun kalması ile sonuçlanacağını hepinize hatırlatırım.''

Çanakkale'de savaş artık siperlere saplandı idi. Mustafa Kemal düşmanın çekileceğinden şüphe etmediği için bir saldırı ile hepsini denize dökmeyi teklif etmişse de üst komutanlara anlatamamış, kendisine, boşuna harcıyacak kuvvetimiz, hatta bir erimiz yoktur, cevabını vermişlerdi. Büyük bir fırsatın kaçırılmakta olduğunu gören Mustafa Kemal 10 Aralık 1915'te görevinden istifa ettiğini bildirdi. Mustafa Kemal'e saygı gösteren Liman von Sanders istifayı hava tebdiline çevirmiş, İstanbul'a geldikten sonra düşmanın Çanakkale'yi zararsızca boşalttığını öğrenmişti (19 Aralık 1915).

Eski harp akademisi komutanı Orgeneral Ali Fuad Erden der ki: ''Çanakkale'de en buhranlı anda, en lüzumlu adam bulundu. Harbin seyrini çeldi. İngiliz Bahariye Nazırı Churchil onun için, kaderin adamı, demişti.''

Mustafa Kemal ordunun yıldızı idi. Fakat onun hırslarına sınır olmadığı inancında bulunan Enver ve partizanları kendisi ile Anafartalar üzerine yapılan bir konuşma fotoğrafı ile birlikte ''Harp Mecmuası''nda basıldığı sırada baskıyı durdurup resmini çıkartmışlar, yerine Liman von Sanders'in fotoğrafını koydurmuşlardı. İstanbul'u bir Alman bile kurtarmış olmalı, fakat Mustafa Kemal, Sarıkamış bozgununun manevî yükü altında kıvranan Enver'i gölgede bırakmamalı idi.

Karargâhından İstanbul'daki dostu Madame Corinne'e yazdığı bir mektupta şöyle diyor: ''Benim adımın duyulmamasına şaşmayın. Ben önemli savaşların kahramanı olarak Mehmet Çavuş'a şeref kazandırmayı tercih ettim. Tabiî şüphe etmezsiniz ki savaşı idare eden dostunuzdur ve savaş gecesi Mehmet Çavuş'u bulan da o idi.''

Anafartalar kahramanı için son sözü Rauf Orbay'a bırakalım: ''Bizi Asya'ya atarak müttefiklerimizden ayırdıktan sonra Ruslarla birleşmek istiyen İngiliz plânına, doğru kararı ve başarılı saldırıları ile ilk engel olan şüphesiz Mustafa Kemal Bey'dir.''

Mustafa Kemal bazı işleri için izinle Sofya'ya gitmişti. Başkumandanlık tarafından kendisini Çanakkale'den Edirne'ye dinlenmek üzere çekilmekte bulunan 16 ncı kolordu komutanlığına atandı. Mustafa Kemal 14 Ocakta Karağaç'a geldi. Ertesi gün askerlerinin başında at üstünde ve halkın coşkun alkışları arasında Edirne'ye girdi. Şubat sonlarına kadar orada kaldı.

1916 yazında Erzurum'u geri almak üzere Diyarbakır bölgesinde ikinci orduyu topluyorduk. Başkomutan Mustafa Kemal'i bu cephede aynı 16 numaralı kolorduya yolladı. 12 Martta kolorduya geldi. Kolordu Bitlis çevresindeki bir tümenle Muş çevresindeki bir tümenden kurulu idi. Bitlis-Muş-Fırat hatlarında seksen kilometrelik bir cephe. Ruslar bizim saldırı plânını bozmak ve ikinci ordu toplanmadan önce Erzurum cephesindeki üçüncü orduya saldırmıya karar vermişlerdi. Fakat bu saldırı sırasında Bitlis-Muş bölgesindeki Türk kuvvetleri Rusların sol kanatlarının gerisini tehlikeye sokabilirlerdi. Ruslar üçüncü orduya saldırmadan önce Bitlis-Mus dolaylarında harekete geçtiler. Rusların üç misli kuvvetle yaptıkları bu saldırı karşısında onaltıncı kolordu komutanı Mustafa Kemal ustaca bir manevra ile Rusları püskürttü ve Bitlis'le Muş'u geri aldı. Ruslar ağustos ayında yeni bir deneme daha yaptılarsa da bir sonuç elde edemediler. Böylece Mustafa Kemal, Rusya devine karşı tek zaferin de kahramanı olmuştur. 1917 yılı başında kendisini tuğgeneralliğe yükselttiler.

Bu savaşlar pek çetin olmuştur. Mustafa Kemal etrafı Rus süngüleri ile sarılma tehlikesi gösterecek kadar kendini ortaya atmış, emri altındakilere daima yiğitlik ve fedakârlık örneği olmuştu.

1916 sonlarında Mustafa Kemal ikinci ordu komutan vekilliğine atanmıştır. Sekerat'ta bulunan ordu karargâhına gelince Ordu Kurmay Başkanı Albay İsmet Bey'le buluştu. Ordunun durumu pek kötü idi. Kara kıştan önce geri çekerek kurtarmak lâzımdı. Mustafa Kemal o sıralarda açlıktan insanların birbirlerini yediklerini kaç defa anlatmıştır. İslâm ansiklopedisinin Atatürk fıkrasının bu bölümünde bir kayırma vardır. Ansiklopedi diyor ki: ''Albay İsmet kendisini ordusunun durumu hakkında aydınlattı. Bunun üzerine kışın yiyecek güçlüklerine uğramamak için ileri hatlarda hafif birlikler bırakarak ordu cephesini geri almaya karar verdiler.'' Mustafa Kemal bana o günün hatırasını şöyle anlattı idi: ''Ben Enver'in adamı olduğu için İsmet'i sevmezdim. (İsmet Bey harp başında Başkumandanlık karargâhında Harekât Şubesi Müdürü idi.) Kendisine hemen bir geri çekilme emri hazırlanmasını söyledim. Gitti, gelmez. Yaverim Cevad'ı bak ne yapıyor, diye yolladım. Döndü, masasının başında düşündüğünü söyledi. Şehirler ve topraklar bırakacaktık. Orduyu kurtarmak için başka çare yoktu. Ama böyle bir karar vermek de güçtü. Git söyle, yazamıyorsa ben dikte edeyim, dedim. Bir müddet sonra çekilme emrini yazmış, getirdi. Askerlik edebiyatına örnek diye alınabilecek kadar iyi düşünülmüş ve yazılmıştı.''

İsmet İnönü, sonuna kadar da Atatürk'e parlak bir kurmaylık, i k i n c i a d a m'lık etmiştir.

Geri çekilişte ordunun en arkasında idi. Nasıl ki Çanakkale saldırılarında en önünde ise! Ona göre bizim askeri panik tehlikesine uğratmamak için daima en yakınında olmalıdır. Bir asker: ''Ben kâfiri öldürüyordum. Niçin geri çekerler bizi? Ne korkakmış kumandan! Nereye kaçtı kim bilir?'' diye söyleniyordu. Mustafa Kemal:

- Sen o kumandanı tanır mısın? diye sordu.

Yarı karanlıkta yüzüne baktı:

- Benim o! der. Söylenen er şaşalıyarak:

- Ha... O başka... dedi.

Bu arada General Mustafa Kemal'i ordu komutanlığı yetkisi ile Hicaz Kuvve-i Seferiyyesi başına getirmek istediler. Görevi Medine'yi kurtarmak ve Hicaz'ı İngilizlerin elinden almak olacaktı. Şam'a, dördüncü ordu karargâhına geldi. Komutan aynı zamanda Bahriye Nazırı olan eski arkadaşı Cemal Paşa idi.

Bu sırada dördüncü orduyu teftişe geleceğini bildiren Enver Paşa, acaba Hicaz'dan çekilsek de ordaki birlikleri ve taşıtları, savaşı lehimize çevirmek için, Filistin cephesine mi getirsek, diye sormuştu. Mustafa Kemal'le de görüşerek Cemal Paşa, Hicaz'ı boşaltmak daha doğru olacağı cevabını verdi. Boşaltma da hayli tehlikeli idi. Beş yüz kilometre uzunluğundaki bir yoldan, ön, yan ve arka ateş altında olarak çekilecektik. Dördüncü ordunun Kurmay Başkanı Ali Fuad Erden (sonradan orgeneral ve harp akademisi komutanı) der ki: ''Böyle bir hareketin harp tarihinde misli yoktur. Bu işin yapılabilmesi için, Medine ve Peygamber'in kabrini savunmadan vazgeçileceğine göre, din duygularının etkisi altında bulunmıyarak yalnız bir stratej ve tabiyeci gibi hareket edecek azimli ve yeterli bir komutana ihtiyaç vardı. Bu aşırı güç işi başarabilecek adam ancak Mustafa Kemal Paşa idi.''

Mustafa Kemal, en doğrusu şimdiye kadar kim savunmuşsa çekilmeyi de o yapmalıdır, diyordu. Haklı idi. Ona kalsa Filistin'i gerisinde İngilizlerle boğaz boğaza bırakıp, Peygamber torunlarının İngilizlerle birleşerek saldırdıkları Medine'ye elbette getirmiyecekti. Şimdi ona yalnız Peygamber'in mezarını düşmana bırakmak görevi yükletilecekti.

Enver Paşa geldi. Teftişten sonra ikinci ve üçüncü ordular grubu İzzet Paşa'nın komutasına verilerek Mustafa Kemal Paşa ikinci ordu komutanlığına atanmış, Medine'nin boşaltılması da emredilmiştir. Sultan Reşat, Medine boşaltılırsa halifelik ve padişahlıktan çekileceğini söylemişti. Sadrazam Talât Paşa da o çekilmiye karşı koydu. Enver Paşa boşaltma kararını zoraki verdiği için o da vazgeçti. Fakat Medine ve Hicaz'ı bırakmamak yüzünden Filistin savunulmamış, Kudüs düşmüştü.

Bir müddet sonra Bağdat'ı İngilizden geri almak için bir ordular grubuna kumanda etmek üzere General Falkenhein Türkiye'ye geldi. Halep'te toplanacak olan bu gruptaki yedinci ordu komutanlığına Mustafa Kemal atanmıştı. Mustafa Kemal böyle bir seferin imkânsız olduğunu bilmekte idi. O sırada İngilizler Filistin'de saldırıya geçtiklerinden General Falkenhein komutasındaki yıldırım orduları grubu bu saldırıyı önlemek için görevlendirilmiştir. Fakat Mustafa Kemal generalin tutumunu hiç beğenmediği için yedinci ordu komutanlığından istifa etti. Yeniden ikinci orduya atandı ise de onu da reddetti. Kendisine İstanbul'a gelmesi için izin verdiler. İstanbul'a gelebilmesi için at ve kısraklarını satması lâzımdı. Bu işi Cemal Paşa üstüne aldı.

Türkiye'yi kurtarmak için bir şey yapmalı idi. Geceli gündüzlü bunu düşünüyordu. Halep'te Cemal Paşa kendi fikirlerine katılarak:

- Ne yapmalı? dedi.

- Hiçbir şey yapamazsanız, hiç olmazsa çekiliniz.

- Yapamam. Çünkü kendim ve evlâtlarım için dayanabilecek hiçbir şeyim yok.

- Bahis konusu koca bir milletin ölüm, kalımıdır. Yok olmaya doğru giden budur. Böyle durumda şahsî kayıtlara düşmemelidir. ''O tarihte umumî durum üzerinde etkili olacağına şüphe etmediğim arkadaşımın harekete geçmesi için çok bekledim. Cemal Paşa ile çok şeyler konuştuk. Ortaklaşa kararlar vermiş olduğumuzu sandım.''

Mustafa Kemal 5 Temmuz 1917'de yedinci ordu komutanlığına atanmıştı. 20 Eylül 1917'de başkomutanlık vekilliğine verdiği şu rapor Birinci Dünya Savaşının Türkiye bölümünde tarihî bir önem almıştır:

Halep 7 Eylül 1333 (1917)

''1- Önce umumî memleket durumu dikkate alınmalıdır. Harp Müslüman, Hristiyan bütün halkımızı bitkin bir hâle getirmiştir. Halk ve idare arasındaki bağlar çözülmüştür. Evlerinde kalanlar her bakımdan hükûmete uzak durmaktadır. Bu kalanlar da ya kadınlar, ya âcizler veya asker kaçağı olup çalışıp topraktan aldıkları kendi geçimlerine yetmezken askerî ve sivil idare onlardan, açlık ve ölüm pahasına, varlarını yoklarını almakta direnmek zorundadır. Öbür yandan idare tam bir aciz içinde olduğundan, umumî hayatın bir anarşiye doğru sürüklenmesini önliyememekte, adalet ve hukuka aykırı davranışlar hükûmetten nefreti arttırmaktadır. Mahallî hükûmetin aciz içinde olması bir zabıta kuvveti olmamasından, ihtiyaç yüzünden memurların rüşvetçi olmalarından, vurgun ve yolsuzluklardan, adalet cihazının asla işliyememekte bulunmasındandır. Bu hâl umumî hayatı her köşede, her şehirde çürütmektedir. Halk geçimi ve ticaret işleri korkunç bir çöküntüye uğramıştır. Bugün bir para meselesi var ki bu ne memurlarda, ne halkta geleceğe emniyet bırakmamış, namuslu kimseleri mukaddes saydıkları değerlerden uzaklaştırmaktadır. Harp devam ederse karşısında bulunduğumuz en büyük tehlike, her taraftan çürüyen ulu saltanat binasının bir gün içerden birdenbire çökmek ihtimalidir.

''2- Umumî askerî durum harbin yakında biteceğini göstermemektedir. Müttefiklerimizin düşmanlarımızı askerî hareketlerle barışa zorlıyacakları artık söz konusu olmayıp, Almanlar stratejilerini: 'Geliniz de bizi yeniniz!' esasına bağlamışlardır. Düşmanlarımızın birbirinden ayrılmıyacaklarına şüphe olmayıp düşman halkın sıkıntı ve yoksunluğu daha azdır. Harp daha uzun sürecektir. Harbi bitirme imkânları bizim tarafın elinde değildir.

''3- Türkiye'nin harp durumu şudur: Ordu başlangıcına göre pek çok zayıftır. Birçok orduların kuvveti, olması gerekenin beşte biri kadardır. Memleketin nüfus kaynakları eksileni tamamlamıya yeterli değildir. Hatta yedinci ordu gibi bütün memleket için iyi tutulmıya çalışılan tek orduya dahi, daha düşmana bir kurşun atmadan, kuvvetli bulundurmıya imkân bulamıyoruz. En güç işleri görmek üzere biner kişilik taburlarla bana gönderilen tümenin yüzde ellisi ayakta duramıyacak kadar zayıf olduğundan ayıklanmış ve sağlam kalan erat 17-20 yaşında çocuklarla 45-55 yaşındaki işe yaramazlardan ibaret kalmıştır. Başka en iyi tümenlerin taburları da İstanbul'dan biner mevcutla hareket etmişler, ve en kuvvetlisi beş yüz mevcutla Halep'e gelebilmiştir.

"Askerî umumî duruma göre, meselâ, son kuvvetlerle Bağdat'ı geri almayı düşünmiye imkân yoktur. En kuvvetli düşman, hazır olarak Sina'dadır.

''4- Bu kısa açıklama ile, artık her şey bitmiştir ve bulunacak çare kalmamıştır, demek istemiyorum. Kurtulma yolu ve çaresi vardır. Ancak en iyi tedbirleri bulmak lâzım gelir. Bu tedbirler şunlar olabilir:

''(A) İçerde hükûmeti kuvvetlendirmek. Beslenmeyi sağlamak. Yolsuzlukları en aşağı haddine indirmek. Harbin uzaması yeni kayıplara sebep olsa da, elimizde ve gerimizde kalacak bölgeleri ve halkı dayanmaz ve çürük hâlde bulmamalıyız. Memleket sağlam bir hareket üssü halinde kalmalıdır.

''(B) Askerî politikamız bir savunma politikası olmalı, elimizde bulunan kuvvetleri ve bir tek neferi sonuna kadar saklamalıyız. Memleket dışında da bir tek Türk askeri kalmamalıdır.''

Rapor bunun arkasından alınabilecek askerî tedbirleri sıralamaktadır. Suriye ve Sina'nın Alman kumandasında bırakılmasına karşıdır. Bağımsızlıkta kıskanç olursak, Almanların bize Bulgaristan'dan daha itibarlı tutacağını söyler. Falkenhein Alman olduğunu ve her şeyden önce Alman menfaatlerini düşüneceğini saklamamaktadır. Bu sözü söyliyen subaylarca Türk'ün kanı için karar verecek mevkidedir. Halep'te, Fırat'ta ve Suriye'de Alman menfatlerinin ne olduğu da bilinmektedir. Falkenhein, Araplar Türklere düşmandırlar, biz tarafsız davranarak onları kazanabiliriz, demekten de çekinmemiştir.

Enver'in cevabı kısa: ''Bu hareketlere Falkenhein memur edilmiştir. En doğru kararları vereceğinden eminim. Bu güvenime siz de katılınız.''

Türk orduları başkomutanlık kurmay başkanlığına gelen General von Seckt'e 1917 Aralık 13 tarihli raporu ile General Liman von Sanders Türk ordularının durumunu şöyle anlatmakta idi: ''Birçok yanlış tedbirler sonucu Türk ordularının umum savaşçı kuvveti pek çok azalmış ve birliklerin harp gücü gözden uzak tutulmayacak kadar düşmüştür. Türk ordusu çeşitli cephelerdeki savaşlarda büyük kayıplar vermiştir. Kayıpların çoğu büsbütün yanlış birçok tedbirler yüzündendir. Biraz dikkatle kayıpların pek çoğundan kaçınılabilirdi. Söz konusu yanlış tedbirler şöyle sıralanabilir:

''A- 1914 Aralık ile 1915 Ocak ayında yapılan birinci Kafkas seferi: Enver'in komutasında olup General von Bronzar'ın kurmay başkanlığında bulunduğu doksan bin askerlik üçüncü ordu sınıra yakın Hasankale yöresindeki dağlar üzerinde pek uygun savunma yerlerinde ve kendinden üstün olmıyan Rus kuvvetleri karşısında idi. Ordu başarılı savaşlarla dağlardan geçebilse bile kuşatma topları olmadığından Kars kalesini hiçbir zaman alamazdı. Hâl böyle iken, önlenmek için yapılan bütün tavsiyelere rağmen, Sarıkamış - Kars üzerine saldırıya geçilmek kararı verilmiştir. Sol hatta karlı dağların keçi yolları üzerinde yetersiz yiyecek hazırlığı ile harekete geçen iki kolordunun sonu, ikisinin de ayrı ayrı yenilmesi olmuştur. Başka bir kolordu da bu arada cephede başarısız savaşlar yapıyordu. Resmî belgelerle anlaşıldı ki doksan bin kişiden ancak on iki bin kadar er pek acıklı durumda geri dönebilmiştir. Geri kalanı vurulmuş, açlıktan ölmüş, donmuş veya esir düşmüştür. Harp tarihi bu saldırı için hiçbir özür bulamıyacaktır.

''B- 1916 yaz başlangıcında yetersiz kuvvetle Ruslara karşı gene üçüncü ordunun giriştiği saldırı savaş sonundaki geri çekilmede ordunun büyük bir kısmı dağılmıştır.

''C- Üçüncü ordunun 1916 yazında toplanıp lüzumsuz yere yaklaşık olarak Van Gölü'nün Muş - Kığı hattından Erzurum yönüne doğru ve daha başlangıçta başarısızlığa uğrıyan saldırı hareketi, ne ileriye doğru yollar, ne de geride kullanılmaya elverişli ulaşma hatları olmadığından ve her türlü taşıt araçları da pek kıt olduğundan yapılmamalı idi. Bu orduda en azından altmış bin kişi açlık, hastalık ve sonra soğuktan ve pek az kısmı da düşman silâhı ile vurularak ölmüştür.

''D- Askerlik açısından büyük bir yanlış olmak üzere XIII. kolordunun 1916 yazından başlıyarak bütün kış süren saldırı savaşları ki İngilizler Basra'ya kadar olmasa bile Korne'ye kadar atılmadan önce böyle bir hareket yapılması hiç doğru değildi.

''E- Hiçbir zaman başarı ihtimali yokken Mısır'ı almak için 1916 Ağustosunda Süveyş Kanalı'na doğru on sekiz bin kişilik savaşçı birliklerle girişilen ve başlangıçta başarısızlığa uğrıyacağı şüphesiz hareket, o zamanlar sadece Süveyş Kanalı'nı korumakla yetinen İngilizleri Tih Çölü'nden beriye çekmiş ve Filistin'deki bugünkü ilerlemelerine sebep olmuştur.

''Türk ordularının kaçak toplamı şimdi 300.000'i çok aşmaktadır. Bunlar memleket içine kaçmışlardır. Yağma ve hırsızlıkla güvenlik ve huzuru bozmaktadırlar.

"Türk askeri ve hele Anadolu askeri bulunmaz bir cevherdir. İyi bakılır, yeteri kadar doyurulur, gereği gibi eğitim görür, soğukkanlılık ve güvenle yönetilirse, bu askerle en büyük görevler başarı ile yapılabilir. Hemen iki yıldan beri birliklerin çoğuna eğitim için gereken zaman bırakılmamıştır. Birliklerde askerlerin büyük çoğunluğu birbirini ve üstlerini tanımazlar. Yalnız durumun iyi gitmediği bir yere gönderilmekte olduklarını bilirler.

''Kaçarken vurulmak tehlikesine rağmen her fırsatta kaçmıya kalkarlar. Kaçma trenden atlıyarak yahut elverişli yerlerde yol kolundan ayrılarak yapılmaktadır. Harp cephelerine aktarılırken binlerce asker kaybetmiyen tümen yoktur. Türk askerinin daha iyi bakıma ve davranışa ihtiyacı vardır. Üstlerine karşı güven ve inanç besliyen Türk askeri ile her şey yapılabilir.''

Bir Komplo

Mustafa Kemal henüz Diyarbakır'da iken İstanbul'da bir Yakup Cemil vakası çıktı idi. Yakup Cemil İttihatçı fedayilerdendir. O da inanmıştır ki harp kaybolmuştur. Tek kurtuluş yolu hükûmeti devirmek ve hele başkomutan vekilini ve Harbiye Nazırını yerinden atmaktır. Anlaştığı arkadaşlar da var. Yakup Cemil Irak'a komutası altında götürmek üzere bir gönüllü bölüğü hazırlamaktadır. Kabine toplu olduğu sırada bu kuvvetle Bab-ı âli'yi basıp hükûmeti devirmiye ve onun yerine bir barış hükûmeti getirmiye karar vermiştir. Başkomutan vekili ve Harbiye Nazırı adayları da Mustafa Kemal. İçlerinden biri komployu Enver Paşa'ya duyurur. O da Yakup Cemil ve arkadaşlarını tutturup hemen Divan-ı Harp'e verir. Yakup Cemil kurşuna dizilmiştir. Mustafa Kemal bana hatıralarını anlattığı vakit demişti ki: "Yakup Cemil'in şahsından bahsetmek istemem. Onda bana karşı heyecanlı bir temayül (eğilim) uyanmıştı. Benim iş başına geçmekliğimi istemiştir. Bir gün Bursa'da ihtilâl arkadaşlarına:

- Büyük sandıklarımız ne kadar küçükmüş. Hepsini öldürmek lâzım. Bunu ben yapacağım.

Daha yumuşakları kendisine sorarlar:

- Öldürmek kolay, fakat vaziyeti düzeltecek kim?

- Mustafa Kemal! diyor.

- Bu zavallı, kendisini öldürme sanatına alıştıranlara karşı da bu sanatı kullanmakta bir mahzur (sakınca) görmiyerek eksik tedbirlerle harekete geçmiş. Yakın sandığı arkadaşları kendisini ele vermişler. Yakup Cemil tutulmuş ve asılmıştır. O vakit tümenlerimden birine komuta eden Ali Fuad'a (Cebesoy):

- Yakup Cemil asılmış. Sebebi de ben başkomutan vekili ve Harbiye Nazırı olmadıkça kurtuluş yoktur, demiş. Dediğini yapmış bile olsaydı ben İstanbul'a gittiğimde ilk iş olarak Yakup Cemil'i cezalandırırdım. Eğer ben o ve onun gibiler tarafından iktidara getirilecek bir adamsam, adam değilim!''

Ama adayları niçin Mustafa Kemal'di? Çünkü biliniyordu ki o daha başlangıçta harbe girilmesine karşı idi. Sonra da harpten çıkma çaresi aranması için fikirlerini hiç kimseden saklamamış, bir de h a r e k e t tasarlamıştır.

Arıburnu ve Anafartalar'ı yapan bir asker olarak sözünün dinleneceği kanısında idi. Bir defa Dışbakanı Halil Bey'e (Menteşe) gitti. Halil Bey'ce durum pek iyi idi. Mustafa Kemal, en güç sonuç alınabilecek bir savaş cephesinden başarılı bir komutan olarak geldiğini söyliyerek:

- Memleket ve her şey yok olmak üzeredir. Siz bunu anlamamış görünüyorsunuz. Belki de benimle böyle şeyler konuşulmaz sanıyorsunuz. Ben o adamım ki benimle her şey konuşulur ve konuştuklarımız aramızda kalacaktır. Doğruyu konuşmaktan çekinmeyiniz.

Halil Bey samimî idi. Onun için Mustafa Kemal'e sert cevap verdi. Mustafa Kemal sertliğe gelecek olanlardan değildi. Aralarında tatsız bir tartışma geçti. Halil Bey Mustafa Kemal'i nazırlar heyetine şikâyet etmiş ve cezalandırılmasını istemişti.

Talât Paşa'ya da hayli açılmıştır. Fakat ondan da iyi bir karşılık görmemiştir. Bana demişti ki: ''Sadrazam olduğu günlerde kendisine bazı hayatî meselelerden bahsetmiştim. Verdiği cevaplarda beni güzelce 'atlattığını' sanmış, hatta bunu bir saat sonra gelen yakın bir arkadaşına anlatmıştı. Fakat iki gün sonra kendini telâşa düşüren bir durum baş göstermesi üzerine beni gece yarısı evine çağırarak çare ve tedbir sorma ihtiyacını duydu. O gece sadrazam meclisinde aynı arkadaşım hazırdı. Şu sözleri söylemekle kendimi avuttum:

- Benden fikir soruyorsunuz. Söylemekte özür dilerim. Çünkü daha üç gün önce bir mesele üzerine fikrimi söylemiştim. Siz beni atlattığınıza inanmış, hatta sevincinizi göstermiştiniz.

- Asla! dedi.

- Söylediğiniz yanımızda oturuyor, dedim."

Mustafa Kemal'in asıl tertibi bir ordular hareketi idi. En çok bel bağladığı da dördüncü ordu komutanı ve Bahriye Nazırı Cemal Paşa idi. Bu yüzden Cemal Paşa'yı düelloya bile çağırmıştı. Düello tanığı da Rauf (Orbay) idi. Bende şöyle bir hatıra notu vardır: ''Cemal korkmasaydı, sadrazam da, başkumandan da o olurdu.''

Şimdi o tarihlerde Enver ve Mustafa Kemal paşalarla yakın ilişkileri bulunan Rauf Bey'in (Orbay) hatıralarını okuyalım: ''İstanbul'a geldikten sonra vakit buldukça Akaretler'de kira ile oturduğu evinde kendisini ziyaret ederdim. Bazan da o Bahriye dairesine beni görmiye gelirdi. Görüşmelerimiz sırasında harbin güdümünü şiddetle tenkit ederdi. Başkumandanlığa ve suretlerini Sadrazam Talât Paşa'ya gönderdiği belgelere dayanan raporlarını okur, her şeyden Almanların oyuncağı hâline gelen Enver Paşa'nın sorumlu olduğunu ısrarla söyler ve bunları düzeltmenin tek çaresi olarak da Başkumandanlıkta bir değişiklik yapılması fikrini ileri sürerdi. Bu hâdiselerden önce (Yakup Cemil vakası) Mustafa Kemal Paşa'nın ordu kumandan vekili olarak Diyarbakır'da bulunurken çevresindeki ordu kumandanlarına şifreli bir telgraf çekerek, harbin ve orduların kötü idare olunduğundan, hükûmetin kargaşa içinde bulunduğundan şikâyet ederek bunu düzeltmek üzere işbirliği teklif ettiğini Vehip Paşa, Enver Paşa'ya haber vermişti. Bunun üzerine başkumandanlıkça askerî makamların şifreli haberleşmelerini kontrol etmek için tedbirler alınmıştı. Sonraları Mustafa Kemal Paşa ile görüştüğümüzde Yakup Cemil'in Divan-ı Harp'te söyledikleri ile, Vehip Paşa'nın çekmiş olduğu telgraftan bahsettim. Böyle bir teşebbüste bulunmadığını söylemişti (1). Mustafa Kemal Paşa'nın üçüncü harp yılına doğru Enver Paşa'ya karşı bir teşebbüste daha bulunduğunu İstanbul'dan Brest-Littowsk barış konferansına gitmek üzere olduğum günlerde İsmail Canbulat Bey'den (o vakitler gizli millî emniyetin başında idi) şöyle işitmiştim: Sofya elçiliğinden gelip milletvekili seçilen Ali Fethi Bey, Talât Paşa'ya gidip gizli tutulacağına namus sözü aldıktan sonra demiş ki: Mustafa Kemal Paşa bana geldi. Harbiye Nazırlığı Müsteşarı ve Levazımat-ı Umumiyye Reisi İsmail Hakkı Paşa kendisini otomobili ile alıp şehir dışına gezmiye götürmüş. Harp politikası gevşiyen hükûmetin tek başımıza barış yapmıya eğilimli olduğunu söylemiş. Böyle bir hareketin şimdiye kadar katlanılan fedakârlıklarla bağdaşamıyacağını anlatmış. Hükûmet barış yapmıya yönelirse ona karşı koyup harbe devam edecek bir askerî kabine kurulması lâzım geldiğini ileri sürmüş ve kendisinin bu kabinede bir görev kabul edip etmiyeceğini sormuş. Bu durumu sağlama uğrunda yalnız ve doğrudan doğruya kendisine bağlı on bin kişilik bir gizli kuvvetin merkezden Anadolu ve İstanbul kıyılarının çeşitli yerlerinde hazır bulundurulduğunu ve bu kuvvetten Enver Paşa'dan başka kimsenin de haberi olmadığını söyliyerek eklemiş. Fethi Bey'in verdiği bilgi üzerine Talât Paşa, parti merkezinden Mithat Şükrü ve Kemal beyleri çağırıp kendilerine olup bitenleri anlatmış. İlk önce telâş etmişler. Görüşmelerden sonra, Enver Paşa samimî arkadaşımızdır, gidip açıkça onunla konuşalım, demişler. Enver Paşa da: 'Evet böyle bir kuvvet var. Fakat benim de içinde Harbiye Nazırı olduğum kabineye karşı değildir. Yakup Cemil vakasından sonra buna benzer bir hareket olursa diye alınmış bir tedbirdir,' cevabını vermiş."

İsmail Hakkı Paşa, Enver'in direktifi olmadan böyle bir görüşme yapmayacağına göre Mustafa Kemal'in nasıl güç duruma düştüğü kolayca anlaşılabilir.

Orbay'ı dinliyelim: ''Talât Paşa, Fethi Bey'in tutumunu kabinenin önemli üyelerini birbirlerine karşı güvensizlik ve şüpheye düşürmek ve böylece hükûmeti içinden yıkmak maksadı ile yorumlamış. Ben İsmail Canbulat Bey'den bu haberi aldığım zaman, ilk önce, Enver Paşa'nın Mustafa Kemal Paşa aleyhine bir harekete geçmesi ihtimalinden korktum. Mustafa Kemal Paşa o sırada İstanbul'da değildi. Almanya imparatorunun İstanbul'a gelişine bir karşılık olarak Almanya'ya giden Veliaht Vahidüddin ile beraberdi. Berst-Littowsk'a hareketten önce Enver Paşa'yı da görmeğe gittim. Rus sınırından alınacak kuvvetlerin Bağdat'ı geri almak için kullanılabileceğinden bahsedince, Mustafa Kemal Paşa'nın Filistin'deki durumu daha tehlikeli gördüğünü ileri sürdüm. Enver Paşa gülümsiyerek: 'Evet, Mustafa Kemal Paşa'nın bu fikirde olduğunu biliyorum. Medine-i Münevvere'nin de boşaltılmasını bu bakımdan zarurî görmektedir. Fakat biz umumî duruma göre Medine'nin sonuna kadar savunulmasını, Bağdat'ın da bir an önce geri alınmasını politikaca zaruri görüyoruz.'

Enver Paşa biraz durarak:

- Rauf Bey, diye devam etti, Mustafa Kemal Paşa nedense sadece görevini ilgilendiren noktalardaki fikirlerini söylemekle kalmıyor. Askerlikle bağdaşması imkânsız hususî ve siyasî tahriklere de kalkışıyor. Her hâlde duymuşsunuzdur, bir defa bazı ordu kumandanlarına telgraflar çekerek hepsini birlikte harekete ve itaatsizliğe teşvik etti. Haber alınca kendisi ile konuştum. Politika yapmak istiyorsa askerlikten çekilmesini söyledim. Mebusluğuna yardım edeceğimi vadettim. Fikirlerini Mecliste savunması daha doğru olacağını anlattım. Kumandan olarak orduyu nizamsızlığa sürüklemek ve savunmayı zorlaştırıcı hareketlere devam ederse, önleyici tedbirler almak zorunda kalacağını bildirdim. Hareketlerinin yanlış yorumlanmasından üzüldüğünü, Meclis ve mebusluk düşünmediğini, askerlikte kalmayı tercih ettiğini söyledi. Hiç şüphesiz hizmetinden memleketin vazgeçemiyeceği değerli bir kumandanımızdır. Bunu daima takdir ederim. Tekrar ordu kumandanlığına tayin ettim. Fakat son günlerde gene bazı siyasî tahriklerde bulunduğunu haber aldım... Meselâ...

Burada dayanamadım, Enver Paşa'nın sözünü keserek: 'Mustafa Kemal Paşa ile İstanbul'a geldiği vakitler fırsat buldukça harp durumu ve savunma işlerimiz üzerine konuşuyoruz. Vatanın selâmeti ile endişelidir. Hususî bir maksadı, hele tahrik gibi bir kastı bulunduğuna inanmam,' dedim. İşittiklerinin şişirilerek ve çekememezlikten anlatılmış olduğunu, bu sebeple ciddîye almamasını rica ettim.

Birkaç gün sonra Brest-Littowsk'a doğru İstanbul'dan ayrıldım. Berlin'e varır varmaz doğru Adlon oteline gittim. Mustafa Kemal Paşa'yı sordum. Henüz yatakta imiş. Fakat bekletmedi, o hâliyle beni kabul etti. İstanbul'dan haber sordu. Şaka kılıklı dedim ki: 'Talât Paşa, kendi kabinesi aleyhine yapılmak istenen bir hareketi Fethi Bey'den duymuş, önlemeye çalışıyormuş...' Mustafa Kemal Paşa: 'Ne diyorsun,' diye yatağından fırladı: 'Talât Paşa bundan kimseye bahsetmiyeceği üzerine namus sözü vermişti. Sözünü tutmamış, öyle değil mi?' diyerek hayli öfkelendi: 'Hayır, dedim, ben bunu Talât Paşa'dan değil, Enver Paşa'dan duydum.' Heyecan ve merakla gözlerimin içine bakıyordu. Enver Paşa ile konuştuklarımızı olduğu gibi anlattım. Sakinleşti. Sonra Enver Paşa'nın kendisine mebusluk teklif ettiği doğru olduğunu, alaylı bir dille de mebusların memurlardan farkı olmadığını ve asker kalmaktan başka çare göremediğini de üzüntü ile anlattı.''

Almanya Yolculuğu

İstanbul'da Pera Palas oteline indi. Artık her şeyin bitmek üzere olduğuna inanan, fakat bir kurtuluş yolu bulunacağından da umut kesmiyen bir adamın ruh hâli içindedir.

Bir gün kendisine Enver Paşa şu haberi gönderir: Almanya imparatoru, padişahımızı umumî karargâha davet etti. Böyle bir yolculuğa katlanabilecek hâlde değildir. Yerine veliaht gidecek. Onun yanında bulunmayı kabul eder misiniz?

Veliaht ile böyle bir yolculuk yapmayı kendisi için faydalı görür. Hemen, evet, cevabı verir. Daha önce veliaht ile tanışmalı idi. Saraya başvurur. Buluşma gününde gider. Redingotlu prens bir kanepe köşesine, Mustafa Kemal de karşısına oturur.

- Sizinle tanıştığıma memnun oldum, der.

Biraz sonra:

- Seyahat edeceğiz, değil mi?

- Evet seyahat edeceğiz.

Her sözden sonra gözlerini kapayıp kendinden geçmiş bir hâli var. Hiçbir şey konuşulmaz.

Asker selâmlama gibi törenlerde ona kılavuzluk eder. Almanca iyi bilen Mustafa Kemal'in eski hocası Naci Paşa da beraberdir. Tren kalkınca veliaht kendisini salonuna çağırır. Yarınki padişahı tanıyacaktı. Merakla gider. Sarayda gördüğünden büsbütün başka bir adam. Gözleri açıktır. Mustafa Kemal'e dikkatle bakmaktadır:

- Affedersiniz paşa hazretleri, birkaç dakika öncesine kadar kiminle seyahat etmekte olduğumu bilmiyordum. Bana anlatmamışlardı. Sizi pek iyi bilirim. Anafartalar'da kazandığınız başarı herkesin de bildiği şeydir. Siz İstanbul'u kurtarmışsınızdır. Beraber olduğumuzdan pek memnunum.

Aralarındaki konuşma ciddî ve samimî geçti. İstanbul'da iken anlaşılması kolay sebeplerin etkisi altında olmalı idi. Şimdi serbestti. Her gün kısa veya uzun bir konuşma oluyordu. Mustafa Kemal'de şu inanç belirdi ki kendisini aydınlatarak, yakından ve içten destekliyerek bu adamla bir şey yapmak imkânı vardır. Eski hocası ve şimdi veliaht yaveri Naci Bey'le onu bu yolda hazırlamak faydalı olacağında anlaşmışlardı.

Küçük bir kasabadaki karargâhında imparatorla buluştular. Veliaht yanındakileri tanıttığı sırada, bir eli göğsü üzerindeki düğmeler arasına sokulmuş olan imparator ötekisi ile Mustafa Kemal'in elini tutarak yüksek sesle:

- Onaltıncı kolordu... Anafartalar... dedi.

Mustafa Kemal sıkıldı ve önüne baktı. İmparatoru yanılıp ''ekselans'' demekle bir de gaf yaptı.

Sonra Hindenburg'a gittiler. Hindenburg veliahta güven verecek sözler söylüyor, o da teşekkür ediyordu. Mustafa Kemal ses çıkarmadı. Fakat Ludendorf Kuzey - Batı cephesi üzerinde başladıkları parlak saldırı savaşını anlatırken söze karıştı. Bunun ''parsiyel'' bir saldırı savaşı olduğunu söyledi ki bundan ciddî sonuçlar elde edilemiyeceğini anlamış olduğunu gösterir. Ludendorf sözü orada bıraktı. Mustafa Kemal'in asker olarak öğrenmek istediği Alman ordusunun ne hâlde olduğu idi.

Kayzer veliahtı görmiye gelecekti. Görüşmeler arasında yaver tercümanlığı ile velilaht adına kayzerden sordular:

- İmparatorun söyledikleri bize büyük ferahlık vermiştir. Ancak bir noktayı açık anlamak ihtiyacındayım. Türkiye'ye karşı düşman saldırısı durmadan ilerlemektedir. Eğer bu hücumlar devam ederse Türkiye yıkılacaktır. Bunları durdurmak için yeteri kadar teminat alamıyorum. Lütfen bu bakımdan beni aydınlatır mısınız?

Bu soru üzerine imparator hemen ayağa kalktı:

- Türkiye'nin sayın veliahtı, anlıyorum ki zihninizi bulandıranlar vardır. Ben size gelecekteki başarılarınızdan bahsettikten sonra şüpheniz kalmalı mıdır?

İmparator kalktığı yere artık oturmadı. Ayrıldı, gitti.

Akşam yemeğinde Hindenburg'la Mustafa Kemal arasında Türkiye'nin harp durumu üzerine konuşmaları da tatsız geçti. Mustafa Kemal durumu ''aldanmıyacak'' ve ''avunmıyacak'' kadar iyi bilmekte idi. Mustafa Kemal, veliahtı da kendi kaygılarına inandırmıştı:

- Gerçeği anlıyor musunuz? Konuştuğunuz Alman imparatorudur. Benim size arz ettiğim endişeleri giderecek bir tek kelime söyledi mi?

- Hayır.

Sonra Batı cephesine gittiler. Veliaht seyirci, Mustafa Kemal sanatçı olarak dinlediler ve gördüler. Mustafa Kemal cephedeki komutanın söyledikleri ile yetinmiyerek ateş hattına kadar gitti. Ağaçlara kadar tırmandı. Alman subayları tehlikeli durumda olduğunu kendisinden gizliyemediler.

Mustafa Kemal umutlu idi. Veliahta açıldı:

- Henüz padişah değilsiniz. Fakat Almanya'da gördünüz ki imparator, veliaht, prensler hepsi bir iş üzerindedir. Neden siz bütün işlerden uzak kalasınız?

- Ne yapabilirim?

- İstanbul'a gider gitmez ordu komutanlığı isteyiniz. Ben sizin Erkân-ı Harbiye Reisiniz (Kurmay Başkanınız) olurum.

- Hangi ordunun komutanlığını?

- Beşinci ordu.

Bu numaradaki ordu Liman von Sanders'in emrinde bulunan veya bulunmak gereken ve Boğaz'ı savunacak ordu idi.

Vahidüddin: ''Bu komutanlığı bana vermezler!'' dedi.

Siz isteyiniz.

- İstanbul'a gittiğim zaman düşünürüz.

Bu umutlandırıcı bir cevap değildi.

İstanbul'a dönüşlerinde rahatsızlanması üzerine bir ay kadar yatağından çıkmadı. Hekimler Viyana'ya gitmekliğini istediler. Bir ay kadar da Viyana yakınlarında bir sanatoryumda kaldı. Sonra Karlsbad'a gitti.

Rahatsızlığı henüz tam geçmemişti ki 1918 Temmuzunun 5 inde İzmirli tanıdığı biri ile arkadaşı Karlsbad'da kaldığı yere gelip padişahın öldüğünü haber verdiler. Birkaç gün içinde tamamlayıcı haberler de aldı. İzzet Paşa yeni padişahın yaver-i ekremi (1) olmuştur. Bu olay ilgi çekici idi. Çünkü yaverlik değil, bir çeşit askerî danışmanlık, kurmay başkanlığı gibi bir şeydir, sandı.

Bir müddet sonra yaveri kendisine hemen İstanbul'a gelmesi için bir telgraf çekti. Ciddî bir sebep olmadıkça dönmek istemediğinden bu yolda cevap yazdı. İkinci bir telgrafta ''İstanbul'a süratle gelmesi arzu buyrulduğu'' yazıldığından Temmuz sonlarında Karlsbad'dan hareket etti. İstasyonda karşılayan yaverinden öğrendi ki İstanbul'a dönmesini istiyen İzzet Paşa idi. Geldiğini bildirmesi üzerine Pera Palas otelinde kendisi ile görüştü. İzzet Paşa hiçbir sebep olmadığını, ancak Almanya yolculuğundaki yakınlığı devam ettirmek faydalı olabileceğini düşünerek telgrafı yazdırdığını söyledi. Mustafa Kemal:

- Her hâlde umumî durumun fenalığını gidermek için yeni padişahı yeni bir yöne çevirmek lâzımdır. Bu yolda kendisi ile görüşmekliğimi uygun bulur musunuz? diye sordu.

İzzet Paşa:

- Doğru! dedi.

Padişahın yaverliğine geçen hocası Naci Paşa ile padişahtan bir görüşme istedi. Saraydan olumlu cevap geldi: ''Yolculuk arkadaşım Veliaht Vahidüddin ile birkaç ay ayrılıktan sonra yeni padişah Vahidüddin'in salonuna Naci Paşa yanımda olarak girdim. O andaki duygularımı şöyle anlatabilirim: Tahta oturmadan önce çok şeyleri çok açık görüştüğümüz ve benim bütün fikirlerime katılır gibi görünen bu zat acaba hükümdar olduktan sonra benim aynı yolda konuşmaklığıma izin verecek midir? Bunda duralıyordum. Bu duraksama duygusu ile karşı karşıya geldik. Beni çok nazik kabul etti. Daha fazla iyi yüz gösterdi. Oturdu, bana karşıda yer gösterdi. Bir de sigara verdi. Kendi sigarası için yaktığı kibriti bana uzattı. Doğrusu çok umutlandım. Kendisinden serbestçe konuşmak iznimi aldıktan sonra, hemen başkomutanlığı kendiniz üstünüze alınız, bir kurmay başkanı seçiniz, her şeyden önce orduya sahip olmak lâzımdır, ancak ondan sonra düşünülebilecek kararlar uygulanabilir, dedim.

Vahidüddin bu teklifim üzerine, tıpkı ilk görüşümde olduğu gibi, gözlerini kapadı ve az sonra şu cevabı verdi:

- Sizin gibi düşünen başka kumandanlar var mı?

- Vardır.

- Düşünelim.

Konuşmamız kendiliğinden bitmişti. İzin aldım.

Birkaç gün sonra beni İzzet Paşa ile birlikte kabul etti. Umumî konular üstünde kaldık. Vahidüddin çok ihtiyatlı idi. Günler sonra tekrar kendisi ile yalnız görüşmek istedim. Beni bu sefer de kabul etti. İlk teklifimde direnir yollu konuşmaya başladım. Hemen bana cevap verdi:

- Paşa, ben her şeyden önce İstanbul halkını doyurmak zorundayım. İstanbul halkı açtır. Bunu temin etmedikçe alınacak her tedbir yanlış olur.

Gözlerini kapadı. Ben tilki mizaçlı entrikacının yüzlerce örneğinden biri karşısında bulunduğumu üzülerek anladım. Bir fikir daha söylemekten kendimi alamadım:

- Çok doğru buyuruyorsunuz. Ama İstanbul halkını doyurmak için alınması gereken tedbirler zat-ı şahanenizi bütün memleketi kurtarmak için alınması gereken lüzumlu ve acele tedbirlere başvurmaktan alıkoyamaz. Bildirmeğe mecburum ki yeni padişahın ilk hareketi kuvvetin sahibi olmak olmalıdır.

Biraz tedbirsizce konuşmuştum. Verdiği cevaba şu sözler de karıştı:

- Ben Talât ve Enver Paşa hazretleri ile görüştüm.

Bunu söyliyen adam, daha birkaç ay önce Talât ve Enver paşalardan tiksindiğini söyliyen ve bunların memleketi yıkılmaktan başka sonuca götürmesi imkânsız hareketlerini tenkit eden Vahidüddin idi. Benim Vahidüddin karşısında vicdan görevim sona ermişti. Ayağa kalktım, izin istedim. Gözlerini kapadı ve hiçbir kelime söylemeden elini uzattı.''

Harbin Sonu

Vakitsiz kimseyi ürkütmek istemiyen Mustafa Kemal, ordu komutanı olduğundan, her cuma günü selâmlık töreninde bulunmakta idi. Bir defasında Naci Paşa geldi. Padişahın kendisini özel olarak görmek istediğini söyledi. Yanında iki Alman generali vardı. Mustafa Kemal'le yalnız kalmak istemiyordu. Gitti. Padişah:

- Sizi Suriye'ye kumandan tayin ettim. Oradaki durum ciddîleşmiş. Gitmeniz lâzımdır. Sizden istediğim şudur: O tarafları düşman eline geçirtmeyiniz. Hemen hareket etmelisiniz.

Sonra Alman generaline bakarak:

- Bu kumandan dediklerimi yapabilir, dedi.

Sadece izin alıp salona döndüm. Enver Paşa'nın güler yüzü karşıma çıktı:

- Azizim, hiç olmazsa biraz esaslı tedbirler üzerinde konuşalım. Benim bildiğime ve anladığıma göre artık Suriye'de ordu, kuvvet, durum, hepsi sözden ibarettir. Beni oraya göndermekle öç alıyorsunuz. Sonra usul dışında bana bizzat padişaha emir verdirdiniz.

Enver Paşa gülüyordu.

İkinci defa yedinci ordu komutanı olarak Nablüs'teki karargâhındadır. İlk işi çok yorucu dolaşmalarla cepheyi görmek ve durumu incelemek olmuştur. Şu kanıya varmıştır ki her şey bitmiştir. Yakın felâketi önlemek için esaslı tedbir bulmak güçtür. Yüzlerce kilometre uzunluğunda bir cephe üzerinde üç ordu vardır. Adları ordu... Zayıf, dağınık birtakım kuvvetler... Daha İstanbul'dan ayrılmazdan önce düşündüğü, şekiller içinden çıkmak, gerçekler içine girmekti. Yani bütün kuvvetlerle ufak da olsa değeri olan tek bir ordu kurulmalı idi. Gene daha önce bu tek kuvvetin kendi emrine verilmesi lâzım geldiğini bildirmişti. Teklifini ciddîye aldıramadı.

Karlsbad'dan tam iyileşmiş olarak dönmüş değildi. Çektiği üzüntüler ve cephe dolaşmaları yorgunluğu ile tekrar rahatsız olmuştu. İstanbul'dan çıkalı on beş gün olmamıştı. Yatağında idi. Bir gün kurmay başkanı o günün raporlarını okudu. Basit raporlar, her zamanki gibi... Şimdi kendisini dinliyelim: ''Yalnız raporlar içinde bir nokta dikkatimi çekti. Bu bir İngiliz esirinin söyledikleri idi. Sezdim ki bir veya iki gün sonra İngilizler bütün cephe üzerinde saldırıya geçeceklerdir. 'Biraz sonra Kurmay Heyetini toplu olarak görmek isterim,' dedim. Yataktan kalktım. Giyindim. Çalışma odasına giderek bir emir yazdım. Bu emire, düşman 19 Eylül günü umumî saldırı savaşına geçecektir, diye başlıyor ve buna karşı alınacak tedbirleri sıralıyordum. Emri bilgi edinmesi için grup kumandanı Liman von Sanders Paşa'ya da gönderdim. Çok saydığım bu zat benim raporlardan çıkardığım sonucu uzak görmüş ve gülmüş. Bununla beraber ihtiyatlı olmaktan zarar gelmez diye bana da fazla bir şey söylemiye lüzum görmemiş. Ben verdiğim emrin uğrayabileceği anlayışsızlığı tahmin etmiştim. Onun için düşmanı çok dikkatle takip ediyordum. 19-20 Eylül gecesi kolordu komutanlarını telefon başına çağırdım ve sordum:

- Verdiğim emri ve ona göre tedbirleri aldınız mı?

- Emriniz yapılmıştır, cevabını verdiler.

Ben daha telefon konuşmasını bitirmeden düşman topçusu hatlarımız üzerine ateş etmiye başladı. Gece savaşla geçti. Benim ordumun sağ kanadındaki ordu esir düştü ve boş kalan cepheden geçen düşman süvarileri Liman von Sanders'in karargâhını bastı. Gerçek meydana çıkmıştı. Fakat neye yarar?

Anlatılması uzun güçlükler içinde nehirlerden geçerek, çöllerden aşarak ordumu Şam'a kadar getirebildim. Şam'ın içinde bir anormallik sezindim. Bunun manasını anlamak güçtü. Fakat ben okuldan kurmay yüzbaşı olarak çıktıktan sonra ilk sürgün yerim olan Şam'ı tanımış olduğum için kolaylıkla bize karşı sinsi bir hazırlanma olduğunu anladım. Şam'da von Sanders'i bulacağımı sanıyordum. Bırakmış, gitmiş. Daha önce gönderdiğim kurmay başkanım Sedat Bey'e direktif vermiş. Buna göre ben ordumu Şam'ı savunması için dördüncü ordu komutanı Mersinli Cemal Paşa'nın emrine vereceğim ve kendim Rayak taraflarındaki komutansız kuvvetleri emrime almak üzere hemen hareket edeceğim. Victoria otelindeki karargâhından Cemal Paşa'yı buldum. Benim aldığım direktiften onun da bilgisi vardı. Yedinci ordu kuvvetlerini kolordu komutanlarından İsmet Bey'in kumandası altında ona teslim ettim. Ben de o gece hususî bir trenle Rayak'a gittim. Rayak'ta von Sanders'le görüştüm. Benim karargâhım Rayak'ta, von Sanders'inki Baalbek'te idi. Gördüğüme göre Rayak çevresinde dağınık, morali bozuk, birtakım insanlardan başka kuvvet denecek bir şey yoktu. Erleri güvendiğim subaylar ve komutanlar tarafından hemen toplatıp teftiş ettim. Rayak istasyonunun ateşe verilmesini de emretmiştim. Bana bazı ordu komutanlarının atla kuzeye geçtiklerini haber verdiler. Şam'ı savunacak komutanın ayrılıp gittiği anlaşılıyordu. Düşmana teslim olan bir kolordunun komutanının da Rayak'a geldiğini duydum. Yanıma çağırttım, dedim ki:

- Kolorduyu bırakıp Beyrut'a gittiniz. Oradan da benim yolladığım trenle buraya geliyorsunuz. Kolordu denen şey, kuvvet bakımından en büyük birliktir. Bunun komutanı bir tek erini dahi kurtarmaksızın, bilâkis topunu birden düşman elinde bırakarak şahsını kurtardığı vakit, bütün sebepler ve şartlar onun aleyhindedir. Şimdi size bir iyilik yapmak istiyorum. Fakat bir şartla: Kumanda etmek için maneviyatınız henüz yerinde midir?

Biraz düşündükten sonra:

- Evet, dedi.

- O hâlde Baalbek'te bekliyen Fuad Paşa'nın (Cebesoy) yanına gidiniz, yarın size bir kuvvetin kumandasını vereceğim.

Bu zat benim yanımdan ayrılmış ve Baalbek'e değil, trene binip İstanbul'a gitmiştir.

O gece bende şöyle bir uyanma oldu: Bütün cephelerde ve bütün kuvvetler üzerinde emir ve kumanda kalmamıştı. Âdeta delice bir emir verdim. Bu emrin esaslı noktası şudur: 'Şam'da ve Rayak'ta bulunan bütün kuvvetler kuzeye hareket edeceklerdir.' Emrin bir kopyasını bilgi edinmesi için von Sanders'e gönderdim. Bana karşı bir köpürme olmuş: ''Kimdir bu adam ve ne yapıyor?'' Ben zaten bunu bekliyordum. Yapacağım işin ne olduğunu anlatacağımdan şüphem olmıyarak, Rayak istasyonunu yaktıktan sonra, yerli halkın ateşleri içinden geçerek Baalbek'e geldim. Oradaki kuvvetlere emrimi yerine getirmelerini söyliyerek von Sanders'in bulunduğu Humus'a geçtim. Gece idi. Çok samimî olarak alınacak kararın bundan ibaret olduğunu von Sanders'e söyledim. Von Sanders çok asilce:

- Karar budur, dedi. Fakat ben nihayet bir yabancıyım, bu kararı veremem. Bunu ancak memleketin sahipleri verebilir.

- O hâlde karar uygulanacaktır, dedim.

- Yalnız rica ederim, benim kurmay başkanımla da anlaşır mısınız?

Kurmay başkanı Diyarbakırlı Kâzım Paşa idi. Hastaydı. Von Sanders'le beraber yattığı odaya gittik. O da benim fikrime katıldı. Pratik kararım şu idi: Ortada kalan yedinci ordu adı ve birçok yıkıntı... Bunları Halep'te, Suriye'nin kuzey sonunda toplamak, ondan sonra yapılacak şeyi düşünmek... Bunu ben kendim yapacaktım. Von Sanders teklifimi kabul etti.''

Bu kuvvetler Halep'te toplanmıştır. Devamlı yorgunluklar yüzünden birkaç gün rahatsızlık çekti. Yataktan kalkıp da Baron otelindeki karargâhına geldiği günün ertesinde Halep hava hücumuna uğradı. Şehir ayaklanmaya yüz tuttu. Damlardan bombalar atılıyordu. Daha önce tertipli davrandığından Mustafa Kemal Halep'te bir sokak savaşı yapmak zorunda kaldı. Bir hayli adam öldü. Zati Halep'te kalacak değildi. Otomobili ile şehirden çıkmak üzere iken Halep'teki komutana şu emri verdi: ''Bu akşam Halep ilerisindeki kuvvetleri geriye çekeceğim. Yarın Halep'in kuzeybatısında İngiliz ve Araplarla savaşacağım. Hareketlerinizi buna göre tertipleyiniz.''

Ertesi gün sabahleyin Türk kuvvetlerinin çekildiği zaman İngiliz ve Araplar saldırıya geçtiler. Mustafa Kemal onları yendi ve bozdu. Bu savaş sonucu tuttuğu hattı savunmaları için birliklerine emir verdi. Çok zaman sonra Erzurum ve Sivas kongrelerinde millî sınırı çizmek için Türk süngülerinin çizdiği bu hat esas alınmıştır.

1915'te Arıburnu ve Anafartalar zaferi ile İstanbul'u kurtaran ve 1916'da doğuda Ruslara karşı tek zaferi kazanan Mustafa Kemal, devlet düşmana teslim olacağı günlerde kuvvetlerini kurtaran tek kumandan olmuş ve son çarpışan Türk birlikleri ile İngilizlerin ileri hareketini durdurmuştu.

Halep'te bulunduğu son günlerde düşündüğü hep şu idi: Şimdi ne yapacaktık? Müttefiklerimiz ve biz partiyi kaybetmiştik. Fakat Türkiye için durum bütün varlığından olacak kadar tehlikeli idi. Kaybettiğimizi artık geri alamazdık. Ancak varlığımızı korumak için çabuk ve kesin tedbirlere başvurmalı idik. Harbi bu sonuca getiren o günkü hükûmetten böyle bir hareket beklemek boşuna idi. Hemen bu kabine düşürülmedi, onun yerine Mustafa Kemal'in de içinde bulunduğu yeni bir hükûmet kurulmalı ve bütün komuta Mustafa Kemal'e verilmeli idi. Fikrini telgrafla Padişah Vahidüddin'e yazdı. Telgraf şudur: ''Seryaver-i Hey'et-i Şehriyarî Naci Beyefendiye: Talât Paşa kabinesinin mefluç bir hâlde bulunduğunu, Tevfik Paşa hazretlerinin de bir kabine teşkilinde müşkülâta uğradığını haber alıyorum. Ordular muharebe kudretinden mahrum ve zaten mevcut kuvvetler müdafaadan âciz bir hâle getirilmiştir. Düşman her gün daha müsait ve ezici şartlar elde etmektedir. Birlikte olmadığı takdirde münferit olarak ve behemehal sulhü takarrür ettirmek lâzımdır. Aksi takdirde memleketin kâmilen elden çıkması ve devletimizin tamir götürmez felâketlere maruz kalması ihtimalden uzak değildir. Muhterem padişahınıza olan sadakatim ve vatanın selâmetini temin için arz ederim ki Sadaretin Tevfik Paşa hazretlerine verilmesi ve Fethi, Tahsin, Rauf, Canbulat, Azmi, Şeyhülislâm Hayri ve âcizlerinden mürekkep bir kabine teşkil edilmesi zarurîdir. Bu kabine vaziyete hâkim olacağı kanaatindeyim. Münasip ise bu zatların şevketmeap efendimize arzını rica ederim. -15 Birinci Teşrin (Ekim) 1918- Fahrî Yaver'i Hazret-i Şehriyarî Mustafa Kemal."

Gerçi Talât Paşa çekildikten sonra Tevfik Paşa yerine İzzet Paşa yeni hükûmeti kurmuşsa da Mustafa Kemal Paşa bu hükûmete alınmamıştır. Yalnız İzzet Paşa kendisine bir tel- graf çekmiştir ki son cümlesi şu idi: ''Badessulh refakatiniz eltaf-ı Sübhaniyeden memuldür.'' Mustafa Kemal barışın çabuk gelmiyeceğini, o zamana kadar çok krizli ve önemli durumlar karşısında kalınabileceğini, bu günler içinde vatana ciddî hizmetlerde bulunmak imkânı olabileceğini, bu sebeple Harbiye Nazırlığını ve kuvvetler kumandanlığını istemiş olduğunu söylemişti.

Atatürk bana son harp günlerinin hatıralarını anlatırken Gaziantep Milletvekili Ali Cenani Bey, ki Ticaret Bakanlığı da etmiştir, yanımızda idi. Dediğine göre İstanbul'dan Gaziantep'e giderken Katma istasyonunda Mustafa Kemal Paşa'ya raslamış. İstasyondaki karargâhında, çapulcuların şehir yakınlarına kadar geldiğini, ordu çekildikten sonra akrabalarının düşman ayağı altında kalacaklarından korktuğunu, onun için memleketine gitmekte olduğunu anlatmış. Mustafa Kemal demiş ki:

- Memlekette adam kalmadı mı? Kendinizi savunma çarelerini düşününüz.

Ali Cenani hayretle sormuş:

- Ne ile? Nasıl?

- Teşkilât yapmalı... Millî bir kuvvet meydana koymalı... Ben istediğiniz silâhı veririm.

''Gerçekten de o zaman Mustafa Kemal tarafından verilen silâhlarla millî teşkilâtın çekirdeği kurulmuştu.''

1918 yılının son aylarında yıldırım orduları grup kumandanlığı Mustafa Kemal'e verilmişti. Adana'ya geldi. Grup karargâhı şehir yakınında küçük bir otelde idi. Mareşal Liman von Sanders ile Kurmay Heyetini bu otelde buldu. Liman von Sanders ile Mustafa Kemal yalnız başlarına karşı karşıya. Von Sanders büyük terbiye ve nezaketle, fakat acıklı bir dille aşağıdaki sözleri söyliyerek kumandayı teslim etti:

- Siz savaş cephelerinde Arıburnu ve Anafartalar'da çok yakından tanımış olduğum bir kumandansınız. Aramızda gerçi bazı hâdiseler de geçti. Ama bunlar bize birbirimizi daha iyi tanıtmaya yardım etmiştir. Bugün Türkiye'yi bırakmıya zorlanırken emrim altındaki orduları Türkiye'ye ilk geldiğim günden beri o takdir ettiğim kumandana teslim ediyorum. Bu umumî felâket içinde bedbahtlık duymamak imkânsızdır. Ben yalnız bir şeyle kendimi teselli ediyorum: Kumandayı size bırakmak! Bu dakikadan itibaren emir sizindir, ben misafirinizim.''

Bu bölümü Enver Paşa üzerine bir fıkra ile bitirelim: Harbin sonlarına doğru İttihat - ve - Terakki ileri gelenleri de umut keserek tek bir barış denemesinde bulunmak istemişlerdi. Fakat Enver Paşa ile bu bahis üzerinde konuşmak ihtimali yoktu. Atatürk'ün eski umum kâtibi Hasan Rıza Soyak'ın babası Üsküp'te 1908 ihtilâlinden önce Enver'i de tanımıştı. Enver kendisinin elini öper, herkesten kaçırdığı sultan eşini de yalnız ona çıkarırdı. Bir gün kendisini Merkezi Umumî'ye çağırıp:

- Senden bir ricamız var. Enver Paşa'ya yalnız sen söz anlatabilirsin, dediler.

Meselenin ne olduğunu da söylediler. Enver Paşa'ya gitti, başkumandan kendisini yemeğe alıkoydu. Soyak'ın babası uzun uzun anlattı. Enver Paşa cevap olarak:

- Vah vah, dedi, seni de zehirlemişler. Ben Cenab-ı Hak tarafından Türk milletini kurtarmak ve yükseltmek için ''müekkel''im (1) Onun için hiç üzülme. Rahat uyu.

Akşam eve döndükten sonra babası oğluna der ki:

- Hani Harbiye Nazırı, başkumandan, damat olmasa Enver'in yeri tımarhanedir.

ÇANKAYA

II. Cilt

ÇÖKME

Yıkılış

Osmanlı Âyan Meclisi üyelerinden Şamlı Abdürrahman Paşa, devrinin sayılı şişmanlarından biriydi. 1918 kür mevsimini Karlsbad kaplıcalarında geçirmişti. Dönüşte Sadrazam Talât Paşa'yı Berlin'den İstanbul'a getiren trene bindi. Soyfa istasyonunda Bulgar hükûmet adamları Talât Paşa'yı karşılamaya geldiler. Sadrazam bir müddet onlarla görüştükten sonra, vagonda kendini seyredenlere işittiği haberin tatsızlığını hissettirmemek için Abdürrahman Paşa'ya alaycı bir sesle:

- Kaplıcalara gidiyorsun ama, bir türlü bu şişmanlıktan kurtulamıyorsun, dedi.

Abdürrahman Paşa:

- Evet efendim, bu semen (1) beni öldürecek. Cevabını verdi.

Talât Paşa trene girmişti. Arkasını kompartımana dayayıp, sessizce bir ah ederek:

- Keşke ben ölseydim... diye içini çekti.

İstasyonda Bulgar ordusunun çözüldüğünü ve Sofya hükûmetinin tekli barış yapmak üzere İtilâf devletlerine başvurduğunu öğrenmişti.

Berlin'den İstanbul'a getirdiği müjdelerin artık hiçbir değeri kalmamıştı.

Talât Paşa'yı o hâli ile gözümün önüne getiriyorum. Bir yıl kadar özel kaleminde bulunmuştum. Bu sözünde samimî olduğuna hiç şüphe etmem. Gönülden bir vatan ve halk adamı idi.

Şamlı Abdürrahman Paşa yerine bir başkası olup da:

- Paşam, böyle olacağını bilseydiniz, Almanlarla beraber harbe girer mi idiniz? diye sorsaydı, acaba hi ccedil; olmazsa içinden ''Evet" cevabını verir mi idi? Sanmıyorum. Fakat kendi eli ile yazdığı hatıralarında niçin bu itirafta bulunmamıştır, doğrusu bunu da pek anlamıyorum. Artık bütün belgeler elimizdedir. Bu belgelerden anlaşılıyor ki bizim için Birinci Dünya Harbine girmemek, İkinci Dünya Harbine katılmamak kadar kolaydı. Şüphesiz daha da yerinde idi.

Geriye dönüp olup bitenleri kısaca gözden geçirelim. Balkan Harbini henüz kaybetmiştik. Tükenmiştik, silâhsızdık. Almanlar Marn'da durdukları için iki devlet grubu, Doğu'da ve Batı'da olanca kuvvetleri ile mıhlanmak üzere idiler.

Niçin girmiştik? Talât Paşa'nın hatıralarını okuyuncaya kadar ben de duraksamalı idim. Mustafa Kemal ve İsmet (İnönü) gibi askerlerin, birçok diplomatımızın ve Cavit gibi hükûmet adamlarının harbe girmekliğimiz aleyhinde olduklarını biliyordum. Bir kıt'a devletinin İngiltere ile müttefiklerine karşı zafer kazanamayacağı fikri, Türkiye'de hemen hemen umumî idi. Uzun sürecek bir harpte yenilecek devlet grubunun yanında bile bile nasıl ateşe atılırdık? Daha bir iki ay beklemiş olsaydık, iki taraf da bizi el üstünde tutacaktı. Düyun-u Umumiye'yi, demir yollarını idaremize soksak büyük gelir sağlayacaktık. Acaba niçin böyle yapmadık? Almanya ve müttefiklerinin mutlak zafer kazanacağını hesap edenler sorumlu hükûmeti inandırmışlar mı idi?

Talât Paşa'nın hatıralarına göre İttihat - ve - Terakki hükûmeti öteden beri memleket varlığını korumak için büyük devlet gruplarından biri ile ittifak etmek lâzım olduğu kanısında idi. 1914'te Almanya Büyükelçisi bir gün Sadrazam Sait Halim Paşa'ya gelir ve Almanya'nın Türkiye ile eşit şartlar içinde ittifak etmek istediğini söyler. Bu sır dört kişi arasındadır: Sait Halim Paşa, Talât Paşa (o zaman bey), Enver Paşa ve Halil Bey (Hariciye Nazırı). Dört nazır bir sonuca varıncaya kadar meseleyi arkadaşlarından gizlemeğe karar vermişlerdir. Dört arkadaş biliyorlarmış ki Almanya'nın böyle bir teklifte bulunuşu, bir harbi yakın gördüğünden ve bizi kendi saflarında çarpıştırmak isteyişinden idi. Fakat onlar harp çıkmıyacağı fikrinde imişler. Beklemedikleri harp patlayınca sözleşmeyi yerine getirmek meselesi ortaya çıkar. Sait Halim Paşa karar vermek sırası gelince ter döküp durur. Nihayet biraz geciktirme bahanesi bulunmuştur. Bulgaristan'dan emin olmalıyız. Onlar da Romanya'dan emin olmak kaygısındadırlar. Hükûmet Almanya Büyükelçisine bu işler çözülünceye kadar sabredilmesini söyler.

İşte tam o sırada Göben zırhlısı Brevlas kruvazörü ile Çanakkale Boğazı'ndan içeri girmiştir. Enver Paşa bu havadisi Sait Halim Paşa yalısında toplananlara gülerek:

- Bir çocuğumuz dünyaya geldi, diye haber verir.

Yapılacak şey basittir. İki gemi ya 48 saatte geri gitmelidirler, yahut silâhsızlandırılmalıdırlar. Sait Halim Paşa'nın bu tekliflerine karşı Alman Büyükelçisi öfkeden köpürür. Bir müddet sonra Halim Bey'in aklına gemileri satın almak gelir. Biri ''Yavuz'', biri ''Midilli'' adı ile donanmamıza katılacaksa da, gene de Alman amirallerinin elindedirler.

Talât Bey Sofya'ya giderek Bulgar hükûmeti ile görüşür. Bulgaristan karar veremez. Romanya büsbütün menfi cevap verir. Talât Bey İstanbul'a döner ve bir karara varılmak için sabırsızlık gösterir. Sait Halim Paşa ve onun tarafını tutanlar vakit kazanmak isterler.

Fakat bir arife günü bizim misafir teknelerin Karadeniz'de Rus kıyılarını bombardıman ettikleri haberi gelir. Talât Paşa'nın anlattığına göre, Enver Paşa bile bu olaydan hiçbir haberi olmadığına yemin etmiştir.

Nazırların çoğu hâlâ harbe girmek fikrinde değildirler. Bir yandan da İtilâf devletlerinin baskısı vardır. Nihayet toplanıp:

- Artık bir karar verelim, derler.

Böylece harbe gireriz. Cavit ve harbi istemiyen öteki nazırlar istifalarını verirler.

Harbe böyle girmiştik. Fakat şimdi nasıl çıkacaktık? ''Keşke ben ölseydim...'' Talât Paşa'nın bu sözü samimî idi. Şüphe yok, fakat keşke devlet ölmeseydi... Çünkü çöküyorduk.

İkinci Dünya Harbi sonlarına doğru İsmet İnönü, 1914'te Umumî Karargâhta Harekât Şubesi Müdürü İsmet Bey, bir gün bana demişti ki:

- Düşün ne kadar da cahilmişiz. Gerçi ben ve arkadaşlarım bizim ordunun böyle bir harbe karışacak hâlde olmadığını biliyorduk. Fakat öyle sanılıyordu ki eğer Almanlar Fransa'yı yıkarlarsa harp bitecektir. Japonlar ve İtalyanlar o zaman Almanya'ya karşı idiler. Bu harpte Almanlarla beraberdiler. Fransa yıkılmıştır. Harp tabiî yine de Almanya aleyhinde!

İttihatçılar vatansever adamlardı. Harbe girişlerini bozgundan sonra da haklı göstermeğe çalıştıklarını hatırlıyorum. Dayandıkları bir mantık da Osmanlı İmparatorluğunun artık pek yaşıyamıyacağı idi. Mademki şimdi Türk topraklarında son bir Türk devleti kurmuştuk, sanki iyi olmuş da Birinci Dünya Harbine katılmışız gibi bir şey...

Gerçi biz Avrupa Türkiyesini kaybettikten sonra parçalanma sırası Osmanlı Küçük Asyasına geldi idi. Araplık meselesi ile karşı karşıya idik. Ruslar Doğu Anadolu'da bir Ermenistan kurma peşinde idiler. Ermeni halkın çektiği zulmü bahane ederek, Balkan Harbinden sonra Bab-ı âli'ye Ermenilerin oturduğu vilâyetler için bir yabancı müfettiş getirmek fikrini kabul ettirmişlerdi. Bunun ne demek olduğunu anlıyorduk. Kürdistan meselesi de ateşlenmek üzere idi.

İttihatçıların milliyetçiliği ne Ermenistan, ne Kürdistan bağımsızlık veya otonomisini akla bile getirmeğe elverişli değildi. Fakat Arap memleketlerine tavizlerde bulunmağa başlamışlardı: Arapça konuşan nüfuzlu ilçe ve bucaklara Arap kaymakam ve müdür tayin etmek gibi... Öyle görünüyordu ki Türkçülük hareketi Osmanlı-İslâmcılık fikir akımını gevşettikçe Hicaz, Suriye ve Irak Araplığı ile Anadolu ve Trakya Türklüğü arasında bir federasyon yapmak imkânsız bir şey olmıyacaktı. Türkçülerden ileri görüşlüler bu fikirde idiler. Ben Şam'da iken oraya gelen Mustafa Kemal'in konuşmaları üzerine işittiklerimden onun da bu kanaate iyice meyilli olduğunu anlamıştım. Yirminci asrın ilk dekatlarına kadar Türkleşmeye ve Türkçe diline yatmayan som Araplığın, bu milliyet çağında temsil edilmesine ihtimal yoktu. Hatta oralara giden Türkler pek çabuk Araplaşmakta idiler. Azimzadeler, ki Suriye eşrafının başındadırlar, Konya'dan göçme ''Kemik Hüseyin''in torunları idiler. Halep ailelerinden pek çoğu Türk aslındandı. Hepsini kaybetmiştik.

Bunları hatırlatmaktan maksadım, eğer harbe girilmeseydi Küçük Asya'da imparatorluğun bir yaşama şekli bulabileceğini göstermek içindir. Böylece şimdi dünya petrol kaynaklarının pek önemli kısmını bağrında tutan bu zengin bölgeler devletimizin sınırları içinde bulunacaktı.

Harp sürdükçe büyük devletler zayıflayacakları için kapitülâsyonlardan ve her türlü yabancı baskı ve kontrol şartlarından kurtulacaktık. Birinci Dünya Harbi sırasında iki milyon kurban verdikten sonra dahi Kuvay-ı Milliye ile başa çıkamıyan Batılı devletler, bütün ordusu ayakta duran imparatorluğa karşı elbette herhangi bir harekette bulunamıyacaklardı.

Biz Birinci Dünya Harbine hırs değil, cahillik yüzünden girmişizdir. Almanlara satılmamışızdır. İttihatçılar vatan satıcısı değil idiler. Liderlerinin hepsi parasız ve yardımsız, düşman kurşunları altında can vermişlerdir. Fakat bir umumî dünya görüşünden, realiteleri elde tutarak ve karşılaştırarak uzun vadeli hesaplar yapmak ve hükümler çıkarmak gücünden, yetkisinden yoksun idiler. Hiç olmazsa kendi partileri içinde serbest bir denetleme olsaydı gene de kendimizi koruyabilirdik.

Ya Almanlar harbi kazansaydı, o bitik hâlimizle ne olacaktık? Bir gün Harekât Şubesi Müdürü İsmet Bey, kendisi ile çalışan bir Alman yüksek subayına der ki:

- Canım, siz kalabalıksınız. Sanayicisiniz. Belçika da öyle. Onu kendinize mi katacaksınız? Yahut aynı hâldeki Avrupa memleketlerini mi? Zaferden sonraki kazancınız ne olacak?

Subay, kendi aralarında sık sık bu konu üzerine konuşmağı âdet etmiş olacaklar ki ağzından kaçıverir:

- Die Turkei!

1918 Eylül ayındayız. Büyükada'daki Yat Kulübünde son Türk mevsimini tamamlamak üzereyiz.

1914'e kadar, bankalar, şirketler ve piyasalar gibi, kulüpler de Türklere hemen hemen kapalıydı. Şimdi ''Büyük Kulüp'' dediğimiz Cercle d'Orient'in resmî dili Fransızcadır. Bugünkü İstanbul Kulübünün bir adı da İngiliz Kulübüdür. Padişahlıktan en küçük idare hizmetine kadar siyasî iktidar biz Türklerde iken, Beyoğlu ve Galata tam bir sömürgeciler yatağı, Osmanlı-Müslüman sınıfı ise bir proletarya ezginliği içinde idi. 1908 Meşrutiyeti saltanat devrinin 33 yıllık mabeyn ve Bab-ı âli oligarşisini de yıktığı için, büsbütün yaldızsız, gösterişsiz bir kalabalığa dönmüştük. İttihat - ve - Terakki Fırkasının Rumeli'den İstanbul'a taşınan merkez-i umumîsi, uzun müddet, eski Alemdar Mustafa Paşa takımına benzer, şivesi tuhaf, âdetleri iptidaî, mizacı dağlı bir komiteciler ve fedayiler ocağı gibi yadırganmıştı. Gece vakti bir paşa, birkaç gazeteci öldürülmüş, bazılarının katilleri hiç aranmamış, bulunanlar da merkez-i umumî nüfuzu ile korunmuştu. İlk Bab-ı âli hükûmetleri bu esaslı cemiyeti idare edenlerin kuklaları sanılırdı. Fakat merkez-i umumînin de hükmü Türklere idi. Hristiyanlar tekin değildi. Ecnebiler ise büsbütün imtiyazlı idiler. Mahkemeleri dahi ayrı idi.

1914 Harbi başlayınca Beyoğlu çevreleri sindiler. Tekâlif-i harbiye denen rekizisyondan ve polisten korktukları için Hristiyanların Türklere yanaşmak ve onlara hoş görünmek yolunu tutmaları tabiî idi. Kapitülâsyonları kaldıran İttihatçılar, ekonomi ve ticaret gibi, kulüpleri, hatta otelleri de Türkleştirmek lâzım geldiğini düşünmüş olacaklardı. Merkez-i umumînin başlıca üyeleri harp yazlarında Büyükada'ya göç ederler ve Yat Kulübüne yahut kiralık köşklere yerleşirlerdi.

Harp zenginleri ve karaborsacılar zayıf mizaçlılara sokulmak yolunu kolayca bulmuşlardı. Bir kılı kırk yaran ahlâkçıların nasıl olup da halk sefaletiyle bir hızda artan, küstah ve sırıtıcı sefihliğin iç yüzüne doğru bakmak merakını duymadıklarına şaşardık.

Yat Kulüpte iki parola vardı: Harbe devam ve zafer.

Zaferden en küçük şüphe imansızlıkla damgalanmak için yeterdi. Bir merkez-i umumî üyesi vardı ki kardeşi az zamanda harp zenginleri arasına geçmişti. Kendisi ise Yat Kulübün bahçesinde fikir adamlarına bir iman korkuluğu gibi görünürdü. Çok dürüst kalmıştı da! Mutfak ihtiyaçlarını merkez-i umumî devletinin vermekte olduğu bu devirde fikri uğruna yiyecek kuponlarını tehlikeye koyabilecek pek az kahraman çıkmış olması tabiî değil midir?

- Zenginler bir gün işe yarar, düşüncesi de vardı. Sanki bütün bu zenginler paralarını İttihat - ve - Terakki hesabına biriktirmekte idiler. Sonraları bana aynı kulübün bahçesinde, sağ elinin parmaklariyle sol elinin avcunu göstererek:

- İki milyon lirayı elimde gördüm, diyen Selânikli Karasu, İngiliz donanması İstanbul'a girdikten hemen sonra İtalyan uyrukluğuna geçmişti. İttihatçı nazırlardan birinin korurluğu ile yüz binler kazanan bir iş adamı, mütareke zamanı çocuklarının İsviçre'ye gidebilmesi için bilet parası vermenizi rica etmektedir, dediğimde:

- Nerede bende para? Kendim nasıl geçineceğimi düşünüyorum, diye yazıhanesinin kapısını yüzüme kapamıştı.

Talât Paşa da Berlin'den yazdığı bir mektupta, pek az bir borç yüzünden anasının kira evinden atılmamasına yardım etmiyenlerden, acı acı şikâyet eder. Himayelerinde milyonerler yetişen bu İttihatçı şefleri namuslu idiler. Talât Paşa Nişantaşı'ndaki sadrazamlık konağına taşınmamış, ''Sonra çıkması güç olur!'' demişti. Levazım Reisi İsmail Hakkı Paşa'nın yolladığı hususî beyaz ekmeği geri yollayarak: ''Biz herkesle beraber fırından nafakamızı alıyoruz!'' demişti. Bu çamur gibi, ne idüğü belirsiz bir hamur parçası idi.

Yat Kulübün bahçesinde yalnız Ziya Gökalp ile açık konuşabilirdik. O ise saplı fikirlerinin kapalı havası içinde idi.

1918 Eylülünde son buluşmalar hayli hüzünlü olmuştur. Donanmadan ve cepheden gelen haberler iyi değildi. 1914'te bize:

- Ya batacağız, ya çıkacağız! demiş olanlar, 1919'daki fikirleri ne olduğunu söylemek için artık bizimle karşılaşmak fırsatını bulamıyacaklardı.

Eylülün 27 nci günkü İstanbul gazetelerinin birinci sayfalarında üç sütun üzerine Veliefendi at yarışlarının haberleri ve resimleri vardı. "Akşam''ın başlıca yazısı rahmetli Ömer Seyfeddin'in edebiyatta tenkidin faydası üzerine bir konuşmasıdır.

Ertesi gün, birdenbire, Bulgar Başvekili Malinof'un İtilâf devletlerine barış teklif etmiş olduğu ve Bulgar ordusunun dağılmağa başladığı havadisleri İstanbul gazetelerinin yosunlu su durgunluğu üzerinden çığlıklı bir dalga gibi geçti. Halk efkârının altı üstüne geldi. Gerçi Alman komutanı Makenzen'in Bulgaristan kargaşalığını yatıştırmak üzere Makedonya cephesine gittiği yazılmışsa da, artık kimseyi Alman mucizesine inandırmak imkânı yoktu.

Son umut, iki taraf da harpten usanarak uzlaşmalı bir barışa varmak umudu iflâs etmişti. Almanya henüz teslim olmadığı için, acaba biz de bir tekli barış teklif etsek cezamızı hafifletebilir miyiz, İngilizleri bir defa daha Osmanlı Devletini kurtarmak fikrine yatırabilir miyiz gibi avutucu hayallere kapılıyorduk. Yat Kulüpte merkez-i umumî masasında bulunanlardan bir arkadaş nihayet bu fikri ortaya atmak cesaretini gösterir. Daha cümlesini tamamlamadan rahmetli Doktor Nazım:

- Türkler kancık değildirler, sonuna kadar Almanlarla beraber... diye kesip atar.

Ama Mareşal Alenbi'nin yaklaştığı Halep İstanbul'a uzaksa da Franchet d'Esperey orduları Türk Trakyasına yaklaşmak üzere idi.

Vagonları üstünde ''Enverland'' yazılı Balkanzuğ trenleri artık Berlin istasyonundan kalkmıyordu.

Yat Kulübü Rumlar teslim almağa hazırlanmakta idiler. Gelecek yaz, kulübün kapıları Türklere kapanacaktı. İçeride Yunan zaferleri şerefine yapılan şenlikleri görüp kahrolmamak için arka sokağından bile geçmiyecektik.

Bulgar orduları çözüldükten sonra, İstanbul üzerine yürüyen General Franchet d'Esperey ordularını hangi kuvvetle durduracaktık? Sonradan duyduğumuza göre General Franchet d'Esperey'nin fikri hiç durmadan İstanbul'a yürümek ve Osmanlı Devletini, olduğu gibi sarayı ile Bab-ı âli'si ile, varı yoğu ile teslim almakmış. Hatta dünkü müttefikimiz Bulgarlar, kendileri mümkün olduğu kadar az ziyanla kurtulmak için, ordularını bize karşı kullanmak üzere Franchet d'Esperey'nin emrine vermeyi teklif etmişler, general reddetmiş.

Böyle korkunç kaza ve kader günlerinde sorumlu iktidar ile halk arasına nasıl onulmaz bir yabancılık girer, nasıl en yakınları bile ikbaldekilerin yanından kaçıp kaybolmak ister, ömrümde ilk defa görüyordum. Ordu ve polis baskısından biraz nefes alabilse halk iktidarı ayakları altında çiğniyecekti. Harbe girerken ona sormuşlar mıdır? Halk, açlık ve yoksulluk çekerken, yüz binlerce delikanlı cephelerde can verirken, şehirler ve ülkeler birbiri ardına düşman ordularının eline geçerken, onu zafer-i nihaî edebiyatı ile avutmamışlar mıdır? Hiçbir saldırış olmamışken, Mısır ve Kafkasya üzerine fetih akınları ile harbe giren iktidar, şimdi dönüp de halka nasıl:

- Ne yapalım, talihimiz yokmuş, mahvolduk! diyebilirdi?

Merkez Komutanlığı ve polis henüz emirlerinde olduğu için eski nazırlardan bir kısmının eski cakalarından hiçbir şey feda etmediklerini görmek de gönül kırıcı bir şeydi. Sanki devlet batmakla, kendilerine karşı bir kusur işlenmekte idi.

İtilâf devletleri İttihat - ve - Terakki liderlerini ayrıca şahıs şahıs cezalandıracaklarını ilân etmişlerdi. Halk için bir ölüm-kalım, iktidar için sadece bir ölüm günü yaklaşmaktadır.

Gazeteciler Wilson prensiplerinin dünyaya hükmedecek yeni esaslar olduğunu yazarak havanın ağırlığını biraz gidermeye çalışmaktadırlar. Acaba Osmanlı İmparatorluğunun bu prensiplere göre tasfiye edilmesine razı olduğumuzu bildirsek, Hicaz'ı, Suriye'yi, Filistin'i ve Irak'ı kaybetsek Türklerin vatanını kurtarabilir mi idik?

Almanya'dan hiçbir umut kalmadığını gören İttihatçılar, partilerinin yerine eski liderlerden hiçbirinin bulunmadığı yeni bir parti kurmak ve harp suçluları arasında sayılmıyan İzzet Paşa'nın reisliği altında, harp politikasını tenkit eden arkadaşları ile bir hükûmet kurmak çaresine baş vurdular. Yeni partinin ismi ''Teceddüt'' idi.

8 Ekimde Talât Paşa istifa etti. Ben Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın Hususî Kalem Müdür Muavini idim. Nazırım son günlerde pek bitkin, âdeta ağlamalı idi. Kendisine bu hizmete yedek subaylıktan geldiğimi, memurluk mesleğim olmadığını söyliyerek, çarkçı mektebinin edebiyat hocalığını istedim. Kabul etti, son emirlerinden birini benim için yazdı.

Bunun bile kaç günlük bir şey olduğunu kendi kendime soruyordum.

Bir devletin batışı günlerinde idik. Düyun-u Umumiye İngiliz Dainler Vekili Sir Adam Block, 1914'te harbe girmemiz üzerine İstanbul'dan ayrılacağı zaman şöyle demişti:

- Eğer Almanya kazanırsa, siz de Alman kolonisi olacaksınız. Eğer İngiltere kazanırsa mahvoldunuz!

Harbi İngiltere kazanmıştı.

İstanbul pek susturucu bir asker sıkıntısı altında idi. Harp müddetince halk yalnız bir defa hıncını doyurabilmişti. O da gene sessizce Sultan Hamid'in tabutu arkasına takılmaktan ibaretti. Alay yolu üstünde bazı pencerelerden başlarını uzatan kadınlar:

- Kırk paraya ekmek yediren, yirmi paraya kömür yaktıran padişahım, bizi kime bırakıp da gidiyorsun? diye inlemişlerdi.

Harbin sonlarına doğru, artık hiçbir şey ummayan, bir zaferi de bildirse hiçbir habere sevinmiyen halkın bu sessizliğinden iktidara vehim mi geldi, nedir, ''Gazetelere biraz serbestlik versek...'' derler. Kimi bunun havadaki zehri almak gibi faydası, kimi de zararlı olacağını söyler. Talât Paşa gülümsiyerek:

- Sanki ne olacak sanıyorsunuz? Hürriyeti buldular mı gazeteciler birbirlerine hücum ederler, halkı da hükûmeti de unuturlar, cevabını verir.

İyi de sezmiş. Gazeteler nefes alınca, bir şeker yolsuzluğu dedikodusu üstünde birbirlerine girmişler, hücum etmek için gene de kendi kendilerini arayıp bulmuşlardı. Fakat İzzet Paşa kabinesi kurulunca mesele değişti. Hürriyet - ve - İtilâfçı yazarlar, gazetelerde göründüler. Daha ilk günden nasıl bir iç boğazlaşmaya doğru sürüklenip gittiğimizi anlıyorduk.

İzzet Paşa kabinesi harpte İzmir İngilizlerine yardım eden vali Rahmi Bey veya harp esiri olarak bizden pek iyi muamele gören General Tavshend gibi bazı şahsiyetlerle ortalığı yokladıktan sonra, Mondros Mütarekesini imzalamaktan başka çare olmadığını gördü.

Sonradan Ali Çetinkaya ve bazı arkadaşlarının bu mütarekeyi imzaladığı için Rauf Bey'e (Orbay) niçin hücum ettiklerini anlamak güçtür. Mondros Mütarekesi o günkü şartlar içinde seçmek zorunda olduğumuz felâketlerin en hafifi idi. Ya mütareke yapacaktık, yahut General Franchet d'Esperey, orduları ile İstanbul'a girerek devlete el koyacaktı.

Mesele namuslu hükûmet adamlarının mütareke şartlarının kötüye kullanılmasını önliyecek karakterde olması idi. Bir millî bütünlük kurmamızda, düşman pençesi altında birbirimize girmemekliğimizde idi. Bir ahlâk imtihanı geçirecektik.

Bir müddet sonra limanda düşman donanmasını ve şehirde Hristiyan nümayişlerini nasıl görüp katlanabileceğimizi elimizle kalbimizi sıkarak düşünüyorduk.

Gerçi daha beteri olduğunu da hatırlamıyorduk. Ya Çar Rusyası 1917'de yıkılmamış olsaydı? Müttefiklerle aralarındaki anlaşmaya göre İstanbul Sakarya kıyılarına kadar Rusların mülkü olacaktı. 1918'in o haftalarında Rus orduları kumandanı, Çar Nikola'yı Dolmabahçe Sarayı'nın rıhtımında karşılıyacaktı. Daha neye uğradığını bilmeden, doğudan güneye doğru, Adana'ya kadar uzayan bir Ermenistan kurulacaktı. Lenin çarlığı devirdiği sırada, Rus ordularının nerede ise Sivas kapılarına dayanmış olduğunu unutuyorduk.

Henüz İstanbul'da bulunan Cemal Paşa, Ali Kemal'in kendi hakkındaki bir yazısı üzerine küçük bir açıklamasını gazetelere koydurabilmek için beni Boyacıköy'deki yalısına çağırdı.

- Gazetelerin taşkınlığını görüyorsun. İzzet Paşa kabinesi yarı yarıya bizden. Şimdiden şahıslarımıza hücum ederlerse, yarın ne yapmazlar? dedi ve Refik Halid, Celâl Nuri, tarihçi Ahmet Refik gibi bazı yazar isimleri sayarak kendilerine biraz para vermesi faydalı olup olmıyacağını sordu.

- Bilirsin ki ben paralı bir adam değilim, dedi. Enver Paşa'da Alman gizli ödeneğinden kırk beş bin lira kalmış. Bunun on beş bin lirasını bana, on beş bin lirasını Talât Paşa'ya verdi, gerisini de kendine alıkoydu.

Bu paranın memleketten kaçarak dışarıda hizmet imkânları aramak için bölüşülmüş olduğunu bir iki gün sonra anladım.

Daha birkaç gün öncesine kadar son santimine kadar kâğıdının parasını ödemiş olduğu Celâl Nuri'nin gazetesinde bile onun yazısına iki satırlık yer bulamadım. Her zaman olduğu gibi ''ehibbâ âdâyi şive-ı yağmada mephut'' etmek üzere idi.

Bir akşam üstü binbir tasa ile başım ve gönlüm ağır, Büyükada iskelesine çıkarken biri geldi, elime bir zarf tutuşturdu. Sonra da:

- Acaba Halide Edip Hanımı nerede bulabilirim? diye sordu.

Cemal Paşa'nın mektubu şu idi: ''Oğlum Falih Rıfkı, memleketin galeyanı, avam kitlelerini ayaklandırmak için bazı eclaf (reziller) ve esalifin (sefiller) teşebbüsleri beni her zaman için bazı nahoş tecavüzlere maruz bırakabilirdi. Memleketin hayır ve selâmetine hizmetkâr olmaktan başka hiçbir emel beslememiş olan benim gibi bir adamın esafil-i nas'ın çarıkları altında kalmayı istemiyeceği bedihidir. Binaenaleyh memlekette sükûn avdet edinceye kadar, daha doğrusu aramıza girecek olan ecnebi kuvvetleri sulh olup vatanı gene münhasıran milletin eline bırakıncaya kadar maddî hakaretlerin yetişemiyeceği bir yere çekilmeyi münasip gördüm. Siyasî ve idarî ef'al ve icraatının hesaplarını vermeğe her an hazır olduğumu herkesten fazla sen bilirsin. Verdiğim talimatlar dairesinde hareket ederek hukuk ve haysiyetimi vikaye (korumak) etmeğe çalışacağıma itimat ediyorum. Vesikalarımı evvelki gibi kullanarak aleyhimde yapılabilecek her türlü iftiralara cevap verebilirsin. İnşallah dönüşümde seni mes'ut ve müsterih görürüm. Gözlerini öperim oğlum. Boyacıköy 1 Teşrinisani 1334 (1 Ekim 1918)"

Mektubu Süleyman Nazif ve Cenap Şahabettin'e de göstermekliğimi ve Yahya Kemal'e selâm söylemekliğimi de mektubun kenarına yazmıştı. Süleyman Nazif ve Cenap Şahabettin vaktiyle Suriye'ye gelmişler ve onun yardımı ile ipek alıp satmışlardı. Yahya Kemal de Bahriye Nazırlığı ambarından besledikleri arasında idi. Celâl Nuri gazetesinde dünkü efendilerinin gitmelerini beş sütuna iri punto ile şöyle haber verecekti: Ferre, yefürrü, firara... Nazif ve Cenap, adını bile ağızlarına almıyacaklar, Yahya Kemal ise ilk sövenlerden biri olacaktı.

Böyle çöküşlerde herkes başının derdine düşer. Tek korunma çaresi geçmişe saldırmaktır. Hücum saflarında, çok defa, dost düşmanın önüne geçerse buna hiç şaşmamak gerektiğini kitaplarda okurdum. Mütarekede kendim de görüyordum.

Bu mektubun ''verdiğim talimatlar dairesinde'' ve ''resmî vesikalarımı kullanarak'' sözleri yüzünden sırası gelince anlatacağım üzere az daha asılacaktım. ''Talimat vermek'' sözü Suriye ve Garbi Arabistan Umum Kumandan ve Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın bir ''kalem alışkanlığı'' idi. Resmî vesikalara gelince bende bir kâğıt parçası bile yoktu. Sonradan işittiğime göre bazı dosyalarını Seyfi adında bir adamına bırakmış, o da korkudan yakmıştır.

Talât Paşa da Sadrazam İzzet Paşa'ya bir mektup yollamıştı: ''Pek muhterem ve mübarek tanıdığım İzzet Paşa hazretlerine, memleketin bir müddet ecnebi nüfuz ve tesiri altında kalacağını anladım. Buna rağmen memlekette kalmak ve millet karşısında muhakeme olmak fikrinde idim. Bütün dostların bunu âtiye (gelecek) bırakmak için ısrar ettiler. Zat-ı fahimaneleri ile istişare edemedim. Müşkil mevkide kalacağınızı çok düşündükten sonra sarf-ı nazar ettim. Bütün hayat-ı siyasiyemde hedefim memlekete namuskârane ve fedakârane hizmet etmek idi (1). Bütün servetim zat-ı şahanenin ikram ettiği otomobil parası ile her ay arttırdığım yirmişer liradan bin altı yüz liralık istikraz-ı dahilî bedelinden ve bir de dört arkadaşımla birlikte kiraladığımız çiftliğin devri ile hasıl olan paradan ibarettir. Bunun bir kısmını aileme terk ederek bir kısmını yanıma aldım. Bundan başka nesneye malik değilim. Millete hesap vermek ve muhakeme olunarak tayin edilecek cezayı kemal-i cesaretle çekmek isterim. İşte zat-ı fahimanelerine söz veriyorum. Memleketin ecnebi nüfuz ve tesirinden azade kaldığı gün ilk telgrafınıza itaat edeceğim. Kemal-i hörmetle ellerinizi öperim, Muhterem Paşa Hazretleri. 2 Teşrinisani 1334 (2 Ekim 1918)"

En yakın gelecekten bile haberli değildi. İstanbul'da tam bir çökme, maddî ve manevî çökme devrine giriyorduk. İzzet paşalar da silinip süpürülecek, İngiliz subaylarının emirlerindeki bir Kürt paşasına kanıp divanlar kuracaktı. Eski sadrazamın, Harbiye ve Bahriye nazırlarının adlarını, sanıklar arasında, şöyle okuyacaktık: ''Talât Efendi, Enver Efendi, Cemal Efendi...''

Gene o günlerde son zamanlara kadar seviştiğimiz ve Bahriye ambarından beslenmesine yardım ettiğim Ahmet Hâşim'in, İngiliz casusu Sait Molla'nın ''İstanbul'' adlı gazetesinde çirkin bir yazısı çıktı. Suriye'de Edip Hanım bir sihirbaz kazanı karıştırırken ben nasıl şampanya içermişim. Halide Edip Hanım Beyrut'ta mektep işlerine bakardı. Kendisini hiçbir suvarede gördüğümü hatırlamıyorum. Açlarla, yetimlerle uğraşır ve Cemal Paşa'nın yanında biraz nüfuzu varsa, yalnız onlar için kullanırdı. Ben ise nihayet bir yedek subaydım. Başkalarından farkım, ara sıra ''Tanin'' gazetesine edebî yazılar yazmak, hususî kalem işlerine baktığım için de ordu kumandanı ile beraber İstanbul'a gelip gitmekti.

Mütarekeye cebimde 25 lira ile çıkmıştım. Çarkçı mektebinden aldığım aylığı haftada iki gece kaldığım otele bırakırdım. Bu yazı hayli gücüme gitti. Birkaç satır karaladım. Gene benim vasıtamla bunca iyilik gören gazeteye gittim. Celâl Nuri'yi gördüm: ''Vay edepsiz vay!'' dedi. ''Hem siz hafif yazmışsınız, bana bırakınız. Hakkından geleyim!''

Ertesi günü gazeteyi açtım; hiçbir şey yok. Telefonla aradım. Biraz soğuk: ''Biliyorsunuz, şimdi İttihatçılık davası var. Siz de damgalı sayılırsınız. Gazete için bir şey değil... Fakat size fenalığımız dokunmasın diye yazmadık!'' dedi.

Zavallı Hâşim, bir ruh hastası idi. Sonra gene barıştık. Ölmeden önce son defa beni Haydarpaşa garında uğurladığı vakit görmüştüm. Bu da tedavi edilmek üzere Almanya'ya gidebilmesi için kendisine bir para yardımı sağlamış olduğumdandı. Geçmişteki öyle bir vak'adan sonra kendisi ile hâlâ nasıl görüşebileceğimi soranlara:

- Ne yapayım, hoşlanıyorum. Siz tütüne kızar mısınız? Veya enfiyede ahlâk arar mısınız? diye cevap verirdim.

Gücüme giden bir olayı da anlatayım: Bahriye Kurmay Başkanı Rauf Bey'in (Orbay) Cemal Paşa ile arası iyi değildi. Olabilir. Onun yerine Bahriye Nazırlığına geldi.

Cemal Paşa son iktidar günlerinde beni çağırarak:

- Biliyorsun, bana Adana'dan dilediğim hayır işlerine harcanmak üzere bir hayli para verilmişti. Yirmi bin lirası arttı, İstanbul'a getirdim. Kendi adıma vezne kasasındadır. Fakat benim param değildir. Acaba nereye verebilirim? diye sordu.

Türk Ocakları hatırıma geldi. Ocağın kimsesiz çocukları okuttuğunu da biliyordum:

- Çok iyi... Parayı al, götür. Halide Hanımefendiye teslim et. Nereye harcıyacağını o daha iyi bilir. Senedi al, getir dedi.

Dediğini yaptım. Halide Hanım da pek sevindi idi.

Bir gün beni Bahriye Nazırı Rauf Bey'in istediğini söylediler. Gittim:

- Son günlerde vezne kasasından 20.000 lira çekilmiş. Nedir bu? dedi.

Hikâyeyi anlattım. Paranın Bahriye ile hiçbir ilişiği olmadığını da sözlerime ekledim. Cemal Paşa memleketi bırakırken alıp götürse de hiçbir şey çıkmazdı. Rauf Bey:

- Ocak mı? Türk Ocağı ha... Ben öyle şey dinlemem. Ya gidip geri alarak getirirsin, yahut Cemal Paşa'yı da, Halide Hanımı da, sizi de gazetelere veririm, dedi.

Parayı geri verdik.

13 Kasımdan beri düşman donanmaları İstanbul limanındadır. Harp suçluları ile politika zenginlerinden çoğu memleketten kaçmışlardır. Hiçbir günahları olmadığını sananlar, meselâ Hüseyin Cahit ve Cavit, gazetecilere:

- Kaçmadık, hesap vereceğiz, derler.

Boşuna bir iyimserliktir bu. Hürriyet - ve - İtilâf gazetelerinin suçlu suçsuz ayırdığı yok. Eski muhaliflerin başta olmak üzere çıkardığı yahut yazdığı gazeteler memleketi harbe sokanlarla Ermenileri ''tehcir'' edenlerin hemen yargılanmasını istemektedirler.

Daha fenası var: Harp müddetince Tasvir-i Efkâr gazetesini birlikte çıkaran Yunus Nadi ile Velid Ebüzziya ayrılmışlardır. Yunus Nadi ''Yeni Gün'' gazetesini kurmuştur. Nadi, bir İttihatçı ve milliyetçidir. Velid'in de vatanseverliği söz götürmez. Düşman zırhlıları Galata rıhtımına yanaştığı günlerde Velid, Yunus Nadi ile hesaplaşmaya kalkmıştır. İki memleket gazetesi amansız bir boğazlaşma hâlindedirler.

Bir manevî çözülüş içindeyiz. Edebiyatta bir kelime olarak kullandığımız ''inkıraz'' denen şey bu mu idi?

Milliyetçi Türk ne yapacağını, hatta ne düşüneceğini bilmez. Yaşamaksa, nasıl ve niçin yaşamak? Ölmekse, nerede, nasıl ve niçin ölmek? Acaba bize ne yapacaklar? Koyu Türklüğünde şüphe olmıyan Yahya Kemal bana gelir:

- Ah parçalamasalar... Bari İngilizler vatanımızı toptan alsalar... Mısır gibi olsak... Mısır, Osmanlı hıdivinin yarı-köle Mısırı aklını şaşıran milliyetçinin bomboş hayalinde bir bahtiyarlık serabı gibi buhar buhar tüter.

- Çünkü, diyor, Tanzimatçılar bir millet değil, bir vatan yapmaya çalıştılar. Tarih gösteriyor ki eğer millet kalırsa, kaybolan vatanı yerine koymak imkânı vardır. Biz parçalanırsak, elden ele geçersek millet olarak kalabilir miyiz? Devletin çekildiği yerlerde Türklüğün tükendiğini görmüyor muyuz? Fes Köstence'de hamalın, Filibe istasyonunda pabuç boyacısının başında kalmış...

Hürriyet - ve - İtilâfçılardan bir kısmının basit bir formülü var: Düvel-i muazzamanın adaletine sığınmaktan başka çaremiz yoktur. Eğer onlara günahlarımızı affettirmek istiyorsak, hemen darağaçlarını harpçiler ve İttihatçılarla donatmaya bakmalıyız.

Bir kısmı o kadar öççü ki âdeta sevinç içinde. İkide bir yüzünüze:

- İşte battık... der.

Bu sözü de:

- İyi ki battık... der gibi söyler.

Biraz isyan etmek isterseniz:

- Hâlâ mı o kafa? diye bir kahkaha püskürür.

Yaşamak ve beklemek lâzımdı. Genç ve cesaretli idim. Gazeteciliğe atılmak istiyordum. O sırada ''Akşam'' gazetesinin ortaklığı fırsatı çıktı.

Bab-ı âli caddesinde Reşid Efendi Hanının birkaç odasına sığınan ''Akşam'' gazetesi kötü baskılı, az satışlı, avuç kadar bir şeydi. Üç ortağın -Necmeddin Sadak, Kâzım Şinasi ve Ali Naci- yazıcıdan fazla sermayeye ihtiyaçları vardı. Bir dostumuz teşebbüsü ele aldı. O, Yahya Kemal, Fazıl Ahmet, Rıfat Müeyyet ve ben Akşam sahipleri ile beraber bir şirket kuracaktık. Günlerce toplanarak, konuştuk, dağıldık. Nihayet ben babamdan kalma evin satışından arttırdığım beş yüz lirayı yatırdım, İngiliz Rıfat diye tanınan Rıfat Müeyyet de parasını verdi. Beş ortak olduk.

Bab-ı âli camiinin bitişiğindeki kırmızı ahşap binayı vaktiyle İttihat - ve - Terakki tutmuş. İçine bir iki düz makine yerleştirmiş. Maksat ''Yeni Mecmua''yı çıkarmak. Hepsi merkez-i umumî üyelerinden Küçük Talât'ın üzerinde idi. Ben ''Yeni Mecmua''yı da çıkarmak şartiyle, binayı ve makineleri devraldık. Ziya Gökalp'ın dergisini ziyanına katlanmak mümkün olduğu müddetçe çıkardım.

Yeni bina ayaküstü olduğundan, elverişli bir toplantı yeri idi. Üst kat odalardan bir kısmını sonradan Matbuat Cemiyetine kiralamıştık. İstanbul'un kalbur üstü yazarları ve fikir adamları ile sık sık buluşur, dertleşirdik. Ben gazetenin üçüncü sayfasının başında ''Günün fıkrası''nı yazıyordum. Yakup Kadri de bitişiğimizdeki ''İkdam'' gazetesinin ikinci sayfasına yerleşti. Pek az, geçindiremiyecek kadar az kazanıyorduk. Hiç olmazsa, içimizi dökebiliyorduk.

Ara-kabine düşerek yerine Tevfik Paşa hükûmeti geçmiştir. Artık saray ve sarayla oynayanlar, Bab-ı âli üzerinde tam hükümlerini yürütmektedirler. Hürriyet - ve - İttihatçılar da padişahı ele geçirmeğe uğraşmaktadırlar. Tevfik Paşa kabinesinde Hürriyet - ve - İtilâfçı Rıza Tevfik'i Maarif Nazırı olarak buluyoruz.

Bir gün köprüye doğru gidiyordum. Bir otomobil durdu, içinden gülerek, seslenerek Rıza Tevfik indi, karşı kaldırımda bir İngiliz yüzbaşısına doğru yürüdü. Bir şeyler anlattığı zaman, yüzbaşı soğuktu bile...

Bir Osmanlı nazırı için bir İngiliz yüzbaşısından iltifat görmek... O, şimdi, daha bir yıl önce Şam sokaklarında bir Suriyeli eşrafın bir Osmanlı kumandanı ile selâmlaşabilmesi kadar, göstermeğe ve gösterişe değen bir hâdise idi.

1908 Meşrutiyetinin ilk devirlerinde tenkitlerini sevmedikleri için Zeki Bey, Hasan Fehmi ve Samim gibi gazetecileri birer gece kurşunu ile yere seren fedayilerden hiçbirinin, her gün üç dört sütun bütün efendilerine, şereflerine ve tarihlerine sövdükten sonra, tek başına, ferah ve kibirli, ''Sabah'' gazetesinden köprüye yaya inen Ali Kemal'e yan baktıklarını bile görmüyorduk.

Atatürk hakkında ''Bozkurd'' kitabını yazan Armstrong, mütarekede İngiliz subayı olarak İstanbul'a gelmiştir. Bir başka kitabında tatlı su Osmanlılığı, Hürriyet - ve - İtilâf Türklüğü ve Beyoğlu Hristiyanlığının İstanbulu hakkında şu fikri söyler: ''İstanbul şehri bir yara. Burada büyük idealler ve ilhamlar yok. Burası kirli sokaklarda yaşayan bayağı insanların şehri. Burası entrika, rezalet, hile, korkaklık karargâhı. Hain erkekler ve namussuz kadınlar şehri.''

Zamane şeyhülislâmının kendi kapısında görüşme nöbeti beklediğini de yine bu subay aynı risalesinde yazar.

General Franchet d'Esperey köprü başından beyaz bir ata binerek ve atı ürktüğü için kendini selâmlayan mızıkayı kırbaciyle susturarak, Galata nümayişçileri arasından Beyoğlu'na çıktı. Bu beyaz at, fetih resimlerinde İkinci Mehmed'in suya at süren 465 yıllık hayaletini çiğnedi, geçti.

Öğle üzeri padişahı kovarak Dolmabahçe Sarayı'na kendi yerleşmek istediği havadisini duyduk. Acaba Fransız generalini Dolmabahçe Sarayı üzerinde kendi bayrağını dalgalandırma fikrinden caydırmak mümkün olacak mı idi? Bütün kaygımız bu...

Rahmetli Süleyman Nazif, gazetelerden birinde, bu giriş gününe ''kara gün'' adını vermiştir ve birkaç satırlık bir fıkra yazmıştır. Franchet d'Esperey bunu haber alınca:

- Hemen yakalayınız, kurşuna diziniz, emrini verir. Kim bilir kimlerin ricaları üzerine Dolmabahçe Sarayı'na yerleşmek ve Süleyman Nazif'i kurşuna dizdirmekten vazgeçer.

Bu çözülüş gittikçe ağırlaşarak Yunanlılar İzmir'e ve Mustafa Kemal Samsun'a çıkıncaya kadar sürüp gidecektir.

İstanbul'da hayat denebilecek ne varsa, birkaç gün içinde Türklüğün havasından çıktı. 1911'den, hele Rumeli'yi kaybettikten beri durmadan düşen İstanbul'un Birinci Dünya Harbinde çekmedik çilesi kalmıyan Müslüman semtleri bir göçüş hâli gösterir. Hemen bütün mülkler, mücevhere benzer şeyler Emniyet Sandığına veya tefecilere rehin verilmiştir. Atina Bankası, Türk malı satın alacak olanlara hesapsız kredi açar. Gazetelerde ikide bir, satmayınız, göçmeyiniz, konulu yazılar okursunuz.

Kendi kendime düşünürüm: Eğer o hâl devam etseydi ne olurduk? Padişahın sarayından son memurun yuvasına kadar, cemiyetin başı hazneye bağlı idi.

Galata kaynaşmakta, Beyoğlu şenlik içinde, biz ise şehrin bu yakasında birbirimizin boğazına sarılmış, sövüşüp duruyorduk. Sevmediklerinden öç almak için işgal casuslarına yanaşanlar çoktu. Bir sabah gazetelerde Asquit'in şu sözlerini okumuştuk: ''Asırların gördüğü en aşağılık idareyi tahrip ederek ileriye doğru bir adım attık. Büyük hasta, ölüm döşeğinde. Birçok defalar pişmanlık getirmiştir. Bu hastanın milletler ailesi ortasında, bir şer kuvveti olarak son günlerini yaşadığını umut edelim. Mezarı üstüne yazılacak kitabenin ne olacağını bilmiyorum, fakat Osmanlı Devleti bir daha bâs-ü bâdelmevte nail olamıyacaktır.''

Hemen o gün Maarif Nazırı:

- Elbet. Elbette, diyor, mağlûp değil miyiz? İstediklerini yapacaklar.

Ertesi gün halkın yılgınlığı içinden bir ses çıkıyor. Bu ses Kadıköy kadınlarınındır. Kimdi bu hanımlar bilmiyorum. Gazetelerin koymaya cesaret ettikleri telgraf şu idi: ''Çanakkale müdafaasını yapan şehitlerin muazzez ruhları önünde Türk kadınlığına ve medeniyet âlemine hitap ediyoruz. Limanımıza girdiğini gördüğümüz ahenin kalelerin karaya çıkardıkları yarım milyon askeri denize döken milletimizi mağlûp addetmiyoruz. Peçelerimizi yırtan, sonra da cihan hürriyeti namına harp ettiklerini ilân edenlere teessüf ediyoruz. Millî hukukumuzu ve ismetimizi muhafaza edecek hükûmet ve erkek yoksa, biz varız.''

Böyle seslerle ara sıra , yanmış yüreğimizin serinliğini duyardık. Bu sesler Anadolu ihtilâlinin ilk müjdeleri idi.

O günlerde halk kâbuslarından biri de Ayasofya'dır. Ara sıra İstanbul semtlerinin sessiz ve gamlı durgunluğu üstünden bir ürperiş geçerdi. Bir gün öğleye doğru Gülhane kapısından Sultanahmed'e doğru çılgınca bir akına rastladım. Sanki dalgalar beni kaptı, içine kattı.

- Ne var? diye soruyordum.

Heyecandan bitkin sesler:

- Ayasofya'ya çan takacaklarmış... diyor.

Camiin kapısına kadar gidiyoruz. Avlusunda silâhlarını çatmış, ayaklarını germiş askerler var.

Rahat bir nefes alıyoruz.

Bunlar kıravatsız, tıraşlı, eski esvaplı fakir halk adamları...

Karşı yakadan gelen haberler ise kötüdür. Tatlı su Türkü, halk ıstırabından sıyrılmanın ve yabancılara sokulmanın yolunu bulmuştur. İşte size o zamandan kalma bir not: ''Orada İngiliz zabitinin dizini bacağı ile saran kadın. Barlar, kabareler, mızıkalar. Burada sandıklarının dibini karıştırarak son işlemeli peşkirini ve gümüş parçasını arayan halk kadını. Bedestende üstleri başları eski, sesleri titriyerek, bezirgândan fiyat sormağa utanan, sapsarı yüzlerinde köklü bir İstanbul hüznü yaşlanan kadınlar...''

İngiliz subayı Armstrong'un da notları vardır: ''İstanbul'da hayat şen, günahkâr ve zevkli idi. Gazinolar içki ve dans ile dolu idi. Vatanını düşünen yoktu. Tokatlıyan'a gidip orkestrayı dinlemek, güzel kızları bakışlarla yakalayarak masalar arasında dans etmek, Marmara adalarına giderek denizde yüzmek hoştu. Evler, arabalar, motörler emre hazırdı. Şişli tarafında Türk hanımlarının da katıldığı çaylar verilmekte idi. Bu hanımlar beni kırık dökük Türkçemle konuşmağa teşvik etmekte ve benim çok iyi Türkçe konuştuğumu söylemekte idiler. Hâlbuki bu doğru da değildi. Fakat o kadar methediyorlardı ki pabuçlarımın ayağımda uzadığını, mahmuzlarımın her yere takıldığını hissediyordum.''

''Ateş ve Güneş''i bugünlerde çıkardım. Durmadan kötülenen geçmiş içinden millet kahramanlığının birkaç hikâyesini kurtarmağa çalışıyordum.

Bir iki fırçaya daha ihtiyaç var. İstanbul'un mütareke dekoru içine Rusların göçünü de katmak lâzım. İhtilâl ordularının yıkılmasından umut kesilmiştir. Hanedanın sağ kalan prenslerinden, çarın son Hariciye Nazırı Çarikof'a kadar, generaller, amiraller, Bolşeviklerin elinden yakasını kurtarabilen bütün burjuvalar İstanbul'a geliyor. Yıkılan Rusya, Osmanlı saltanatının başkentine sığınmaktadır.

İngilizler, yerli Hristiyan polisleri aracılığı ile şehrin içinde ve yazlıklarında Türk ailelerini evlerinden kovmakta ve göçmenleri yerleştirmektedirler.

Yuvalarını ellerinden almak şantajı altında Türk halkı soyulup durmaktadır. İstanbul'a kendi ordularının ve donanmalarının arkasından, ''sahip'' ve '' ''hâkim'' olarak gelecek olanları, şehrin sokaklarında sürünür görmekten bile, vatan acısı ile, ferahlanamıyoruz.

Eski Erzurum valisi rahmetli Tahsin Bey anlatmıştı. Harpten önce Beyoğlu Mutasarrıfı iken kendisine haber verirler. Rusya Büyükelçisi Büyükdere rıhtımı üzerine dikilen telefon direklerinden sefarethane karşısına düşenlerin hemen kaldırılmasını ister. Yoksa kavasları ile söktürüp denize attıracağını söyler. Yüreğinin yumuşaklığına getirip izin almak imkânı olup olmadığını bir denemek için mutasarrıf, Büyükdere Rus elçilik binasında sefir hazretlerini görmeye gitmiş. Kapıdan girdiği vakit, sefir merdivenlerden inmekte imiş:

- Kimdir bu adam? diye sorar.

- Beyoğlu Mutasarrıfı imiş, sizden bir ricada bulunmaya gelmiş, derler.

- Beyoğlu Mutasarrıfının benimle ne münasebeti var? Bir diyecekleri varsa sadrazamları gelip konuşur, öyle söyleyiniz, der ve Tahsin Bey'i yüz geri çevirir.

Mütareke günlerinde Tahsin Bey evinde kızına Fransızca dersi vermek için Rus muhacirleri arasından ucuzca bir hoca aradığı vakit kimi bulsa beğenirsiniz? Kendini kapı eşiğinden kovan büyükelçiyi. Kibarlık edip vak'ayı hatırlatmaz bile!

Henüz başka yerlere gidemedikleri için İstanbul, Rus güzelleri ve kibarları ile dolu idi. Onlarla beraber Beyoğlu lokanta ve gece lokallerine büsbütün başka bir üslûp geldi. Eski Rum ve Levanten havasındaki bu değişiklik pek cazibeli idi. Ruslar harcayıcı ve eğlenici millettirler. Türklerden parası olanlar veya mallarını satıp para edinenler de öyle idi. Büyük facia ortasında bir israf ve sefahattir gitti. Tripolar ve aşk tuzakları birçok ocakların sönmesine sebep olmuştur. Göçmenlerin mücevherleri ve değerli eşyalarının çoğu da İstanbul'da tefecilerin elinde kaldı.

Florya'yı açanlar da göçmenlerdir. Osmanlı devrinde ne Türkler ne de Hristiyanlar açık denizde yıkanma, hele güneşlenme meraklısı değildiler. Sosyal hayata hiç alışılmadık bir serbestlik geldi. Son aile hatıralarını mezada ve rehine veren Osmanlı kibarlığı artıkları ile Rus saray ve konaklarının yurtsuz göçmenleri arasındaki bu trajik kaynaşmaya hüzünle bakardık. Rusya'yı kan götürmektedir. Anadolu'da ise, haydut çeteleri, anarşi ve parçalanma korkusu içinde, sekiz buçuk asırlık Türklük kaderini karartmakta idi.

Beyoğlu'nun o devir hatıraları arasında Yunan generalinin oturduğu binanın kâbusu da vardır. Balkonuna Yunan bayrağı çekildiği zaman, halk zorla selâma dururdu. Türkler geçişlerini bu zamana raslatmamak için hesapla yola çıkarlardı.

Türklükten de kaçan kaçana idi. Bir gün dostlarımdan biri nefes nefese matbaaya gelerek, Beyoğlu caddesinde Osmanlı büyükelçilerinden birinin oğlunu Kafkas esvabiyle gördüğünü, bir felâketmiş gibi haber verdi. Şivesi şivemizden, kafası kafamızdan nice tanıdıklarımızın Kürt olduklarını anlıyordu. ''İçtihat''çı Abdullah Cevdet'in yazı yazdığı gündelik gazetenin adı ''Jin'' idi. Bunun Kürtçe ''Hayat'' demek olduğunu öğrenmiştik.

İttihatçılar hapistedir. Ziya Gökalp da onlarla beraber. Bir gün, işgal uşağı sabah gazetelerinin birinde bir milliyetçi yazarın, Akagündüz'ün (1) şu fıkrasını okuduk: ''Ah ne yazık ki onu asacaklar. Yemin ederim ki asıldığını istemiyorum. Hürmet ettiğim bir zatın bir fikri vardır ki ne güzeldir: Ziya'nın kafatasına bir düzine nalıncı çivisi çakmalı. Yaya olarak Anadolu'ya çıkarmalı. Kasaba kasaba, köy köy, oba oba gezdirmeli. Eyvah böyle yapmayacaklar da onu asacaklar. Ne kadar yazık! Ne kadar adaletsizlik.''

Bu, işlediği bir suç üzerine tabiî cezasını çeken eski bir İttihatçı idi.

Türkçülük ve Türkçüler, hiç politikaya karışmasalar bile, suçlu ve sorumlular arasındadır. Mütareke edebiyatında cinayet yerine geçen şeylerden biri de ''Türklerde milliyet hissini uyandırmak'' idi. Sanki bütün felâketlere o yüzden uğranmıştı. Maarif nazırlarından biri kıraat kitaplarından ''Türk'' kelimesinin çıkarılmasını emretmiştir. Üniversiteden Türkçü profesörler tasfiye edilmiştir. Ne acı şeydir ki bu tasfiye işinden kurtulmak için, Ziya Gökalp'ın en yakın çömezleri Damat Ferit hükûmetlerine yaranmak yolunu bulmuşlardı.

Geçen mütareke tarihini yüzünden okursanız, İstanbul politikacılarının ikiye ayrıldığını görürsünüz: Vatanseverler, vatan hainleri!

Mesele o kadar sade değildir.

Acaba bazı tanınmış kimseler üzerinde bir deneme yapsam, işin içinden daha kolay çıkabilir miyim?

1917 yazının sıcak bir gününü hatırlıyorum. Yahya Kemal'le can sıkıntısından ne yapacağımızı düşünüyorduk. Arkadaşım:

- Ali Kemal'i tanır mısın? diye sordu.

- Hayır.

- Gel gidelim, tuhaf bir adamdır, dedi.

Servet-i Fünun devrindeki Hüseyin Cahit - Ali Kemal tartışmalarını okuduğumdan beri ismini bilirdim. O vakitler Hüseyin Cahit İstanbul'dan hiç çıkmamış tam bir Garplı, Ali Kemal ise İstanbul gazetelerine Paris'ten yazı gönderen alaca bir Şarklı idi. Biri genç nesle tenkit örneği vermek için Hyppolite Tain'in Balzac hakkındaki yazısını Türkçeye çevirirken, öteki Paris hayatına ait yazıları Arap şairi Mütenebbi'nin Arapça beyitleri ile donatırdı.

Bir gün ''İkdam'' gazetesinde Ali Kemal'in Elize Sarayı'nda Cumhurreisini ziyaret ettiğini hikâye eden bir Paris mektubu çıkıyor. Bu mektubun Figaro gazetesi muhabirinin yazısından kopye edilmiş olduğunu Hüseyin Cahit Servet-i Fünun'da teşhir eder. İki yazar ondan sonra galiba hiç barışmamıştır.

Ben erkenden Edebiyat-ı Cedide'ye bağlandığım için, Ali Kemal'den adını daha öğrendiğimiz zaman soğumuştum. 1908 Meşrutiyeti gelince Hüseyin Cahit ''Tanin''i çıkardı ve memlekete Paris'ten hürriyet kahramanları arasında dönen Ali Kemal'e Abdülhamid'den aldığı paraları ne yaptığını soran bir fıkra neşretti. Cahit İttihatçıların gazetecisi idi. Ali Kemal, muhalefet safına geçti. İlk Meşrutiyet aylarında İttihatçılardan ''hain'' damgasını yedi, iç kargaşalıklar sırasında Avrupa'ya kaçarak idam edilmekten kendini kurtarabildi. Galiba Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın yardımı ile çok sonra İstanbul'a döndü ve köşesine çekildi.

Arkadaşımla beraber Fındıklı ve Cihangir taraflarında kısa bir yokuşu tırmandık. Ahşap bir evin ikinci katına çıktık. Ev sahibesi, bir eski devir müşirinin kızı, kibar ve sade, fakat Frenk terbiyesiyle yetişmiş İstanbul hanımlarındandı. Patiska entarisi ile bizi yalınayak ve terlikli karşılayan Ali Kemal ile, bize çay ikramına hazırlanan hanımı arasındaki aykırılık hâlâ gözümün önünden gitmez.

Harbin nasıl biteceğini görmemek için pek saf olmalıydı. Düşünürken aklı zorlıyan büyük facianın bazı kimselerde sevince benzer bir duygu ile beklendiğini o gün Ali Kemal'den sezindim.

Arkadaşım, biz harbe girdiğimiz için Rusya'nın yıkıldığını, hiç olmazsa o belâdan kurtulduğumuzu söyleyince, ev sahibi de bir fıkra anlattı: Berlin elçimizi bir hususî ava davet etmişler. Ormanda onu da bir kaya başına yatırmışlar. Kendi avlıyacağı ayının hangi taraftan geleceğini de göstermişler. Elçi sapsarı kesilmiş. Gözünü yola dikmiş. Hem bekler, hem de içinden avın yolunu şaşırıp bir başka yana gitmesine dua edermiş. Derken koskoca bir ayı homurdanarak çıkagelmez mi? Bizim elçi sendelemiş, kayadan yuvarlanıp düşmüş. Fakat tesadüfe bakınız ki elindeki tüfek taşa çarparak ateş almış ve ayıyı tam alnından vurmuş. Herkes şaşkın şaşkın üstünü başını temizlemeğe uğraşan elçimizin yanına gelmişler, nişancılığını tebrik etmişler. Bizim de Rusya'yı yıkışımızın hikâyesi böyle idi. Sonra: ''O da mahvoldu, fakat ben dahi elden gittim!'' mısraını söyleyerek bir kahkaha attı.

Ali Kemal, Hüseyin Cahit'in kaçacağı ve kendisinin bir gazeteye yerleşeceği günü beklemekte idi. Hain olduğundan mı? Hangi manaya? Ali Kemal parasız ölmüştür ve yabancı uşaklığı yapacak bir mizaçta da değildi.

Ali Kemal bir Tanzimatçıdır. Ne istiklâlci ne de milliyetçidir. Fakat huyu suyu, ahlâkı, üslubu ile zamanının tam ''millî''si, o günkü toplumun yetiştirdiği normal bir insan tipi idi. Ona göre Osmanlı Devleti ancak düvel-i muazzamanın himayesi altında yaşıyabilir. Hatta, aynı devletlerin teminatı ile meşrutî bir hayat evrimi geçirmelidir. Türkler kendi başlarına kaldılar mı, İttihat - ve - Terakki rejiminden başka türlüsünü yapamazlar. Ne ekonomilerini ne de maliyelerini düzeltebilirler. Şimdi buna bir şey daha eklemek lâzımdır: Ali Kemal, bu memlekette dilediği gibi yazarak yaşayabilmek için, imtiyazlı yabancılar kadar arkalı ve teminatlı olmalı idi. İttihat - ve - Terakki, yahut ona benzer milliyetçiler iktidara geldi mi, Ali Kemal için ömrünü gurbette ve hapiste geçirmekten başka çare kalmazdı.

Ali Kemal bu yüzden, mütarekede amansız İttihatçı düşmanlığı yapacaktı. Bir İttihatçı isyanı saydığı, yahut nasıl olsa öyle bir rejime varacağı için Kuvay-ı Milliye'nin de hasmı olacaktı. Bir zafer havadisi duyduğu zaman bile:

- Evet iyi, iyi ama, tarihimizde zafer mi yok, eğer bunun faydasını görmek istiyorsak, Mustafa Kemal artık işi düvel-i muazzamanın güveneceği bir Bâb-ı âli'ye bırakmalıdır, diyecekti.

Unutulmamalıdır ki, Osmanlı saltanatı bir yarı sömürge idi. Kapitülâsyonlar rejimi altında idi. Osmanlı ideali düvel-i muazzamanın kontrolü altında ''tamamiyet-i mülkiyesini'' toprak bütünlüğünü koruyabilmekten ibarettir. Kayıtsız şartsız bağımsızlık, bir ihtilâl ve zafer parolasıdır. Meşrutiyet Türkçülüğünün gayesi de, hiç şüphesiz bu topraklara bütün kaynaklariyle Türkleri sahip kılmaktı. Ama bu uzak, hayale benzer bir amaçtı. Ali Kemal, o kadar Türk hâlli iken, Türkçülüğe karşı idi. Satılmış bir adam değilse de kaybolmuş bir adamdı.

Damat Ferit Paşa da öyle bir kafa ve ruh kuruluşudur.

İkinci bir tip vardır: Abdullah Cevdet, İkinci Meşrutiyet'ten önceki gizli edebiyat kahramanlarından biri idi. Çevirme kitaplarını Beyazıt'taki Acem sahaflardan bin bir korku ile alıp yataklarımızda okurduk. Meşrutiyette de ''İçtihat'' dergisi en ileri fikirlere açık görünürdü. Lâtin yazısına başlangıç olmak üzere ilk defa Lâtin rakamlarını dergisinde, kitaplarında kullanan odur. Jön Türkler Avrupa'da, onun ne güvenilmez bir ahlâkı olduğunu sezmişler ve kendisini aralarına sokmamışlardır. Abdullah Cevdet, eline fırsat düşer gibi olunca, bir hürriyetçiden beklenen şeyin tam aksini yapmıştır. Abdullah Cevdet'in Türk milletinden hiçbir hayır ummadığını sonradan öğrenmiştik. Anadolu Türklerine Avrupa kanını aşılama fikrini ileri sürmüştü. Birinci Dünya Harbi sırasında onun bir fıkrasını duymuştum:

- Ne dersin doktor? Balkan ordularına karşı üç günde çözülüp dağılalım da İngiliz ve Fransız ordularını Çanakkale'de denize dökelim.

- Öyledir evlât, öyledir. Balkanlar'da bize vahşet hücum etti, ona hemen kucağımızı açtık. Medeniyete karşı dayatma hassamız bilinen bir şeydir.

Nitekim mütareke olunca Abdullah Cevdet'in İngilizlere sığınarak onların âdeta emri ile sıhhiye müdürlüğünü aldığını duymuştuk. Kürtlük davası peşine düşenlerden biri de o idi.

Mütareke gazetecilerinden ve politikacılarından Sait Molla, tam bir ücretli yabancı uşağıdır. Hoş yüzlü, gösterişli de bir molla idi. Fakat onun için satılmıyacak hiçbir şey yoktur.

Mütarekedeki milliyetçilik ve Kuvay-ı Milliye düşmanlarını bu üç tip arasından şahıslandırabilirsiniz. Fakat en iyi niyetlisi de vatansever Osmanlıdan ve Türkten bir noktada farklı idi: Vatansever Osmanlı ve Türk, cesaretli ve azimli ise, bu toprakları bu millete mal etmek için her türlü fedakârlığa girer. İnanmıyorsa ve zayıfsa bile, kahramanlar bir fırsat hazırladığı zaman, ona karşı durmaz. Bilâkis, başarı kazanmasına hiç olmazsa dua eder. Tevfik Paşa ve ona benzer Osmanlılar böyle yaptılar.

Böyle yapmamaları için hiçbir sebep olmayanları da İttihatçı kini yanlış yola sürüklemiştir. Politikada kin, çok defa aklı yenmiştir.

Vatandaşa hak ve hayat güvenliği veren adaletin, topluluğu bu türlü hastalıklardan koruma gibi güzel bir sihri vardır. Bu millet, hürriyet diye bir hak tanımadığı zamanlardan beri adaleti aramıştır. Hürriyetler dahil, milletten bu adalet susayışını gidermemiştir.

Dağılma

Tarihin böyle acı ve karanlık günlerinde en büyük tehlike iç çöküştür. Biz harbe girdikten sonra büyük devletler arasında birtakım paylaşma tasarıları yapıldığını biliyorduk. Arap ülkelerini kaybetmekle kalmıyacaktık. Maraş'la birlikte Kilikya'ya doğru altı vilâyetimizde Ermenistan kurulacaktı. Antalya çevresi İtalya'ya, Kilikya çevresi Fransa'ya verilecek, bu iki devlet ayrıca nüfuz bölgeleri edineceklerdi. Fransız nüfuz bölgesi Sivas'a kadar uzanmakta idi. Türkleri Avrupa'dan çıkarmak, İstanbul ve Boğazlar'ı özel bir rejim altına almak davasında İngilizlerle müttefikleri arasında anlaşmazlık yoktu. Trakya Yunanlıların olacaktı. İzmir için henüz bir girişme yoksa da Avrupa gazeteleri söylentilerle dolu idi. Wilson prensiplerinden faydalanma hakkından yoksun etmek üzere Wilson'un barış notasına verdikleri cevapta müttefikler, Hristiyan ve yabancıları Batı medeniyetine düşman Türklerin elinden kurtarmak ve Türkleri Avrupa dışına atmak şartlarını ileri sürmüşlerdi.

İngilizler padişah ve Bab-ı âli'nin emirlerine boyun eğdiklerini görünce Türkiye işinin kolayca çözümleneceği inancına varmışlardı. Padişah vatansever İzzet Paşa kabinesi çekildiği gün Dolmabahçe camiindeki selâmlık töreninde Bahriye Nazırı Rauf Bey'e (Orbay):

- Millet bir koyun sürüsüdür. Ona bir çoban lâzımdır. O da benim, demişti.

Milletin İngiliz uşağı gözü ile baktığı Damat Ferit Paşa'ya sadrazamlık verilmesine dokunan Meclis Reis Vekili Hüseyin Kâzım Bey'e de:

- Ben istersem Rum patrikini de, Ermeni patrikini de getiririm. Hahambaşını da getiririm, cevabını vermişti.

İngilizler Türk ordusunu diledikleri gibi kullanmak için yirmi beş ordu ve kolordu komutanını geri çağırtmışlar, bazılarını da tutuklamışlardı.

Soysuz Osmanlı aydınlarını bir yana bırakalım. Vatanseverliklerine hiç şüphe olmıyanların imzaladığı bir tarihî belge 1918'deki iç çöküşün ne kadar derinlere kadar gittiğini gösterir. Belgenin Türkçesi yok edilmiştir. Fakat İngilizcesi Amerika Dış Bakanlığı arşivinden alınıp Ankara Üniversitesi Tarih Araştırmaları dergisinin III üncü cilt 4-5 inci sayısına ek olarak yayınlanmıştır. Birinci imza Halide Edip, sonra sırası ile Yunus Nadi, Ahmet Emin, Velid Ebüzziya, Celâl Nuri, Necmeddin Sadak gibi isimleri görüyoruz. Bu dilekçe Türk Wilsoncular Birliği adına 5 Aralık 1918 tarihi ile Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Woodrow Wilson'a verilmiştir. Belgede Türkiye'deki dinler ve ırklar meselesinin çözümlenmesi için Amerikan yardımı istenmekte, Türkiye vatanseverlerinin ve aydınlarının tarih ve geleneklerinden ve ırklar arası anlaşmazlıklardan dolayı kendileri tarafından kabul edilecek herhangi bir sistemin bir müstebitliğe soysuzlaşacağı kanısına vardıkları bildirilmektedir. Bu sebeple kendi milletlerinin, belirli bir zaman içinde, devlet işlerini bilen yabancı bir idarenin yönetimi altına sokulmıya ihtiyacı olduğu inancındadırlar. Dilekleri, gelişmemiş ve geri kalmış bir milleti belki bir zaman için eğitmektir. Belge bu önsözden sonra şartlara geçiyor: 1- Padişahın hükümranlığı ve Türkiye için meşrutî bir hükûmet şekli korunacaktır. 2- Bütün seçimlerde nisbî temsil azınlıkların hakkını temin edecektir. Bütün Osmanlı uyrukları, en alttan en üste kadar, hükûmet memurluklarına alınacaktır. 3- Finans, tarım, endüstri, bayındırlık, eğitim bakanlıklarının her birine uzman yardımcıları ile birlikte bir Amerikan başmüsteşarı getirilecek, bu müsteşarlardan kurulu Amerikan komisyonu yeni esaslara göre gereken reformları yapacak, yen metotları getirecek, sosyal refah ve öğretimle ilgili bütün çalışmaları düzenliyecek ve tamamiyle idare edecektir. 4- Adliye reformu için Amerikan müsteşarının uygun göreceği memleket ve milletlerden seçilecek uzmanlardan bir heyet kurulacaktır. 5- Jandarma ve polis işleri bir Amerikan umumî müfettişine ve onun seçeceği memurlara bırakılacaktır. 6- Türkiye'nin her vilâyetinde görevi yerli idarede reform yapmak olan bir Amerikan başmüfettişi ile ona bağlı uzmanlar bulunacaktır. 7- Bu şekildeki yerli idare her vilâyetin özel olarak ve en iyi yolda gelişmesi için Amerikan yardımı ile yürütülecektir. 8- Amerikan yönetimi en az on beş, en çok yirmi yıl sürecektir. Amerika'da yönetmesi istenen Türkiye'nin sınırları barış konferansında tesbit edilecektir.''

Viyana kapılarına kadar giden koca Osmanlı İmparatorluğunun son aydınları, hem de koyu milliyetçi aydınlar kuşağının son sözü bu idi.

Paris'te Osmanlı Devletini ortadan kaldırmak istiyenlerin, gerekçe olarak bu belgeyi yabancı dillere çevirmekten başka kullanacakları hiçbir zahmetleri yoktu.

Sınırlarımızı bile bizi medeniyetlerinden saymıyanların keyiflerine bırakıyorduk. Ordumuz için tek bir sözümüz yoktu.

Kendi kendimizden kurtulmak istiyorduk.

1918 Aralığında bütün ekonomi, bütün iç ve dış ticaret, bakkallara kadar çarşılarımız, kadrolarında bir tek Türk bulunmıyan banka ve imtiyazlar, şirketler, hepsi Hristiyan, Yahudi veya ecnebi idi. Su, ışık, gaz, her türlü ulaştırma, telefon, rıhtımlar ve limanlar, fenerler hepsi yabancıların elinde idi. Türk halk yığınları medrese eğitimi altında, vicdan ve kafa karanlığı içinde idi. Sivil eğitim pek küçük bir azınlıkça benimsenmişti. Amerika şüphesiz Ermenilerin yurtlarına dönmelerine engel olmıyacaktı. Türklere Hristiyanlardan farklı davranmasa bile, onun idaresi altındaki bir Türkiye'nin 1919+25=1944'teki durumunu göz önüne getirir misiniz? Türkiye Türklerinin bugünkü Bulgaristan veya Yunanistan yahut Yugoslavya Türk ve Müslümanlardan ne farkı kalacaktı? Acaba Amerika Türkiye'yi kaç otonomiden kurulma bir federasyon olarak bırakacaktı?

İç çöküşün bir iki örneğini daha verelim: Süleyman Nazif, ki Fransız askeri İstanbul'a girdiği zaman ''Kara gün'' diye yazdığı bir fıkra için az daha kurşuna dizilecekti, Veliaht Mecit Efendinin de bulunduğu bir toplantıda İstanbul'u göz yaşları içinde coşturdu idi, Rauf Orbay'ın Malta hatıralarında anlattığına göre bir gün koca vatansever komutan Yakup Şevki Paşa'ya:

- Vatanları nehirler sınırlamıştır. Siz de ben de Fırat'ın öbür yakasındayız. Türk sayılmayız. İngilizlere başvurup sürgünden kurtulalım, demiş ve hayli hakaret görmüştü. Aynı Süleyman Nazif Mihran'ın gazetesinde Ali Kemal'e sığındı ve ''Sen haklı imişsin!'' dedi. ''Akşam'' da kendisine pek ağır hücumlarda bulunmuştum.

Sevres Antlaşması padişah delegelerine verilirken Clemenceau'nun müttefikler adına verdiği nutkun yukarıdaki belgede birinci sınıf vatansever Türk aydınlarının söylediklerinden farkı var mı idi: ''Ne çare ki Türk milletinin değerleri yanında başka unsurları idare edebilmek yeterliği göremiyoruz. Tecrübeler pek uzun bir zaman içinde o kadar çok tekrarlanmıştır ki sonucu üzerinde hiçbir şüpheye düşülemez. Tarihte birçok Türk başarıları, birçok da Türk felâketleri vardır. Başarıları birtakım yabancı kavimleri Türk egemenliği altına alınmasından, felâketleri ise bu kavimlerin o egemenlikten yakalarını kurtarmalarından ibarettir. Ne Avrupa, ne Asya, ne de Afrika'da hiçbir zaman, Türk egemenliği altına giren bir memleketin maddî refahı ve medenî düzeyi düşmediği olmamıştır. Sonra bir memleket üzerinden Türk egemenliği kalkınca o memleketin maddî refahı ve medenî düzeyi yükselmediğini gösterir hiçbir misal de yoktur. Türk savaşta kazandığını barışta feyizlendirecek yeterliği göstermemiştir.''

Folklor tipi şiirlerini o kadar sevdiğimiz ve fıkraları ile o kadar eğlendiğimiz, tam ''millî'' tipte Rıza Tevfik, ki Maarif Nazırı ve delege olarak Paris'te gitmişti, antlaşmayı pek ağır bulup bir defa da padişaha ve onun vezirler meclisine (1) danışmak kararı veren heyete kızmış ve gazetecilere şöyle demişti:

- Clemenceau bizi bir hayli iyi haşladı. İler tutar yerimizi bırakmadı. Yerden göğe hakkı vardı ya hoca adamın. Fakat bizimkiler meram anlıyacak takımdan mı? Elimize verilen sulh muamelesini hemen oracıkta imza edip işin içinden çıkacağımız yerde bir şey yapmadan dönüyoruz. Neymiş? Bir daha padişaha arz etmek lâzımmış. Yahut da nazırlar meclisinde görüşülmesi gerekirmiş. Bu da yetmiyormuş gibi sadrazam paşa, Allah selâmet versin, bir de Âyan Meclisi'nin fikrini almağa mecburuz, demesin mi? Clemenceau'yu da beni de hafakanlar boğuyordu...

İngilizlere göre, padişah onlarla, Bab-ı âli onlarla, ordu dağıtılmış, Enverci ordu ve kolordu kumandanları ayıklanmıştır. Belli başlı İttihatçılar tutulmuş ve hapse atılmıştır.

Türkiye'de her şey yapılabilir.

Trakya Yunanistan'a, Doğu genişliyecek olan Ermenistan'a, İzmir ve Hinterlandı Yunanistan ve İtalya'ya, Kilikya Fransızlara verilmek korkusu içindedir. Hürriyet - ve - İtilâf Partisi büyük devletler ne yaparlarsa hepsini haklı bir ceza gibi görmektedir. Her vatansever İttihatçı, her İttihatçı da Ermeni öldürmek ve Türkiye'yi savaşa sokmak suçlusu. Nereden bir protesto sesi gelirse ona hemen İttihatçılık damgası vurulur. Bununla beraber bazılarının merkezi İstanbul'da da olsa Doğu, Güney, Ege ve Trakya'nın haklarını korumak için millî dernekler kurulmuştur. Bunlar dağınıktır. Her biri kendi bölgesinin kaygısında. Yaptıkları da o bölgelerde Türklerin çoğunlukta olduğu gösterici istatistikler toplamak ve yayınlarda bulunmak. Doğunun batı ile, kuzeyin güneyle ilgisi yok. Çünkü ''baş'' yok. ''Toplayıcı'', ''birleştirici'' yok. Vali, kaymakam, jandarma, polis, asker İstanbul'a bağlı. Hükûmet boyun eğicilerin elinde. Ama yurtta:

- Hayır... sesleri var. Hele Ermeniye, Ruma köle olmak bu Türklüğü çıldırtıcı bir şey... Ne yapmalı?..

Evet ne yapmalı? Daha Mondros Mütarekesi imzalanır imzalanmaz Adana'ya gidip bu suali Yıldırım Orduları Kumandanı Mustafa Kemal'e soralım: Mustafa Kemal diyor ki: ''Kumandasını üzerime aldığım kuvvetler şunlardı: Birinci ordu, karargâhı Adana. Yedinci ordu. Hicaz kuvvetleri ve Maan'da bazı birlikler... Şu tedbirleri düşünüyorum: Doğrudan doğruya elim altında bulunan kuvvetleri geçirdikleri felâketlere rağmen gene gerçek kuvvetler hâline getirmek, düzenlemek, ayıklamak, güçlendirmek! Hicaz ve Maan'da bulunanları hiç hesaba katmıyordum. Onların esir düşmeğe mahkûm olduklarını daha iki yıl önce Enver ve Cemal paşalara söylemiştim. Musul yakınlarındaki altıncı orduyu faydalanılabilir bir hâlde görmek isterdim. Bu maksatla ordunun kumandanı ile doğrudan doğruya haberleşmeğe giriştim. İstanbul ve Çanakkale çevresindeki kuvvetlere umut bağlamıyordum. Doğuda Azerbaycan ve İran'da bulunan ordularla hiçbir temas ve ilişkim yoktu. Aden kapısını zorlıyan Sait Paşa tümeninin varlığını hatıra bile getirmiyordum. Fakat her şeyden önce elim altında bulunan iki orduyu istediğim gibi kuvvetlendirmek, bütün felâketlere rağmen Türk sesini duyurabilmek için lâzımdı. Bu yolda işe koyuldum. Bana yardım eden ordu, kolordu kumandanları ve kurmayları her ihtimale karşı benimle olmıya söz vermiş şahsiyetler idi. Böyle olmıyanları birer bahane ile uzaklaştırdım.''

Bu sırada İstanbul'dan Mondros Mütarekesinin imzalandığı haberi ve bu ordunun da mütareke şartlarına göre görevlerini yerine getirmesi emri geldi.

Yıldırım Orduları Grup Kumandanı Mustafa Kemal Paşa memleketi ve milleti için olduğu gibi, kendisi için de yeni bir devir başladığına mı hükmetmiştir, nedir, mütarekename şartlarını ve bunlar üzerinde Bab-ı âli ile tartışmalarını bez kaplı bir cep defterine geçirmiştir. Sayfalarda kırmızı mavi kalemle işaretleri ve ara sıra ''benim imzam'' gibi notları vardır.

Mustafa Kemal, son çağ Türk tarihinde parlayıp sönen birçok şöhretler gibi tesadüflerin adamı değildi. Onun askerlik ve reformculuk hayatı, ta ilk gençliğinden beri âhenkli ve hiçbir zaman çelişmiyen bir gelişme gösterir. 1918'de Suriye kuzeyinde Birinci Dünya Harbinin son savaşını veren Mustafa Kemal Paşa, henüz genç bir kurmay subayı iken Arnavutluk isyanında, sadece sanat üstünlüğü ile kendini belirten ve arkadaşları arasında imtiyazlandıran Mustafa Kemal Bey'dir.

Çankaya sofrasında konuşan Atatürk de, daha Meşrutiyetten önce Selânik birahanelerinden birindeki masasında konuşan Mustafa Kemal Bey'in tıpkısıdır. Kafası bin bir fikirle, içi bin bir ihtirasla kanar, fakat hiçbir zaman aklının yolundan şaşmaz. Onda idealist ve realist iç içe girmiştir. Daima ateşli ve o kadar hesaplıdır. Dehâ uzun bir sabırdır, demişler. Mustafa Kemal hiç acele etmemiş, eline geçen hiçbir fırsatı da kaçırmamıştır.

31 Ekim 1918'de Türkiye, Birinci Dünya Harbini Almanya ve Avusturya imparatorluklarını yenerek kazanan büyük devletlere teslim olmuştur. ''Yapacak bir şey kalmamıştı.'' Türklüğün kaderi zafer devletlerinin lütuflarına bağlı idi. Geçmiş ve yıkılmış idareyi bütün suçları ile harpçi liderlere ve onların partisine mal ederek ve bunda ne kadar samimî olduğumuzu göstermek üzere hele İngilizlere tam bir boyun eğişle bağlanarak, ''ne verseler ana şakir, ne kılsalar ana şad'' tevekkül kapısından ayrılmamalı idik.

O günlerde memleketin hiçbir tarafında hiçbir dayanma yoktur. Mütareke şartları, sadrazam ve Başkomutanlık Kurmay Reisliği tarafından Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına da bildirilmiştir ve bu şartlara göre kendisine düşen görevin yapılması emredilmiştir.

Mustafa Kemal'e göre bir iş başında bulunan herkesin daima yapacağı bir ''şey'' vardır. Bir görev ve sorumluluk adamı, ''teslim olmaz''. Nitekim Yıldırım Orduları Grubu Komutanı mütareke şartlarının bazılarını çok karışık ve gelecek için tehlikeli görmektedir. Daha 11 Kasımda İzzet Paşa'ya bir telgraf yollayarak, Toros tünelleri, Suriye sınırı gibi meselelerde ve mütarekenamenin birtakım şartlarında karışıklık olduğunu söyler ve açıklama ister. İzzet Paşa hemen cevap verir: Toros tünelleri İtilâf devletleri kuvvetleri tarafından sadece ''korunma'' için işgal olunacaktır. İşletme ordular grubuna aittir. İtilâf kuvvetlerinin Amanos tünellerini de işgal etmeğe hakları yoktur. Suriye'deki garnizonların teslim olması maddesi de ''ihtiyat'' olarak yazılmıştır. Cephedeki kıt'alar bunlar arasında değildir.

Yıldırım Orduları Komutanı bu telgraftan rahat etmez. Bir cevap yazarak: "Suriye'deki garnizonların teslimi ihtiyat olarak yazılmış bir maddedir, diyorsunuz, benim anlayışıma göre bu madde İngilizler tarafından bizi aldatmak için konmuştur, mütareke şartlarını hükûmetin başka türlü, İngilizlerin başka türlü anladıklarına şüphe etmiyorum, nitekim İngilizler bu gece (5/6.11.1334 - 1918) raporla anlatacağımız üzere Suriye kıt'asındadır diyerek yedinci ordunun teslimini istemişlerdir. Kilikya sınırını sormaktan maksadım, bu tarihî ismi kabul eden hükûmetin bu bölgeyi gösteren İngilizce atlasta Kilikya sınırının Maraş kuzeyinden geçtiğini dikkate alıp almadığını anlamaktı, çünkü benim fikrimce Adana ismi yerine tarihî Kilikya ismini koyan İngilizler Suriye sınırlarını Kilikya kuzey sınırı doğusuna uzanmasından ibaret kabul etmektedirler" diyor.

5.11.1918 tarihli bu telgrafın sonu şu cümle ile bitmektedir: ''Pek ciddî ve samimî olarak arz ederim ki mütareke şartları arasında anlaşmazlıkları giderecek tedbirler alınmadıkça orduları terhis edecek ve İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak, İngiliz ihtiraslarının önüne geçmeğe imkân kalmıyacaktır.''

Bab-ı âli ruhu ve kafası ile Kuvay-ı Milliye kafası arasındaki derin ayrılığı belirten ilk tarihî belge budur, sanıyoruz. Mustafa Kemal, sonradan, son cümlenin yanını pek kalın bir mavi çizgi ile çevirmiştir.

Sadrazamın konağından Adana'ya 5.11.1918'de şu telgraf gelir: ''Mütareke şartlarına göre gerçi İngilizlerin İskenderun'u işgal etmeğe hakları yoksa da Halep çevresindeki ordularını beslemek için İskenderun'dan faydalanmak istemeleri de haklı bir istek mahiyetindedir. Mütarekenamedeki bir hayli maddeleri tadil ederek, vaktin darlığından dolayı bize yalnız 'şifahen (ağızdan) izahat ve teminat' veren İngiliz delegesinin bu 'centilmenliğine karşı' bir karşılık olmak ve 'Yunanistan'ın faaliyet sahasına çıkarılmamasını' temin etmek üzere İskenderun limanından İngilizlerin erzak ve saire taşımak için istifade etmelerine ve İskenderun-Halep yolunu tamir edebilmelerine müsaade etmekte bir mahzur görmüyorum. Bununla iskenderun liman ve şehrini terk etmiş olmuyoruz. Askerî ve mülkî hükûmetimiz yine yerli yerinde kalacaktır. Keyfiyeti kendi tarafınızdan İngiliz Suriye ordusu kumandanlığına bildiriniz.''

Bu emri Mustafa Kemal'in aklı almaz. Hemen cevap verir: ''Halep çevresindeki ordularını beslemek için İngilizlerin İskenderun'dan istifade etmek istemeleri haklı değildir. İngilizlerin eline geçen Halep şehrinde milyonlarca erzak olduktan başka, mütarekenin 21 inci maddesine göre Halep'te İngiliz ordusuna beslemece yardım etmek lâzım gelirse, pek çok erzak bulunan Kilis ve Antep taraflarından kendilerine istedikleri satılabilir. Sizi temin ederim ki maksat Halep'teki İngiliz ordusunu beslemek değil, İskenderun'u işgal etmek ve İskenderun-Kırıkhan-Katma yolu ile hareket ederek yedinci ordunun ricat hattını kesmek ve bu orduyu, Musul'da altıncı orduya yaptıkları gibi, teslim olmaktan çekinemez bir vaziyete sokmaktır. İngilizlerin Ermeni çetelerini bugün İslâhiye'de harekete geçirmiş olmaları da bu zannın yanlış olmadığını gösterir. İngiliz delegesinin centilmenliğini ve buna karşılık göstermeği 'idrak ve takdir nezaketinden mahrum' bulunduğumu arz ederim. Yunanistan'ın faaliyet sahasına çıkarılmaması ile İngilizlerin İskenderun-Halep yolunda yerleşmelerindeki mantıkî münasebeti anlıyamadığım gibi bu hususta müsamahayı da pek mahzurlu görüyorum. Onun için meseleyi sizin tarafınızdan İngiliz Suriye ordusu kumandanına bildirmekte mazurum. İskenderun'a her ne sebep ve bahane ile asker çıkarmağa teşebbüs edecek İngilizlere ateşle karşı konulmasını ve yedinci orduyu da, bugün bulunan hatta pek zayıf ileri karakol tertibatı bırakarak kuvvetlerini, Katma-İslâhiye istikametinde hareket ettirip Kilikya sınırları içerisine geçirmesini emrettim.

''İngilizlerin aldatıcı muamele, teklif ve hareketlerini İngilizlerden fazla haklı ve nazik ve buna karşılık gösterecek emirleri tatbik etmeğe yaradılışım müsait olmadığından, hâlbuki Başkomutanlık Erkân-ı Harbiyesinin içtihadına uymadığım takdirde birçok ithamlar altında kalmaklığım tabiî bulunduğundan kumandayı hemen teslim etmek üzere yerime tayin buyuracağınız zatın sür'atle gönderilmesini rica ederim.''

Bu telgrafın üstünde ''aceledir'' ve ''tehir eden idam olunur'' işaretleri vardır.

İngilizlere ateşle karşı koymak? Sadrazam ve Başkumandanlık Erkân-ı Harbiye Reisinin ve hükûmetinin aklı başından gider. 6.11.1918'de Grup Kumandanlığına bir telgraf gelir. Bunda silâh kullanma emrinin hemen geri alınması, mütarekenamenin tatbikinde zorluklar çıktığı, fakat bu zorlukları kabul ettiren şeyin gaflet değil, ''kat'î mağlubiyetimiz'' olduğu bildirilmekte ve siyasî teşebbüslerde bulunulduğu da ilâve edilmektedir. Telgrafta, ''grubun kaldırılması,karargâha Dördüncü Ordu Karargâhı unvanı verilmesi muvafık görüldüğü, fakat vazife başında bulunanların bundan kaçınmıyacaklarına güvenildiği'' de bildirilmektedir.

Mustafa Kemal'in 7.11.1918 tarihli cevabında şöyle denilmektedir: ''İskenderun'a çıkacaklara ateşle karşı konulması hakkındaki emrimin maddesi şudur: İngilizlerin muhtelif bahanelerle yedinci ordu kıt'alarını müşkül vaziyete sokmak istediklerini anlıyorum. Buna meydan vermemek üzere Üçüncü Kolordu İskenderun'a kuvvet çıkarılmasını, Yirminci Kolordu için beşinci maddede zikrolunan harekât nihayet buluncaya kadar icap ederse ateşle men edecektir. Bu harekât nihayet bulmuş olduğundan silâh kullanma hakkındaki emrin de tatbik edilmesine lüzum kalmamıştır.''

Telgrafta Mustafa Kemal siyasî teşebbüslerde bulunulduğu fıkrası ile hemen hemen alay eder: ''Mazhar-ı eltaf-ı süphâniyye olmanızı tazarru ederim'' der. Karargâhtaki görevine devam etmesi fıkrasına da, şu kâhince cevabı verir: ''Cephedeki hareketlerin tarafımdan ifasında izhar buyurulan emniyetin samimiyetine şüphe etmem. Bu samimiyet ve teveccühe itimadımın derecesi, memleketin kurtulması için uhde-i âcizaneme muhavvel vazifelerin tatbik-i filiyatında sübut bulacaktır.'' Devletin durumu hakkındaki ihtarları aynı telgrafta şöyle karşılamıştır: ''Bugünkü vaziyetin nezaketini bütün mahiyeti ile takdir edebileceğimde tereddüt etmeniz kadar beni müteessir edecek bir şey olamaz. Vazife yaparken yalnız memleket selâmetini hedef edinen icraatımın ve bunun lüzum gösterdiği ricalarımın su-i telâkkiye uğramamasını rica ederim.''

Mustafa Kemal'in sezindiği tehlikelerde nasıl doğru gördüğü hemen meydana çıkmıştır. 8.11.1918 tarihli bir telgrafı ile İzzet Paşa şunları bildirmektedir: ''Bugün Britanya hükûmeti tarafından aldığı emir üzerine Visamiral Galtrop İskenderun şehrini, General Allenby tarafından bildirilecek müddet içinde teslimini talep etmiş ve kabul olunmazsa generalin şehri cebren işgal edeceğini bildirmiştir. Bu bapta mütarekenamenin yedinci, onuncu, on birinci maddelerine göre şehrin teslim teklifine hakkı ve selâhiyeti olduğu ve harbe devam etmekten mutlak surette âciz bulunduğumuza göre güç hâl ile akdettiğimiz mütarekenin İskenderun şehri için feshedilebileceği, onun için teklifin kabul edilmesi zarurî olduğu ilâve edilmektedir.''

Telgrafta Mustafa Kemal'i sinirlendiren bir fıkra şudur: ''İskenderun limanından ve Halep şosesinden istifade edebilecekleri teklif edilmiş iken böyle 'dehşetli' bir cevap karşısında kalmaklığımıza da İtilâf devletlerinin ilk müracaatlarına tarafınızdan sert ve soğuk cevap almalarının da 'dahl-i küllisi' olduğu 'kaviyyen mehluz' olduğundan 'ibraz-i fütur' etmemek şartı ile bu aczimizin dikkatte bulundurulması lâzımdır.''

Mustafa Kemal'in sadrazama mütareke defterindeki son şahsî cevabı şu olmuştur: ''İskenderun limanından ve Halep şosesinden istifade etmeleri hakkında İtilâf devletlerinin ilk müracaatlarına tarafımızdan sert ve soğuk cevap verilmiş olduğu telâkkisinin sebebi anlaşılmamıştır. Bilâkis oradaki kumandanımızın İngilizlere cevapları çok nazikâne olmuştur. İngilizlerin 'dehşetli' bulduğunuz en son müracaatlarının sebeplerini başka yerde aramak lâzımdır ve tedricen bütün memleketimizi istilâ etmeğe kadar varacak olan böyle 'dehşetli' müracaatların tekrarlanacağına şüphe olmadığından, asıl sebeplerin muhakeme edilmesi lüzumunu arz etmeği vazife addederim. İngilizlerle akdolunan mütarekenin imza altındaki şekli devletin sıyanet ve selâmetini muhafaza eder mahiyette değildir. Bu mütareke maddelerinin, müphem ve şümullü medlûllerini bir an evvel tesbit etmek lâzımdır. Yoksa İngilizlerin tekliflerine bugüne kadar olduğu gibi mukabele edilmekte devam olunursa, şimdi Kilis - Payas hattına kadar olan araziyi isteyen İngilizlerin yarın Toros'a kadar olan Kilikya mıntakasını ve daha sonra Konya - İzmir hattının işgali gibi tekliflerin birbirini takip edeceği ve ordumuzun kendileri tarafından sevk ve idare, hatta vükelâmızın Britanya hükûmeti tarafından intihap edilmesi gibi teklifler karşısında kalmaklığımız ihtimalden uzak değildir. Aczimiz ve zaafımız derecesini pek iyi bilirim. Bununla beraber devletin yapmağa mecbur olduğu fedakârlığın derecesini de tayin ve tahdit etmek lâzım geleceği kanaatini muhafaza ederim. Yoksa Almanya ile ittifak hâlinde sonuna kadar harbe devam edilerek büsbütün bozguna uğradığımıza göre, İngilizlerin elde etmek istediklerini onlara kendi yardımımızla bahşetmek, tarihte Osmanlılık için, bilhassa bugünkü hükûmet için pek kara bir sayfa vücuda getirir. Vatanın âkibeti ile endişeli olmaktan mütevellit ve samimî olduğuna şüphe edilmemek lâzım gelen işbu mütalâalarımın münakaşa mahiyetinde telâkki edilmemesini rica ederim. Bilhassa sizce yakından malûm olmuştur ki, âcizleri her ne hâl ve her ne vasıfta bulunursam bulunayım doğru olduğuna kani bulduğum ve icap edenlere bildirilmesini memleket selâmeti icabı saydığım içtihatlarıma bağlı kalmaktan nefsimi menetmeğe muktedir değilim.''

Mustafa Kemal ondan sonra İstanbul'a gelecek, Anadolu'da İstiklâl Mücadelesine başlamak fırsatını bekliyecektir. Mütarekenin o ilk günlerinde olduğu gibi, kendisine hâkim olan başlıca fikir elde kalan silâhları ve kuvvetleri mümkün olduğu kadar içeriye alarak saklamak ve ilk ayaklanmada kullanmaktır. Bütün komutan arkadaşlarına bunu tavsiye eder. Mustafa Kemal'a göre İngiliz adaları halkı yeni bir harbe tutuşmağı istemez. İngilizlerin esas menfaatlerine dokunulmadıkça, Anadolu'da bir mukavemet hareketine girişilebilir. Mustafa Kemal bunu Hürriyet ve İtilâf hükûmetlerine de telkin etmiştir. Onlar sadece gülmüşlerdir.

Görülüyor ki o daha ilk günden bir ''dayatmacı'' idi. Yukarıdaki tartışmalara özel önem verdiğim için bu hatıralar içine katmış değilim. Fakat umutsuzlar ve bitkinler ruhu ile, vatan için ve şeref için en kötü şartlar içinde dahi daima yapacak bir şey olduğu düşünüşünden ve duyuşundan ayrılmıyan dayatışçılar ruhu arasındaki farkı göstermek istedim.

Eğer bu dayatışçılık ruhu olmasaydı Fransızlar güney vilâyetlerimize yürüdükleri zaman, kendiliğinden karşı koyucu halk hareketleri olabilir miydi? Yunan istilâsına karşı da, hiçbir komutasız, önceden ve arkadan tertipsiz, ayaklanmalar olur mu idi?

İzzet Paşa istifa edeceği zaman Mustafa Kemal'in İstanbul'da bulunması doğru olacağını kendisine yazar. O da İstanbul'da krizli günler geçirildiğini anlıyarak, komuta ettiği grup da kaldırılmış olduğu için, İstanbul'a hareket etti. 19 Kasım 1918'de İstanbul'dadır. 19 Mayıs 1919'da Samsun'a ayak basacaktır. Aradaki altı ayı İstanbul'da nasıl geçirmiş olduğunu bana anlatmıştı. Kurtuluş tarihimizde bu altı ayın büyük önemi vardır.

Mustafa Kemal'in harbe girilmesine karşı olduğu, Enver'le ve İttihatçılarla durmadan savaştığı bilindiği için, ne henüz iktidarı almamakla beraber asıl gücü ellerinde tutan Hürriyet - ve - İtilâfçıların, ne de İngilizlerin ondan bir şüpheleri yoktu. Tam fırsat gelmedikçe sırlarını tutmayı ve sabırlı olmayı bilen de bir adamdı.

İstanbul'da önce İzzet Paşa'nın kaldığı sadrazam konağına gitti. Kendinden dinlediğine göre çekilmenin sebebi bir haysiyet meselesi idi. Mustafa Kemal bunu doğru bulmadığı, yeni sadrazam Tevfik Paşa'nın hükûmet kurmasını önlemek ve İzzet Paşa'nın tekrar iktidara gelmesini sağlamak için çalışmanın doğru olacağı fikrinde olduğunu bildirdi. Bu fikrini kabul ettirmiş, hatta yeni bir nazırlar listesi de hazırlanmıştır. Hemen Meclis üyeleri ile buluşma ve görüşmeler yaptı. Harpten kalma Meclis henüz dağılmış değildi. Tevfik Paşa'ya güvenoyu verileceği gün sivil esvapla Meclise gitti. Birtakım milletvekilleri düşünüyorlardı ki eğer güvensizlik oyu verirlerse Meclis dağıtılabilir. Fakat güvenoyu vermekle vakit kazanılıp belki faydalı işler de yapılabilir. Hâlbuki Meclis zati dağıtılacaktı. Dağıtacak olan da Tevfik Paşa idi. Ama Meclisi dağıtabilmek için önce ondan güvenoyu almalı idi. Ayaküstü bir sürü tartışmalardan sonra önemli sayıda milletvekilleri bir salonda toplandılar ve Mustafa Kemal'i de çağırdılar, Mustafa Kemal aydınlatıcı açıklamalar yaptıktan sonra güvensizlik oyu verilmesini tavsiye etti. Hazır bulunanlar teklifini kabul ettiler ve dinleyiciler locasında oyların sayılmasını beklerken, Tevfik Paşa'nın çoğunlukla güvenoyu aldığını öğrenerek şaştı, kaldı.

Evine döner dönmez saraya telefon ederek padişahtan bir görüşme izni istenmesini söyledi. Maksadı kendisi ile açık görüşmek ve en iyi tedbirleri almasına yardım etmekti. Padişah cuma selâmlığına gelmesi ve kendisi ile orada görüşeceği cevabını verdi. Hemen konuşmak mümkün olmamıştı. Cuma günü namazdan sonra Vahidüddin, Mustafa Kemal'i yanına aldı. Hayli uzun görüştüler. Fakat Mustafa Kemal istediklerini söylemiye fırsat bulamadı. Tam bir önsöz yaparken padişah konuşmayı keserek:

- Ordunun komutan ve subaylarının seni çok sevdiklerinden eminim. Bana teminat verir misiniz ki onlardan bana bir zarar gelmiyecektir?

- Ordu tarafından aleyhte harekete ait duyduklarınız var mı, efendim?

Padişah gözlerini kapadı, olumlu olumsuz bir şey demedi, Mustafa Kemal cevap verdi:

- Gerçi ben İstanbul'a geleli ancak birkaç gün oldu. Buradaki hâli yakından bilmiyorum. Fakat ordu komutan ve subaylarının zat-ı şahanenize karşı bulunması için hiçbir sebep olabileceğini sanmıyorum. Onun için temin ederim ki hiçbir fenalık beklemeyiniz.

- Yalnız bugünden bahsetmiyorum. Bugünden ve yarından!

Padişah bir karar vermiş olmalı idi. Ayağa kalktı ve şu sözlerle buluşmaya son verdi:

- Siz akıllı bir komutansınız. Arkadaşlarınızı tenvir (aydınlatmak) ve teskin (yatıştırmak) edeceğinizden eminim.

Çok umutsuzca, fakat üzüntüsünün sebebini pek de anlıyamıyarak yanımdan çıktı.

İki gün sonra Meclis dağıtılmıştı. ''Şişli'deki evimde vaziyeti düşünüyordum. İstanbul sokakları İtilâf askerlerinin süngülü askerleri ile dolu idi. Boğaziçi, topraklarını sağa sola çeviren düşman harp gemileri ile mavi suları görünmiyecek kadar örtülmüştü. Herkes ancak gündelik ihtiyaçları için evlerinden çıkıyor, yollarda hatır ve hayale gelmiyen hakaretlere uğramamak için caddelerin duvar diplerinden büzülerek, eğilerek ve korkarak gelip gidiyordu. Her türlü ihtiyatlara rağmen her türlü saldırış ve sataşma sahneleri gene eksik değildi. Koskoca İstanbul ve yüz binlerce halkın sesleri kısılmış bir hâldeydi. Çok şaşılacak şeydir ki ayaklar altında çiğnenen bu şehirde hâlâ bir saltanat, bir hükûmet, bir varlık bulunduğunu sananlar vardır.''

Bir gün anasının Akaretler'deki evinde iken kapıyı İtalyan askerlerinin zorladığını haber verdiler. Arama yapacaklardı. Aşağı indi, kendisinin kim olduğunu söyliyerek, yukarı çıkmamalarını istedi. Mustafa Kemal'in pek sinirli olduğunu gören subay:

- Biz böyle emraldık, dedi.

- Size bu emri veren kimdir?

- Kumandanımız!

- Kumandanınızdan size emir almıya çalışırım. O zamana kadar siz olduğunuz yerde kalınız.

Subay nazik davrandı. Evde telefon olmadığı için bir köşe yukarda oturan bir general arkadaşının apartmanına koştu. İtalyan temsilciliğini aradı, başına geleni anlattı, bir müddet sonra kendisine ''Affedersiniz, bir yanlışlık olmalı... askerlerin başındaki subayı çağırırsanız emir verilecektir,'' dediler. Subay geldi, konuştular ve evi zorlamaktan vazgeçtiler. Ertesi günü de Şişli bölge komutanından, bu eve kimse dokunamaz, diye yazılı bir kâğıt getirdiler. Birkaç gün sonra İtalyan olmıyan bir asker takımı gene eve geldi. Mustafa Kemal yoktu. Kendilerine kâğıdı gösterdiler. Askerlerin başındaki subay, ki İngilizdi, İtalyan belgesini yırttı ve bütün evi aradı.

Bu sıralarda Mustafa Kemal'in başından bir ticaret ve bir gazete macerası geçiyor: Ordular Grubu Kumandanlığından İstanbul'a geldiği zaman bazı ahbapları bakmışlar ki Atatürk'ün üç beş bin lira tasarrufu var:

- Artık bir vazifeniz yok, böyle arkası gelmiyen masrafa dayanılmaz, paranızı bir ticarete koysak, demişler.

- Ama ben ticaret bilmem ki...

- Bilmenize hacet yok, efendim. Mesele, A... Beyefendiye sizin bu ehemmiyetsiz paranızı kabul ettirebilmekte. Ondan sonra paranız kendiliğinden işler, durur.

Söyleyen eski bir ahbabı. A... Beyefendi de tanımadığı bir İstanbul kibarı. Kendi kendine, öyle ya topu topu birkaç bin lira var, anamın sandığında duracağına A... Beyefendi kim ise, onun sermayesi içinde dönüp çoğalsa hiç de fena olmaz, diye düşünür. Ahbabı:

- Dün hatırıma geldi de A... Beyefendiye danışmadan size geldim. Onun razı olacağını söyleyemem. Çok büyük işler görür. Bunlar arasında birkaç bin liranızla alâkadar olacağını tahmin etmiyorsam da bu defa görüşür, tanışırsınız... Pek hoşsohbet bir zattır da...

A... Beyefendi akşam meclislerinden birine davet eder. Mustafa Kemal yanına Fethi Bey'i alarak gider. Niyeti beyefendi lütuf buyurursa, Fethi Bey'in tasarrufunu da kendi parasına katarak ''nemalandırmak''tır.

İstanbul tarafında bir konağa girmişler. Sofra, yemekler, salon hepsi yerinde. Beyefendi Bâb-ı âli uslûbu ile sohbetler açar, terbiyeli konuşur, pek nezaketli dinler, ticaret ve para gibi bahislere tenezzül edip dokunmaz bile! Mustafa Kemal içinden, galiba bizi beğenmedi, paramızı kabul etmiyecek, diye kaygılara bile düşer. Bir aralık, hani bizim mesele, der gibi ahbabına göz ucu ile işaret eder. Ahbabı sonunda güçlükle meseleyi açar, beyefendi yarı dinler, yarı dinlemez:

- Hele paşa hazretleri yazıhaneye teşrif etsinler de... gibi yarım ağız bir vaitte bulunduktan sonra felsefeye mi, politikaya mı, bir kibar bahse daha geçer.

Gece geç vakit konaktan çıkmışlar. Mustafa Kemal yolda Fethi Bey'e:

- Nasıl? demiş.

- Nesi nasıl? İş nedir? Ne verilecek? Ne getirecek? Bir şey söylemedi ki...

- Tuhafsın Fethi, adamın nezaketine, kibarlığına baksana... Kendisinden böyle adî şeyler sorulur mu hiç?

- Ben bilmediğin işe senetsiz kontratsız on para koymam, der.

Mustafa Kemal, inatçılığı yüzünden, arkadaşının böyle bir fırsatı kaçırmasına onun hesabına esef eder ve ertesi sabah anasının da:

- Ne yapacaksın yavrum? Sakın paranı elinden kapmasınlar? gibi ihtiyatlı sözlerine karşı da, âdeta beyefendi hesabına sıkılarak parasını alıp götürür. Yaveri Cevat'ın galiba yüz elli lirası birikmiş. O da rica ederek bu sermayesini komutanının parasına katmış. Yolda Mustafa Kemal'in korkusu, ya kabul buyurmazsa? Yazıhaneye gitmişler. Beyefendi Mustafa Kemal'in zarfını almış:

- Bir defa saysanız...

"Sözüne değer mi?" gibi bir yarı gülüşle baktıktan sonra kasasını açmış, içine atıvermiş.

Binlerce liranın eksik olup olmadığını bile merak etmiyecek kadar kibar olmak için kim bilir ne kadar zengin olmalı, diye düşünen Mustafa Kemal, sermayesinin de konduğu ticaret işinin teferruatı üzerine konuşmaktan bile sıkılmış. Çıkıp gitmişler.

Nihayet işi ahbabından sorabilmiş. O da bir incir meselesinden bahsetmiş. İzmir'den bir yelkenliye konacakmış. Bir yere götürülecek, satılıp bir şeyler alınacak. O İstanbul'a gelecek, karma karışık, dolambaçlı bir iş ama, ahbabı:

- Büyük kâr böyle olur. Yüzde ikiden, yüzde üçten ne çıkar? Bir iki dönüşte konan para iki misline çıkmalı ki bir şey anlayasınız.

Bir iki dönüşte iki misli, üç dört dönüşte dört misli, Mustafa Kemal anacığına alacağı evi hayalinde bir iyi döşemiştir bile!

Günler geçer. Yelkenli bu, gün ölçüsüne gelmez. Haftalar geçer, Mustafa Kemal Fethi Bey'e bir sorayım, der o soğukkanlı ve realist:

- Ne yelkenlisi, ne inciri birader... Mükemmel dolandırdılar seni... derse de, atlas döşeli kupa, sofra üstündeki kristal kadehler, yaldızlı koltuklar, sonra beyefendinin para zarfını şöyle kasaya doğru atışı gözü önünde canlanan Mustafa Kemal arkadaşına kızar:

- Sen de hep böylesin. Her şeyin fena taraflarını bulursun, diye sinirlenip yine ahbabı ile soruşturur.

Yanlış bir limana mı gitmişler, yoksa incirde kurt yokmuş da var diye rüşvet mi istemişler, boşalmış da yerine yükleneceği mi beklemekte imişler, her görüşmede yeni bir havadis! Hatta hepsinin beyefendide telgrafları var.

Bir gün bütün cesaretini toplayıp beyefendiye gider. Aaaa... Sanki hiçbir şey yok. Adamcağız masanın başında, eski hal, eski düzen... Büyükdere Postası sekiz on dakika rötar yapmış gibi bir şey... Mustafa Kemal, zahir büyük tüccarlık bu, hiç tecrübem olmadığı için ben telâşlanıyorum galiba, diye ayrılıp yine beklemeye koyulursa da içine nihayet bir şüphe de girmiş. Ha geldi ha gelecek günlerinde Sultanahmet meydanının deniz görür bir köşesinde zavallıya o gün ikindiye doğru enginde görünecek yelkenliyi bile gözetletmişler.

Tabiî sizin de anlıyacağınız üzere en sonunda tekne batmış!

Cevat ne kadar olsa küçük subay, parasız. Yüz elli lirasını kaybetmeyi bir türlü içine sindiremediğinden bir gün beyefendiyi köprü üstünde sıkıştırır.

- Buraya bak, ben paşa değilim, ya şimdi paramı verirsin, ya seni köprüden aşağı atarım, demiş ve sermayesini kurtarmış.

Mustafa Kemal, o güzel tatlı anlatışı ile bu ticaret macerasını ara sıra tekrarladığı zaman, hâlâ maaş artıklarından birikme parasına içi yanardı.

Bir müddet sonra İstanbul'da bir gündelik gazete meselesi ortaya çıkar. Gazetenin başında Fethi Bey var. Mustafa Kemal, az da olsa, sermaye koyanlar arasında.

Bu yeni ticaret büsbütün tatlı. Yazacaksın, yazdıracaksın, fikir kavgaları yapacaksın, üstelik para da kazanacaksın.

Gazete müşterisi nedir? Bir gazeteyi alanlardan yüzde kaçı ciddî yazı okur, yüzde kaçı meraklı havadisler ve tefrikalar peşindedir, Mustafa Kemal'in bunlar hakkında hiçbir fikri yok. O sanıyor ki o günkü gazetelerde Fethi Bey'den daha akıllı başyazar mı var, kendisinden daha iyi polemik ilhamları kim verebilir, o hâlde bu gazetenin sürümü de hepsinden daha yüksek olması pek tabiî değil midir? Birçok fikir adamları ve yazarlar bu hataya düşmüşlerdir ve imzalı makalelerinin bir gazeteyi, ne kadar sürdüreceği sualini kendilerine sormamışlar, sonra bir gazete yazıcılığının özellikleri üzerinde de durmamışlardır. Biz okurlarımızla konuştuklarımızı birbirine karıştırırız. Konuştuklarımız seviyece, zevkçe aşağı yukarı bir ayarda olduklarımızdır. Bunlar, çok defa, gündelik gazete bile okumazlar. Beğendikleri gazete en az, ele alamadıkları gazete ise en çok satar. Evet, gazetecilik de bir ticaret ama, bir fikir adamı için dahi incir üzüm alışverişi kadar anlamadığı bir ticaret!

Mustafa Kemal de, gazetesini evinde okur. Pek hoşuma gider, herkesin elinde görmek sevincini tatmak için erken sokağa çıkar. Ne kimsenin elinde, ne de satıcıların ağzındadır. Böyle bir gazete çıktığından sokaktaki, tramvaydaki ve vapurdaki şehirli habersiz görünür. Hâlbuki Mustafa Kemal meclislerinin hepsinde herkesin gazeteden haberi vardır.

Gazete teknesi, incir teknesi kadar da dayanmaz. Bütün komutanlık hayatından nesi kalmışsa, o da en çok sürülmemesi için hiçbir sebep olmıyan bu gazetede eriyip gider.

Mustafa Kemal'in ne saray ne hükûmetten umudu kalmamıştı. Tanıdıklarını ve bildiklerini arayarak veya kendini arıyanlarla buluşarak, bu gidişle vatanın hayrına herhangi bir barış elde etmek ihtimali olmadığına göre, bir millî dayatma hareketinin hazırlığına geçiyor. Ne yapabiliriz? Fikir yoklamak üzere konuştukları arasında yakın arkadaşları, eski İttihatçılar, Hürriyet - ve - İtilâfçılar, işgal kuvvetleri ile birlikte çalışanlar da vardır. Bir gün Fethi Bey ve dört arkadaş ihtilâlci bir komite kurmaya bile karar verdiler: Padişahı değiştirmek, hükûmeti devirmek, yeni bir hükûmetle daha azimli hareketlere başvurmak gibi tedbirler üzerinde konuşulduğu sırada dört kişiden biri, İsmail Canbulat (1) eğer hareket başarısızlığa uğrarsa yedek olarak kalması daha doğru olacağını söyliyerek özür diledi. Fethi ile bir göz danışması yaptıktan sonra Mustafa Kemal: ''Beyefendinin katılmıyacağı bir hareket akıllıca da olmıyabilir. Onun için cemiyeti hemen dağıtalım,'' dedi. Öyle yaptılar ve Canbulat izin alıp gittikten sonra kalanlar cemiyeti yeniden kurmuş oldular.

Günler geçtikçe Vahidüddin'i öldürmekten veya değiştirmekten, hükûmeti düşürmekten bir şey çıkmayacağını düşündüler. Yenileri de düşmanın süngüleri karşısında kalmaktan kurtulamıyacaktı. Mustafa Kemal kararını vermişti: ''Uygun bir zaman ve fırsat kollayarak İstanbul'dan kaybolmak, basit bir tertiple Anadolu'nun içine girmek, bir müddet isimsiz çalıştıktan sonra millete felâketi haber vermek!''

İçinde sakladığı bu sırrı vakit gelmedikçe kimseye açmadı. Böyle bir karar vermemiş gibi buluşma ve konuşmalara devam etti. Bir gün İsmet Bey'i evine çağırdı. İsmet Bey (İnönü) barış konferansı için askerî hazırlıklar komisyonunda çalışıyordu. Mustafa Kemal masanın üstüne bir harita açtı: ''Meselâ," dedi, "hiçbir sıfat ve yetkim olmaksızın Anadolu'ya geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak için en elverişli bölge ve beni o bölgeye götürecek en kolay yol hangisi olabilir?''

İsmet Bey harita üzerinde derin derin düşündükten sonra:

- Yollar çok, bölgeler çok, dedi.

Atatürk bu hazırlık günleri için bana demişti ki: ''Düşünebilirsiniz ki verilmiş bir kararım varken onu niçin hemen tatbik etmiyorum? Hemen söylemeliyim ki ağır ve kat'î bir kararın doğruluğuna inanmak için vaziyeti her köşesinden ele almak, incelemek lâzımdır. Bir karar tatbik edilmiye başlandıktan sonra, keşke şu tarafını da düşünseydik belki bir çıkar yol bulurduk, yeniden bunca kan dökmeğe lüzum kalmazdı, gibi kaygılara yer kalmamalıdır. Böyle bir kaygılanma karar sahibini yaptığının doğruluğundan şüpheye düşürür. Bundan başka beraber çalışacak olanlar, yapılandan başka bir şey yapılmak ihtimali kalmadığına inanmalı idiler. İşte benim mütareke devrinin beş altı ayını İstanbul'da geçirmekliğimin sebebi budur. Bu geçirdiğim zamanın bir kısmını da hazırlıklara ayırdım. Fikir hazırlıkları, seferberlikte davul zurna çalarak asker toplamak gibi olmaz. Alçak gönüllülükle çalışmak, kendini silmek, karşısındakilere samimî bir kanı vermek şarttır.''

Anadolu'ya geçen komutanlarla ilgilenmekte idi. Kulağından rahatsız olduğu günlerde eski arkadaşı Ali Fuad Paşa (Cebesoy) onu hasta yatağında görmeye geldi. Ulukışla taraflarından Ankara'ya alınmak üzere yirminci kolordu komutanlığına atanmıştı. ''Bu kolordunun başında bulunmalısın. Bundan sonra önemli şeyler olacaktır. Kolorduna hâkim ol. Çevrene emniyet ver. Hele halk ile yakından ilgilen!'' dedi.

Mustafa Kemal'le konuşanlar arasında Anadolu'ya gitmek sergüzeştini tehlikeli bulanlar az değildi. İngilizlere güven verebilsek, yahut Fransızları kazanabilsek veya İtalyanlarla iyi geçinmek yollarını arasak, gibi umutlara kapılanlar hâlâ vardı. Meselâ bir söylentiye göre İngiltere elçiliğinin papazı, ki Fru adı ile duyardık, padişahla görüşmek istemiştir, ona şu veya bu türlü teminat vermiştir. Hemen etrafa bir ferahlıktır gelir. İstanbul her gün bu türlü avutucu kulak haberleri ile çalkalanmakta idi. Bir gün harpte tanıdığı bir otel müdürü Mustafa Kemal'e geldi. Fethi de yanında idi: ''Ben yabancılarla temastayım. Size ne kadar önem verdiklerini de biliyorum. İngiliz elçiliğinde bir mösyö sizinle görüşmek istediğini bana birkaç defa tekrar etti. İster misiniz, sizi bizim evde buluşturayım?''

Fethi, kabul et, der gibi baktı. ''Konuşalım," dedi. "Fakat isteyen o ise...''

Bir hanımın salonunda Fransızca görüştüler. Papaz Fru Türkiye'nin yaptığı kötülüklerden söz açtı. Eğer hepsi bilinse medeniyet dünyasının bu memleketi belki de büsbütün ortadan kaldıracağını söyledi. Mustafa Kemal: ''Bu hanımla kocası sizin benimle görüşmek istediğinizi ve böyle bir buluşmanın faydalı olacağını söylediler. Bunları anlatmak için mi beni aradınız?'' dedi. ''Önce İttihat - ve - Terakki'nin cinayetlerini tasdik etmelisiniz!'' dedi. Mustafa Kemal İttihat - ve - Terakki'nin pek çok kusurları olabileceğini, fakat vatanseverliğinin her türlü tartışmalar üstünde olduğu cevabını verdi ve bu adamın kendini niçin aramış olduğunu bir türlü anlayamazdı. Neden sonra, Kuvay-ı Milliye'nin başında iken bu papaz Antalya'ya gelerek, Mustafa Kemal'in kendisinden İstanbul'da, gene görüşelim, diye ayrıldığını söyleyerek bir buluşma aradı ise de kapı dışarı edilmiştir. Yabancılarla bu temaslar onun tanıdıklarından birçoğunun anlayışlarından uzaklaştırdı. Bana demişti ki: ''Benim kanaatim o idi ki ve daima o oldu ki insan diye yaşamak istiyenler, insan olmak vasfını ve gücünü kendilerinde görmelidirler. Bu uğurda her türlü fedakârlığa göğüslerini germelidirler. Yoksa hiçbir medenî millet onları kendi sırasında ve safında görmek istemez.''

İstanbul'daki İtilâf devletleri temsilcilerinin, politikacı, hatta askerlerinin anlamıya çalıştıkları şey, Türkiye'de bütün memlekete nüfuzunu geçirebilecek bir teşkilât olmasına ihtimal var mıdır, böyle bir teşkilât varsa başına geçebilecek şahsiyetler kimler olabilir, meselesi idi. İttihat - ve - Terakki'yi hiç hatırlarından çıkardıkları yoktu. bir gün bir başka tanıdığı, bir İtalyan şahsiyetinin kendisi ve Fethi Bey'le görüşmek istediğini haber verdi. Beyoğlu'nda Bonmarşe karşısında bir İtalyan mimarının evine gittiler. Gelen adam, Türkiye'nin dostu olduğundan, hükûmetin zaafı yüzünden memleketin kötüye doğru sürüklendiğinden bahsederek, Mustafa Kemal ve Fethi'ye yeni bir hükûmet kurabilecek teşkilât ve adamları olup olmadığını sordu. Mustafa Kemal ilk tanıştığı bir yabancıya açılmaktan çekindi. Fethi, belki de kendilerine verilen önemi boşa çıkarmamak için, kuvvetli olduklarını ve güçlü arkadaşları da olduğunu söyledi. ''O hâlde kendinizi göstermelisiniz,'' dedi.

Niçindi bu buluşma ve soruşturma? Her hâlde İtalyanların bir başka maksatları olmalı idi. Arkadaşlar arasında bu maksadın Antalya ve çevresinden başka İzmir ve çevresine de hâkim olmak olduğuna karar verdiler. İzmir ve hinterlandını Yunanlılara bırakmamak! Bu İtalyan Arnavut asıllı bazı İttihatçılarla da görüşüyormuş. Onlara şöyle bir sır da emanet etmiş. İzmir ve hinterlandını Yunanlılara işgal ettireceklerdir. Türkiye şüphesiz bunu istemez. İtalya da aynı kaygıdadır. Onun için İzmir ve çevresinde Yunan işgaline karşı silâhlı teşkilât yapmalıdır. Eğer karşı konulamazsa hiç olmazsa dost İtalya tercih edilmelidir. Bu iş için İtalya istenildiği kadar silâh ve cephane verecekmiş. Bu teklifi dinliyenler arasında akla yakın bulanlar, hatta İtalyan gemileri ile İzmir'e giderek taraf toplamıya çalışanlar bile olmuş. Gene onlar böyle bir teşkilâtın başına geçerek adamı da seçmişler: Mustafa Kemal! İtalyan şahsiyetine de adını haber vermişler ve Mustafa Kemal'in bu işi yapacağını da kendisine söylemişler. Asıl görüştükleri Comte Sforça (1) idi. Mustafa Kemal'e meseleyi ''İtalyanların Türklere doğrudan doğruya yardım edecekleri'' yolunda anlatmışlardı. Mustafa Kemal, İtalya'nın böyle bir şey yapacağına inananları pek saf bulmakla beraber, mademki buluşma gününü bile kararlaştırmışlardı, gidip konuşmakta bir sakınca görmedi. Bu bir acı hatırası idi. Bana şöyle anlatmıştı: ''Buluşma saatinde Comte Sforça'nın çalışma odasında bulunuyordum (2). Çok terbiyeli ve nazikti. Evimi basan İtalya askerlerinin geri çağrılması için temsilciliğin nasıl yardım ettiğini hatırlattım.

- Ekselans, dedi, herhangi bir tehlike karşısında elçiliğin emrinize hazır olduğunu ben de söyleyebilirim, dedi.

Yıldırımla vurulmuşa döndüm. Üzüntümü saklamak için kendimi güç tuttum. İtalyan tebaası (uyruk) mı olmuştum? Dedim ki:

- Beni buraya önemli bir meseleden bahsetmek için siz davet etmişsiniz. Bu önemli şeyi dinlemek istiyorum.

Bir an durdu: 'Ha', dedi, 'buluşmamızı sizin de tanıdığınız arkadaşlarınız istediler. Öyle pek önemli bir mesele bahis mevzuu (konusu) değildi.'

- Öyle ise fazla rahatsız etmeyeyim, dedim ve kalktım.

Bir millet esirliğe düşünce milletten olan herkes nasıl bir hiç olur. Ben bu yabancının evinden çıkarken, bütün uşakların arkamdan güldüklerini duyar gibi oluyordum. Caddenin kalabalığı arasında kendimi kaybetmeye çalıştım ve beni buraya sürüklemiş olanlara küstüm. Bununla beraber bu zat, ilk sözünün benim üstümdeki tesirini görünce, bana bütün o tasarılarından bahsetmemek inceliğini göstermişti.''

O sırada İstanbul'da birçok kimseleri, İngilizlerin emri ile hapse atmışlardı. Fethi Bey de bunlar arasında idi. Mustafa Kemal arkadaşını ve tanıdıklarını görmek üzere polis müdürlüğüne gitti: ''Dam katına çıktık. Etrafıma baktım. Bir dar koridor üzerinde karşılıklı ufak odalar! Görünüş heybetli idi. Sadrazamlar, nazırlar, bütün Osmanlı 'rical-i mühimmesi' ve bazı tanınmış gazeteciler. Ne kadar derin düşüncelere daldım. Canımın yandığı şu idi: Bu kimseler arasında hesap sorulması lâzım gelenler vardı. Fakat hesap soran millet değildi. Bilakis milleti daha ağır felâkete sürükliyen insanlardı. Ben de o günlerde bazı takiplere uğrar gibi olduğumu hissettim. Ne azledilmiş, ne tekaüt olmuş, ne de açığa çıkarılmıştım. Resmî vaziyetim üzerimde idi. Harbiye Nazırlığı yaverimi, otomobilimi almış ve tahsisatımı kesmişti. İktidarda bulunanlardan böyle bir hareket beklemiyordum."

Bu nereden geldiği henüz belli olmıyan bir baskı idi. O tarihlerde General Allenki İstanbul'a gelmişti. Bir gün Harbiye Nazırını ve Kurmay İkinci Başkanını karşısına alarak cebinden çıkardığı bir not defterinden bazı şeyler not ettirmek ister. Nazır ve İkinci Başkan konuşmaya kalkınca da:

- Sizi görüşmek için değil, bazı arzularımı söylemek için kabul ettim, der.

"İşte o buluşmada Allenki Altıncı Ordu Kumandanlığına benim tayin olunmaklığımı tavsiye eder. Gideceğim yerin neresi ve alacağım vazifenin ne olduğunu ve ne vaziyette kalacağımı bildiğim için hemen reddettim. Yaver, otomobil ve tahsisat meselesi bu vak'aya bağlı olsa gerekir."

Mustafa Kemal'i niçin tutmamışlardı? İzzet Paşa'dan sonra sadrazamlığa gelenlerle, durmadan değişen kabinelerdeki nazırlar onun hakkında şöyle bir anlayışta idiler: Mustafa Kemal Talât ve Enver paşaların ve umumî olarak İttihat - ve - Terakki'nin muhalifi idi. Bu sebeple kendi taraflarına kazanılabilirdi. Kendisi ile bu yolda yakınlık kurmak isteyenler de olmuştu. Meselâ sarayın, Damat Ferit'in ve İngilizlerin başlıca adamlarından Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey! Evine kadar gelip kendisi ile görüştü. Arkadaşlarına görüşmeden memnun kaldığını da haber verdi. Mustafa Kemal'in İstanbul'dan çıkıncaya kadar Hürriyet - ve - İtilâfçıları oyaladığı meydandadır. Bu oyalama onun en elverişli yolda Anadolu'ya geçmesi için de faydası büyük olacaktır. Hürriyet - ve - İtilâfçılar arasında ona güvenmek doğru olmadığı inancında olanlar da vardı. Hoca Zeynel Abidin bunlardan biridir. Bir gün:

- Siz ondaki o gök gözleri görüyor musunuz? Eline fırsat geçerse ne halife bırakır, ne padişah, demişti.

Koca ve kara kafa haklı idi. İyi ki ona inanmamışlardı.

Harp Divanının başında pek açık Arnavut şivesiyle bir sakallı paşa. Savcı bir Rum. Azadan biri Ermeni. Eski Yozgat Mutasarrıfı Kemal, Boğazlıyan Kaymakamı iken tehcir facialarına sebep olduğu için yargılanmakta. Tanıkları toplıyan, hazırlıyan, getirip götüren de patrikhane.

Ermeniler Büyük Ermenistan'ın, birtakım dünkü Türkler bu Ermenistan yanında Kürdistan'ın, Rumlar İzmir'in, Trakya'nın ve Karadeniz kıyılarında Pontus Krallığının peşinde. Anadolu eşrafı, Hristiyanların ve Hürriyet - ve - İtilâfın curnalları ile koğalanma altında. Tabiî kimse de şerefini, canını gelen gidene kahve gibi ikram etmez. Yakalanmıyanlar ya gizlenmişlerdir, yahut silâhlanarak dağa çıkmışlar, çiftliklerine çekilmişlerdir. Kuvay-ı Milliye'nin ilk kaynağı.

İstanbul'da tutmak, hapse atmak, sürmek, hatta asmak kolaydır ama Anadolu'da ''Ferman padişahın, dağlar kim silâhını kapmış, çalı dibi seçmişse onundur.'' Hristiyan çetelere karşı Türk çeteleri çıkmış, baskın, pusu, vuruşma ve kaçışma, hele Karadeniz kıyılarının bazı bölgelerinde bir boğazlaşmadır gider.

Acaba Hristiyan azlıklar, nerede biraz Hristiyan topluluğu varsa orada Türk devleti varlığının tehlikede olduğuna Türkleri büsbütün inandırmakla iyi mi etmekte idiler? Ermeni tehciri faciasının sebebi de bu değil miydi? 1914'te çar Rusyasının ısrarı ile doğru Anadolu'ya gelen bir yabancı umum müfettiş Türklere, Doğu Anadolu'nun da, Rumeli gibi vatandan kopmak üzere olduğu korkusunu vermemiş miydi?

Osmanlı saltanatından yeryüzünde hiçbir kuvvetin hesap soramıyacağı çağlarda, dinleri, dilleri ve kiliseleriyle çepçevre Müslümanlık ortasında yaşayabilen, Ortaçağdan yirminci asra kadar gelebilen Hristiyanlık, bu korku yüzünden değil midir ki nihayet Anadolu'da son yuvasına kadar dağılmıştır?

Bu sıralarada gazetelerde ilk defa ''Trabzon Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti'' başlıklı bir havadis çıkıyor. Cemiyetin maksadı basit: ''Vilâyetimizin hukuk-ı milliyesini muhafaza etmek için Rum ve Ermeni teşebbüsatına karşı sulh konferansı nezdinde müdafaatta bulunmak.'' Trakya da böyle bir cemiyet kuracaktır.

İstanbul etrafında Hristiyan haydut çeteleri var. Bunlardan biri Erenköy tarafında bir köşkü basarak içindekileri balta ile boğazlamıştır. Şehirde polis Hristiyanların saldırılarına uğramaktadır. O kadar ki İngilizler, bir bildiri ile herkesi Türk polisine itaate çağırmak zorunda kalmışlardır. Yüreklerine ve parmaklarına güvenen Türkler, akşam karardıktan sonra evlerine dönecekleri zaman, tabancalarını dış ceplerine yerleştirmekte ve kenar sokaklara emniyet tetiklerini hazırlıyarak girmektedirler. Ara sıra evine gittiğim bir ahbabım: ''Sakın karanlıkta beni seçersen selâm vereyim, deme! Bir telâşa gelir'' diyordu.

Nihayet Hürriyet - ve - İtilâfçıların istediği olmuştur. İlk Damat Ferit Paşa hükûmeti iktidara geliyor. Gerçi padişah kendisine ''Hasis ve sefil bir hiss-i menfaat ve intikam ile hükûmet etmiyeceğinizi ümit ederim'' diyor. Fakat Hürriyet - ve - İtilâfçılar gazetelerinde ve toplantılarında ''Harp ve tehcir mesulleri cezalandırarak İtilâf devletlerini samimiyetimize inandırma'' bahanesi altında vatansever ve milliyetçi şöhretleri tasfiye etmek meselesini büsbütün kızıştırmışlardır. Nitekim Damat Ferit'in yeni Divan-ı Harp'i zavallı Kemal'i idama mahkûm eder. Boğazlıyan kaymakamı sigarasını içerek, büyük bir soğukkanlılıkla sehpaya gider ve idam fermanını sükût ve saygı ile dinler: ''Evlât ve iyalimi millete emanet ediyorum'' der ve ''Yaşasın millet!'' diye haykırarak can verir.

Kemal'in cenazesi, İstanbul milliyetçiliğinin, bilhassa gençliğin iç isyanını göstermeye fırsat olmuştur. Tıbbiyeliler, cesaretle öne atılmışlardır. İç çözülüş, bu türlü heyecanlı hâdiselerde, bir duraklama geçirir. Bir dik bayır üstünden yuvarlanış, hiç olmazsa bir müddet bir çalıya tutunur.

Su ile zeytinyağı ayrılır gibi, bu idamı haklı bir ceza sayan saray ve işgal takımı ile, onu cinayet sayan milliyetçiler ve halk takımı birbirinden ayrılmıştır.

Damat Ferit hükûmeti, Anadolu'da Türklerle Hristiyanlar arasındaki çatışmaları ''nasihat heyetleri'' göndererek yatıştırmaya da kalkar. Bu heyetlerde şehzadeler ve Rum patrikhanesi temsilcileri de vardır. Dahiliye Nazırı:

- Patrikhaneyi memnun etmek için elimizden gelini yapıyoruz, der.

Anadolu ''şerir''lerinin, Anadolu'da bir harekete önayak olabileceklerin yakalanmaları hakkında emirler gider, havadisler gelir. Bütün bu kaynaşmalar, İzmir işgali hazırlıklarının bittiğini göstermekte idi.

Havada bir titreme var. Bir türlü sahi olabileceğine inanmıyoruz. Fakat vapur güvertelerinde ve kamaralarda Rumlar, bize yan yan bakarak ve sözlerinin işitilmemesine dikkat ederek konuşuyorlar. Yüzlerinden sevinç akıyor.

Ajansların getirdiği Avrupa edebiyatı kötü mü kötü. Damat Ferit Divan-ı Harp'i milliyetçi Türkler için neyse, büyük devletlerin yüksek meclisi bütün Türkler için öyle bir mahkeme.

Ah Pierre Loti Paris gazetelerinden birine bir mektup yazmaz mısın? Kaleminin renkli mürekkebini gönül yaşlarımıza katmaz mısın? Sen olmazsan Claude Farrere! Vay Times'ın bir köşesinden Ağa Han! Umutlarımız bunlar.

16 Mayısta Yunanlılar İzmir'e, 19 Mayısta Mustafa Kemal Samsun'a çıkacaktır.

16 ve 19 Mayıs

Bu ikisine bir de 16 Martı eklemeliyim. Tuhaf kader cilveleri vardır. Eğer Lenin çarlığı yıkmasaydı ve Rusya zafer gününe erişse idi, İstanbul Rus olacaktı. İnsanın acaba bir İstanbul köşesine Lenin'in büstünü koysak mı, diyeceği gelir. Eğer Yunan ordusu 16 Mayıs 1919'da İzmir'e çıkmasaydı, bizim büyük devletler cephesine karşı bir savaşa girişmemiz pek güç, belki imkânsız olacağına şüphe yoktu. Dağdan haydutlar inerek vatanı kurtarma savaşına katılacaklar, Anadolu'nun bütün dağınık dayatış kuvvetleri artık ortaklaşa bir savaş amacı bulacaklardı. 16 Martta İngilizler İstanbul'u işgal edince de, Anadolu İstanbul'dan büsbütün koparak tam beş hafta sonra, 23 Nisanda Ankara'da yeni Türk devletinin temelleri atılacaktı.

Özel notlarımın arasındaki bir hikâye, tarih kitaplarında çocuklarımızın okumakta olduklarını bir hoş tamamlamaktadır. Bu notlar, işgal gecesi Harbiye Nezaretinde nöbet tutan muharebe memurunun anlatışı üzerine hazırlanmıştır: ''Gece yarısından sonra muharebe makinesinin tıkırtısı ile uyandım. Durmaksızın 'acele' işaretiyle Harbiye Nezaretini arayan makinenin başına geçtim:

- Neresi orası? diye sordum.

- İzmir! cevabı geldi.

Ne istediklerini sorunca, Kolordu Askerlik Dairesi Reisi Süleyman Fethi Bey'in Harbiye Nazırı paşa ile makine başında hemen konuşmak istediği cevabını verdiler. Telefonla Harbiye Nazırının evini buldum. Haberi verdim. Nazır paşa hemen geleceğini söylemiş. İzmir'e bildirdim.

Çok geçmeden önde Harbiye Nazırı Müşir Şakir Paşa, arkasında büyük Fevzi Paşa (Çakmak), küçük Fevzi Paşa (Ahmet Fevzi) içeri girdiler. Nazır yanımdaki iskemleye oturdu. İzmir'i buldum. Harbiye Nazırı, kollarını muhabere masasının üstüne dayamış, ben verilen haberleri yazdıkça, okuyordu. İzmir haberi şöyle idi: 'Paşam, İzmir limanına girip demirliyen İtilâf donanması amirali Caltrop, mütarekenamenin 7 nci maddesine göre İzmir istihkâmlarının teslimini istedi. Karaburun'dan gelen haberlere göre körfez dışında asker dolu birçok Yunan nakliye gemileri beklemektedir. İstihkâmları biz verir vermez Yunanlılar işgal edecekler. Halk galeyandadır. Müsaade ederseniz biz bu isteği reddederek elimizdeki kuvvetlerle İzmir'i müdafaa edeceğiz. Kuvvetimiz de buna elverişlidir. Ferman sizindir.'

Şakir Paşa bu notu okur okumaz ayağa kalktı ve:

- Haydi evlâtlar, Allah muvaffakıyet versin, Tanrı yardımcınız olsun, dedi ve yaşlı gözlerini silerek bana:

- Onlara bu sözlerimi yaz, dedi.

- Paşam, sözlerinizi bir kâğıda yazınız da tekrar edeyim, dedim.

Kâğıda yazmak sırası gelince toplandılar. 'Nasıl olur da mütarekenamenin 7 nci maddesinin tatbik edilmesine karşı koyarız?' meselesi çıktı.

Şakir Paşa: 'İzmir'i Yunanlılara teslim etmek olur mu?' diyordu.

Küçük Fevzi Paşa: '7 nci madde meydandadır. Şayet Yunanlılar İzmir'e çıkacak olurlarsa, Bab-ı âli vasıtasıyla protesto ederiz' diyordu.

Nihayet Şakir Paşa, sapsarı kesilmiş bir hâlde, benden yana döndü ve sinirden titreyen elindeki kalemiyle eski notu silerek şunları yazdı ve imzaladı. Sonra bana bakarak:

'Oğul bunu yaz, innâ lillâh ve innâ ileyhi râciun' dedi.

Yazı şu idi: Amiral Caltrop'un mütarekenamenin 7 nci maddesine istinaden vuku bulan talebini yerine getiriniz. Ben Bab-ı âli'ye gidiyorum, lâzım gelen teşebbüsatta bulunacağım.''

Yunanlıların İzmir'e çıkışı üzerine mânevi çözülüş devri, birdenbire, bütün halk yığınlarının, iyi ruhlu halk evlâtlarının yüreğinden kopan:

- Hayır, sesiyle sona erer.

Nihayet sonu ölüm de olsa, gidilecek bir yol var. İzmir işgali, sanki bu göz gözü görmez, gönül gönüle ulaşmaz kaos içinde, Türklüğü bir kara ve dipsiz batağa gömüle gömüle boğulup gitmekten kurtarmak için, gökten bir Tanrı eli gibi uzanmıştır.

Gerçi ilk acı, Türk bayrağının kırmızı rengini karaya çevirtecek, bütün sokaklar bir cenaze arkasından kopan ağlayışlar ve çığlıklarla inliyecek, her şeyin bittiği duyguyu verecek bir yanıp yakılış gibi idi.

Böyle bir umutsuzluk hâlinin kurtarıcı iradeler kaynağı olabileceğini hemen tahmin etmek kolay değildi. Ama böyle hâller fertler gibi toplumları da son karara doğru sürükleyebilir. Nitekim hepimiz İzmir taraflarından ufak tefek çarpışmalar haberlerinden bile hemen umuda kapılıyoruz. Sadece bir şeref borcu ödemek için de olsa bir dövüşme istiyoruz. Şu Anadolu baştan başa ayaklansa ve seller gibi İzmir'e doğru aksa... İzmir Anadolu toprağından değil de, etimizden ve canımızdan kopuyor sanki...

İzmir etrafında telgrafhanelere koşuşan halk, aç susuz, İstanbul'dan, saray ve Bab-ı âli'den haber beklemekte... 19 Mayısta ise Damat Ferit hükûmeti büsbütün Hürriyet - ve - İtilâfçı bir karakter almıştır. Yeni Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa müstesna! Çünkü o politika ile uğraşmayan sade ve mütevazı bir askerdi.

Rum ve Ermeni gazetelerinin neler yazdıklarını tercüme ettirip okumayı bile göze alamıyorduk. 20 Mayıs tarihli bir Türk gazetesinde çıkan şu satırlara bakınız: ''İzmir'i kaybettik. Halkı avutmaya lüzum yok. Yarın İstanbul'u da kaybedince yine bağırıp çağıracak mıyız? Buna ne hakkımız var?''

Yani hepsi cezamız. Bütün millet el birliği ile bir cinayet işlemiştir. Bütün millet, devletini, hürriyetini, vilâyetlerini vererek ve hiç ses çıkarmayarak bu cinayetinin cezasını ödemeye razı olmalıdır.

23 Mayısta halk, kapkara Türk bayrakları ile, kadınları, çoluk çocukları ile Sultanahmet meydanına doğru aktı. Kürsü üzerindeki siyah çarşaflı kadın hayaletleri ve siyah bayrak, o günlerin iki sembolü olarak kalmıştır.

Divanyolunda bir kenarda duruyordum. Meydandan gelip caddeyi tıkayan gürültülü halk kalabalığı, birden, eğer bir mahşer varsa tıpkı o kaynayışla, ilâhi bir cezbeleniş içinde kendinden geçti:

- Padişahım... Padişahım, diye haykırıyorlardı.

Tahtını sarayını bırakıp artık kendilerine katılmaya gelen Vahdettin'in otomobilinden inerek önlerine geçtiğini sanıyorlardı. Padişahın aynı selâmlıktaki üniformalı resimlerine benziyen bir adam, ta önde, heyecandan sapsarı, Beyazıd meydanına doğru yürüyordu.

Bakışlarda, seslerde, çırpınışlarda öyle bir çılgınlık vardı ki, nereye gitse gidecekler, ne istese yapacaklardı. Sanki padişah milleti bir mucizeler ve tılsımlar yerine doğru sürüklüyordu. Fatihlerin, Yavuzların evlâdı, nihayet:

- Artık yeter, demişti.

''Padişahım... Padişahım...'' bağrışanlar, düşüp bayılanlar, çiğnenenler, bir tersin yüze veya bir yüzün terse çevrilişi gibi, her insan kendi kendisinin başkası idi.

Zavallılar, Şevket Turgut Paşa'yı Vahdettin'e benzetmişlerdi.

Kalabalık Harbiye Nezaretinin, kapanan dış kapısı önünde durdu. Padişah bir şey söyliyecekti. Bir emir verecekti. Onun sesini duyacaklardı. Bir yaver, Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa'nın kendilerini sükûnetle dağılmaya davet ettiğini söyledi. Kıpkırmızı ateş suya düştü ve kömür rengi bağladı.

Mustafa Kemal'i daha önce Anadolu'ya ''sürmeğe'' karar vermişlerdi. Enverci harp suçlusu ve İttihatçı değildi ama, tekin de değildi. Çalmadığı kapı yoktu.

Bir gün Harbiye Nazırı Şakir Paşa kendisini çağırdı, yanına gittiği vakit bir tek kelime söylemeden önüne bir dosya uzattı:

- Bunu okur musunuz? dedi.

Mustafa Kemal dosyayı baştan sona gözden geçirdi. İtilâf makamları tarafından verilen raporların özeti şu idi: ''Samsun ve çevresinde birçok Rum köyleri her gün Türklerin saldırısına uğramaktadır. Hükûmet bu barbarca saldırıların önüne geçememektedir. Oraların emniyet ve huzurunu temin etmek insanlık namına borcumuzdur.'' Raporlar İstanbul hükûmetine verilirken bir de ültimatomsu protesto eklenmiştir: ''Eğer siz âciz iseniz, bu vazifeyi biz üstümüze alacağız.'' Dosyayı okuduktan sonra Harbiye Nazırının yüzüne baktı.

- Emriniz paşam?

- Bu böyle midir sanırsınız?

- Sanmıyorum, ama bir şeyler olmak ihtimali vardır.

Nazır asıl konuya geçti:

- İşte, dedi, böyle midir, değil midir, önce bunu meydana çıkarmak için oralara bizim gidip tetkikler yapmamız lâzım. Ben Sadrazam Paşa (Damat Ferit) ile görüştüm. Sizi münasip gördük. Gider ve meselenin ne olduğunu anlarsınız.

- Memnunlukla giderim. Ancak ben oraya Türkler Rumlara zulmediyorlar mı, etmiyorlar mı, yalnız bunu anlamak için mi gideceğim?

- Evet, dedi, konuştuğumuz bu!

- Pekâlâ, yalnız eğer izin verirseniz memuriyetime bir şekil vermek lâzım. Sizi üzmiyeyim, arzu ederseniz, Erkân-ı Harbiye Reisinizle (Kurmay Başkanı) görüşerek bunu tesbit edelim.

- Hay, hay, dedi.

Mustafa Kemal, Kurmay Başkanı Fevzi Paşa'yı (Çakmak) aradı. Yerinde yoktu. Yirmi günden beri hasta olduğu için gelmemekte olduğunu söylediler. Meğer General Allenki İstanbul'a geleceği vakit Harbiye Nazırı gidip karşılamasını söylemiş. ''Ben bunu yapamam!'' demiş. ''Yapmak lâzımdır!'' cevabını da alınca: ''Hastayım evime gidiyorum!'' demiş. O günden beri de gelmiyormuş. Mustafa Kemal dairede İkinci Başkan Diyarbakırlı Kâzım Paşa ile karşılaştı. Harbiye Nazırının kendisine verdiği görevden bilgisi yoktu.

- İşte ben sana haber veriyorum, dedi.

Kâzım Paşa ile açık konuştu ve yeni durumdan olabildiği kadar çok faydalanmak gerektiğini anlattı. Kâzım Paşa:

- Ha... dedi, zaten ordu müfettişlikleri meselesi var. Sen de oralara bu sıfatla gidebilirsin.

Şakir Paşa ile gidip görüşen Kâzım Paşa'nın aldığı direktif şu idi: ''Maksat Samsun taraflarında Rumlara saldıran Türkleri yola getirmek, sonra Anadolu'da birtakım millî teşkilâtlanmalar oluyormuş, onları da ortadan kaldırmak! Mustafa Kemal'i bunun için yolluyoruz. Kendisine sadrazam paşa ile beraber bir selâhiyetname vereceğiz.''

- Onlar ne istiyorlarsa daha fazlasını da katınız. Yalnız bir iki noktayı ben not ettireyim.

Asıl önem verdiği yetki meselesi idi. Samsun'dan başlıyarak bütün doğu vilâyetlerinde bulunan kuvvetleri komutası ve bu kuvvetlerin bulunduğu vilâyetlerdeki valileri emri altına alabilmeli, bundan başka bu bölge ile herhangi ilgisi bulunan askerlik ve idare makamlarınca sözü geçmeli idi. Kâzım Paşa yüzüne baktı:

- Bir şey mi yapacaksın?

- Kulağını bana uzat, dedi... Evet bir şey yapacağım. Bu maddeler olsa da olmasa da yapacağım.

Anlaştıkları üzere yazılan talimatnameyi Kâzım Paşa nazıra götürdü. Döndüğünde söylediğine göre sadrazam talimatnameyi imzalamıyacakmış. Şakir Paşa da imzasını koymaktan çekinmiş ama ''Mühür basarım!'' demiş.

Mustafa Kemal mühürlü talimatnameyi cebine koydu.

Yetkisi büyüktü. ''Ne âlâ şey, talih bana öyle elverişli şartlar hazırlamış ki kendimi onların kucağında hissettiğim zaman ne kadar bahtiyarlık duyduğumu anlatamam. Harbiye Nezaretinden çıkarken heyecandan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum. Kafes açılmış, önümde geniş bir âlem, kanatlarımı çırparak uçmaya hazırlanmış bir kuş gibi idim.''

Dokuzuncu Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa karargâhına alacaklarını kendi seçti. Bunlar arsında Miralay (Albay) Kâzım Bey (Kâzım Dirik), Miralay Refet Bey (Refet Bele), Dr. Refik Bey (Başbakanlık eden Refik Saydam) vardı.

Sadrazam Damat Ferit Paşa'ya gitti. Pek güler yüzlü idi. Kendisinden çok şeyler beklediğini söyledikten sonra, her istediğinizi doğrudan doğruya bana yazabilirsiniz, dedi. Sonra Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey'i gördü. O da pek samimî davrandı. Uğradıklarından biri de İsmet Bey'di. Kendisinden hatıralarını İsmet Paşa başvekil iken almıştım. Bana yazdırdığı şu idi: ''Süleymaniye sokaklarından birinde hoş bir ev... Buraya vakitsiz ve teklifsiz gitmiştim. Ev sahibi geldi:

- Ne haber, ne haber... Bu ne baskın?

- Vaktim dar. Sana hikâyeyi kısaca söyleyeyim, dedim ve her şeyi anlattım:

- Ben yerleşinceye kadar sen de burada kalacaksın ve iş başladığı vakit yanıma geleceksin, dedim. İstanbul'da bulunduğum kadar benimle az alâkalı görünmesini de söyledim.''

Cümle bittikten sonra Atatürk yüzüme baktı: ''Sen benim tarihimi yazacak olanlardansın. İşin gerçeği, kendisinin benimle gelmesini istemiye gitmiştim.

- Yeni evlendim. Beni biraz rahat bırak, dedi.

Gelmek istemedi.''

Yıllar sonra bir yolculukta Tokat'a uğramıştık. Milletvekillerinden Mustafa'nın evinde idik. Sedat Paşa Kolordu Komutanı idi. Kuvay-ı Milliye'ye katılmadığı için emekliye ayrılacakken, Atatürk, İstanbul'da benim isteğimle kalmıştır, diye bir belge vermesi üzerine kurtulmuştu. Atatürk:

- Fena mı ettik? Ordumuza iyi bir komutan kazandırdık, dedikten sonra:

- Söz aramızda, İsmet de öyle değil mi? diye gülümsiyerek yüzümüze bakmıştı.

19 Mayısta Samsun'a hasta çıkan ve birkaç saatte bir sıcak bir banyo almak için dura dura büyük sergüzeşte doğru giden Mustafa Kemal, nihayet bir tertiple alabildiği ordu müfettişliği otoritesi ile, Hristiyanlara zulmeden Türk çetelerini ''tenkil'' etmeğe gitmek üzeredir.

İstanbul'dan son ayrılış hikâyesini, bana anlatmış olduğu hatıralarından dinleyiniz:

"Yunanlılar İzmir'e asker çıkarmazdan önce, galiba Mayısın 14 üncü günü, Sadrazam Damat Ferit Paşa'nın Nişantaşı'ndaki evine akşam yemeğine davetli idim. Belli saatte gittim. Benden başka henüz kimse yoktu. Kısa birkaç kelimeden sonra uzunca bir durgunluk devam etti. Kendisinde Harbiye Nazırı ile beraber gördüğüm zamanki samimîlikten eser yoktu. Benimle yalnız kalmaktan sıkılıyor gibi idi. Bir aralık saatine baktı: 'Acaba nerede kaldı?' 'Birini mi bekliyordunuz efendim!' 'Evet, Cevat Paşa Hazretleri gelecekti.' Gene sükût... Biraz sonra Cevat Paşa salona girdi. Hemen üçümüz beraber yemek salonuna geçtik. Sofrada çatal ve tabak tıkırtılarından başka ses yok. Üçümüz de susuyoruz. İçimden gelen suallere kendi kendime içimden cevap vermeğe çalışıyordum. Her hâlde benimle konuşacak bazı şeyleri olmalı idi. Belki de çok önemli meseleler vardır, sofradan sonraya saklıyordur, diyordum. Yemeğin sonuna yaklaşmıştık. Sadrazam Paşa kısa bir cümlesi ile beni vehimlerimden kurtardı. Cevat Paşa'ya ve bana bakarak:

- Yemekten sonra biraz görüşelim, dedi.

- Emir buyurursunuz!

Ortasında genişçe bir masa bulunan çok dar, fakat boş bir salon. Daha ayakta iken sadrazam dedi ki: 'Bir pafta getirsek de müfettiş paşa onun üzerinde izahat verse...' Kipert'in atlası geldi, Anadolu paftasını bulduk. Sadrazam Paşa'ya baktım, 'Ne cihetlerden izahat emir buyurulur' dedim. 'Meselâ,' dedi, 'Samsun ve havalisinde ne yapacaksınız?' Kelimeler âdeta ağzımdan dökülmeye başladı: 'Efendim,' dedim, 'İngiliz raporlarına göre Samsun ve havalisinde bazı karışıklıklar varmış... Biraz mübalâğalıdır, zannediyorum. Ne de olsa bunlar basit şeyler... Yerinde yapacağımız tetkikat ile hallederiz. Şimdiden isabetli bir şey söylememekten korkarım.' Cevat Paşa'ya döndü: 'Siz ne dersiniz?' Cevat Paşa pek tabiî bir tavırla: 'Öyledir efendim, bu gibi işler yerinde hallolunur.' Kanaat getirmemiş görülen sadrazamın kafasında daha büyük bir endişe, sual şekli arıyordu. Derken biraz heyecanlı bir sesle sordu: 'Pekâla, siz bana harita üzerinde nerelere kadar kumanda edeceksiniz, gösterir misiniz?' Vesveseye düştüğü noktayı hemen anlamıştım: 'Efendim henüz ben de pek iyi bilmiyorum, belki... Takriben... (Kipert'in küçük haritasına elimi koyarak) ihtimal şu kadar ufak bir parça...' diye bazı vilâyetleri gösterdim ve manalı bir tarzda Cevat Paşa'nın yüzüne baktım. Ben haritadan elimi kaldırırken o da ilâve etti: 'Efendim,' dedi, 'Paşa tabiî o bölgedeki kuvvete kumanda edecek... Zaten nerede ne kadar kuvvet kaldı ki...' Sözünü tamamlarken, vaziyetin hiç de önemli olmadığını anlatmak istermiş gibi, masadan uzaklaşır gibi oldu. İçimden Cevat Paşa'ya teşekkür ediyordum. Her birimiz birer koltuğa çekildik ve kahvelerimizi içmeye başladık. Damat Paşa ferahlamış gibi idi: 'Ne vakit hareket edeceksiniz?' 'Ne vakit emir buyurulursa... Ben hazırım, arzu ederseniz yarın veya öbür gün...' 'Zat-ı şahaneyi ziyaret ettiniz mi?' 'Hayır efendim,' 'Ziyaret etmeden mi gideceksiniz?' 'İrade buyurulmadı...' 'Ben iradei seniyeyi tebliğ ediyorum, yarın kendilerini ziyaret ediniz.' 'Peki efendim.'

Başka ziyaretlerde de bulunmak lâzımdı. Harbiye Nazırını, Sadrazamı, Dahiliye Nazırını aradım. Hiçbiri makamında yoktu. İçtima hâlinde imişler. En kestirmesi Bab-ı âli'ye gidip kendilerine haber vermekti. Beni sadaret bekleme salonuna aldılar. Benim geldiğimi duyan bazı nazırların da heyecanlı heyecanlı salona geldiklerini görerek, biraz şaşırdım. Mehmet Ali Bey beni meraktan kurtardı: 'Allah Allah ne küstahlık... İşittiniz mi efendim, Yunanlılar İzmir'e çıkıyor...' Bu sözleri Bahriye Nazırı teyit etti: 'Ya...' dedim, 'bu da mı oldu?' 'Evet...' Ben memleketin başına neler geleceğini tahmin etmemiş değildim, fakat kimseye anlatamamıştım. Nazırların telâşı karşısında ağlamak mı, gülmek mi lâzımdı? Kendimi tutuyordum. Fakat bu emrivaki karşısında ben 'Allah Allah...' demekten başka bir şey düşünemiyen bu nazırlara ibretle bakıyordum. İtidalden ayrılmamaya pek dikkat ederek: 'Ne yapmayı tasavvur ediyorsunuz?' diye sordum. 'Protesto edeceğiz!' cevabını verdiler. 'Bu lâzımdır, doğrudur. Ancak böyle bir protesto ile Yunanlıların İzmir'den geri çekileceklerine veya İngilizlerin onları geri çekeceklerine ihtimal veriyor musunuz?' Yüzüme baktılar: 'Fakat başka ne yapabiliriz?' 'Belki daha kat'î tedbirler düşünülebilir.' 'Meselâ... ne gibi?' O zaman bir ses, eğer yanlış hatırımda kalmamışsa, Mehmet Ali Bey'in sesi cevap verdi: 'Öyle hareketlere kalkarsak bize ne yaparlar, bilir misiniz?' Tabiî: 'Kalkar benim yanıma gelirsiniz!' diyemezdim. Avni Paşa'nın elini tuttum: 'Bizi Anadolu'ya götürecek vapur hazırdır, değil mi?' 'Çoktan tertip etmiştim. Bandırma vapuru emrinizdedir.' 'Doğrudan doğruya vapur kaptanına emir verebilir miyim?' 'Hay hay...' dedi. Yaverime seslendim, 'Paşa hazretlerinin bir emirleri var, not ediniz.' Yaverim kurşun kalemi ile Bandırma kaptanına bir emir yazdı, imza edilmek üzere Avni Paşa'ya uzattı.

Damat Ferit kabinesini bu perişanlık içinde bırakarak zat-ı şahaneyi ziyaret etmek üzere Bab-ı âli'den ayrıldım.''

Şimdi bir de Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı ile Osmanlı saltanatının son padişahı arasındaki ayrılış görüşmesinde bulunalım:

"Yıldız Sarayı'nın ufak bir salonunda Vahdettin'le âdeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağında, dirseğini dayamış olduğu bir masa ve üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi'ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu: Birbirine paralel hatlar üzerinde düşman zırhlıları! Bordalarındaki toplar sanki Yıldız Sarayı'na doğrulmuş! Manzarayı görmek için oturduğumuz yerlerden başlarımızı sağa sola çevirmek kâfi idi. Vahdettin hiç unutmıyacağım şu sözlerle konuşmaya başladı: 'Paşa paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir (elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilâve etti:) tarihe geçmiştir.' O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükûnla dinliyordum: 'Bunları unutun,' dedi, 'asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa paşa, devleti kurtarabilirsin!' Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimî mi konuşuyor? O Vahdettin ki ecnebi hükûmetlerin yüzüncü derece âletleriyle temas arayarak, devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu, bütün yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle bir tahminle başka bahislere girişmeyi tehlikeli addettim. Kendisine basit cevaplar verdim: 'Hakkımdaki teveccüh ve itimada arz-ı teşekkür ederim. Elimden gelen hizmette kusur etmiyeceğime emniyet buyurunuz.' Söylerken, kafamdaki muammayı da halletmeye uğraşıyordum. Çok iyi anladığım, veliahtlığında, padişahlığında, bütün his ve fikirlerini, temayüllerini tanıdığım adamdan nasıl yüksek ve asil bir hareket bekliyebilirdim? Memleketi kurtarmak lâzımdır, istersem bunu yapabilirmişim. Nasıl? Hemen hüküm verdim: Vahdettin demek istiyordu ki hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek mesnedimiz İstanbul'a hâkim olanların siyasetine uymaktır. Benim memuriyetim, onların şikâyet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer onları memnun edebilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri uslandırırsam, Vahdettin'in arzularını yerine getirmiş olacaktım. 'Merak buyurmayın efendimiz,' dedim, 'nokta-i nazar-ı şahanenizi anladım. İrade-i seniyeniz olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmıyacağım.' 'Muvaffak ol!' hitab-ı şahanesine mazhar olduktan sonra, huzurundan çıktım. Naci Paşa, padişahın yaveri, fakat benim hocam, derhâl benimle buluştu. Elinde ufak mahfaza içinde bir şey tutuyordu. 'Zat-ı şahanenin ufak bir hatırası' dedi. Kapağının üzerine Vahdettin'in inisiyalleri işlenmiş bir saatti: 'Peki, teşekkür ederim' dedim.

Sonra, sanki Yıldız Sarayı'ndan çıktığımızı ve hareket etmek üzere olduğumuzu gizlemek, saklamak ister gibi bir ihtiyatla, ayaklarımızın patırdısını işittirmekten korkarak saraydan uzaklaştık.''

Artık Şişli'deki evi bırakmak üzeredir. Bandırma vapuru Galata rıhtımında hazır. Otomobil kapı önünde. Tam o sırada Rauf Bey (Orbay) eve geldi ve Mustafa Kemal'i bürosuna götürerek, İngilizlerin ya hareketine izin vermiyecekleri, ya yolda vapuru batıracakları söylentisi dolaştığını haber verdi. Mustafa Kemal yıldırımla vurulmuşa döndü. Biri daha geldi, aynı haberi verdi. Bir an yalnız kalarak durumu düşündü. Şu anda düşmanların elinde idi. Ona her istediklerini yapamazlar mı idi? Ancak onun için artık yakalanmak, hapsolmak, sürülmek, düşündüklerini yapmaktan alıkonulmak, hepsi ölmekle birdi.

Hemen karar verdi. Otomobiline atlıyarak Galata rıhtımına geldi. Vapur uzakta idi. Sandalla gittiler.

Karadeniz boğazından çıktıktan sonra kaptana mümkün olduğu kadar kıyılara yakın gitmesini tavsiye etti. Bundan sonra Anadolu'nun bir kara parçasına ayak basmaktan başka kaygısı yoktu. Önce Sinop'a geldiler. Oradan Samsun'a kara yolu olup olmadığını sordu. Yokmuş. Çok zorluk çekecek, günlerce yollarda kalacakmış: ''Bilmem neden Samsun'a bir an önce varmak için o kadar acele ediyordum ki vakit kaybetmektense tehlikeye göğüs germeyi tercih ettim. Aynı tertipte yolculuğa devam ederek Samsun limanına ulaştık.''

LİDERLİĞE DOĞRU

Durum

Mustafa Kemal Samsun'a çıktığı vakit durum kötüdür. Çerkez Ethem ve Demirci Efe çeteleri batıda daha gelecek ay harekete geçecekler. Yunan yürüyüşünü aksatıcı bir dayatma henüz yok. İtalyanların Konya'da, Antalya'da, Akşehir, Fethiye, Afyon, Marmaris, Burdur, Bodrum, Milâs, Bucak ve Kuşadası'nda askerleri var. Sanki barış olup da nüfuz bölgelerinde iş görmeye sıra gelmiş gibi Antalya - Burdur - Bolvadin demir yolu için uzmanları ilk çalışmalar üzerinde. Fransızlar Kilikya'da ve güney bölgelerimize yerleşmekte. Rumlar nisbetsiz azınlıklarına rağmen Sivas vilâyetinin Amasya ve Tokat gibi sancaklarında bile yirmi bir çete ile harekete geçmişler. Maksat güvenlik olmadığını göstermek ve müdahale bahanesi yaratmak. İngiliz subayları ile o kadar sıkı temasları var ki Havza'daki alay komutanı bir taburla haydutları yakalamak için bir köyü abluka edince Merzifon'dan otomobilleri ile gelen İngiliz subayları hemen müdahale etmiştir. İstanbul hükûmetinin kaymakamı da Rum Margerit Efendi. Bağımsız Pontus hükûmeti kurma kışkırtıcılığı alabildiğine. Rusya'daki bütün Rumları getirip kıyı ve hinterlandı bölgesine yerleştirmek istediklerini gören Türk halkı da ayaklanmıştır. Bir sürü çete de onlardan. Doğuda Brest - Littowsk antlaşması ile aldığımız üç vilâyeti geri vermiştik. Kars ve Sarıkamış'ta on bin Ermeni askeri toplandığı haberi var. Arkalarında Batum'a giren İngilizler. İki İngiliz subayı Ermeni kuvvetlerinin başında Nahçıvan ve çevresi Türk köylerini almıştır. Fransız Cumhurbaşkanı Ermeni lideri Bogos Nobas Paşa aracılığı ile Ermeni generali Antran'ı kabul etmiştir. Ermenistan davacılarının hayalleri geniş: Yedi ilimizi alıp Kilikya'ya kadar uzanmak! İngilizler Van, Bitlis, Diyarbakır, Musul vilâyetlerindeki Kürtleri de kışkırtmakta. İstanbul'da bir dernekleri ve gazeteleri var. Babanoğulları ve Abdullah Cevdet gibi Osmanlı aydınları işin içinde. Hürriyet - ve - İtilâf Kürtlere otonomi verme yolunda bir protokol imzalanmıştır. Hiçbiri gizli de değildir. Biz Türkler her gün gazeteleri açtığımızda vatanımızın nasıl parçalanma yolunda olduğunu okuyoruz. Anadolu'nun ortasında, belki de denize yolu bile olmayan bir beylik olarak kalacağız.

Mustafa Kemal 22 Mayısta Samsun'daki İngilizlerle konuştuktan sonra İstanbul'a bir rapor gönderir. Bu raporda Samsun ve çevresi Rumları hırslarından vazgeçmedikçe yatışma olamıyacağını, Türklüğün yabancı mandasına katlanamıyacağını, millî hareketlere hak vermek gerektiğini bildirir. Oysa görevi baş kaldıran Türkleri ezmek ve susturmaktı.

Samsun'a gelince İngilizler kuvvetlerini arttırmışlar ve bir kısmını içeriye yollamışlardı. Bu hâl hem mütarekeye aykırı idi, hem de kendini güç duruma sokuyordu. 24 Mayısta karargâhını Havza'ya götürür. Sık sık sıcak banyo almasını gerektiren hastalığı için oranın hamamları faydalı da olmuştur. Mustafa Kemal üzerine İstanbul'a gelen haberler İngilizleri kuşkulandırır ve hükûmeti de telaşlandırır. Konya'dan İstanbul'a dönen General Milne, Mustafa Kemal'in görevleri ne olduğunu sorar. Geri çağrılmasını ister. Amiral Galthape de aynı istektedir. General Milne Erzurum'daki kolordunun silâh teslimi yapmadığından da şikâyetçi idi.

Haziranın ilk haftasında Harbiye Nazırı önemli meseleler görüşmek üzere İstanbul'a gelmesini yazdı. 18 Haziranda nazır bir telgraf daha gönderir: ''İngilizler o bölgedeki çalışmalarınızı iyi bulmadıklarından İstanbul'a çağrılmanızı istemişlerdir.''

21 Haziranda Kâzım Karabekir Paşa'yı onun yerine müfettişliğe atamak isterlerse de o bunu doğru bulmaz ve Mustafa Kemal Paşa'nın değiştirilmesi yerinde olmadığı cevabını verir. Sadrazama vekil olarak kabineye başkanlık eden Hürriyet - ve - İtilâfçı Mustafa Sabri Hoca, çağrılıp gelmediği ve halkı kışkırttığı için hemen azledilmesine karar verildiğini söyler. Bu arada hükûmet millî kurtuluş için yer yer kuruluşların telgraflarının alınmaması için postanelere emir verir. Mustafa Kemal de, bu emir milletin sesini boğmaktır, hemen geri alınız, der. Anadolu ve İstanbul arasında çatışma başlamıştır.

Artık toparlanmak sırası idi. Bütün dağınık ve kendi başlarına buyruk kuruluşları bir araya toplamalı, her toplanışa bir millî hareket karakteri vermeli, Mustafa Kemal de onun lideri olmalı idi. Mustafa Kemal adım adım, yoklıya kollaya bu isteğini iki üç ay içinde gerçekleştirmiştir. Bu iki üç ay içinde O, bir hayli bakımdan, büyük bir yalnızlık içinde ve içini açmadan ve dökmeden, gelecekte birçokları ile asla birlik olamıyacağı kimselerle çalışmak zorunda idi. 1907 ve sonrasında Selânik'te Yonyo açık sözcüsü ve isyancısı bütün güdüm cihazlarını eli altına alıncıya kadar bir sabır heykeli gibi katlanıcı, uzlaşıcı ve yer yer tavizci, ama hiç şaşmaksızın amacına doğru yürüyecekti. Profesör Pittard'ın eşi, romancı ve tarih yazarı Noelle Royer bir gün Atatürk'e bütün isteklerine ulaşma başarısının sırrını sormuştu:

- Durur, durur, dinlerim... dedi.

Sonra tekrarladı:

- Durur, durur, dinlerim. Ve sustu.

Sakarya zaferi tacını giyinceye kadar durup durup dinliyecekti: ''Ben herhangi bir işe giriştiğim zaman karşımdakinin ne yapabileceğini ve en kötü ihtimalleri düşünürüm. Ona göre tedbirlerimi alarak hareket ederim.'' İç dünyası hiç dışarı sızmamalı idi.

6 Haziranda 20 nci Kolordu Komutanı, eski arkadaşı Fuad Paşa Ankara'dan kendisine bir telgraf çekti. Rauf Bey'in (Orbay) geldiğini haber verdikten sonra Osmancık veya İskilip'te buluşalım, diyordu. Mustafa Kemal kendilerini Havza'ya çağırdı. Geldiğinden beri buranın ileri gelenlerini millî savunmaya hazırlamakta idi: ''Hiçbir zaman umut kesmiyeceğiz. Çalışacağız, memleketi kurtaracağız,'' diyordu. Diyarbakır bölgesindeki birliklerimizden alınarak Samsun'a götürülen binlerce tüfek mekanizmasına Havza'da el koymuş, askerî depodaki silâhları da evlere taşıtmıştı. Merzifon'da önemlice bir İngiliz birliği bulunduğundan Havza'da kalması da pek tekin değildi. Karargâhını Amasya'ya götürmeye ve arkadaşları ile toplantıyı burada yapmıya karar verdi. 13 Haziranda Havza'dan ayrılırken son bir konuşma yaptı: ''Bugün bir millet adamıyım. Bir üniformalı değilim,'' demişti. Askerlikten çekileceğini anlamakta, fakat halk yığınlarının paşa üniformasına ve padişah yaverliği sırmalı kordonuna ne kadar önem verdiğini de bildiğinden, liderliğe doğru yükselişinde, mümkün olduğu kadar uzun müddet bu rütbe ve sıfat otoritesini bırakmamak kararında idi.

Amasya toplantısının ve bu toplantıda alınan kararların millî kurtuluş tarihinde büyük önemi vardır. Arkadaşları ile konuşma saatlerce sürdü. 21/22 Haziran gecesi yaverine şu esasları not ettirmişti: "1- Vatan bütünlüğü, millet bağımsızlığı korunacaktır. 2- İstanbul hükûmeti bu görevini yapamadığı için milletimiz yokmuş yerine konulmaktadır. 3- Millet bağımsızlığını kendi kendine kurtaracaktır. 4- Milletin sesini dünyaya duyurmak için hiçbir baskı altında olmıyan bir millî heyet kurulmalıdır. 5- Sivas'ta en çabuk zamanda bir millî kongre toplanmalıdır. 6- Her vilâyetten üç delege seçilerek yola çıkarılmalıdır. 7- Delegelerin seçimi ve yolculukları gizli tutulmalıdır. 8- Şark vilâyetleri adına 10 Temmuzda Erzurum'da bir kongre toplanacaktır. O tarihe kadar öteki vilâyetler delegeleri de Sivas'a ulaşabilmişlerse, Erzurum kongresinin azaları da Sivas umumî toplantısına girmek üzere hareket edeceklerdir.''

Konya'daki kuvvetlerin başında bulunan Mersinli Cemal Paşa bu karara hemen katılmıştır. Ankara'daki kolordunun komutanı kararı hazırlıyanlar arasında. Yalnız Erzurum'daki Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir var: O daha önce Erzurum Kongresi'nin toplanmasında direndiği için üç arkadaş da bunu kabul etmişlerdir. Bundan sonra Amasya kararları her tarafta asker sivil makamlara bildirilmiştir.

Mustafa Kemal İstanbul'da çalışanlarla Anadolu'daki valilere ayrıca bildiriler yollamış, vatanın parçalanma tehlikesi karşısında millî savunma hareketlerinin hızla devam ettiğini, yalnız miting gibi gösterilerle hiçbir zaman kurtuluşa varılamıyacağını, bu kurtuluş sağlanıncaya kadar kendisinin Anadolu'dan ve milletten ayrılmıyacağını yazmış ve sonuna kadar bir millet ferdi gibi çalışacağına mukaddesatı adına söz vermiştir.

Amasya antlaşmasının hiç açıklanmıyan bir gizli maddesi vardır. Bu maddeye göre Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir, Fuad paşalarla Rauf Bey bir millî hükûmetin ilk kadrosu olarak tesbit edilmiştir.

Erzurum'a Doğru

Mustafa Kemal 23 Haziranda Tokat - Sivas yolu ile Erzurum'a hareket etti. İstanbul onu geri almakta direniyordu. Mustafa Kemal'i hiçbir sıfatla tanımamak için her yana emirler verilmiştir. Azlettiler, aldırış etmedi. Üstündeki resmi sıfatı millî kongrelerde liderlik otoritesini alıncıya kadar kendi üstünde tutmıya çalışacaktı. Zaafa düşenlere de durmadan umut ve yürek pekliği vermek lâzımdı. İstanbul'da Kuvay-ı Milliye öncülüğü yapanlar bile Urfa, Maraş ve Antep'i alan Fransızlara hoş görünmesini öğüt veriyorlardı. Mustafa Kemal: ''Fransızları hoş tutmakla ne kazanacağımıza akıl erdiremiyorum. Garp zihniyeti dalkavukluk ve riyakârlık, hele zulüm görmüş bir milletten gelirse, o milletin yaşamak hakkı olmadığına hükmeder. Tersine ahlâksızlık ve zulme karşı avazımız çıktığı kadar haykırmalıyız. Avrupa'ya yaşamıya hakkımız olduğunu anlatmalıyız. Sizler de bu yolda yürüyünüz,'' diye cevap veriyordu.

Refet (Bele) komutanlığını İstanbul'da İngiliz gemisi ile yerine gönderilmiş olana teslim ediyordu. Mustafa Kemal onunla hayli tartıştı. Refet:

- Almanya'ya karşı bizim de ihtiyatlı davranmamızı gerektirmez mi?

"Kararsız ve programsız hareketlerle maksada hiyanet ederiz," diyordu.

Yolda bir de Ali Galip hikâyesi vardı. İstanbul onu Mustafa Kemal'i yakalamak için yollamıştır. Fesatçı ve fırsatçı olduğu kadar korkak bir adam. Mustafa Kemal onu bile elde etmek için sabaha kadar dil döker. Bu yüzden uyumaz. Yanındakiler de uykusuzdur. Sabah bayram topları atılırken Sivas'tan yola çıkarlar. Geceyi Refahiye'de geçiren Mustafa Kemal ertesi gün uzun bir yürüyüşle Erzurum'a varmak ister. Yol bozuk. Yanlarına aldıkları yemekten üstelik ondan başka herkes hasta.

Çardak boğazından Fırat'ın yanından geçen şosa üzerine yamaçtan düşen bir metre kutrunda kaya yolu tıkamıştır. Arabanın geçmesine imkân yoktu. Yanlarına bir kazma almışlardı. İki kişi zorla bir geçit açabildiler. Mustafa Kemal eski açık bir arabada idi. Durmadan bozulur, şoför tamir etmek için uğraşıp durur ve yorgun argın arabayı sürerdi. Bu yüzden Erzurum'a varılamayacağı anlaşıldığından Erzincan'ı tutmak istediler.

Karanlık bastı. Çardak boğazından bir türlü çıkamamışlardı. Haziran olduğu hâlde çevrede kar vardı. Gece ilerleyince yolu da kaybettiler. Seller şosayı berbat etmişti. Arkada iki otomobil de yetişememişti.

- Geceyi olduğumuz yerde geçirelim, dedi.

Arabadaki battaniyeyi toprağa serdiler. Bu arkadaşının yatağı idi. Kendisi açık otomobilin içinde uyumıya çalıştı. Gün aydınlığında yeniden yola düzüldüler.

Kâzım Karabekir ve yanındakiler Mustafa Kemal ve arkadaşlarını karşılamak üzere Ilıcı'ya kadar gelmişlerdi. Söğüt ağaçları altında konuklara yorgunluk kahvesi ikram edilmişti. Sekiz on kişi kahve içerek konuşuyorlardı. Mustafa Kemal'in gözü Ilıca başındaki sırtlara ilişti. Sıcak yaz güneşi batmak üzere idi. Tam yolun geçtiği yerde, arkasını güneşe aldığı için, kaya renkli ve parıltılı, heykel gibi bir hayal. Gölge ve ışık oyunu. Yanındakilere gösterdi. Ufuk üzerinde yeni insan ve kağnı siluetleri. Aşağı doğru inen kervan yavaş yavaş söğütlüğe kadar geldi. Başlarındaki adam oturanların önemli kimseler olduğunu sezinerek elini göğsüne götürüp selâm verdi. Mustafa Kemal hatırını sordu:

- Ağa böyle nereden geliyorsun?

- Rus gelirken muhacir olmuştum. Çukurova'da idim. Şimdi köyüme dönüyorum.

Zaman kötü. Güvenlik yok. Böyle iken kışa doğru buralara neden geldiğini sorar:

Yoksa oralarda geçinemedim mi?

- Hayır paşa... Çukurova cennet gibi yer... Bize tarla da verdiler. Rahattık. Yalnız son günlerde bizim Erzurum'u Ermenilere vereceklermiş sözü çıktı. Geldim ki göreyim, kimin malını kime verecekler?

Mustafa Kemal yanındakilere:

- Bu milletle neler yapılmaz, dedi.

Erzurum'a geldikleri vakit Kâzım Karabekir Paşa, Refet Bey'den gelen bir telgrafı Mustafa Kemal Paşa'ya verdi. Bu telgrafta İstanbul'un Mustafa Kemal hakkındaki kararları bildirilmekte idi. Kararlardan biri de Mustafa Kemal imzalı hiçbir telgraf alınıp çekilmiyecekti. Refet Bey'e göre Mustafa Kemal askerlikten çekilmeli, Sivas'a da gelmiyerek Erzurum'da kalmalı idi. Mustafa Kemal:

- Ne yapmalıyız? dedi.

Karabekir:

- Üzülecek bir şey yok paşam. Üniformanızı çıkarsanız da mukaddesatım üzerine söz veriyorum ki size üstüm olduğunuz zamandan daha bağlı kalacağım, dedi.

Mustafa Kemal millî hareketin başı tanınacak ve orduya böyle tanıtılacaktı. İstanbul'dan Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa kendisine Mustafa Kemal yerine ordu müfettişliğini teklif ettiği vakit, ben Erzurum'dan ayrılamam, Mustafa Kemal'in de çekilmesi doğru olmaz, yolundaki cevabını da gösterdi.

Henüz bir halk temsilcileri toplantısı olmamıştı. Mustafa Kemal askerlikten çekilince, bizim şartlarımıza göre, hiçbir otoritesi kalmıyacaktı. Onun için kendine eşraf ve halk yığınları üzerinde nüfuz sağlıyan padişah yaveri kordonlu üniformasını mümkün olduğu kadar uzun müddet üstünde tutmak faydalı olacaktı. Halk devlete itibar edegelmiştir. Fakat askerlikten de kovulmak üzere idi. İster istemez istifa etti. Kovulma haberi de ondan sonra geldi.

Burada pek dramatik bir sahneyi anlatmak isterim: Mustafa Kemal, Rauf Orbay'la otururken müfettişlik Kurmay Başkanı Kâzım Bey'i (Dirik) bütün haberleşmelerde kâtip etmekte idi ve ölünceye kadar Mustafa Kemal'le birlikte kalacağına yemin edenlerdendi, yanlarına geldi, askerce bir selâm verdi.

- Artık görevime devam etmekliğim imkânı yok, izin verirseniz Kâzım Karabekir Paşa'dan vazife istiyeceğim. Dosyaları kime teslim etmemi emredersiniz? dedi.

Mustafa Kemal ve Rauf Orbay vurulmuşa döndüler. Mustafa Kemal hüzün dolu gözleri ile Kâzım Bey'e bakarak:

- Ya öyle mi efendim? Peki dosyaları Hüsrev Bey'e verirsiniz.

Kâzım Bey çalımlı çalımlı çıktı, gitti.

Kâzım Bey, Mustafa Kemal'in ta Rumeli'den tanıdığı idi. Sonra onu affetmiş ve Cumhuriyet devrinde kendisine İzmir Valiliği ve Trakya Umum Müfettişliği gibi görevler vermişti.

Mustafa Kemal Rauf Orbay'a döndü:

- Gördün mü, dedi, rütbe ve üniformanın ehemmiyeti yok mu imiş.

Biraz sonra Karabekir Paşa'nın geldiğini haber verdiler. Mustafa Kemal'in içinden üzüntülü bir şüphe geçti. Kâzım Karabekir:

- Kumandamda bulunan subay ve erlerin saygılarını sunmıya geldim. Siz bundan sonra da kumandanımızsınız dedi.

Mustafa Kemal, Karabekir'i kucakladı.

Kâzım (Dirik) Kuvay-ı Milliye günlerinde de güç duruma düştüğü vakit Mustafa Kemal tarafından tutulduğuna göre, yukardaki ayrılış ikisi arasında, Rauf Bey'den de habersiz, hazırlanmışa benzer. Çünkü Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir'e karşı ihtiyatlı davranmalı idi.

Kuvay-ı Milliye ve Cumhuriyet tarihinde Karabekir'in bir hayli adı geçecektir. Onun şimdiden kısa bir portresini çizmek isterim. Karabekir karakterli, ahlâklı, yurtsever, fakat kültürsüz ve kafaca ''pek orta'' bir adamdı. Eskiden tiyatro Osmanlıcaya ''ibret'' sözü ile çevrilmiştir. Opereti ''Şarkılı İbret''e çevirerek pek gülünç bir eser yazmış, Erzurum'da okul çocuklarına oynatıp durmuştur. ''Şarkılı İbret''in hem güfteci, hem bestecisi idi. Mustafa Kemal'in uzak görüşlü politikacılığı ve hele Batı medeniyetçiliği yolundaki devrim anlayışı ile hiçbir ilgisi yoktu. Askerlikleri arasındaki sanat ıraklığı da söz götürmez. Birinci Dünya Savaşında ve daha sonra Mustafa Kemal'in gölgesinde kalmış olanlardandı. Fakat Bolşevik ihtilâli olup da çar ordusu çöktükten sonra Erzircan, Erzurum ve Kars'ı almak fırsatı ona düşerek doğuda iyice tanınmış, general de olmuştu. Kendine olduğundan pek çok üstünde değer veren ruh hastalarındandı. En küçük eşyasının müzelik olduğuna inanırdı. Eğitim ve ekonomi işlerini en iyi kendi yola koyacağını sanırdı. En çok sevdiği kelime ''ben''di. ''Rüya'' adlı bir şiiri, 1950'de yayınlanmıştır, bu şiirde Abdülhamid'in ruhu ona der ki: ''Beni ve saltanatı devirenler arasında sen de vardın - Hele sonuncusunda hem de mebus, hem kumandandın - İstiklâl Harbini sen kurdun ve başı da sen buldun.''

Mondros Mütarekesinden sonra büyük tehlikelerden biri doğuda Ermenistan kurulması idi. Bütün dünya halkları efkârı, harp sırasındaki ''katliam ve tehcir'' haberlerinin etkisi altında, Ermenici idi. İstanbul'a gelen haberlerde ''vilâyat-ı sitte-altı vilâyet'' denen Erzurum, Van, Bitlis, Harput, Diyarbakır, Sivas illerinin yeni Ermenistan olacağı bildirilmekte ve Ermeni liderlerinin Kilikya'ya kadar sarkmak peşinde oldukları bilinmekte idi. Doğuyu nasıl kurtarmalı idi. Önce İstanbul'da ''Vilâyat-ı Şarkiyye Müdafaa-i Hukuk'u Milliye'' adında ve sadece bu vilâyetlerin Türk olduğunu yayınlarla anlatmak, barış konferansına başvurup anlatmak üzere bir dernek kurulmuştur ki sonradan Erzurum'da adı ''Vilâyat-ı Şarkiyye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti''ne çevrilmiştir.

Kâzım Karabekir o çevredeki tanınmışlığından da faydalanacağını, tehlike baş gösterdiği vakit bir hareket yapılabilmek ihtimali varsa önderlik etmeyi düşünerek Erzurum'daki kuvvetin başına gitmek istemiştir. Kendisinin, Ali Fuad Cebesoy ve Rauf Orbay'ın hatıralarında anlattıklarına göre 1918 Kasımında Karabekir Zeyrek'te İsmet Bey'le (İnönü) görüşür. İsmet Bey Osmanlı Harbiye Nazırlığının o vakit belli başlı şahsiyetleri arasında idi. Karabekir eski arkadaşına:

- Beni Erzurum'a tayin ettirmeye çalışınız, der. Ben orada milleti aydınlatırım. Bir anarşi olursa doğuda bir Türk idaresi kurarız. Orayı tehlikeden kurtardıktan sonra batı için çalışırız, demişti.

İsmet Bey:

- Tehlike büyük. Söylediğini yapmak imkânsız. İkimiz de askerlikten çekilerek bir köyde çiftçilik yapalım, cevabını verir.

Fevzi Paşa (Çakmak) ki o vakit Genelkurmay Başkanı idi, gider, doğuya gideceğini söyler. Fevzi Paşa:

- Gitme, seni tasfiye edeceklerine de şüphe etme, küçük düşer, dönersin, der.

Doğuda millî bir hareket çekirdeği kurulmakla tasfiye edilmenin ne ilişiği olduğunu sorması üzerine de Fevzi Paşa kendisine bu yüzden Divan-ı Harp'e verileceğini söyler.

Kâzım Karabekir'in bütün düşündüğü, ne yapılabilirse ancak doğuda yapılabileceği idi. Türlü kuruluşları orada birleştirmeli, hazırlanmalı, olayların gelişmesini beklemeli idi. Ülkenin öteki bölgeleri millî hareket için elverişli değildi. İstanbul'da ise devleti teslim almış olanların istediklerini uygulamaktan başka bir harekete girişilemezdi.

Mustafa Kemal, Anadolu'ya giden Ali Fuad (Cebesoy) gibi onunla da görüştü. Mustafa Kemal'e göre de Anadolu'da hazırlanmak, fırsat gözetmek, eğer barış şartları ağır olursa girişilecek millî hareketin şartlarını sağlamak lâzımdı. Ama o memleketi doğu ve batı diye ikiye ayırmayı doğru bulmuyordu. Vatan bir bütün olarak ele alınmalı idi ve kurtuluş için milletçe yurt ölçüsünde tedbirler ve çareler aranıp bulunmalı idi.

Karabekir daima kendi üstünde gördüğü Mustafa Kemal'e söz verdi ama, komutan o, kuvvet onda idi. Mustafa Kemal'in kendinden başka dayanağı olmadığı, Erzurum Kongresi'ne gelecek olanların da ancak kendisine bağlı kalacakları fikrine saplanmıştı. Mustafa Kemal ise askerlikten çekildikten sonra milletin başına geçmiş olmak durumunda ve davranışı da bu yolda idi.

Karabekir:

- Ben şahısların milleti kurtaracaklarına ve kurtuluşun şahısları sivrilmekte olduğuna inanmam, diyordu.

Sebebi, bir toplantıda:

- Millî harekete bir lider lâzımdır. Hareketin başına Mustafa Kemal geçmeli, arkadaşlar ona yardımcı olmalıdır, diye karar verilmiş olması ve bu fikir etrafında propaganda yapılması idi. Karabekir liderliğe ''şahısçılık'' damgası vurduğu vakit düşündüğü Mustafa Kemal'i başa geçirmemek ve kendi, açıkça meydanda görünmeksizin, başta bulunmak olduğuna şüphe yoktu. Erzurum'a gelen delegelerden bazıları ile Erzurumlulara verdiği bir çadır yemeğinde:

- Bu size birinci yemeğim. İkincisini inşallah İstanbul'da Yuşa tepesinde yiyerek şükran namazını da Eyüp camiinde kılacağız, demişti.

Bir İngiliz şairin kadınlar için söylediği, ne onlarla ne onlarsız, sözü hatırlardadır. Mustafa Kemal, şimdi onlarsız yapamıyacakları ile birlikte olmak, ama ilerde onlarla yapamıyacağını da düşünerek tedbirli olmak zorunda idi. Karabekir, sözde hizmetinde bulunmak, gerçekte onun en küçük hareketini gözden kaçırmamak, sual sorarsa sır vermemek görevi ile Başçavuş Ali'yi Mustafa Kemal'in emrine vermişti. Ali Çavuş dilediği vakit komutanı Karabekir'in yanına izinsiz girebilecekti. Ali Çavuştan Mustafa Kemal kuşkulanmış, onu elde etmiştir. Daha sonraları Kâzım Karabekir de ''Deli Halit'' denen tümen komutanı Halit Paşa'nın Mustafa Kemal Erzurum'dan ayrıldığı zaman, onunla şifre ile haberleştiğini öğrenip, onun emri üzere hareket edeceği hakkında bir de telgrafını yakalamıştı. Halit Paşa, gerektiğinde Kâzım Karabekir'le ilgisini keserek doğrudan doğruya Mustafa Kemal'i tanıyacağını yazıyordu. Karabekir bu kararın Mustafa Kemal Erzurum'da iken verilmiş olduğunu tesbit etti. Pek atılgan ve pek gözlü Halit Paşa gerektiğinde kumandaya doğrudan doğruya el koyacaktı.

Erzurum Kongresi

Mustafa Kemal askerlikten çekildikten sonra beş kişi gelerek kendisine Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin başkanı olduğunu bildirmişlerdir. Cemiyetin yeri yok, kadrosu yok, bütçesi yoktur. Pek çoklarında umut da yoktu. Müdafaa-i Hukuk'un bütün parası doksan lira kadar bir şeydi. Bazıları, kadınlarımızın nesi varsa satalım, demişlerse de onlar da savaş yılları göçlerinde satılıp tükenmişti.

23 Temmuz 1919. Pek orta hâlli bir okul. Yirmiye on iki metrelik sularında çam tahtalarından, halı ve seccade ile örtülü, bir başkan, iki de kâtip kürsüsü. Gene çam tahtasından öğrenci sıraları. Duvar ve pencereler çıplak.

Bağımsızlık savaşı ve ondan sonraki yeni Türkiye kuruluşunun temeli, ilk bu salondaki toplantıda atılacaktı. Beş vilâyetten elli dört delege gelmiştir. Öteki vilâyet valileri delege göndertmemişlerdi. Gelenlerden on yedisi çiftçi ve tüccar, beşi emekli subay, dördü emekli memur, beşi öğretmen, dördü gazeteci, beşi hukukçu, dördü mühendis, biri hekim, altısı sarıklı hoca, üçü eski milletvekili, bir komutan, biri de eski bakandı. Kâzım Karabekir toplantıda yoktu.

Başkan kim olacaktı? Kâzım Karabekir'e göre Mustafa Kemal olmamalı idi. Gene ona göre birçok delegeler de bu fikirdeydiler. Rauf Orbay da bir başkasının başkan olmasını ister. İlk toplantı başkanlık, İttihatçılık ve İtilâfçılık tartışmaları ile geçer. Bir hoca, ki tanınmış bir gerici idi, kongreyi açtığı vakit, Trabzonlu bir delege:

- İttihatçıların reisliğini istemiyoruz, in aşağı! diye bağırmıştı. Hoca kürsüden indi, başkası da çıkmadı.

Daha sonra başkanlık edecek biri de, ''İtilâfçı istemiyoruz, in aşağı!'' haykırışları arasında kürsüyü bıraktı. Sonunda bir delege söz alarak:

- İşte Mustafa Kemal Paşa... İşte Rauf Bey... Ben kendi hesabıma Mustafa Kemal'i seçiyorum, siz de seçerseniz kürsüye onu davet edelim, dedi.

Hava da buna göre hazırlandığı için her taraftan:

- Hay hay... sesleri geldi. Mustafa Kemal kürsüye çıktı. Başka esvabı olmadığı için üniformalı idi. Delegelerden bazıları bu hâli sertçe tenkit ettiler. ''Paşalık üniformasını bırak, bizim gibi ol,'' diyorlardı.

Rauf Bey:

- Paşam Erzurum valisini azletmişler. Gidecek. Ondan bir takım isteyelim dedi. Vali redingot takımını verdi. Atatürk'ün bana anlattığına göre parasını da tam almıştır.

Kongre on dört gün sürdü. Alınan kararlar şunlardı: 1- Millî sınırlar içindeki bütün vatan kısımları bir bütündür. 2- Her türlü yabancı işgal ve istilâsına karşı ve Osmanlı hükûmetinin çöküşü hâlinde millet hep birlik olarak savunma ve dayatma görevini yapacaktır. 3- Hükûmet vatanı ve istiklâli koruyamazsa bir geçici hükûmet kurulacaktır. Bu hükûmet heyetini millî kongre seçecektir. Eğer kongre toplantıda değilse bu seçimi ''Heyet-i Temsiliye'' yapacaktır. 4- Kuvay-ı Milliye'yi ''âmil'' ve millî iradeyi ''hâkim'' kılmak esastır. 5- Manda ve himaye kabul olunamaz. 6- Millet Meclisinin toplantısı sağlanmasına ve böylece hükûmetin murakabe altında bulundurulmasına karar verilmiştir.

''Heyet-i Temsiliye'' başkanlığı, hükûmet, hatta devlet başkanlığı demekti. Kim olmalı idi, Kâzım Karabekir de, başkaları da Mustafa Kemal'i seçtirmek istemiyorlardı. Mustafa Kemal bu mesele için herkesin düşündüğünü açıkça bilmek ister. Toplantıdakilere birer kâğıt verir. Kâzım Dirik'in fikri: ''Mustafa Kemal Paşa nokta-ı hücum olduğundan Heyet-i Temsiliye'ye girmemelidir." Hüsrev (Gerede): ''Girmesinin bir zararı yoktur.'' İbrahim Tali: ''Mustafa Kemal uzakta kalmalıdır.'' Bunlar 19 Mayıs gününün en yakın arkadaşları, millî kurtuluş savaşçısının ''yar-ı gar''ları idi.

Heyet-i Temsiliye'ye dokuz kişi seçilmiştir. İçlerinden biri Erzincan Nakşi şeyhi, biri de Mutki aşireti reisidir. Mustafa Kemal'in o günler nasıl bir hava içinde bulunduğunu daha da iyi belirtmek için, gelecekteki laik Cumhuriyet kurucusunun Erzurum Kongresi'ndeki duasını okuyalım: ''Cenab-ı Vâcib-ül-müteal hazretleri habib-i ekremi hürmetine mübarek vatanın sahip ve müdafii ve diyanet-i celile-i Ahmediyye'nin ilâ yevm-il kıyâme hâris-i esdakı olan millet-i necibemizi ve makam-ı saltanat ve hilâfet-i kübrayı masun ve mukaddesatımızı düşünmekle mükellef olan heyetimizi muvaffak buyursun, âmin.''

Mustafa Kemal Erzurum'dan ayrılmadan önce Cevat Dursunoğlu ile bazı arkadaşlarına demişti ki:

- Ben milletle kumar oynamam. Muvaffak olacağımızı biliyorum, artık milletlerin kendi kendilerini kurtarmaları devri gelmiştir. Müstemleke devri sona ermiştir.

Sivas Kongresi

Artık Sivas Kongresi'ni toplamalı, hepsi kendi başına buyruk millî kuruluşları bir tek yönetimine bağlamalı, millî kuruluş hareketinin bir lideri olmalı idi.

Trakya-Paşaeli Cemiyetinin davası ne idi? Osmanlı Devleti toprakları bölüşüldüğünde İngiltere, olmazsa Fransa'ya sığınarak Trakya'yı kurtarmıya çalışmak!

Şark Vilâyetleri Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin programı bu vilâyetlerdeki İslâm ve Hristiyan unsurların serbestçe gelişmelerini sağlamak, İslâm halkın tarihî ve millî haklarını tanıtmak ve savunmak, yapılmış zulümlerin hesabını sormak, sorumları olanları cezalandırmak, yakılıp yıkılmaları yerine koymanın çarelerini aramak!

Trabzon'da Pontus hükûmeti kuruluşunu önlemek üzere ''adem-i merkeziyet''çi bir cemiyetin de yolu aynı idi.

Batıda Yunanlılara karşı çete savaşına girişenler kendilerini millî kurtuluşun kurucu ve yöneticisi saymakta idiler.

Sivas'ta vatan bütünlüğü ve bütün millet adına bir kongre toplamıya karşı olanlar çoktu. Amasya toplantısında Rauf Bey (Orbay):

- Ben misafirim, diye Mustafa Kemal'in hazırladığı bildiri ve çağırış vesikasını imzalamaktan çekinmiş, sonra bir hatıra olarak imzalamıştı. Refet Bey önce reddetmiş, Ali Fuad Paşa'nın (Cebesoy) ısrarı üzerine belli belirsiz bir imza koymuştu.

Balıkesir'deki ''Karasi-Saruhan havalisi hareket-i milliye ve redd-i ilhak'' cemiyeti kongre başkanı Hacı Muhiddin Sivas'a delege yollamak daveti üzerine:

- Ne kuvveti var bunların? Medeniyet âlemini şantaj ve blöfle ne kadar aldatabiliriz? diyordu.

Bu cephedekiler daha sonra Sivas'a:

- Karşımızda seksen bin asker var. Biz komutanlarımızla ve teşkilâtımızla bağımsız kalmalıyız, diye kafa tutacaktı.

Kâzım Karabekir'e göre Sivas'ta toplanmak varlığımızı kendi elimizle tehlikeye atmaktı. Yeni bir kargaşalığa sebep olacaktık. Erzurum Kongresi kararları ile yetinmeli idik. Barış esasları anlaşılıncaya kadar da hiç kımıldamıyarak sabretmeli idik.

İşgal kuvvetleri ile İstanbul hükûmeti de kongreyi toplatmak için el birliği etmişlerdi. Binbaşı rütbesinde bir Fransız jandarma subayı, yanına bir tercüman alarak Sivas valisine geldi: ''Eğer burada kongre toplanırsa Fransızlar Sivas'ı işgal edecekler,'' dedi.

Vali, Mustafa Kemal'e ikinci bir kongreden vazgeçilmesini tavsiye etti. Yahut Erzincan'ı seçmeli idiler. Kuvay-ı Milliyeci bir genç, sonradan Sivas milletvekili Rasim de valiyi desteklemekte idi. Mustafa Kemal, İngilizlerin Samsun'u topa tutmak, on güne kadar yeni işgaller yapmak şantajı ile kendi çalışmalarına engel olmak istediklerini hatırlatarak bu blöflere kulak asmamaları cevabını verdi.

Erzurum'dan Sivas'a gitmek için paraları yoktu. Bir emekli binbaşı bütün parasını ödünç verdi ki 900 lira idi, 100 lira da aralarında toplıyarak 29 Ağustos 1919'da Erzurum'dan ayrıldıkları vakit Heyet-i Temsiliye'den yalnız beş kişi idiler. Dördü gelmemişlerdi.

Erzincan boğazına geldiklerinde bazı jandarma subay ve erleri otomobilleri durdurup boğazın Kürt haydutları tarafından tutulmuş olduğunu bildirdiler. Merkezden kuvvet istedikleri için, bu kuvvet gelip boğaz açılıncaya kadar beklemelerini söylediler. Erzincan'a dönecekler, kim bilir ne kadar orada kalacaklardı. Fakat daha büyük tehlike tam gününde Sivas'a varmamaktı. Mustafa Kemal, çift mitralyözlü bir otomobili öne katarak hemen yürümek kararını verdi. Ufak tefek ateşlere önem verilmiyecek, vurulanla ölenle uğraşılmıyacak, haydutlarla yakın karşılaşma olursa hepsi arabalarından atlayıp çarpışacaklar, sağ kalanlar yola devam edeceklerdi. Dadaloğlu'nun yazdığı gibi, ''ölenler ölür, kalan sağlar bizimdir.''

Hiçbir vak'a olmadan 2 Eylül akşamı Sivas'a varılmıştır. Şehirde ne kadar fayton ve yaylı araba varsa hepsini karşılayıcılar tutmuşlardı. Yalnız Hürriyet - ve - İtilâf Partisinden kimse yoktu. Kalabalık arasında Fransız subayının tehdidi üzerine telâşlanan genç Rasim'i görünce Mustafa Kemal:

- Gençler için vatan işlerinde ölmek olabilir, korkmak asla! dedi.

Kurtuluş Savaşında Sakarya Zaferi nasıl bir kader dönümü olmuşsa, Anadolu'da yeni devletin kuruluşunda Sivas Kongresi'nin o kadar büyük önemi vardır.

İsmet Bey (İnönü), Halide Edip (Adıvar) ve Refet Bey (Bele) de içinde olmak üzere birçok yurtsever kimseler Anadolu'da kurtuluş savaşı verilebileceğine inanmıyorlar, Amerikan mandası altına girmekten daha iyi bir çare görmüyorlardı. Halide Edip 10 Ağustos 1919 tarihi ile yazdığı mektuptaki metni Atatürk'ün "Nutuk"unda vardır, ''Biz İstanbul'da kendimiz için bütün eski yeni Türkiye sınırları içine almak üzere geçici bir Amerikan mandasını ehven-i şer olarak görüyoruz,'' dedikten sonra, mektubunu; "Sergüzeşt ve cidal devri geçmiştir. Hudutlarında bu kadar çok evlâdı ölen zavallı milletimizin fikir ve temeddün (medenîleşmek) muharebesinde kaç tane şehidi var?" diye bitiriyordu. İsmet İnönü'nün Kâzım Karabekir'e yazdığı mektubu buraya olduğu gibi alıyorum:

''Kardeşim Kâzımcığım,

''Bundan evvel bir mektup yazmıştım. Onu daha almamışsınızdır. Bununla vaziyet hakkında malûmat vermek istiyorum: Şimdi İstanbul'da belli başlı iki ceryan vardır. Amerika, İngiliz taraftarlığı. İngiliz tarafında Hürriyet ve İtilâf ve Türkçe İstanbul gazetesi, Adil Bey... v.s. Mütebakisi Tevfik Paşa dahil olduğu hâlde Amerikan muaveneti (koruyuculuğu) taraftarıdırlar. Evvelce Amerikalıların kabul etmesi pek şüpheli olduğu için İngilizler sakin idiler. Hâlbuki tahmin hilâfına olarak, Amerika'da gelmek için temayül artmış. İstanbul'da propagandaya başladılar. Taraftarlarını hükûmet ile beraber körüklüyorlar. İstanbul'un bazı mahallerine beyannameler bile dağıtmışlar. İngilizleri isteriz diye... İngilizlerin emeli bu esnada memlekette, Amerikan heyetinin tahkikatını ve temayülatını iptal edebilecek ceryan ihzar ve ilân ettirmek, bu suretle bir defa Amerika işini suya düşürdükten sonra yine bildiklerini yapmaktır, diye tahmin olunuyor. Korkulur ki bütün Asya'yı eline geçirmiş olan İngilizler, yegâne kabiliyet-i harbiyye ve ihtilaliyyesi olan Türkiye'yi elinde bulundurarak tamamen çürütüp mahvetmek istiyeceklerdir. Eğer Amerika'nın gelmesi suya düşerse, İngilizler için bu günkü taksim vaziyetini tevsik etmekten (ileri sürmekten) başka yapılacak bir şey yok gibidir ki, İngilizlere diğerleri bu hususta muavenet edecekler, muhalefet etmiyeceklerdir.

''Eğer Anadolu'da halkın Amerikalıları herkese tercih ettikleri zemininde, Amerika milletine müracaat edilse pek ziyade faydası olacaktır, deniyor ki ben de tamamiyle bu kanaatteyim. Bütün memleketi parçalamadan Amerika'nın mürakabesine tevdi etmek (denetimine vermek) yaşayabilmek için yegâne ehven çare gibidir. Fakat bugün bu kanaatın kıymeti onun ihzarındadır. Avrupa'nın Amerika'nın pazarlık ettikleri bir zamanda Amerika aleyhine bir koz göstermemektedir. Sen Erzurum'a giderken korkuyorum ki seni bir şeye karıştıracaklar demiştin. Evimden dışarı çıkmadım ve hiçbir şeye karışmadım.

''Fakat muhitim karıştı. Ben karışmadım da ne oldu, hiç! Şûray-ı askerî teşkil ettiklerini ve beni oraya tayin ettiklerini bildirdiler. Bir hafta sonra affettiklerini söylediler. Kim istemişti? Sonra ne sebeple affettiler? Bilen ve söyleyen yoktur. Anadolu'ya silâh ve cephane giderse ben gönderirmişim, hep ben idare edermişim, Adil Bey'in kanaati bu... Merhumun her bildiği böyle ise vay milletin başına... (İsmet İnönü, ben göndermiyorum ki demek istiyor.) Dahilî nifak, hükûmetle millet arasındaki iftirak en soysuz en alçak kısmın idare başında bulunması gibi ahvalin memleketi daha nice felâketlere süreceğine şüphe yoktur. Anadolu'da anarşi günden güne artıyor. Hükûmetsizlik her gün daha ziyade tebarüz ediyor. Bu hâl yalnız başına bir felâkettir. En muktedir, en temiz insanlar bu anarşiyi senelerce tedavi ve mahvolan nüfuz-u hükûmeti de iadeye teşebbüs etseler muvaffakıyetleri şüphelidir. Bilâkis tutulan sakin yolun inat ve ısrarla takibinden mütevellit netayiç (sonuç) bakalım ne olacaktır? İşte biz evimizde hiçbir kimse ve hiçbir şeyle alâkadar olmaksızın hükûmetin kanaatine rağmen ahvali böyle teessürle görüyoruz. Dilhun (içimiz kan ağlıyor) oluyoruz. Duadan başka elimizden bir şey gelmez. Malatya'dan bana Malatya mebusluğunu teklif ediyorlar. Sen ne dersin? Gözlerinden öperim. Seni bağrıma basarım sevgili kardeşim Kâzımcığım.

İsmet''

Vatanseverliklerinde hiç şüphe olmıyan, asker sivil, birçoklarına göre iki ihtimal vardır: Biri Hürriyet - ve - İtilâf Partisi ile saraya ve Bab-ı âli'ye dayanan İngilizler elinde parçalanmak, bölünmek, ikincisi yalvara yakara Amerikan mandası altına girmek ve böylece yurt bütünlüğünü korumak! Büyük devletlere meydan okuyucu bir bağımsızlık savaşı bunlar için imkânsız bir şey...

Kâzım Karabekir gibi gerektiğinde parçalanmıya karşı dayatmak fikrinde olanlar için de sonuna kadar beklemek, büyük devletleri gücendirici davranışlardan çekinmek, İstanbul'ca ''asi'', yani kanun dışı tanınmamak şart. Damat Ferit hükûmeti Sivas kongrecilerini bastırmak için Kürtlüğü bile ayaklandırmak üzere, İngilizlerle el birliği yaparak, cür'etli fesatçılar yollamıştı.

Şüphesiz padişah da Damat Ferit de birer ''hain'' değildirler. Fakat onlara göre tek çıkar yol İngilizlere sığınmak, itaat etmek, iyi niyet göstermek ve onlardan yardım beklemektir. Yapabilecek başka bir şey yoktur.

Sivas Kongresi'nin amaçlarından biri tam bir millî dayatıştan başka bütün düşünüş ve tasarlamaların hayalden ibaret olduğuna vatansever ve milliyetçileri inandırmak olacaktı.

Tuhaftır, Kâzım Karabekir gene yeni liderin kaygısı altında idi. Mustafa Kemal'e yazdığı bir şifreli telgrafta: ''Telgraflar ve tamimler altında imzanız olmamalıdır. Siz 'münferit' görünmemelisiniz,'' diyordu.

Özel konuşmalarında da, efendim herkes Mustafa Kemal padişahı indirip yerine geçecek, diyor diye kendi korkusunu ileri sürüyordu.

Amerika liberal bir devlettir. Hristiyandır. Ermeni katliamından bütün Türklüğü sorumlu tutmaktadır. Eğer onun mandası altına girsek Amerika'dan Doğu Anadolu'ya bir Ermeni göçüne engel olacak mı idi? Hayır, Kürt otonomicilerini susturacak mı idi? Hayır. Hristiyanların elinden ekonomik ve tarım egemenliğini zorla alıp sadece ırgatlık, askerlik ve memurluk yapan Türklere devredecek mi idi? Hayır. Demokratik yolda medreseciler ve şeriatçılar eğitim ve yönetimini durdurup devrimci bir yol mu tutacaktı? Hayır. Nice misyonerlerin o vatanın dört köşesinde okullar açıp Türk olmıyan unsurları yetiştirdikleri böyle bir mandadan sonra Türklüğün hâli ne olacaktı? İzmir 1914'ten önce ticaretçe, varlıkça, yaşayışça Rumdu. Van Ermeni idi.

Umutsuzluk içinde bunları düşünebilen yoktu. Bir millî kurtuluşun ilk şartı bir lider bulmak olduğunu da anlamamazlıktan gelmek tuhaf bir şey, daha doğrusu o sıra manevî otoriteyi ellerinde tutanların kendi yoksun oldukları liderlik niteliğini bir başkasında görmek istemeyişten, birtakımı için de henüz maceracılık çilesini çektiğimiz Enver'in bir ikincisine uğramaktan çekinişlerinden idi.

Kongre toplanacağı günün arifesinde Hüsrev (Gerede) Mustafa Kemal'e geldi. İsmail Fazıl Paşa (Ali Fuad Cebesoy'un babası), Rauf Bey (Orbay), Bekir Sami sizi başkan yapmamaya ve İsmail Fazıl Paşa'yı reisliğe seçtirmiye karar verdiler, dedi.

- Araya fitne mi sokuyorsun?

- Hayır efendim, ben de beraberdim.

Ertesi günü kongrenin toplanacağı lise merdivenlerini çıkarken Rauf Bey'e:

- Kimi reis yapalım? diye sordu.

Rauf Bey heyecanla:

- Siz reis olmalısınız, dedi.

- Demek bana Bekir Sami Bey'in evindeki kararınızı bildiriyorsunuz, dedi ve yürüdü.

Mustafa Kemal kürsüye çıkarak kongreyi açtı:

- Reisinizi seçiniz, dedi.

Biri kürsüye geldi:

- Bendeniz reisliğin birer gün veya birer hafta nöbetle vilâyet adlarının harf sırasına göre reislik yapılması fikrindeyim, dedi.

Teklifçinin vilâyeti eliflerin (a) başında idi:

Mustafa kemal:

- Neden lâzım geliyor bu? diye sordu.

- Şahsiyet olmamak için. İşe politika karıştırmamak, müsavat (eşit) olmak için...

Sonunda üç oy eksikle Mustafa Kemal'i seçtiler.

Sivas Kongresi'nin ilk üç günü hemen hemen boşuna kongredeki temsilcilerin İttihatçı olmadıklarına dair yemin formülü hazırlanış, padişaha ''arıza'' yazmak, gelen telgraflara cevap vermek, kongre politika ile uğraşacak mı uğraşmayacak mı gibi tartışmalarla geçti.

Dördüncü günü önemli idi. Cemiyetin ''Şarki Anadolu Müdafaa-i Hukuk'' olan adı ''Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti''ne çevrilmiş, ''Heyet-i Temsiliye, Şarki Anadolu'nun heyet-i umumiyesini temsil eder'' maddesi de, ''Heyet-i Temsiliye, vatanın heyet-i umumiyesini temsil eder'' olarak değiştirilmiştir.

Kongre üzerine en büyük baskı Amerikan mandacılarından geldi. İstanbul'da Ahmet Rıza Bey, Ahmet İzzet Paşa, Cevat Paşa, Çürüksulu Mahmud Paşa, Reşat Hikmet, Cami, Reşit Sadi beyler, Esat Paşa, Kara Vasıf gibi başta gelen şahsiyetlerin hep manda taraflısı olduğuna dair şifreler yağdı. Bekir Sami ve Refet beyler (Bele) kürsüde bu davanın sözc&uu l;lüğünü yaptılar. Rauf Bey de nutkunu:

- Bu tehlikeler karşısında memleketimize karşı en bitaraf vaziyette bulunan Amerika'nın müzaheretini kabul etmiye mecburuz. Ben bu kanaattayım, diye bitirmiştir.

Manda üzerine geçen uzun tartışmalar ki ''Nutuk''ta bol yer verilmiştir, sonunda heyet istemek için Amerika'ya bir mektup yollanmak gibi, ki gönderilmemiştir, sudan bir karara bağlanıp kalmıştır. Mustafa Kemal'in mandacılara karşı en kuvvetli silâhı Erzurum Kongresi'nin ''manda ve himaye kabul olunmaz'' yolundaki kararı idi.

Kongre 11 Eylül 1919'da daha kalabalık bir Heyet-i Temsiliye seçerek sona ermiştir. Fakat üyeler olağanüstü toplantı ihtimali ile bir müddet daha Sivas'ta kalacaktı. Yeni bir seçim yapılarak Meclis toplanması da kongrenin kararları arasında idi.

Kâzım Karabekir telgraf çekerek:

- Sivas Heyet-i Temsiliyesi Erzurum Heyet-i Temsiliyesini kaldıramaz. Yalnız oraya seçilenler buradan çekilmelidirler, diyordu.

Bu sırada Mustafa Kemal çok ileri bir adım daha attı: Millî hareketi durdurmak için Malatya'da Kürtçülük ayaklanmasına kadar haince hareketleri kongre adına doğrudan doğruya padişaha bildirmek için İstanbul hükûmetinden izin istedi. Verilmemesi üzerine, gene kongre adına, Anadolu ile İstanbul'un bütün ilişiklerini kesmeye karar verip sivil ve askerî makamlara, bugünün padişahı ile milleti arasına giren hainler hükûmeti yerine meşru bir hükûmet iktidara gelinceye kadar hepsinin Sivas'ta Heyet-i Temsiliye'ye bağlı olduklarını bildirdi. Gerçi pek çok tenkitler ve karşı gelmeler olmuşsa da artık Anadolu'da İstanbul'dakinden ayrı millî bir iktidar çekinilmez bir olupbitti, bu yeni iktidarın başı da Mustafa Kemal'di. 12 Eylül 1919'da Anadolu İstanbul'dan ayrılmıştır.

Sivas Kongresi konuşmalarından günü gününe haber verilmediği için şikâyetler eden Kâzım Karabekir, bu defa da acele edildiğini söylüyordu. Kendini tek yetkili kuvvet sahibi gören Kâzım Karabekir:

- İstanbul'da kötü bir hükûmet bu hareketi büsbütün isyancı saydırabilir, halk ayaklanabilir, Anadolu'da kardeş kanı dökülebilir, diyordu.

Gerçi sonradan sıra ile bunların hepsi olacaktı. Ama bir kurtuluş savaşı için hepsini göze almalı idi.

İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Robeck, Dış Bakanına 13 Eylül 1919'da şöyle yazıyordu: ''Sadrazam Damat Ferit'le görüştüm. Mustafa Kemal'in hareketine gittikçe daha önem vermektedir. Bu hareket, ona göre Ankara, Sivas ve Erzurum vilâyetlerinde beş yüz kadar subayın işi. Ya onları ezecek bir Osmanlı kuvveti gönderelim, ya eğer müttefikler buna izin vermezlerse, kendileri bazı kilit noktaları işgal etmek üzere kuvvetler göndermelidirler. Ben kendisine şu cevabı verdim: Eğer Türk kuvveti giderse bir iç savaş olur. Müttefikler harpten yorulmuşlardır. Kan dökülmesini istemezler. Ferit'e göre halk müttefikleri çok kuvvetli biliyor. Barış kararlarını kabul etmiye hazırdır. Kendisine Mustafa Kemal'le bir görüşme fırsatı aramasını söyledim. 'Bunun için vakit geçti,' dedi."

17 Eylül tarihli bir rapora göre de: ''Anadolu'da millî hareket bağımsız bir cumhuriyete doğru gitmektedir. Bu hareket İstanbul'dan, bilhassa Harbiye Nazırlığından desteklenmekte, halk efkârını Damat Ferit'ten fazla Mustafa Kemal temsil etmektedir. Onlara hükûmetin kabul edeceği bir anlaşmayı silâh kuvveti ile zorlamak gerekecektir. Damat Ferit, ben çekilirim ama bu padişahı bırakmak manasına gelir, padişah ise kendine karşı gelenlerle bir hükûmet kurmaktansa tahtından vazgeçmeyi tercih eder...'' deniyordu.

Amerika'dan gelip Sivas'ta kendisi ile görüşen General Harburd şöyle yazmıştır: ''Mustafa Kemal otuz sekiz yaşlarında. Zayıfça, boyu bosu yerinde. Asker tavırlı bir genç adam. Türklerin evde ve dışarda başları kapalıdır. Bunun ise açık. Ateş hattında tehlikeye uğramaktan çekinmez olduğunu ve bu yüzden Alman subaylarının kendisinden şikâyetçi olduklarını işittiğimizden kendisi ile ilgili idik. Cevapları pek açık ve akarsu gibi idi. Sıkıntılı işler içinde bulunduğu güzel tesbihini hiç durmadan çektiğinden belli idi. Şahsiyeti ile arkadaşlarına kolayca hâkim olmuştu. Onun ve yakın arkadaşlarının gerçek vatanseverler olduklarını gördük.''

General Pershing'in kurmay başkanı olan General Harburd Sivas'ta Mustafa Kemal'le görüşürken der ki:

- Türk tarihini okudum. Milletiniz büyük kumandanlar yetiştirmiş, büyük ordular hazırlamıştır. Bunları yapan bir millet elbette bir medeniyet sahibi olmalıdır. Takdir ederim. Ama bugünkü duruma bakalım. Başta Almanya, müttefiklerinizle dört yıl harp ettiniz, yenildiniz. Dördünüz bir arada yapamadığınız şeyi, bu durumda tek başınıza yapmayı nasıl düşünebiliyorsunuz? Fertlerin intihar ettikleri vakit vakit görülür. Bir milletin intihar ettiğini mi göreceğiz?

Mustafa Kemal generale: ''Teşekkür ederim," dedi, "tarihimizi okumuş, bizi öğrenmişsiniz. Fakat şunu bilmenizi isterdim ki biz emperyalistlerin pençesine düşen bir kuş gibi yavaş yavaş aşağılık bir ölüme mahkûm olmaktansa babalarımızın oğulları olarak vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ediyoruz."

General ve arkadaşları sessizce ayağa kalktılar.

- Biz de olsak böyle yapardık!

Dış Bakanı Lord Curzon şöyle diyordu: ''Şu menhus (uğursuz) İzmir çıkarmasından beri her Türk Mustafa Kemal'in temsil ettiği yurtseverlik davasına karşı derin bir sempatiden başka duygu besliyemez.'' İngiliz Genelkurmay Başkanı Sir Henry Wilson, artık İngiliz politikası Mustafa Kemal'le dost olmaktadır, demişti. İstanbul komutanlığına gelen Sir Charles Harrington yazdığı mektupta gene Sir Henry Wilson, yapacağımız en doğru hareket İstanbul'dan çıkıp gitmek ve Türklerle dost olmaktır, diye yazıyordu.

Mustafa Kemal davranışlarında meşruiyetçi kalmıya pek dikkatli idi. Anadolu'da Millî Meclis açılıncaya kadar Osmanlı ''mevzuat''ına dokunmamıştır.

- Her şeyi yapabilirsiniz, diyenlere, daima, hayır cevabını vermiştir. Kendisini devrimci kararlara sürüklemek istiyen Türkçü ve ilerici gençlere de:

- Biz şimdi vatanı kurtaracağız. Bu işlerin sırası değildir, derdi.

Sivas Kongresi çoğu dürtüşle gelen 31 üye ile toplanmış, Heyet-i Temsiliye sayısına 6 kişi eklenmişti. 18 gün sonra toplanan Balıkesir Kongresi hareket bütünlüğünün sağlanmadığını gösterir. Başta bulunanlar:

- Biz Yunanlılara karşı bir cephe kurduk. Sivas'takilere katılırsak politikaya karışmış oluruz, diyorlardı.

İstanbul'dan da, onlarla birlik olmadığınızı ilân ederseniz size silâh da veririz, diye ayrılığı kışkırtıyorlardı. İzmir Kuzey Bölgesi Kuvay-ı Milliyesi adına 28 kişi ancak 1920 Martında şu kararı verdi: ''4 Eylül 1919 Sivas Kongresi'nin vahdet-i milliyye maksatlarına ve siyasî emellerine tamamiyle iştirak ederiz.''

16 Mayıs İzmir işgali, uyanışını, 16 Mart İstanbul işgali tamamlıyacaktı.

Damat Ferit'in dayatışı Ekime kadar sürdü. 1 Ekimde padişah ve halifeye bağlı, fakat yurtsever şahsiyetlerden bir hükûmet kurulmuştur. Mustafa Kemal bu hükûmeti kendi yönetimi altında tutmak, yeni Millet Meclisini de Anadolu'da toplamak isteğinde idi. İstanbul hükûmetine yardımcı olmak için bir hayli şartlar ileri sürdü. Yeni hükûmet kongre kararlarını tutmalı idi. Meclis toplanıncaya kadar millet kaderi ile ilgili hiçbir karar vermemeli idi. Barış konferansına gidecek delegeler milletinin güvenini kazanan şahsiyetler olmalı idi. Bazı tutuklama, aziller, sorumlu olanları cezalandırmak, alınan rütbeleri geri verme, Kuvay-ı Milliyeciler aleyhindeki davaları durdurma, basını yabancı sansüründen kurtarma gibi istekleri vardı. Çoğu, İstanbul hükûmetinin yapamıyacağı şeylerdi. Bir hayli haberleşme, makine başında görüşmelerden sonra, İstanbul hükûmeti Bahriye Nazırı Salih Paşa'yı Mustafa Kemal'le konuşmak ve anlaşmak için Anadolu'ya göndermiye karar verdi. Mustafa Kemal 18 Ekimde Sivas'tan kalkarak Salih Paşa ile buluşmak üzere Amasya'ya gitti. Bu toplantıda beş protokol imzalanmıştır. Esaslar hep Mustafa Kemal'in istedikleri idi. Pek önemli mesele yeni seçimden sonra Millet Meclisinin toplantı yeri olmuştur: Mustafa Kemal'e göre Meclis Anadolu'da bulunmalı idi. Salih Paşa ile Bursa üzerinde bir uzlaşmıya vardılarsa da Bahriye Nazırı verdiği sözlerin hiçbirini yerine getiremez.

Mustafa Kemal Sivas'ta iken Sivas'taki Hürriyet - ve - İtilâfçılar padişaha telgraflar çekerek ne Heyet-i Temsiliye, ne de başındakileri tanımadıklarını bildirmişlerdi. İstanbul'da hükûmet değişmiş olsa da padişahçı takım her yanda yığın kaynaştırıcılığında devam ediyordu. İstanbul'un Meclisin Anadolu'da toplanmasına karşı olduğu haberi gelince Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir'i ve Ali Fuad Paşa'yı Sivas'ta son bir görüşmiye çağırdı. Gerek Meclis, gerek Paris'te hazırlığı bitmek üzere bulunan barış konferansı diktasından sonra ne yapılacağı üzerine bir karar verilmeli idi.

Buluşma tarihi 28 Kasım 1919. Heyet-i Temsiliye'nin çoğunluğu ve Mustafa Kemal yeni Meclisi Anadolu'da toplamak fikrinde. Kâzım Karabekir bu defa bütün ağırlığı ile bu fikre karşı koymuştur: ''İstanbul'la bozuşuruz. Bir Damat Ferit hükûmeti daha gelir. Halk ayaklandırılabilir,'' diyordu. Kuvvet başında yalnız kendi vardır, sanıyordu. Bu tek bir kolordudan ibaretti. Birinci gün sonuç alamadı ise de ertesi gün Rauf Bey'in de katılması ile Mustafa Kemal ve arkadaşları daha fazla diretmediler. Rauf Bey kendi de İstanbul'a gitmek, fedakârca tehlikenin içinde bulunmakta millî hareket için fayda görür. Rauf Bey, hâlâ, Hamidiye Kahramanı'dır. Tek başına feda olmaktan ne çıkabilir? Kâzım Karabekir, padişah ve halifeyi, İngilizleri fazla huylandırmaktan çekinip durur. Sabırlı olmak lâzımdı.

İstanbul'a gidecek milletvekilleri ile görüşerek direktifler vermek üzere Mustafa Kemal batıya doğru gitmeye karar verir. 18 Aralıkta Sivas'tan ayrılarak Ankara'ya gelir. Gene yol parası yoktu. Bankalardan almak istemiyordu. Birinden borç aldılar. Otomobil lâstiğini de Amerikan okulu müdüründen. Ankara'da bir nutku vardır. Bu nutukta ilk defa zaferle dahi işlerin bitmiyeceğini söylemiştir: ''Bugünkü yapacağımız vatanı parçalanmaktan ve milleti esir olmaktan kurtarmaktır. Ama vazifemiz bununla bitmiyecektir. Medenî milletler arasında faal bir unsur olabileceğimizi ispat etmemiz lâzımdır,'' der.

Seçim yapıldıktan sonra son İstanbul Meclis-i Mebusanı 12 Ocakta yüz kırk kişi ile toplanmıştır. 80 milletvekillik çoğunluk kendine ''Müdafaa-i Hukuk Grubu'' adını vermek istemez. ''Felah-ı Vatan'' teklifini benimser. Padişah ''inhiraf-ı mizac''ını ileri sürerek meclisi açmıya bile gelmez. Padişah Hürriyet - ve - İtilâfçılarla İngiliz korkusunun baskısı altındadır. Meclisi kendine mal etmekten korkmaktadır. Milletvekillerinden birtakımı da sarayın gölgesi altına girmiştir.

Bu meclisin tek faydası Misak-ı Millî'yi kabul etmesidir. Misak-ı Millî yabancı işgal kuvetlerine millî hareketin sadece Türk vilâyetleri üzerinde hak dava ettiğini, ne Suriye'de Fransızların, ne de Irak'ta İngilizlerin kazançlarına dokunulmıyacağı inancını vermek bakımından şüphesiz pek faydalı idi. Profesör Yeşke der ki: ''Mustafa Kemal ezeli düşman tanımazdı. Hiçbir zaman kazandığı zaferi aşırı isteklerle tehlikeye sokmamıştır. 30 Ekim 1918 mütareke hattı ötesindeki Osmanlı topraklarından cesaretle vazgeçmesi ihtilâlci eserlerinin en büyüğüdür. Atatürk bu istekler çizgisini Batı-Trakya meselesinde bile aşmamış ve Dünya Harbinden sonra biricik gerçek antlaşma olan Lausanne'ı elde etmiştir.''

Sevres Antlaşmasının ne Anadolu, ne onun bu Meclisine zorlanamıyacağını bilen müttefikler için yeni bir hava yaratmak lâzımdı. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazı'na saldıran filoya komuta etmiş olan Amiral Robeck, ki İstanbul'da İngiliz Yüksek Komiseri idi, verdiği raporda der ki: ''Her tarafta fiilî kontrolde bulunamayız. Çok gemi ve kuvvetle yalnız İstanbul'a ve kıyılara hâkim olabiliriz. Meclis açılınca liderler İstanbul'a geldiler. Davranışları müttefiklere karşı düşmancadır. Batum'u boşaltarak kuvvetleri İstanbul'a toplamalıyız. Barışı çabuk yapmalıyız. Padişahın durumunu kuvvetlendirmeliyiz.''

İstanbul işgaline karar verilmişti. Mustafa Kemal, Rauf Bey'e, arkadaşlarını al gel der. Hayır. Bilâkis arkadaşlarını alarak padişahla görüşmeye gider, Vahidüddin onlara öğüt verir:

- Mecliste konuşmalarınıza dikkat ediniz. Müttefikler her şey yapabilirler. İsterlerse Ankara'ya da giderler, der.

Bir milletvekili saray penceresinden düşman zırhlılarını göstererek:

- Padişahım bunların hükmü su kenarına kadar geçer. Rahat olunuz. Anadolu pulattır (çeliktir). Vatan savaşı başarılacaktır, der.

Sonunda padişah ve halife gene son sözünü söyler:

- Rauf Bey bir millet var. Koyun sürüsü. Buna bir çoban lâzım. O da benim!

16 Mart 1920 günü idi. Rauf Bey Meclise dönünce muhafız kıt'ası kumandanı gelir. Rauf Bey'e:

- Kapıda İngiliz var. Sizi ve Kara Vasıf Bey'i teslim almıya gelmişler, der.

Rauf Bey Malta'ya sürülür.

İstanbul

Şimdi biraz da duruma İstanbul'dan bakalım.

1920 Martının 16 sında İstanbul'un İtilâf kuvvetleri tarafından işgal edilmesine kadar süren bir devir geçirmiştik. Bu devirde Anadolu, yavaş yavaş İstanbul'dan kopup uzaklaşacaktır.

Yunanlılara karşı ilk dayatma başgöstermiştir. Her tarafta millî kuvvetler kurulmaktadır.

Saray, Bab-ı âli, Hürriyet - ve - İtilâf gazeteleri Anadolu direnişinin barış şartlarını ağırlaştırmaktan başka bir şeye yaramıyacağını yazmaktadırlar. Millî kuvvetlerin adı, İstanbul edebiyatında ''haydut çeteleri''dir. Dahiliye Nazırı Ali Kemal'in bir tamimine göre Anadolu'da ''yeniden şekavet (eşkıyalık) ve yağma devrini açanlar'' Yunanlıların ekmeğine yağ sürmektedirler.

Damat Ferit'i ikinci defa iktidara getirdiği vakit, Meclis İkinci Başkanı Hüseyin Kâzım Bey itiraz edince padişah:

- Ben istersem Rum patriğini de, Ermeni patriğini de, hahambaşını da iktidara getiririm, demişti.

Damat Ferit kabinelerinden birinde Adliye Nazırı Bosnalı Ali Rüştü Bey Yunan taarruzu başarısı için dua ettirmiştir.

İstanbul'un vatansever ve milliyetçi takımı da Anadolu direnişinden kesin bir sonuç bekliyor mu idi? Hayır. Birinci Dünya Harbinde varını yoğunu kaybeden, biten, tükenen, nihayet artakalmış silâhlarının çoğunu teslim eden bir memleket, gerilla çeteleriyle, İtilâf devletlerinin ordularına ve donanmalarına nasıl karşı koyabilecekti? Üstelik şimdi İzmir'den içeriye doğru bir de istilâ ordusu sürmüşlerdi. Ama, Türk milletinin her şeye boyun eğmiyeceğini gösteren bir dayatma hareketi barış pazarlığı bakımından elbette faydalı idi. O şartla ki Anadolu, pek ihtiyatlı davranmalıydı. Hele İngilizleri gücendirmemeye dikkat etmeliydi. O sıralarda İstanbul fikir ve politika adamlarından bir haylısının bizim ''Akşam'' binasındaki Matbuat Cemiyeti salonunda bir toplantısı olmuştur. Varılan karar Mustafa Kemal'e ''itidali elden bırakmaması ve İngilizleri kuşkulandırmamaya çalışması'' için bir telgraf çekmek! İngilizleri kuşkulandırmamaktan maksat, Eskişehir gibi bazı merkezlerde bulunan İngiliz kıt'alarına saldırmamaktı. Bu toplantı için İstihzarat-ı Sulhiye Komisyonunda çalışan İsmet Bey'i (İsmet Paşa) davet etmiştik. Kendisini daha eskiden tanırdım.

Geç geldi ve salonun bitişiğindeki odada oturdu. Toplantı tartışmalarını kendisine anlattık:

- Pekiy ama Anadolu ne diyor? dedi.

Toplantıya gelenlerin unuttukları da bu idi.

Bu sırada İsmet Bey'in Necmeddin'le bana:

- Anadolu'da yeni bir kahraman yaratmıya çalışmayın, dediğini de hatırlarım.

Anadolu? Anadolu İstanbul'un kılavuzluğuna bağlanmalı idi. Fakat İstanbul ne yapacaktı?

Çoktandır İstanbul'da Amerikan mandası fikri alıp yürümüştü. Vatansever ve milliyetçi takımının başlıca söz ve kalem sahiplerine göre eğer Türkiye topyekûn Amerikan mandasına girecek olursa ileride yeniden kurtulmak imkânını bulabilirdi. Büyük tehlike, parçalanmakta, Anadolu ve Trakya'nın Fransız, İtalyan ve Yunan nüfuz bölgelerine ayrılmasındadır. Fakat iki büyük mesele var: Amerika'yı Türkiye mandasını kabul etmeye nasıl kandırabiliriz? Ermeni öldürüşçülüğü suçumuzu Amerikalılara nasıl affettirebiliriz?

Yahya Kemal'in:

- Ah bizi toptan yalnız biri alsa... diye kıvrandığı gözümün önüne gelir. İster Amerika, İster İngiltere veya Fransa...

Bu sıralarda İstanbul'a uğrayan bir Amerikan âyanı manda meselesini kongreye kabul ettirmenin hemen hemen imkânı olmadığını söylemiştir.

Bir de İngiltere mandacıları, daha doğrusu himayecileri vardı. Bunlar ''İngiliz Muhipleri Cemiyeti''ni kurmuşlardır. Cemiyet Sait Molla gibi satılık ajanların elindedir. Programları basittir: ''Eğer İngiltere bize bir lütufta bulunursa, Osmanlı saltanatı, hilâfetin ruhanî ve manevî bütün kudretini İngiliz müttefiklerine hadim kılmayı taahhüt eder.''

Henüz barış şartları hakkında bir şey bilindiği de yok. Ama tasarlamaların yaman olduğunu biliyoruz. Müttefikler Wilson'un barış notasına verdikleri cevapta ''yabancı toplumları Batı medeniyetine düşman Osmanlı idaresinden kurtarmak ve Osmanlı Devletini İstabul'dan dışarı atmak'' gerektiğini söylemişlerdi.

İstanbul Avrupa kıt'asında idi.

İstanbul hükûmeti Paris'e bir heyet göndermeye karar verir. 1919 yılının Haziranındayız. Paris'e gidecek heyetin eşyası, tuhaf bir tesadüf olarak, ''Demokrasi'' zırhlısına yüklenmiştir.

Paris'e gidenler İttihatçı ve Anadolu düşmanı olmalarına ve Ermeni öldürüşçülüğü suçu ile adam asmalarına güvenmektedirler. Clemenceau bir sözle onların bu türlü hayellerini altüst eder: ''Her millet, kendi başındakilerin yaptıklarından sorumludur,'' der.

Heyet bir kuru vait bile almaksızın, barış şartlarının dikta edileceği günlerde yeniden çağırılacağını öğrenerek İstanbul'a döner. Delegelerden biri Rıza Tevfik idi. Heyetle beraber elimize geçen Paris gazetelerinde onun bir konuşması çıkmıştı. Anasının bir odalık ve babasının Arnavut olduğunu söyliyen Osmanlı delegesi:

- İngilizlerden çok şey öğrendim. Fransız medeniyetine tutkunum. Bende his ve fikir itibariyle beğenilecek ne varsa sizindir. Bende fena olan her şeyin kaynağı benim, dediğini okuruz.

Milliyetçi gazeteler, sansür ve terör altında, bu sözleri tenkit edebilmek hürriyetinden bile yoksun. Divan-ı Harp ölüm sehpalariyle baş uçlarında.

Serkeş Anadolu ''millî sınırlar içinde bütün vatan parçalarının bir bütün olduğu'' ve ''ne manda, ne himaye fikirlerinin asla kabul edilmiyeceği'' prensipleri üzerine dayanan davası ile, İstanbul'da alıp veren bin bir çeşit fikir akımları karşısına dikilip durur. Nedir bu Anadolu? Hiçbir şey, henüz birkaç çete... Kimdir başındaki bu Mustafa Kemal? Askerlikten de istifa ettiği için komuta edecek kıt'aları kalmayan ve çetelere emir vermek için hiçbir yetkisi olmıyan bir adam, fakat bir lider... Daha Temmuz ayında onun ve arkadaşlarının yaklanarak yargılanmak üzere İstanbul'a getirilmeleri emri çıkmıştır. İstanbul'a dönmesi istendiği için askerlikten çekilen Mustafa Kemal, Erzurum ve Sivas kongrelerine bir çeşit millî meclisler karakterini vermiştir. Bu kongrelerin kararlarını yürütmek üzere bir Heyet-i Temsiliye seçilmiştir. Bu bir hükûmet demektir, reisi de Mustafa Kemal'dir.

Gene o sıralarda yeni bir Mebusan Meclisi seçilmek üzeredir. Hürriyet - ve - İtilâfçılar, daha şimdiden, seçimin Anadolu'da İttihatçı baskısı altında geçtiğini söyliyerek yeni Meclisi İngilizlere curnal etmektedirler.

Fakat dışarıdan bir şey koparamıyan, içeride bir itibarı kalmıyan Damat Ferit Paşa'dan saray da umut keser. Anadolu'daki itaatsizliği önliyebilmek, memleketi padişah etrafında toplamak üzere sessiz bir ''hamiyetli paşa'' bulur. Sadrazam yapar: Adı Ali Rıza Paşa. Biz gazetecilere söylediği bir cümlesi hatırımdadır: ''Bütün dünya demokrasi yaparken biz nasıl aristokrasi yaparız?'' Rejimler hakkındaki fikri bile bu...

Sütunlarımızın siperlerinde nöbet tutan milliyetçiler, genişçe bir nefes alıyoruz. Damat Ferit'in hıyanetinden bahsedebiliyoruz. Yakalanıp İstanbul'a getirilmesi için hükûmetin emirlerini yayınlıyan gazetelerde, Mustafa Kemal'in ilk demeci çıkıyor. Mustafa Kemal bu demecinde mahallî Müdafaa-i Hukuk teşkilâtlarının artık memleket ölçüsünde bir nitelik aldıklarını bildirir. Bu birleşmekten gaye ''vatanı ve milleti kurtarmak''tır. Mustafa Kemal Paşa bu fırsatla şu iki teminatı da vermeye lüzum görür: ''İttihatçı değiliz, Hristiyan düşmanı değiliz!''

Ali Rıza Paşa hükûmeti bir ara bulma hükûmetidir. Mustafa Kemal ve arkadaşlarını padişah etrafında toplamaya kandırmak üzere Anadolu'ya Hurşit ve Fevzi (Fevzi Çakmak) paşaları gönderir. Fevzi Paşa'nın Sivas'ta güç bir duruma düştüğü ve bu yüzden Erzurum'a doğru yola çıktığı hakkında İstanbul gazetelerinde haberler çıkar.

Mustafa Kemal yeni Meclisi Anadolu'da toplamak fikrini yürütemedi. Fransızlar Adana ve hinterlandını, Antep ve Maraş'ı işgal ettikleri sırada, padişah imparatorluğun son Mebusan Meclisini Fındıklı Sarayı'nda açacaktır.

O günlerde ''Akşam'' matbaasında otururken beni bir paşanın görmek istediğini haber verdiler. Kapıdan pırıl pırıl üniformasiyle Damat Ferit'in Divan-ı Harp Reisi Kürt Mustafa Paşa girdi. Bu adamın aynı zamanda Kürt Taâli Cemiyetinden olduğunu biliyordum. Oturdu, ''Akşam'' gazetesinde çıkan bir havadisi düzeltmek için bir şey yazdığını söyledi, bana bir kâğıt uzattı. Yazı: ''Sadr-ı sabık Damat Ferit Paşa Hazretleri...'' diye başlıyordu. Damat Ferit'ten de, Kürt Mustafa'dan da tiksinirdim:

- Biz öyle bir haine ''hazretleri'' diyen yazıları gazeteye koyamayız, dedim.

Benim kararlı hâlimi görünce, herhangi bir ağız çatışmasına meydan vermemek için gülümsiyerek kâğıdı aldı, kalktı gitti.

Bir müddet sonra Damat Ferit gene sadrazam, Kürt Mustafa yeniden Divan-ı Harp Reisi olacaktı. Ben de ölmekliğim ve yaşamaklığım dilinin ucundaki bir kelimeye bağlı olan bu adamın karşısına çıkacaktım.

1920 Martının 16 sına, İstanbul'un işgaline yaklaşıyoruz.

İstanbul'da 1919 yılının 16 Mayısına, İzmir işgaline kadar süren manevî çözülüş devri ile, 1920 yılının 16 Martındaki İstanbul işgaline kadar süren, yeis içinde bin bir umuda kapılma ve bir şey, ismi konmıyan, gökten mi ineceği, yerden mi biteceği bilinmiyen bir şey arama devri böyle geçti.

Kuvay-ı Milliye tarihinin iç yüzünü bilmiyenler biraz yukarıdaki: ''Ali Rıza Paşa hükûmeti bir ara bulma hükûmetidir. Mustafa Kemal ve arkadaşlarını padişah etrafında toplanmaya kandırmak üzere Anadolu'ya Hurşid ve Fevzi (Fevzi Çakmak) paşaları gönderir. Fevzi Paşa'nın Sivas'ta güç bir duruma düştüğü ve bu yüzden Erzurum'a doğru yola çıktığı hakkında İstanbul gazetelerinde haberler çıkar,'' fıkrasını şaşarak okumuşlardır. Çünkü onların Cumhuriyet kitaplarında okuduklarına göre Fevzi Çakmak millî savaşın temel direklerinden biri idi.

Hikâye Mustafa Kemal'in nasıl yapayalnız'dan yetiştiğini ve bazı karakter özelliklerini belirttiği için anlatılmaya değer. Fevzi Çakmak vatanını seven ve onun uğruna her zaman ölecek bir Osmanlı askeri idi. Mustafa Kemal'in ordu müfettişliği ile Anadolu'ya gitmesi tertiplerini hazırlayanlardan biri idi. Bir gün Genelkurmay Reisliği odasında Mustafa Kemal, Cevdet Paşa ve o baş başa verdikleri zaman, İstanbul korkusu ile her şeyi feda etmekten bahis açılması üzerine:

- (Harita üzerinde İstanbul'u göstererek) Bir nokta için (elini bütün memleket üzerinde gezdirerek) hepsini feda etmek! diye haykıran o idi.

Fakat Fevzi Çakmak, kafa ve vicdan kuruluşu bakımından muhafazakârdır. Padişaha ve halifeye bağlıdır. Mustafa Kemal'in Anadolu hizmetlerini de bu disiplin çerçevesi içinde görür. O gün, ki Mustafa Kemal askerlikten ayrılarak bir ''ferd-i millet'' olmuştur. Padişah ve halifeye karşı isyan bayrağı açmıştır, Fevzi Çakmak hiç şühesiz ikiden biri arasında onu seçmez.

Bir aralık Anadolu'da bulunan komutanlar da Ankara'yı değil, İstanbul'u tanımaya davet edildikleri zaman Bursa ve Konya'da bulunan ikisi Mustafa Kemal'den ayrılmışlardı. Bunlar belli başlı ordu parçaları idi. Refet Bey'in (General Refet Bele) bir baskını ile Konya'daki kolordu kumandanı kıt'alarının başından alınmıştı. Sonradan bu kumandan dahi, Fevzi Çakmak gibi, kurtuluş savaşlarında büyük hizmetler görmüştür.

Fevzi Çakmak bir aralık padişahtan Heyet-i Nasıha vazifesini, Anadolu'yu İstanbul'a itaat ettirmek ve Mustafa Kemal isyanından ayırmak için üstüna almıştır. Bunda yabancı devlet menfaatlerini düşündüğü pek uzaktan bile hatıra gelemez. Ona göre devlet ve vatan, padişah ve halifesi ile bir bütündür. O bu bütünün parçalanmasında bir ölüm kaderi görür.

Şimdi rahmetli Kâzım Karabekir'in bir hatırasını dinleyiniz: Kâzım Karabekir bu hatırayı 1946'da İstanbul Milletvekili seçildiği zaman Vali Lütfi Kırdar ve yanındakilere anlatmıştır. Fevzi Paşa dindar tanınmış, iyi konuşur, halk için pek cazibeli bir şahsiyet idi. Sivas'a kadar bir hayli tesir yaparak gelmişti. O vakitler şahsî itibarından başka hiçbir kuvveti olmayan Mustafa Kemal bu yolculuktan kuşkulandı. Fevzi Çakmak'ı daha fazla dolaştırmıyarak İstanbul'a geri göndermesini Kâzım Karabekir Paşa'dan rica etti. Kâzım Karabekir Fevzi Çakmak'a yolculuğunun faydasızlığını söyliyerek birlikte doğuya doğru yola çıkmışlar. Yolda Fevzi Çakmak Karabekir'e:

- Sen vatansever bir askersin. Eğer Mustafa Kemal itaat etmezse onu padişah ve halifenin hükûmetine teslim etmez misin? demiş.

Kâzım Karabekir, aynı olayı Ali Fuad Cebesoy'a şöyle anlatmıştır:

- Fevzi Paşa bana, Mustafa Kemal ve Ali Fuad paşalar ''muhteris'' ve menfaat düşkünüdürler, dayandıkları sensin, şunu bil ki eğer Mustafa Kemal başa geçerse ilk işi seni ortadan kaldırmaktır, hatta en güvendiğin İsmet Bey (İnönü) ve Samsunlu Şefik Bey de bu fikirdedirler, Mustafa Kemal ve Ali Fuad paşaları yakalayıp İstanbul'a götüreceğim, sen mâni olma! demişti.

Fevzi Çakmak işgal tarihine kadar İstanbul'da kaldı. İngilizler devlet merkezine de el koyarak, vatanseverler arasında kendisini de tutacaklarını öğrenince Anadolu'ya sığınmaktan başka çare görmedi. Gizlice başkentten kaçtı ve Geyve'de Ali Fuad Paşa (Ali Fuad Cebesoy) karargâhına geldi. Hikâyenin bu kısmını da Ali Fuad Cebesoy'dan ben dinledim: Cebesoy hemen bir telgrafla bu sığınma haberini Mustafa Kemal'e verir. Fevzi Çakmak'ın Kâzım Karabekir'e söylemiş olduğunu bilmemekle beraber Heyet-i Nasıha macerasını unutmayan Mustafa Kemal, Fevzi Çakmak'ın geri çevrilmesini ister. Cebesoy, İstanbul hükûmeti Harbiye Nazırının bu sığınması Anadolu'nun itibarını arttıracağını yazarak ısrar eder. Nihayet güçlükle kabul ettirir.

Fevzi Çakmak Ankara'da, tıpkı padişah ve halifeye olduğu gibi, Mustafa Kemal'e bağlanmıştır. O bu defa da samimî idi ve şüphesiz düşündüğü tek şey, artık düşman boyunduruğu altına giren padişah ve halifeyi kurtarmaktı. İnsanlar üzerine hiç hayal yapmayan, realist ve işini bilir Mustafa Kemal kendisini hükûmet reisliğine kadar çıkarmıştır. Sonra da ölünceye kadar Genelkurmay Başkanlığında tuttu.

Fevzi Çakmak devletin ve görevinin adamı idi. Muhafazakârdı: Devrimlerden hiçbirinin taraflısı olmadığını bilirdik. Genelkurmay Başkanlığından ayrılıncaya kadar eski yazıyı kullanmıştır. Atatürk belli başlı devrim kararlarını verdikten sonra, bir defa pek sevdiği Diyanet İşleri Reisi Hoca Rıfat Efendiyi çağırıp onu tatlı dille kandırır, sonra:

- Şimdi mareşale gidelim, derdi.

Biri camilerin ve hocaların, biri ordunun başında idi.

Yüzümüze karşı bir şey demez, fakat biz ileri hareket takımına kem gözle baktığını hissederdik. Fevzi Çakmak'ın geri düşünüşlüğü, yasak bölgeler sisteminde kendini gösterir. Bir defa Antalya Valisi Hâşim İşcan'la beraber Finike'ye doğru gidiyorduk. Bir yeni yol yapılıyordu. Vali:

- Bu yolu kaçırıyorum, demişti. Sonra açıkladı:

- Fevzi Paşa kıyıdan içeriye doğru yol yapmayı yasak etti. İtalyan taarruzuna yardımı olur diye...

İzmir bir yasak bölgeler hapsi içinde idi. Pek verimli birçok ziraat toprakları nüfussuz kalmıştı. Hatta bir gün oradaki komutana:

- Canım paşam, uğraşsanız da İzmir'e biraz nefes aldırsanız... diyecek oldum. Tıpkı Fevzi Paşa gibi düşünen komutan:

- Benim fikrimce asıl yapılacak şey, İzmir'i bu körfez dışına çıkarmaktır, cevabını vermişti.

- Ama unutuyorsunuz ki millet Erzurum'dan buraya kadar işte bu İzmir'e kavuşmak için kanını akıta akıta koştu, geldi.

Mimar Yansen İzmit tersanesinin kaldırılmasını ve şehrin denize açılmasını teklif etmişti. Bir defasında Başbakan Celâl Bayar'la birlikte İzmit'e gittiğimizde bunu kendisine hatırlattım. Yanımızda bulunanlar:

- Ne diyorsunuz beyefendi, Fevzi Paşa Hazretleri diyorlar ki kâğıt fabrikasına bir başka vilâyette yer bulunuz. Onu da yasak bölge içine alacağım.

Bütün İzmit Körfezi boğuluyordu. Mustafa Kemal'in emri ve baskısı üzerine Yalova serbest bırakılarak İstanbul'a bağlanıp imar edilmeye başlanması üzerine:

- Yapınız, yapınız, ben Yalova'nın on kilometresine bir top koyunca masraflarınızın ne kadar boşa gittiğini anlarsınız, demişti.

Medenîce manası ile yaşamaktan, imardan ve dünya zevklerinden bir şey anlamazdı. Bir lokma bir hırka ruhlu idi. Demir ve çelik endüstrisini Karabük'e sürdüren, zekâsı yontulmuş mühendis ve ihtisas adamlarının maddî manevî ihtiyaçları nasıl bir çevre arayacağını düşünmeden Kırıkkale'deki bozkır gurbetlerinde fabrikalar kurduran odur. Hatta İktisat Bakanlığı, Karabük'te kurulmaktansa demir ve çelik endüstrisine başlamamak daha doğrudur, diye söylemesi üzerine Fevzi Paşa, Atatürk'e:

- Demir ve çelik yapmak için benim ölümümü bekliyorlar, diye haber yollamıştı. Atatürk önce Bakan Celâl Bayar'a:

- Rica ederim, telefona gidiniz ve kendisine demir ve çelik endüstrisinin Karabük'te kurulacağını haber veriniz, demişti.

Ordu ile pek ilgilenen ve Terakkiperverler muhalefetinden önceki komutanlar vak'asından beri dikkat kesilen Atatürk, harpte kendisi başkomutan olacağını düşündüğüne göre, barışta askerî kuvvetlerin başında tamamiyle güvenilir bir şahsiyet bulundurmak istemişti. Zaafı bundandır.

Rejim Fevzi Çakmak'ı gerektiğinden çok fazla ordunun başında tuttu. Aydın general ve subaylar, eski anlayışlara bağlılık yüzünden, ordunun pek geri kaldığından daima şikâyetçi idiler. İspanya iç savaşı sırasında kendisinin:

- Harpte tankın ve uçağın büyük değeri olmadığı sabit olmuştur, dediğini yakınlarından duyarak içimiz yanıyordu:

- İnşallah Çakmak devrinde bir harbe tutuşmayız, diye dua ediyorduk.

Nihayet emekli yaşı geldi, çattı. Uzatma imkânları da tükenince İnönü kendisini emekliye ayırtmak zorunda kaldı. Fevzi Çakmak küstü. Ordu onun malı gibi bir şeydi sanki. Kolundan yakalanıp ana baba yuvasından atılmışa döndü. Kendisini ziyarete gelen devlet reisine gitmedi. İlk muhalefet hareketleri meydana gelince de, içinde bu kinle harekete geçti.

Ankara'dan İstanbul'a bir gelişinde Beykoz'a uğramıştı. Kahvede toplanan halka şöyle diyordu:

- İstanbul işgalinden sonra vatanı kurtarmak için Anadolu'ya buradan hareket ettiğim zaman...

16 Marttan sonra Ankara'ya gelmekten başka çare kalmadığını gören ve Saffet Arıkan'la arkadaşlarına katılarak Ankara'ya gelen İsmet Bey (İnönü), Atatürk'ün bana anlattığını yukarda söylediğim gibi 19 Mayıstan önce, yeni evlendiğini ileri sürerek, Anadolu'ya gelmek teklifini reddetmişti. 1920'de bir defa Ankara'ya gelmiş, fakat Ali Fuad Paşa'dan (Cebesoy) dinlediğime göre Mustafa Kemal kendine soğuk davranmıştır.

Atatürk'ün kendisi ile birlikte yürümiyeceğini bildiği şöhretlere karşı yeni prestijelere ihtiyacı vardı. Fevzi Paşa ile İsmet Bey onun çok işine yaramışlardı. Bir ikinci adam olarak, çalışma ve kültür bakımından, en iyisi şüphesiz İnönü idi ve Fevzi Paşa da, o da tam hizmet tipi idiler.

Hatıralarını anlattığı sırada Atatürk'e bir sual sormuştum. Kuvay-ı Milliye'ye katılıp katılmamak, erken veya geç katılmak bir zamanlar Ankara'da başlıca tartışma konusu olduğunu söyleyerek:

- Bu meselede yalnız siz hoş görür davranıyorsunuz. Hatta size karşı İstanbul'da cephe almış olanları bile affetmiştiniz, dedim.

Bakışları eski hatıralara doğru uzaklaşarak ve sislenerek:

- İnanmıyanlar da inananlar kadar haklı idiler. Ben Erzurum'dan İzmir'e sağ elimde tabanca, sol elimde sehpa, öyle geldim, demişti.

''Nutuk''unda ordunun kuruluşuna, hatta belki de Sakarya zaferine kadar süren devrin hikâyelerini okurken hâlâ ruhum ürperir.

Kitabın ''gerilla'' bölümünde hikâyelerini dinliyeceksiniz. Birinci Dünya Harbinden çıktığımız vakit, Anadolu dağları asker kaçakları ve haydut çeteleriyle doluydu. Mütareke ile beraber hele Karadeniz kıyılarında Hristiyan çeteleri türediği için, bunlara karşı Müslüman halk silâhlanarak harekete geçmişti. Yunanlıların İzmir'e çıkması üzerine yer yer millî kuvvetler de kurulunca, Anadolu'nun ne hâle geldiği kolayca anlaşılabilir. Bitkin halk, bir yandan düşmanın, bir yandan bu silâhlı kuvvetlerin baskısı altında bezmiş hâldeydi. Düşman vurur, dost vurur. Köyler kasabalar haraç altındadır. Halifeci gelir, şüphelendiğini ipe çeker. Birkaç silâhlı ile bir dağ başını tutan herkes başına buyruktur. Ne kanun bilir, ne devlet, ne kongre tanır. Bu tam tavaif-i mülûk kargaşası idi.

Lider Mustafa Kemal mahallî Müdafaa-i Hukuk kuruluşlarını Ankara'da Millet Meclisi içinde kaynaştırıncaya kadar pek çetin günler geçirmiştir. Asker Mustafa Kemal, çeteleri ve millî kuvvetleri nizamlı bir ordu içinde yoğurup komutası altına alıncaya kadar aynı çileyi dolduracaktır.

Anadolu'da askerî kıt'alara komuta edenler, Mustafa Kemal rütbelerini bırakıp üstünde vatandaşlıktan başka sıfat kalmadığı zaman, gene onunla işbirliği ettikleri için Kurtuluş Savaşının şereflerine hiç şüphesiz ortaktırlar. Fakat Mustafa Kemal'in şef tanınması hayli güç olmuştur. Ama o lider mizacı ile doğmuştu. Lider vasıfları edinerek büyümüştü. Hiçbir zaman, en küçük rütbesinde bile, sıra adamı olmamıştı. Karar vermek zamanı gelinceye kadar büyük bir sabır gösterir. Yenilmiyecek şartları zorlamaz. İlk zamanları ''Makam-ı mukaddes-i hilâfeti düşman esaretinden kurtarmak", vatanı ve milleti kurtarmak gibi, dilden düşürmediği sözler arasındadır.

Erzurum ve Sivas kongrelerine âdeta millî meclisler önemi verdirmiştir. Heyet-i Temsiliye, halk iradesini belirten bu kongrelerin hükûmeti demektir. O kendisi Heyet-i Temsiliye'nin reisliğine de bir devlet reisliği önemi verdirmekte gecikmez. Müstesna bir zekânın bütün fırsatları sabır ve soğukkanlılıkla kollamasını ve kullanmasını bilen taktikleri önünde herkes sürüklenip gider. Belli başlı arkadaşlarından hiçbirine ikincilik muamelesinin ağırlığını hissettirmez. Fakat daima birinci olarak kalmayı da bilir. Basit çete reislerine, millî kuvvetlerin başında bulunanlara, rütbe ve şahsiyet farkına bakmaksızın, kahraman saygısı gösterir. Halka karşı apaçık zulümlerini bile durdurmak için boşuna gidecek müdahalelerde bulunmaz ve sergerderleri huylandırmak istemez. Büyük kararlarda ''geç kalmamak'' kadar, ''erken davranmamak'' da liderlik dehasının büyük bir vasfıdır. Daima tam vaktini seçer. Bu vakit öyle seçilmiştir ki bir gün önce kimsenin hatırından geçmiyen şeyler, bir gün sonra gerçekleşiverir. Herkes şaşırır. Kimse dayatma denemesinde bulunamaz. Bu lider ''orta'' ve ''küçük'' adamların, belki birtakım haklı şartlar içinde, kendileriyle bir görmeye razı olup olmamakta duraksadıkları bir ''büyük adam''dır.

Çetelere, millî kuvvetler ve kıt'alara komuta edenler arasında, emir verilecek askerleri olmak bakımından, en zayıfı odur. Komutanlardan kendisini çekemeyenler de vatanseverdirler. Şahsî hırs ve rakiplik yüzünden davayı çürütmek hiçbirinin aklından geçmez. Hiçbirinde çeteci Ethem'in binde bir soysuzluğu yoktur. Nihayet kızarlar, tartışır, ''Bakalım!'' der, bırakırlar.

Bu notlarımı Mustafa Kemal'in devrim atılışlarını anlattığım zaman hatırlıyacaksınız. Fakat o devirdeki Mustafa Kemal, 19 Mayısla zafer arasında geçen devrin Mustafa Kemal'i yanında insana çok daha ''kolay'' hissini verir. Türkiye'yi 1919-1921 krizleri içinden sıyırıp çıkarmak, bir dev işidir. Birinci Dünya Harbini kazanan büyük devletler, yer yer ayaklanmalarla Anadolu'nun birçok vilâyetler halkı, daha sonra bu isyanları bastıran millî kuvvetler, zaman zaman Meclis ve arkadaşları, ya onun karşısına geçmişler, yahut onunla uyuşamamışlardır. Hepsini ve her şeyi idare etti. İradesinin insana şaşkınlık verecek bir eğilip bükülme kabiliyeti vardı. Onda politikacı kahramanı korur, kahraman politikacıyı kurtarırdı.

Öyle şartlar içinde Mustafa Kemal'in yaptığını yapabilecek, cesarette demiyorum, belki ondan gözü pekler vardı, azminde demiyorum, belki onun kadar azimli olanları vardı, bilgide demiyorum, şüphesiz ondan daha bilgili olanları vardı, fakat kırk yıllık ömrümde onun liderlik dehasında hiç kimseyi tanımadım.

Mustafa Kemal anasından tam gününde ve saatinde doğmuştu.

16 Marttan sonra vatansever ve milliyetçilerden çoğu Mustafa Kemal'e bağlanmıştır. Bazıları sadece umutsuz düşmüşlerdir. Meselâ Fransız generali İstanbul'a girdiği zaman ''Kara Gün'' fıkrasını yazdığı için kurşuna dizilmekten güç kurtulan Süleyman Nazif Malta'da ordu komutanı Yakup Şevki Paşa'ya, yukarıda anlattığım üzere:

- Sınırları nehirler çizer. En doğrusu da budur. Paşam ben Diyarbakırlıyım, siz Harputlusunuz. Bu iki şehirde Fırat ve Dicle nehirleri içindeki bölgededir. Siz de ben de Iraklı olarak Bağdat hükûmetine katılmalıyız. Osmanlı İmparatorluğundan umut yoktur. Başımızın çaresine bakalım, der.

Aynı Süleyman Nazif ilk defa İstanbul'da kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin, Cevad Dursunoğlu'nun deyimi ile, ''ruh-i muharriki'' idi. Bu dava için çıkacak gazetenin sorumluluğunu o üstüne almıştı.

Bazıları bütün nitelikleri ile ''hain''dirler. Düşmandan para ve nimet dilencisidirler. Adları anılmaya değmez.

Bir kısmı İngilizlere sığınmaktan başka çare olmadığı ve Anadolu dayatışı İngiliz yardımından bizi yoksun edeceği için ''hainlik'' denebilecek davranışlarda bulunmuşlardır. Başta Vahidüddin vardır. Ona göre İngilizlerce Mustafa Kemal ve yanındakiler ''heyet-i kaatile''dendirler. Yani Hristiyan öldürücüleri! Onlar ''tenkil'' olunmadıkça Türkiye İngiltere'den yardım bekleyemez. Meselâ Yunan taarruzu olduğu vakit dördüncü Damat Ferit kabinesinin Adliye Nazırı gazetecilere şu demeci verir:

- Hükûmetimiz Yunan ordusu tarafından yapılan harekâtı protesto etmeyecek midir?

- Hükûmetimiz Mustafa Kemal'i resmen mahkûm etmiş ve hilâfetle vatana hain olduğunu ilân eylemiştir. Binaenaleyh vazifesi asilere lâyık oldukları cezayı vermekti. O hâlde kendi programımıza dahil bulunan bir hareketi neye protesto etmeli?

- Bu harekât mühim güçlüklerle karşılanacak mıdır?

- Hayır, Mustafa Kemal ordusu öteden beriden toplanmış haydutlardan, sabıkalılardan mürekkep, teşkilâtsız, inzibatsız bir ordudur.

- Fikrinizce harekât uzun sürecek mi?

- Asker değilim. Fakat intibaım şu merkezdedir ki General Paros-Kevupulos'un ordusu şimdi sürat ve şiddetle harekâta devam ederek birkaç hafta içinde Ankara surları önünde bulunacaktır.

Ama bütün İstanbul bu değildir. Canlarını ortaya atan asker ve sivil milliyetçiler M.M. Grubu ve ''Karakol Cemiyeti'' gibi komiteler kurup Anadolu'ya gerek adam, gerek silâh kaçırmak işine koyulmuşlardır. Bir defa Gülhane Parkı'nda Türk kadınlarına saldıran üç Fransız eri öldürüp kaçanlar Karakol'un fedayileri idi. İngiliz yüzbaşısı Armstoriz yazdığı kitapta der ki: ''İstanbul silâh ve mühimmat depolarından kaçakçılık yapıldığını öğrenmiştik. Nöbetçileri tuttuk. Küçük subayları hapsettik. Önliyemedik. Ben Haliç'teki büyük silâh deposunda bir yana saklanarak durumu incelemiye karar verdim. Geceleyin Türkler gene geldiler. Barut mahzenlerinde rahat rahat sigara içiyorlar, birkaç tahta kırarak ateş yakıyor ve yemek pişiriyorlar. Patlayıcı maddeleri hiç çekinmeyerek taşıyorlardı. Kaçakçılık devam etti."

Matbaaya çok defa arkadaşlardan daha önce gelirdim. O sabah Saraçhanebaşı'ndaki evimden Bab-ı âli'ye kadar caddeler ve yollar sessizlik içinde idi. Kimse ile konuşmadığımdan ne olup bittiğini bilmiyordum. Yalnız caddeden bir zenci birliğinin geçişine mana verememiştim. ''Akşam''ın kapısından girince avlunun sağındaki odaya uğradım. Burası Kâzım Şinasi'nin bürosu idi. Bir iki arkadaş:

- Haberiniz yok mu? diye sordu.

- Neden?

- İngilizler İstanbul'u işgal ettiler.

Birkaç günden beri ajanslar İtilâf devletleri arasında İstanbul meselesi konuşulduğunu haber vermekte idiler. Türkleri İstanbul'da bırakıp bırakmamak, ikide bir tehdit olarak ortaya atıldığı için pek de umursamamıştık.

Hemen bir iskemleye yığılıvermiştim. Haber benim üstümde, İstanbul'u bizden aldılar, manasına geldi. Bir müddet sonra, Şehzade Karakolu faciasına, İngilizlerin bazı devlet dairelerine yerleştiklerine dair havadisler arasında kendimizi toparlamaya vakit bulmadan, bir İngiliz subayı ile İngiliz üniformalı bir Ermeni tercüman odaya girdi. Subay:

- Siz kimsiniz? diye sordu.

Tutuklanacağımı sanıyordum. İlk önce kimliğimi gizlemek hatırımdan geçti, bir faydası olmadığını düşünerek gazetenin yazı işlerine bakan sorumlu olduğumu ve adımı söyledim. Hemen cebinden bir kâğıt çıkararak:

- Şimdi bunu dizdireceksiniz, gazeteye basacaksınız, o zamana kadar burada kalacağız, dedi.

Uzattığı kâğıt İstanbul'un işgali bildirisi idi:

- Hiçbir yerini değiştirmiyeceksiniz, diyordu.

Bildiri öyle yazılmıştı ki bu işgalin sebebi Türklerin suçları olduğunu sayıp dökenler, bizim hükûmet midir, işgal makamları mıydı, belli değildi. Bildirideki ''muharebe'' sözünün tam Ermeni şivesiyle ''mahrebe'' yazıldığı dikkatime çarptı. Mürettiphaneye götürdüğüm vakit, baş diziciye usulca:

- Sakın bu kelimeyi düzeltmeyiniz, dedim.

Tek başarımız, bu kelimeyi olduğu gibi basarak işgal bildirisinin yabancı kaleminden çıkma ve Ermeni şivesiyle Türkçeye çevrilme olduğunu ''Akşam'' okurlarına anlatmaktı.

Mürettiphane ve matbaa, gazete çıkıncaya kadar, İngiliz işgali altında kalacaktı. Arkadaşlarla:

- Ne yapabiliriz? diye düşündük. Bab-ı âli bitişiğimizde idi. Birimiz oraya gitti. Toplantı hâlinde bulunan Nazırlar Meclisine haber yollıyarak gazetede geçenleri anlattı. Bildiriyi yayınlatmamak onların elinde değildi. Düşünmüşler, taşınmışlar, hükûmet adına da kısa bir resmî tebliğde bulunmaya karar vermişler. Tebliğ geldi, hiç olmazsa halk efkârını herhangi bir şüpheye düşmekten koruyucu bir belge idi.

İngiliz subayı kendi getirdiği yazının başa konacağını söyledi. Hükûmet tebliğinin de onun sol tarafındaki sütunlara konması için güçlükle izin aldık. İlk önce altta bir köşeye sıkıştırılmasını istiyordu.

Gazete öyle çıktı. Geç vakte kadar gelip gidenlerden işgalin bin türlü acı vak'alarını öğreniyorduk. Yazı odaları üst katta, denize karşı idi. Limandaki zırhlılarda bir ateşe tutma hazırlığı görüyorduk. İçlerinden birini Galata rıhtımına yanaştırmışlardı.

Merkez-i umumîden tanıdığım Cafer de işte o gün bizden haber almaya geldi, pek vatansever bir Rumeli delikanlısı idi. Bitkin bir hâlde idi. Sigara paketimi uzatırım:

- Off... der.

İkram ettiğim kahveyi getirirler:

- Off... der.

Bir müddet sonra gözleri yaşararak bana limana gelen İngiliz gemilerini gösterdi. Hepsinin topları havaya dikilmişti. Zafer, Osmanlı İmparatorluğunu yere serenlerin zaferi padişahın oturduğu Dolmabahçe Sarayı'nın biraz açığına demirlemişti. O pençe, derin ve onulmaz acı pençesi bütün tırnaklarını boğazımıza geçirmişti. Kımıldamıyorduk. Bir aralık Cafer'in gözleri kurudu. İki yumruğunu pencereden zafer filosuna doğru sıkarak:

- Biz size gösteririz, dedi.

Kuvay-ı Milliye işte bu sıkılmış yumruktan ibaretti.

Arkadaşlarımızdan yaşlı bir efendinin, sabah kılığı ile penceresinde otururken, bir düşman birliğinin geçtiğini görünce yüreğine inip öldüğünü haber aldım. İstanbul'un binlerce yüreği böyle bir inmenin hasretlisiydi.

Daha sonra eğer uslanırsak ve serkeşlikten vazgeçersek, İstanbul'un gene Türkiye başkenti olacağına dair bazı telgraflar geldi. Türklerin büsbütün İstanbul'dan atılmasını teklif eden birine Lloyd George şu cevabı veriyordu:

- Türkleri kolayca Hristiyan öldüremiyecekleri bir yerden çıkarıp öldürüşler yapabilecekleri yerlere mi gönderelim? Türk hükûmeti İngiliz toplarının tehdidi altında kalmalıdır.

Dolmabahçe'de oturan Zillûllah-ı Fil'âlem, daha şimdiden bu topların gölgesinde idi.

Eski politikacılardan tutulanlar İngiliz sürgünlerine götürülmekte, tutulmıyanlar Anadolu'ya kaçmakta idiler.

Gazeteler müttefikler arası sansürün elinde büsbütün söndü. Ağlamaya bile izin alamıyorduk. Dosyalarımda o günlerden kalan bir yazımın başlangıcı şu: ''Bu sene bile bahar geliyor. Bu sene bile bahçelerimizdeki ağaçlar kar beyaz çiçekler döktü. Kanunî Süleyman eyyamında da bahar böyle gelmez miydi? Fatih ordusu Bizans'ı kuşattığı zaman, sur diplerinde ve Topkapı kırlarında açan çiçekler de böyle değil miydi?''

Nisan haftasında padişah yeniden Damat Ferit'i hükûmet başına geçirdi. 11 Nisanda meşhur ''Fetâvay-i Şerife'' çıktı. Bu fetvalara göre Mustafa Kemal'in emri altında vuruşanlar ve ölenler şehit olmıyacaklardı, Kuvay-ı Milliye'ye karşı cihat ilân edilmekte idi.

Padişahın çetecisi Anzavur'un haydutları ''Kuvay-ı Muhammediye'' adı almışlardı. Bütün halk, Anadolu'da ve her yerde, din adına Mustafa Kemal'e isyan etmeye ve padişah itaatine girmeye davet olunmakta idi. Bu fetvaların gerçekte sadece Vahdettin'in ''hal'i" (1) fetvaları değil, padişahlığın ve halifeliğin tarihine nihayet veren fetvalar olduğu o zaman hatıra gelir miydi?

İtilâf devletleri Mayıs ayında Sevres Antlaşmasını tebliğ ettiler. Bu antlaşmanın imzalanıp imzalanmaması için toplanan Saltanat Şûrasında yalnız bir kişi ''müstenkif'' kalabildi: O da Topçu Feriki Rıza Paşa idi.

Yunan ordusu büyük taarruzunu yaparak Bursa'ya kadar geldi. Birçoklarında gene Anadolu dayatışının sönmekte olduğu hissi vardı.

Armstrong, İstanbul hatıralarını yazdığı kitabında telgrafın icat edilmiş olduğuna esef eder. Çünkü İstanbul'da bulunan İngilizler, Anadolu dayatışının kolayca yenilebilecek çete kuvvetlerinden ibaret olduğu zamanlar, hemen ellerinde bulunan kıt'aları gönderip hareketi durdurmaya karar vermişler. Armstrong'a göre, eğer telgraf icat edilmeyip de eski devirlerde olduğu gibi, mahallî İngiliz görevlileri içlerinde bulundukları şartlara göre karar vermek ve kararları uygulamak yetkisinde olsalardı, Anadolu işini halletmek o kadar güç olmıyacaktı.

Fakat İngiltere'de ruh hâli o kadar değişmiş ve herkes silâhlı maceralardan o kadar nefret etmişti ki fikirlerini bir türlü Londra'ya kabul ettirememişler. Neden sonra Anadolu'ya karşı bir hareket yapılması yeniden düşünülmüşse de o kadar büyük bir kuvvete ihtiyaç varmış ki teşebbüs edememişler. Anadolu dayatış hareketinin tutunmasında ve kuvvetlenmesinde Mustafa Kemal ve teşkilâtını önemsiz göstermeye ve müttefiklere, padişah taraftarlarının nihayet hepsini ortadan kaldıracağı inanışı vermeye çalışan Hürriyet - ve - İtilâfçıların da yardımı olmuştur. Bunlar, eğer Mustafa Kemal ve teşkilâtının nüfuzlu ve köklü olduğuna hükmederlerse İngilizlerin kendilerinden yüz çevirip onlarla işbirliği edeceklerinden korkmuşlardır.

Yıllarca sonra çıkan kitabında Armstrong bakınız, o günler üzerine neler yazar: ''...Padişahın lehinde bulunmak, bize göre en sağlam siyasetti. Meşru hükûmeti temsil ettikten başka müttefiklerin emirlerini yapmaya hazırdı... Damat Ferit bambaşka bir tipti. İnatçı, cüretkâr ve akılsız bir adamdı. Kürt kanı ile karışık bir Arnavut olan Damat Ferit'in ruhu kan güdenlerin bütün düşmanlılığını taşımakta idi. Bu bir kabile adamı idi. Malta sürgünlerinin bir kısmı Damat Ferit'in ricasiyle tevkif olunmuşlardır. Damat Ferit Kürtleri de ayaklandırmak için teşebbüs etti... Sevres Muahedesinden sonra Türkler, memleketlerini kurtarmak için birleşmişlerdi. Padişahın avenesi bunların dışında idi. Her kıymetli Türk, milliyetperverdi.''

Sarayın ve Bab-ı âli'nin yüzüne gülen düşmanın içi de işte bu idi.

Bir Hikâye

Sadece mütarekedeki İstanbul havasını size teneffüs ettirebilmek için başımdan geçen bir vak'ayı hikâye edeceğim:

Ramazan ayı idi. Büyükada'da oturuyordum. Bir sabah vapurdan köprüye çıktığım vakit, Anadolu ile gizli temaslarda bulunan ve bu görevle Harbiye Nezaretinde kalan dördüncü ordu karargâhından tanıştığımız bir yüzbaşı bana doğru geldi:

- İngilizler senin de ismini hükûmete verdiler. Tevkif edileceksin. Anadolu'ya kaçmanı düşündük, dedi.

- Nasıl gidebilirim?

Bir ticaret yazıhanesinde bu işlerle uğraşan Tolçalı Süleyman Bey'in adresini vererek:

- Süleyman Bey'i gör, o sana söyler, dedi.

Tolçalı Süleyman eski bir İttihatçı idi. Kendisini ben de tanırdım. Gidip gördüm. Cumartesi günü Üsküdar'da bir adrese gidecek, teşkilât adamlariyle buluşacaktım. Tolçalı Süleyman kendilerine hemen haber verecekti. Onlar beni de bir kafileye katarak kaçıracaklardı.

Nikâhlanmak üzere olduğumdan, kendi kendime, daha öteki cumartesiye kalmanın bir sakıncası olmayacağına karar verdim. Önümüzdeki cumartesinin son fırsat olduğunu nereden keşfedebilirdim? Meğer o hafta İngilizler teşkilâtın bulunduğu yeri haber almışlar, basmışlar ve yol kapanmış.

Fakat ben de iyi ki tutulmuş ve hapsedilmiştim. Neden sonra teşkilâtta bulunan arkadaşlardan biri demişti ki:

- İhtilâl zamanıdır bu... Herkes herkesten şüphe eder. Biz de haber verdikleri hâlde senin gelmediğini, İngilizler tam o gün baskın yapıp yolu kapayınca, doğrusu, kendini kurtarmak için bizi ele verdin, diye vehimlenmiştik. Yakalandığını duyunca ferahladık.

Geceyi Büyükada'da geçiren Yakup Kadri ile beraber sabah vapuruna yetişmek üzere iskeleye iniyorduk. Karakolun önünde iki kişinin ceketlerini telâşla arkalarına geçirerek peşimize düşmelerinden biraz huylandım. Bunlar beni takip etmek üzere bir akşam önce adaya gönderilmişler. Köprüye çıktık, yürüye yürüye Bab-ı âli yokuşunu tırmandık, Yakup kapı komşumuz ''İkdam'' gazetesine girdi, ben de ''Akşam''ın üst katındaki odama çıktım.

Aradan pek az geçti, hademe polis müdürlüğünden bir sivil memurun beni aradığını haber verdi. Odama almasını söyledim. Geldi:

- Sizi polis müdürlüğünden istiyorlar, dedi.

O vakit polis müdürü ''Arnavut'' diye lâkaplanan meşhur Tahsin'di. Yanına bile çıkarmadılar. ''Merkez Kumandanlığına gideceksiniz'' dediler. İkileşen sivil polisle beraber bir atlı arabaya bindik. Beyazıt'ta, Harbiye Nezareti giriş köşklerinin sağındaki Merkez Kumandanına gittim.

Sofada ilk karşıladığım subay, o vakitler Merkez Komutanı Emin Paşa'nın muavinliğini yapan Müfit Özdeş (Sonradan Kırşehir mebusu) idi. Müfit Bey'i biz Türkçü bilirdik. Yanıma sokularak:

- Sorma Falih, dedi, seni tutacaklarını dün geç vakit öğrendim. Fakat bir yolunu bulup haber yollıyamadım.

Büyükçe bir odada bir köşeye iliştim. Galiba bekleme salonu idi. Bir aralık Kiraz Hamdi Paşa içeri girdi, oturdu, ağız yoklama kabilinden benimle konuştu. Biraz geçince tutulmuş olduğumu öğrendim. İttihatçıların emekliye ayırdığı, İtilâfçıların yeniden hizmete aldığı yaşlıca bir subay:

- Buyurun gideceğiz, dedi.

- Nereye?

- Önce İstanbul'daki evinize...

Ellerime kelepçe takmak istediler. Kelepçelenecek kadar ağır bir suçum olabilir miydi? Ben nihayet ''Akşam'' gazetesinde yazdıklarım hoşa gitmediği için yakalanmamış mıydım? İlk defa isyan ettim. Bir hayli tartışma üzerine, bileklerime kelepçe takmaktan vazgeçtiler. Yine bir atlı arabaya binmiştik. Harbiye Nezareti dış kapısından çıkınca yanımdaki subay:

- Benim oğlumun arkadaşısınız... dedi, sizinle mahsus ben gelmek istedim. Evinizde evrak aranacaktır. Ben sizi bir müddet yalnız bırakacağım. Odanızda şüpheli bir şeyler varsa, saklayınız, dedi.

Sonra: ''İttihatçılar beni ekmeğimden, mesleğimden ettiler, tramvay kondüktörlüğü yaptım,'' diye şikâyet etti.

Evde acele ile arandım. Cemal Paşa'nın mektubu elime geçti. Rahmetli komutan bu veda mektubunda bile kendisini görev başında sanıp ''verdiğim talimatlar dairesinde hareket ederek'' gibi, hele intikamcı bir Divan-ı Harp heyetinin önünde izah edilemiyecek sözler kullanmıştı. Mektubu ortadan kaldırdım. Subay geldi. Sözde şüphelendiği bir iki önemli kâğıt aldı, çıkıp Merkez Komutanlığına döndük. Akşama doğru beni Sultanahmet'te, meydan üstündeki eski hapishanenin tevkifhane kısmına götürüp bir koğuşa bıraktılar.

Koğuş tıka basa doluydu. Hava boğucu, yataklar tahtakurusu içinde, ilk geceyi daracık bir masa üstünde kâğıt falı açan dertlilerle geçirdim. Ben sanıyordum ki, hemen çağıracaklar, birkaç sual soracaklar, böylece bana bir gözdağı vermiş olacaklardı. Yakup Kadri'nin tutulup biraz sonra serbest kalmasından umutlanmıştım. Şimdi artık o devrin tarihe mal olmuş belgelerinden (1) çok sonraları öğrendiğime göre ''şarkın huzur ve sükûnunu ihlâl etmek suçu ile behemehal idam edilmek üzere'' yakalandığımı hatırıma bile getirebilir miydim? İngiliz casusu Arnavut Tahsin tarafından Harbiye Nazırı Süleyman Şefik Paşa'ya, onun tarafından da Divan-ı Harp Reisi Kürt Mustafa Paşa'ya havale olunan elli küsur kişilik liste içinde imişim. Bir haylımızı seçmişler, yakalamışlar, Sadrazam İzzet Paşa gibi bir iki kişiyi de bırakmışlar.

Ara sıra büyük dış kapıda parmaklık arkasından beni ziyarete gelenlerle görüşüyordum. Onların da bir şey bildiği yoktu. Doğrusu ziyaretçilerim de üç beş kişi idi. Hele siyasî hapse giren bir adamın birdenbire ne kadar yalnız kalacağını ilk defa öğreniyordum.

Yine çok sonra öğrendiğime göre Kuvay-ı Milliye tarafını tutanları tethiş etmek için Kürt Mustafa ve arkadaşları bir hükûmet adamı ile bir gazeteciyi aradan çıkarmaya karar vermişler. Hükûmet adamı, eski vali ve Dahiliye Nazırı rahmetli Hâzım Bey, gazeteci de ben! Håzım Bey'in hıyaneti, 16 Mart günü Galata rıhtımına yanaşan zırhlıyı göstererek, vapur kamarasında bulunanlara:

- Sanki bu toplar İstanbul'a ne yapar? demekmiş. Tabiî buna bir sürü rivayetler de eklemiş olacaklar.

İlk defa öğle üstü ikimizi aldılar, Harbiye Nezaretine götürdüler. Niçin bu kadar çok süngülü ile götürüldüğümüzü bir türlü anlamıyordum. En tehlikeli eşkıyalar gibi muhafaza altında idik.

Sorguya çekilmek için doğrudan doğruya mahkeme karşısına çıktım. Mustafa Paşa, Akşam gazetesinde beni görmeye geldiği pırıl pırıl üniforması ile karşımda idi. Bana soracaklarını şöyle tertip etmiş: Anadolu'da halkın canına malına kıyan çeteler vardır. Ben Kuvay-ı Milliyecilik etmekle, bu çeteleri halkın canına malına kıymaya teşvik ediyormuşum. İşlenen cinayetlerini nasıl bilmezmişim?

Anadolu'da vatan müdafaasına uğraşanlardan başka hiç kimsenin taraflısı, kanunsuzlukları, cinayet ve zulümleri teşvik edecek bir adam olmadığını söyledim ve hep bu tema üzerinde durdum.

Bir aralık Suriye'den ne kadar servetle döndüğümü sordular. Ali Kemal, bir aralık, beni de Suriye'den çıkın çıkın altınlarla dönenler arasında saymıştı. İftirası o kadar gülünçtü ki cevap bile vermemiştim. Bu iftiranın zararını, sadece, iane istemek için benimle akrabalık, dostluk, mektep arkadaşlığı icat eden bir sürü kimse ile savuşturduğumu sanıyordum. Bir gazetecinin iftirası, şimdi, Divan-ı Harp'in yazılı suallerinden biri olarak karşıma çıkıyordu.

Sorgu sualden sonra sofada Hâzım Bey'le buluştuk. Bir arabaya binerek dönmek üzere izin almamız teklifinde bulundum:

- Hayır, yaya gidelim, millet mazlumlarını görmelidir, dedi.

İftar vakti idi. Beyazıt ve Divanyolu'ndan Ramazan kalabalığı taşıyor. Yalnız biz sıkışmıyoruz. Süngüler arasında iki kişi gören herkes başını çevirerek bir yana kaçıyor. İçimden, kendini göstermek için dimdik yürüyen ve yüzüne bir martir hâli veren Hâzım Bey'e gülüyorum. O zamanlar Hasan Âli'yi de tanımazdım. Sonradan anlattığına göre, o da pek, ama pek yakın bir dostumla Yahya Kemal'le o kalabalığın içinde imiş. Kemal bizi uzaktan görünce:

- Aman şu sokağa sapalım, der.

Hasan Âli:

- Niçin, sebebi? diye sorar.

- Falih Rıfkı'yı getiriyorlar. Göz göze gelmiyelim. Selâm vermeye mecbur oluruz, cevabını verir.

Size 88 gün süren hapsin hikâyesini anlatacak değilim. Öldürülmek istendiğimi bilmediğim için bu basit bir sıkıntıdan ibaretti. Hürriyetsiz ve güneşsiz kalmak, yatağımın altındaki tahtayı ikide bir gazla yakarak tahtakurusu temizlemek, ölüm mahkûmlarının son ıstıraplarını görüp içlenmek gibi şeyler...

Yalnız size, devrin zulmünü ve ruh hâlini gösterecek, başkalarına ait, bazı vak'aları fıkralar hâlinde toplamak istiyorum.

Koğuşumuz karmakarışıktı. Ben üstüme âdeta baygınlık hâli gelmeden uyuyamıyordum. Bir akşam kulaktan kulağa bir fısıltı dolaştı:

- Suikastçılardan altısı yarın sabah idam edileceklermiş, dediler.

Bunlar on iki kişi idiler. Altısı polis müdürlüğünde, altısı bizim tevkifhanede idi. İçlerinden biri, Enver Paşa'nın eski yaveri, Müslüman ve efendi bir asker, yanı başımda yatardı.

Sonra ikinci fısıltı geldi:

- Terziler aşağıda idam gömleği biçiyorlarmış.

Demek bizimle birlikte olanlar idam edileceklerdi. Onlar bunu bizim bakışlarımızdan öğrendiler. Yüzleri soldu. İsli lâmba ışığı altında ölülerin balmumu rengini bağladılar. Ellerine dokunsam belki soğumuşlardı bile... İdam mahkûmları ile, bu akşam henüz yaşayan ve gün doğmadan ölecek olanlarla beraber ilk defa gece geçiyordum. Hiçbir hastalıkları ve hiçbir suçları olmıyan, bırakılsalar yirmi otuz yıl daha ömür sürecek bu altı kişi, karılarının saçlarını bir daha koklamadan, analarının buruşuk ellerini ve çocuklarının taze yanaklarını bir daha öpmeden, boyunlarına ip takılıp bir sehpanın ayakları arasında sallanacaklardı.

Ne kendi aramızda, ne onlarla konuşabiliyorduk. Onlar da bize artık içinden çıkıp gittikleri bir âlemde kalmış yabancılar gibi bakıyorlardı. Yanımdaki subayın, yarı soyunup, kollariyle durmadan idman hareketleri yapmasına şaşıyordum. Acaba oynatmış mıydı?

Ölüm geceleri, bir dar ve tıka basa koğuşun içinde, bir bunaltıcı havada bile ne kadar soğuk ve saatleri ne kadar uzundur. Fecirden önce bir yangın, bir yer sarsımı, minareleri uçuran, kubbeleri deviren bir ilahî afet bekliyorduk. Böylece, gönlümüz düğümlene düğümlene ortalık ağardı, can kulağımızı vererek, her an duyar gibi olduğumuz ayak sesleri, ölüm habercilerinin sesleri gelmedi, yavaş yavaş umutlandık. Nihayet günün bütün aydınlığı söktü.

Meğer polis müdürlüğündeki altı kişiyi asmışlar. Oradakileri tanımadığımız için bizdekilerin kurtuluşuna sevinç hissi, bir olan, farksız olan facianın acısına bir uyuşukluk verdi.

Enver Paşa'nın yaverine nihayet sordum:

- Doğrusu ya, dün gece yatağında idman yaparken acaba oynattı mı diye şüphelenmiştim.

- Yook, dedi, neden oynatayım? Ama şehit olmak için kan akmalı. Kendimi, beni götürecek olanlarla boğuşmaya hazırlıyordum. Nasıl olsa vücuduma bir iki süngü saplıyacaklardı. Sehpaya kanlı kanlı gidecektim, dedi.

Umumî hapishanenin koğuşlarına sığmıyorduk. Henüz biten Sultanahmet tevkifhanesine taşınmamız için emir geldi.

''Akşam''daki arkadaşlar Merkez Komutanı Emin Bey'e rüşvet vermeye başladıklarından, (büyük bir şey değil, Merkez Komutanlığında evden gelenlerle konuşmak üzere her çıkışım için 15 lira), beni ''ekâbir koğuşu'' denen odaya aldılar. Bu odaya topçu Hasan Rıza Paşa, Şevket Turgut Paşa, Pertev Paşa, Hazım Bey ve daha bir hayli büyük ve orta rütbeli Osmanlı şahsiyetleri vardı. Sözde 31 Mart Vak'ası üzerine Hareket Ordusu İstanbul'a geldiği vakit Yıldız Sarayı yağma edilmiş. Bu paşalar o yağmadan sorumlu imişler. Tehcir sanığı Mutasarrıf Nusret de bu koğuşta idi. Karyolaların hepsi tek, biri çiftti. Ben bu çift karyolanın üstünde, eski Musul Mebusu İbrahim Fevzi de altında yatıyorduk.

Karşımızdaki koğuş, hırsız ve yankesici gibi adî suçlularla, onun yanındaki büyük koğuş da Kuvay-ı Milliyeci subaylar, küçük İttihatçılar, Anadolu'dan getirilme tehcir sanıklariyle doluydu.

Bu paşalar hatıralarla dolu olmalı idiler. Bir genç gazeteci için, hemen hemen yarım asrın tarihi ile baş başa günler, geceler geçirmek ele geçer fırsat mı idi? Fakat çoğu iştahsız ve düşünceli idiler. Ah bilseniz kapalı havada insanlar ne çabuk biter. Lâf lâfı bir türlü açmaz.

Bir kısmı da fakir adamlardı. Hareket Ordusundan beri ismini duyduğumuz, Osmanlı Devletinde Harbiye Nazırlığı eden Şevket Turgut Paşa'nın yemeği, küçük bir ispirto üzerinde titrek elleri ile pişirdiği iki üç yumurta idi. Birçoklarımız dışardan, bazılarımız evlerden oldukça iyi yemekler getiriyorduk.

Tevkifhane Müdürü Yasin Efendi, Sultan Hamid'in alaylı subaylarından biri idi. Uzun, sırım gibi, yağız bir Habeşî. Eski yerimizde iken bu Yasin Efendinin çadırına uğrayıp hediye vermeden bizimle görüşmek imkânı yoktu. Meşhur bir yankesiciyi Ramazan akşamları Divanyolu'na salıverdiğini ve onun tramvaylarda vurduğu para ve eşyayı beraber paylaştıklarını da biliyorduk. Bu yankesici onun av atmacası gibi bir şeydi.

Yasin Efendiyi 31 Marttan sonra tüfekçiler, harem ağaları ve öteki saray adamları ile beraber tutup Harbiye Nezaretinin en alt katında bir avluya tıkmışlar. O vakit 31 Mart asilerini asan Divan-ı Harp'in reisi, şimdi koğuşumuzda bulunan Topçu Rıza Paşa idi. Bir gün Rıza Paşa, yargılanacak daha kimler olduğunu görmek üzere Harbiye Nezaretinin altındaki bodrumu teftiş etmeye gider. Yasin Efendi ve bir sürü arkadaşı korkudan titreye titreye, bu kelli felli, iri yarı, sert paşanın ağzından çıkacak kelimeyi bekledikleri sırada, Rıza Paşa, çizmesinin ucu ile birkaçını dürterek:

- Bu kadar arabı çorabı ben ne yapacağım? Tutup tutup asmalı... der. Daha doğrusu diyeceği tutar.

Bu sözün, harem ağaları ve tüfekçiler gibi Yasin Efendiyi de ne hâle soktuğunu tasarlıyabilirsiniz. Mütareke olunca rütbesi geri verilen Yasin Efendi, Kürt Mustafa Paşa'nın tanıdığı olduğundan, tevkifhane müdürlüğüne gelir. Topçu Hasan Rıza Paşa artık eski azametinden hiç eser kalmıyan, yaşlı, çökük, umutsuz bir insan artığı idi. Yasin Efendi ara sıra koğuş kapısına bir sehpa gibi dikilip, Habeşle Arap arası bir şive ile:

- Sen... Rıza Paşa... Sen... Asın şunları, asın şunları! Şimdi ben seni asacağım. Mustafa Paşa'ya yalvardım, emir verdi, seni ben asayım diye... Bakkaldan ipini aldım, yağladım, der, zavallı Osmanlı paşası boyun büker, dururdu.

Bir gün beni Yasin Efendi'nin yanına çağırdılar. Müdür:

- Adliye Müsteşarı Sait Molla Beyefendi seni görecek, dedi. Deniz üstündeki odada, mütareke devrinin meşhur mollası ile karşılaştım:

- İyi bir muharrirsiniz. Ben size hürmet ederim. Arkadaşlarınız da gelip bana müracaat ettiler. Mustafa Paşa nasıl zalimdir, bilmezsiniz. Elinden sizi kurtarmak isterim. Fakat paradan başka dinleri imanları yoktur. Siz de bana yardım etmelisiniz. Bu herifleri biraz doyurmalısınız, dedi.

Sait Molla da benim Suriye'den getirdiğim altın çıkılarını sakladığımı sananlardan ve ellerinde iken mümkün olduğu kadar ''sızdırmaya'' karar verenlerden olmalı idi. Gerçekten parasız bir gazeteci olduğumu söyledim:

- Fakat bir defa arkadaşlarla konuşayım, belki biraz para bulmak ihtimalleri olabilir, dedim.

''Soyulmak'' ve ''sızdırılmak'' umudu ile artık Divan-ı Harp'e çağrılmıyordum. Necmettin Sadak ve Kâzım Şinasi de ellerinden geleni yapmakta idiler. Bir aralık Refik Halid (Karay) vasıtası ile Mustafa Paşa'yı yumuşatmak tecrübesinde bulunmuşlar. Refik Halid hatıralarında bu vak'ayı teferruatı ile hikâye etmiştir. Gider, Mustafa Paşa'yı görür. Benim bırakılmaklığımı rica eder. Mustafa Paşa, hiç cevap vermeden, hademeyi çağırır. Mahkeme üyelerini yanına davet etmesini emreder. Onlara:

- Mahkememize verilen vesikalara göre Falih Rıfkı'nın cezası vicdanınızca nedir? diye sorar.

Hepsi: ''İdamdır!'' derler. Refik Halid donakalır.

Demek bir para bulmak, bulunabilecek para ile de bunları kandırmak lâzımdı.

Anadolu korkusu ile İstanbul'a yeni bir gevşeklik gelip beni bırakıncaya kadar bulabilip de verdiğimiz para 500 liraya varmamıştı.

Zindanda yalnız umut ışığı sönmez. Büyük koğuştakiler Mustafa Kemal'in bir çete göndererek bir gece hepimizi kaçıracağını fısıldaşmakta idiler. Bu çete İstanbul yakasına nereden geçecekti? Nasıl Sultanahmet'e kadar gelecek ve tevfikhaneyi basarak bizleri kurtaracaktı? Hepsi mümkün olsa bile, Mustafa Kemal bunca fedayinin hayatını tehlikeye atarak bizleri kurtarmakla ne kazanacaktı?

Gerçi o günlerde Kuvay-ı Milliye çetelerinin Gebze'ye kadar aktığından bahsedildiğini gelen gidenden işitiyorduk. Ali Kemal bile, Peyam-ı Eyyam'da: ''Beykoz'a Gegboza'dan gelse aceb mi kartal?'' diye bu rivayetleri alaya tutardı.

Nihayet bir gece tevkifhanenin dışından gelen yaylım ateş sesleri arasında uykumuzdan sıçradık. Muhafızlar avludaki çadırda idiler. Hemen hükmettik ki bizi kurtarmaya gelmişler ve muhafız bölüğü ile vuruşmaya başlamışlardır.

Tevkifhane avlusunda karmakarışık bir uğultu, çığlık ve telâş. Karyolamdan koğuşun karanlığına doğru sarktım. Beyaz gecelikli paşalardan biri baş ucundaki mumu yaktı. Koğuşun karanlığı bulandı, alaca hayaletler, gözlerinin yalnız korkudan büyümüş bebekleri görünerek, yarı bellerine kadar doğrulmuş sessiz bakışıyorlardı.

Tüfek sesleri susmuştu. Fakat içeriye bir akın olduğunu duymuyorduk. Paşalardan biri sızlandı:

- Canım, dedi, şöyle böyle kendi başımıza uğraşıp duruyorduk. Onlara kim bizi kurtarınız dedi?

Bir daha ihtiyarcası: ''Süngüleneceğiz!'' diye içini çekti.

Baskın yapanlardan hepsinin yakalanmış veya öldürülmüş olduğunu farz edenlerden biri:

- Zavallılar! Delilik kurbanları! Yahu çoluk çocuğumuz var!

Koridordan Yasin Efendinin sesi geliyordu:

- Yakarım, yakarım...

Büyük koğuştan birtakım sesler de onu yatıştırmaya çalışıyor:

- Beybaba silâhını bırak.. Beybaba silâhını bırak.. Gel de kendin gör, ne kaçan var, ne bir şey...

Telâşla uyanan Yasin Efendi tabancasını yakalamış, don paça bizim koğuşa doğru geliyormuş. Kurşun mu, süngü mü, birdenbire tevkifhaneye ihtilâl tarihlerindeki ölüm gecelerinden birinin dehşeti içine düştü.

Meğer yanımızdaki binada yatan meşhur yankesici Fantoma Mehmet o gece de kaçmaya kalmışmış. Nöbetçi olup olmadığını anlamak için önce yatak çarşafını büzüp katlayıp iple pencereden sarkıtmış. Karşıdaki nöbetçi, acelesinden pencereye doğru silâh atmış. Çadırlarında uyuyan nöbetçilerimiz de neye uğradıklarını bilmiyerek tüfeklerine sarılmışlar ve rasgele havaya boşaltmışlar.

Sabahleyin hikâyeyi duyanlar, Mustafa Kemal'in kendilerini kurtarmak için Anadolu'dan bir çete göndermediğine ne kadar sevindilerdi.

Bu Hayran Baba'nın ölüm hikâyesidir. Vaktiyle bir yazıma da konu olarak almıştım.

Hayran Baba, Erzincan eşrafından Hafız Avni Efendinin saz şiirlerinde kullandığı ismi idi. Olgun bir ehl-i dil olduğundan bütün derdi, gamı kendi içinde idi.

Tevkifhanede içkiye vurmuştu. Gitgide sinir muvazenesi iyiden iyiye bozulduğu için doktor raporu üzerine hastaneye yolladılar. Ertesi gün Divan-ı Harp Reisi Hayran Baba'yı istedi. Hastanede olduğundan getirmediler. Mustafa Paşa müdürü çağırarak:

- Bu adamı niçin getirmediniz? diye sordu. Hastanede olduğunu söylediler:

- Ben bu adamı asacağım! Nasıl şuraya buraya gönderirsiniz? diye bağırdı.

Nihayet iş muhafız komutana geldi. Muhafız, Doktor Necip Bey'i yanına çağırıp:

- Hayran Baba'yı niçin hastaneye gönderdiniz? diye sordu. Doktor:

- Bu emirle! diyerek cebinden hasta mevkuflar hakkındaki tamimi çıkarıp okudu, ve:

- Ben rapor vermeğe mecburum, gönderip göndermemek makama aittir, dedi.

Merkez Komutanı, Hayran Baba'nın Divan-ı Harp'e yollanmasını emretti. Muhakeme günü hastaneye bildirildiyse de hastane doktorları Hayran Baba'nın bir yere çıkamıyacağı hakkında bir rapor verdiler.

Daha hiçbir muhakemeye çağırılmıyan Hayran Baba'nın idam olunacağı ağızdan ağıza söylenmekte idi. Bu sırada bütün hasta mevkufların ancak Selimiye Hastanesinden tedavi olunacağı hakkında bir karar verildiğinden Hayran Baba da Selimiye'ye gönderilmek üzere raporu ile beraber tevkifhaneye teslim edilmiş, fakat Selimiye'ye gönderilmeyip hapsedilmiştir.

Hayran Baba'nın sağlık durumu gitgide fenalaştığından doktor yeni bir rapor daha verdiyse de okumadılar bile.

Bir gün Hayran Baba'nın çektiği ıstıraba kalbi dayanamıyan doktor her türlü tehlikeyi göze alıp bir rapor daha vermeye cesaret etti. Hayran Baba'yı muhafaza altında Selimiye Hastanesine gönderdiler. Divan-ı Harp Reisi vak'ayı haber alır almaz gece yarısı bir zabit yolladı, hastanın bileklerine kelepçe vurdurdu. Hayran Baba'yı sürükliye sürükliye Haydarpaşa iskelesine indirdiler, zavallı adam doğruca sehpaya gittiğini sanıyordu:

- Beni asmağa götürüyorsunuz, biliyorum, sabaha kadar sabretseniz ne olur? diyordu.

Hayran Baba'yı getirdiler, o bitkin hâlinde taş locaya attılar. Bizler Sultanahmet tevkifhanesine naklolunacağımız sırada eline kelepçe vurulduğunu ve omzuna bütün eşyasının yüklendiğini gören Hayran Baba:

- Ölüm eziyeti dediğin beş dakikalıktır. Bu cevrü cefaya ne lüzum var? diye inliyordu.

Hayran Baba idam olunacağını bilerek yirmi gün yirmi gece taş locada aç ve ilâçsız yattı. Biraz merhamet duygulu gardiyanlar bile aynı locanın yanındaki locada yatan bir öğretmene:

- Şu pencereden zavallıya biraz süt veriniz! diye yalvarıyorlardı.

Hayran Baba bu yirmi günün ölüm bekleyişi içinde kıvrandı. ''Şu kapıyı bir lâhza açınız, biraz hava alayım!'' diyordu.

Ve böylece loca rutubeti ve açlık içinde yirmi gün işkence çektikten sonra, bir gece sabaha karşı kendini asılmak için uyandırdıkları zaman, tıpkı hürriyete kavuşuyor gibi sevindi, subayın omuzlarını okşadı.

Hüseyin Hüsnü Paşa, âyan azasından ak sakallı, inmeli ihtiyar bir efendi idi. Gündüzleri çoluğu çocuğu paşayı kolundan, koltuğundan tutup kendisine bahçede biraz nefes aldırırlardı. Bir gün çocukları yine paşayı köşkün kapısından bahçeye çıkarmak üzere iken, dış kapının zorlandığını, subaylarla polislerin içeriye daldığını gördüler.

Hüseyin Hüsnü Paşa Hareket Ordusu kıt'alarının başında bulunanlardan olduğu için hapsedilecekti. Tutmaya gelenlerin başında, muharebede toplarını bırakarak kaçtığı için askerlikten kovulan ve mütarekede yine hizmete alınan bir binbaşı vardı. Paşanın köşke alınmak üzere olduğunu görünce hemen tabancalarını çektiler ve kapıya hücum ettiler.

- Çabuk açınız!

- Kimi arıyorsunuz?

- Paşanızı almaya geldik...

Hüseyin Hüsnü Paşa ihtiyar bir feriktir. Gelenler mülâzım ve başları binbaşı. Bir yandan çizmeleriyle vurmakta, kapıyı omuzlariyle itmekte, kasaturalariyle kilidi zorlamakta idiler. Kadınların çığlıkları arasında kapı kırıldı, sinema ilânlarındaki polis baskınlarına imrenen bu binbaşı ile küçük subaylar başları öne uzanmış, parmakları tabancaların tetiğinde, ak sakallı inmeli komutanın ve kadınların üzerine atıldılar:

- Haydi, gideceğiz!

Paşa:

- Müsaade ediniz, giyineyim! diye rica etti. Çünkü arkasında entarisiyle robdöşambrı vardı. Mülâzım: ''Hayır, lüzumu yok, böyle gideriz!'' diyordu.

Nihayet bir başkası bir elinde saati, bir elinde tabancasını tutarak:

- Haydi beş dakika müsaade! dedi.

Hanımı ve çocukları yukarıdan esvap namına ne buldularsa aşağı koşturdular. Entarisinin üstüne ceketini, pantolonunu geçirdiler, ayağına bir çift pabuç soktular.

- Çabuk, çabuk, diyorlardı.

Beş dakika nihayet bulur bulmaz hemen ihtiyar paşayı kolundan, omzundan, ayağından tutarak otomobile bindirdiler. Hanımı kalpağını otomobile dar yetiştirebilmişti.

İhtiyar hasta sandal içinde İstanbul'a geçti. Önce Merkez Komutanlığına, oradan Sultanahmet tevkifhanesine götürdüler. Tevkifhanede Hüsnü Paşa'nın hâline acıyarak kendisini ayrı bir odaya koydular. Gece yarısı yaklaşıyordu. Merkez Komutanlığından tevkifhaneye sordular:

- Hüsnü Paşa orada mı?

- Evet!

- Nereye koydunuz?

- Odalardan birine...

- Hayır, şimdi locaya atacaksınız.

Bu emir, Hüsnü Paşa'nın hasta ve inmeli olduğu haber alındıktan sonra veriliyordu. Loca taş, çıplak, rutubetli ve ışıksızdı. Hastayı intiltileri arasında uyandırıp:

- Sizi başka bir odaya nakledeceğiz! dediler.

Hüsnü Paşa sendeliyerek kalktı. Demir parmaklıklar içinden geçerek localar koridoruna girdi. Kapıyı açtılar. Hüsnü Paşa bu tek delikli dar locayı görünce:

- Beni diri diri mezara mı gömüyorsunuz? diye sızlandı.

Gece yarısı bu loca kapağı açılmış bir lâhde benziyordu. İhtiyarı içine atıverdiler.

Mutasarrıf Nusret'in ölümü eşsiz bir faciadır.

Terbiyeli, özü sözü birbirinden temiz bir Türk milliyetçisi idi. Tehcir sanığı olarak bizim koğuşta yatıyordu. Bir gün kendisini acele Merkez Komutanlığına istemişlerdi. Malta'ya sürüleceği havadisini duyduk ve sevindik.

Sapsarı geri döndü:

- Benden hayır yok, beni öldürecekler... dedi.

Sonra anlattı:

- Kulağımla duydum. Yan odada İngilizlerden gelen subaya Mustafa Paşa yalvararak: ''Onu bırakınız. Birkaç güne kadar idam edeceğiz,'' diyordu. Bu söz üzerine beni tekrar aranıza yolladılar.

Birinci Divan-ı Harp'te muhakeme edilerek, sadece vazifesini kötüye kullanmak suçu ile 3 yıla mahkûm edilmişti.

Yeni Reis Mustafa Paşa üyelerden biri ikisiyle birleşerek Nusret'in idamını istemiş. Ötekiler muhalif kaldıklarından on beş yıl kürek cezası üzerinde anlaşmışlar. İkinci tutanak böyle yazılmış. Fakat Divan-ı Harp kâtibi tutanağı bir türlü beyaza çekmez, soranlara:

- İşlerimiz çok, birkaç güne kadar çıkartırız, cevabını verirmiş.

Mustafa Paşa arada kendiliğinden bir şahit daha icat eder. Kararın yeniden ağırlaştırılmasına karşı koyan üyelerle kavga çıkar. Bir iki gün sonra bu üyelerin değiştirildiğine dair nezaretten emir gelir. Merkez Komutanlığı vak'ası bu sırada olmuştur.

Nusret'i tekrar mahkemeye çağırdılar. Patrikhaneden dört yeni kadın şahit getirilmişti. Nusret hâkimlerin karşısında iken, ezberlediklerini söyliyen kadınlara:

- Nusret Bey burada mı? Tanıyor musunuz? diye sorulunca kadınlar:

- Tanıyoruz ama, burada değil! cevabını vermeleri üzerine, tekrar dışarıya çıkarmışlar, bir müddet sonra yerlerine dönerek:

- Nusret budur, diye göstermişlerdir.

Hükûmet düşmesi üzerine Mustafa Kemal aleyhine koğuşturma yapıldığı zaman bu çift tutanaklar meydana çıkmıştı.

Nusret kullanılmaktan kayış hâline gelen iskambil kâğıtları ile fal açarak ölümünü bekliyordu. Nihayet bir akşam locaya indirmek üzere aramızdan aldılar. Bize ağlayışlı bir sesle veda etti. Sanki hayattan kopup gittiğine değil de, dostlarından ayrıldığına yanıyordu. Kapıdan çıkarken pantolonunun yamasını gördüm.

Sabaha doğru koridorda süngülü muhafızların ayak seslerini duyduk. Nusret, sehpaya gidiyordu. İbrahim Fevzi karyolasının ucuna çıktı, ezan okumaya başladı.

Karısına ve çocuklarına bile gösterilmemişti. Göğsüne asılan yaftada ''para çalmak için kıtal yaptığı'' söylenen Nusret'in yamalı pantolonu cebindeki cüzdanında yalnız bir kâğıt lira bulmuşlardı.

Sabahın ilk saatlerinde tevkifhane avlusundan, zavallı karısının çığlıkları geliyordu.

Bir akşam da eski vali ve Dahiliye Nazırı Hâzım Bey'i müdürün yanına çağırdılar. Koğuşa dönmediği için merak ettik: Aşağı locaya indirmişler, ertesi sabah asacaklarmış.

Hâzım Bey dürüstlüğünden, namusundan ve kanun saygısından başka hiçbir hikâyesi söylenmiyen bir devlet emektarı idi. Bu idam, tam bir ''katil''di.

Hâzım Bey locaya iner ve ölüm nöbetini bekler. Sabaha doğru biraz dışarı çıkmak ihtiyacını duyar. Loca kapısının deliğinden subayı çağırtarak:

- Tuvalete kadar gideyim. Kapıyı açar mısınız? der,

Subay: ''Canım efendim yarım saat sonra ölüp gideceksin. Biraz kendini tutuver!'' cevabını verir.

Sultan Hamid'in Adliye Nazırı Abdurrahman Paşa'nın oğlu damatlardan idi. Hâzım Bey'le eski tanışıklığı olduğu için, meğer o akşam saraya gitmiş. Vahdettin'in yanına çıkmaya muvaffak olmuş. El öpmüş, etek öpmüş, nihayet Hâzım Bey'in idamdan affedilerek cezasının ebedî hapse çevrilmesi için müsaade alabilmiş. Mahkûmu sehpaya götürecek olanlar son hazırlıklarını yaparken, nefes nefese koşan memurlar iradeyi tevkifhane müdürüne getirmişler.

Hiç uyumamıştık. Sabaha doğru koridordaki ayak seslerini bekliyorduk. Sesler duyuldu. İbrahim Fevzi ezana başlamadan, koğuş kapısı açıldı. Yataklarımıza dikilip baktık: Hâzım Bey!

İpten indirilmiş kadar sarı idi. Bir müddet yutkundu, sonra:

- Kurtuldum, diye ağladı.

Yuvasına pek bağlı bir aile babası idi. Hıçkırık içinde hikâyesini dinledik. Hâzım Bey Fransızca manzumeler yazardı. Hikâyesini bitirdikten sonra:

- Bakınız, cebimde ne ile asılmaya gidiyorum, dedi.

Eser-i cedid denen büyükçe beyaz bir kâğıt çıkardı, okumaya başladı.

Bu, oğluna yazılmış Fransızca bir manzume idi.

Kaç türlü güldük, bilseniz... Kahvaltılarımızı birbirimize ikram ettik.

Hâzım Bey sonra İkinci Meclise mebus geldi. Cumhuriyetin ilânı kanunu konuşulduğu sırada, kürsüye çıktı, memleketten gönderilecek hanedan azalarından damatların çıkarılmaması için birkaç söz söyledi:

- Vay hanedancı... Vay mürteci... sesleri arasında nutkunu tamamlayamadı.

Nasıl bir borç ödemek istediğini yalnız ben biliyordum.

ÇANKAYA

III. Cilt

GERİLLA DEVRİ

Kuruluş

Önsöz

Anadolu'da yeni bir Türk devletinin temeli 23 Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisi açıldığı gün atılmıştır. Mustafa Kemal bu Meclis Başkanı seçildiği gün, gerçekte, yeni Türk devletinin ilk başkanı olmuştur.

23 Nisan 1921'den 13 Eylül 1921'de Sakarya zaferi kazanılıncaya kadar bu devir büyük ve tehlikeli krizler içinde geçmiştir. Mustafa Kemal'in eşsiz liderlik nitelikleri asıl bu krizler sırasında kendini gösterir.

Gerilla devri 1920 sonlarında kuzey ve güneybatı cephesi komutanlıkları Genelkurmay Başkanı İsmet Bey'le Dahiliye Vekili Refet Bey'e (Bele) verilerek nizamlı ordu devri başlayıncaya kadar sürer. Kara günler üstüne Sakarya zaferi ışık tutuncaya kadar on altı aydan fazla geçecektir.

Ortam

Birinci Dünya Savaşının sonunda Anadolu anarşi içinde idi. Seferberliğin daha ikinci yılında asker kaçakları irili ufaklı çeteler kurmuşlardı. Halk ordudan da hükûmetten de türlü çetelerden de bezgindi. O yılları yedinci ordu komutanlığından çekildiği vakit Başkomutanlığa verdiği ve kopyesini Sadrazam Talât Paşa'ya yolladığı raporda Mustafa Kemal açıkça anlatmıştır. Halk, içinden, devlete karşı idi. Savaştan hiçbir şey beklediği yoktu.

Bir örnek vermek istiyoruz. Çanakkale'de düşman boğazı zorlarken arkalarda Laz Mehmet, Arnavut İzzet ve asker kaçağı çeteleri yolları tutmakta, köyleri basmaktadır. Biga'nın Kayapınar köyünden Kara Hasan'ın da otuz kişilik bir çetesi vardır. Parası olduğu söylenen kasabalı veya köy ağasına haber gönderir veya çocuğunu dağa kaldırır. Haraç başlıca gelir kaynağı. 1916 Kasım ayında hükûmet kaçakları affetmekten başka çare bulamaz. Kara Hasan da altmış kişilik çetesi ile Biga'ya gelip silâhları kendilerinde kalmak şartiyle teslim olmuştur. Çeteden kimse köyüne dönemez. Arada kan vardır. Hak ve öç vardır. Kara Hasan yirmi odalı Piti hanını kira ile tutarak çetesini yerleştirir. İçlerinden kimse okuyup yazma bilmediği için belinde fişekliği omzunda tüfeği ile okur yazar bir celep de aralarına girer. Geçinmek lâzım. Kara Hasan alacak verecek, evlenme boşanma gibi işlere bakmakla kendi kendini görevlendirir. Han bir karargâhtır. Kimin kimden alacağı varsa ona gelir. Borçlu ya öder veya kefil gösterir, yahut hanın mahzenine hapsolup dayandığı kadar jop yer. Ölenler de olmuştur. Alınan paranın yarısı Kara Hasan'ın. Bir kızı gözüne kestiren Kara Hasan'a başvurur. Kocası ile geçinemiyen kadın, damadını istemiyen kaynata hanın kapısındadır. Mahkeme dosyaları çete karargâhına aktarılmıştır. Mal mülk anlaşmazlıkları önce handa, sonra tapuda çözülür. Resmî makamlar ileri gitmemesini diledikleri vakit de:

- Ben bu kadar adamı ne ile besliyeceğim öyleyse? Masraflarımı siz mi vereceksiniz? der.

Bir defa çete adamları borcunu ödetmek istedikleri okumuş bir genç:

- Siz kim oluyorsunuz? Alacaklı varsa mahkemeye gider, demesi üzerine dövmüşler, o da karşı koyunca öldürmüşler, kurtarmak için araya giren kıza bir kurşun sıkmışlardır.

Suçüstüdür. Öldürenler yakalanıp hapse atılmıştır. Kara Hasan savcıya gider:

- Bir yanlışlık olmalı. Onlara bir ceza veririz, der ve savcının biraz direnmesi üzerine de:

- Akşama bana uğra. Yoksa yeniden dağa çıkarız, tehdidini savurur. Hapistekileri kurtarır.

Burası Biga'dır. Başkomutan korkunç Enver Paşa İstanbul'dadır. Artık Anadolu'nun öbür taraflarını düşününüz. Harp bitip de İngilizler ve müttefikleri İttihatçı ve hele Ermeni öldürüşçülüğü hesaplarını sormak yoluna gidince ne kadar gocunan varsa silâhlanıp bir çeteye katılmıştır.

Yunanlılar İzmir'e çıkınca gâvura karşı ilk dayatma cephesinde çeteler vardır. Sonra bu cephe Mustafa Kemalci damgasını yiyince onlara karşı giden halifeci kuvvet de gene bu çetelerdir.

Mustafa Kemal Sivas'tan Müdafaa-i Hukuk teşkilâtı yapılması için Biga'ya da yazmıştır. Kaymakam ve müftü halkı uyarmıya gidince Karabiga'da iken gelenler:

- Padişah var. Şeyhülislâm Sabri Efendi gibi ulema var. Mustafa Kemal Paşa'nın emri ile teşkilât olmaz. Bu isyan demektir, derler. Üç yüz kişi ile Balıkesir cephesine gönderilen Kara Hasan'dan yardım istemek lâzım. Müftüye: "Korkma, memleketi gâvurdan kurtarmak için çarpışa çarpışa Mustafa Kemal'e kadar gideceğiz," diye haber gönderir.

Dayatışmacılar arasında yalnız haydut çeteleri yoktur. Asker ve sivil kahramanlar vardır. Fransızlar elindeki Akbaş cephaneliğini basıp Anadolu'ya kaçıran Hamdi Bey, Edremit kaymakamı idi. Teşkilât yapmak, silâh toplamak, vermiyeni cezalandırmak, evleri aramak gibi ciddî hareketlere girişince Kara Hasan:

- Bir kümeste iki horoz ötmez, der. Sapıtmıştır da!

Bir punduna getirip Kara Hasan'ı öldürmek lâzım gelir. Halifeci çete reisi Anzavur da Kuvay-ı Milliyeci Hamdi Bey'i işkenceler içinde öldürtmüştür.

Batıda Kuvay-ı Milliye'nin ilk kahramanları arasında çeteciler başta gelir. Çerkez Ethem'i bir zamanlar Mustafa Kemal'in üstünde görenler olmuştur. Ethem gençken askerliği sever. Babası istemezse de 19 yaşında Osmanlı Harbiye Nazırlığı muhafız süvari alayına girer. Staj görür. Başçavuş, daha sonra Balkan Savaşına katılarak süvari yedek subayı olmuştur. Birinci Dünya Savaşında İttihatçılar ordu dışında hareketler yapmak üzere Teşkilât-ı Mahsusa denen çeteler kurmuşlardı. Ben hem asker yaşında hem gazeteci olduğum için bu teşkilâta girmek üzere Merkez-i Umumî'ye giderek Dr. Nazım'ı gördümdü: "Onları hapishanelerdeki katillerden topluyoruz. Ne işin var aralarında?" demişti. Ethem bu teşkilâta girmiştir. Rauf Orbay'ın yanında İran'a gitmiştir. Mütareke sırasında Bandırma'dadır. Yunanlılar İzmir'e gelmeden önce çetesini Müdafaa-i Hukuk Cemiyetine besletmekte idi. Bu sırada İzmir Valisi Rahmi Bey'in oğlunu dağa kaldırarak 30.000 lira haraç almıştır. Adapazarı'nda tüccar Arapzade'den de 50.000 ve Karacabeyli birinden 5.000 lira almış olduğunu Atina'da yazdırdığı hatıralarında söylemiştir. Gezer Divan-ı Harp'i vardır. Konduğu yerde darağaçları kurar. Devlet gelirine el koyar. Bir kasabada tütün stoku mu buldu, hemen paraya çevirir. Bir defa Ankara Maliye Bakanı Ferit Bey ondan önce davrandığı için:

- Sen orada bülbül gibi ötüyorsun. Biz burada canımızı ortaya koymuşuz. Ankara'ya gelince sana hesabını sorarım, demekten çekinmez. Nitekim Ankara'ya gelince çete adamları Ferit Bey'i bulmuşlar, "Ethem Bey istasyonda seni ister," diye götürmek istemişler, iki polis ve birkaç kişi bakanı ellerinden güç kurtarmışlardır. Bir gün Nazilli'ye, Yunan geliyor, diye haber gelmesi üzerine kasaba boşalmıştır. Sonra düşman hareketinin durduğu haber alınması üzerine kasabaya dönenler ne görseler beğenirsiniz, Ethem çetesinin develeri tüccar malını yükleyip götürmektedir.

Ethem'in iki büyük kardeşi vardır. Biri Millet Meclisindedir. İkincisi Divan-ı Harp'in ve gerektiği vakit kuvvetlerin başındadır. Adı Tevfik. En sonu Ethem kuvvetlerinin ordu emri altına girmesi istendiği vakit Tevfik Bey komutanlığa verdiği cevapta, "Bizim kuvvetimiz ne tümen, ne de herhangi bir ordu kuvveti hâline sokulamaz, bu serserilerin başına ne bir subay, ne de hesap memuru konamaz, subay gördüler mi, Azrail görmüş gibi isyan ederler, bizim birliklerimiz, Pehlivan Ağa, Ahmet Onbaşı, Sarı Mehmet, Halil Efe, Topal İsmail gibi adamlar tarafından idare edilmektedir. Bölük emirleri de yazdığını okuyamaz, okuduğunu yazamaz kimselerdir," der.

Ethem 1919 Haziranında harekete katılmıştır. Temmuzda Demirci Efe denen eşkıya gâvura karşı cepheye gelmiştir. Bu efe generalleri bile hapsetmiştir. Öldürülen efendisinin öcünü almak için Denizli'ye yaptığı akın Kuvay-ı Milliye tarihinin en acı hatıraları arasındadır. Denizli'ye bir efe ile birkaç kızanı gitmişti. Düşman gelmek ihtimaline göre Kuvay-ı Milliyeci görünmek için halktan bazı kimseler efe ile kızanları vurmuşlardır. Demirci büyük kuvvetle geldi. Elini eskiden beri saygı ile öptüğü eşraftan biri ile iki yüz kişi karşılamıya gittiler. Demirci tam ağasının elini öpmek için eğildiği sırada, yaralı ve donlu bir kızan sürünerek geldi, bunlar bizi bu hâle koydular, dedi ve Demirci, Tevfik Bey'i tabancasını çekerek vurmuş, iki yüz kişiyi öldürtmüştür. Sonra:

- Hepsinin kanları helâldir, dedi.

Bulduklarını kestiler.

Soyguncu idi. Sonraları demiştir ki: "Yedi vilâyete kumanda etmek bana düştü, idare ya ilim ile olur ya zulüm ile, bende ilim olmadığından zulüm ile idare ettim."

Demirci Efe'yi kullanmak üzere yollanan Refet Bey (Bele), onun emrine girmişti. Gâvura karşı yararlığı görünen Demirci Efe de nizamlı ordu kurulduğu vakit Ethem ayaklanmasına katılmak istedi ise de gözü tutmamış, Refet Paşa İğdecik'te basarak efeyi kaçırmıştır. Refet Paşa, bir top savurdum, kaçtı, tam yüz bin lirası elime geçti, ama bu parayı sonraları gene onlara harcadım, demiştir. Bu baskın yüz bin lirası hayli dedikodu konusu olmuştu.

Bir Yörük Ali Efe de vardır. Vurguncu değildir. Gözü pektir. Aydın baskınında iki yüz kişi ile bir alay Yunanlı kaçırmıştır.

Çeteler Kuvay-ı Milliyesi Yunan tehlikesi ile batıda, Ermeni tehlikesi ile güneyde, Pontus tehlikesi ile Karadeniz bölgesinde kendini göstermiştir. Bir ara Pontus Rum çeteleri altı - yedi binden yirmi beş bine yükselmiştir. Bunlara karşı koymak için de Kel Oğlan ve Topal Osman gibi halk kahramanları çıkmıştır. Topal Osman beş on kişi ile harekete geçti. Bir Türk evine karşı üç Rum evi yakmak, mezarını kendine kazdırıp diri diri adam gömmek, vapur kazanına kömür yerine canlı adam atmak gibi zulüm ve işkenceleri ile tanınmıştır. Sonunda Pontus Rumluğunu iyice yıldırdı idi. Yanındakiler azıtarak dağa eşraf kaldırmak gibi haydutluklara başlamaları üzerine Samsun'daki tümen komutanı Topal Osman'ı Ankara'ya aldırmak istemiş, Mustafa Kemal imzası ile bir telgraf uydurmuştur. Cumaları mızıka ile selâmlık yapmak kadar kendini gözünde büyülten ve varlıklıyı haraca kesen Osman Ağa:

- Değil Mustafa Kemal, Allah emretse yerimden kımıldamam, gidecek zamanı ben bilirim, demişti.

Komutan sabırlı davrandı. Kan gütme davasından çekindiği bir adamı kullanarak gitmesini sağlıyabildiler. Sakarya Savaşı arifesi idi. Mustafa Kemal, Osman Ağa ile çetesini muhafız kuvvet olarak yanına almakla onu hareketsiz kıldı. Fakat zaferden sonra bir milletvekilini kovdurarak Mustafa Kemal'in başına büyük dert açmıştır.

Adana, Maraş, Antakya, Urfa, Kilis ve Antep'te Ermeni lejyonları ile güçlendirmeli iki Fransız tümenine karşı, Ermenistan olmamak için ayaklananlar haydut çeteleri değildirler. Yerli vatanseverler ve askerlerdir.

İngiliz ve Fransızlar güneye Ermeni milisleri ile birlikte girmişler, Adana Ermenileri onları yollara halılar sererek karşılamışlardı. İlk dayatış cephesini kuranlar Mustafa Kemal'den yardım istedikleri vakit, silâhımız çok az, eğer Diyarbakır'a adam yollarsanız bir şeyler alabilirsiniz, ama bunu gizli tutunuz ve eşkıyadan sakınınız, cevabını almışlardı. Sivas Kongresi ve Mustafa Kemal adı dayatışmacılara manevî dayanak olmuştu. Bir aralık Suriye Fransız Yüksek Komiseri George Picot Sivas'a giderek (Kasım 1919) Mustafa Kemal'le görüştü idi. Onlar Ermenileri çekecekler, halka zulmetmiyecekler, biz de Fransızları rahat bırakacaktık. İngilizler bu sözde yaklaşmayı bile içlerine sindirememişlerdir. 16 Marttan önce bir rapor veren Dış Bakanı Lord Curzon şöyle diyordu: "Fransa Doğu İslâm dünyasına Arabistan, Irak, İran, Afganistan ve Hindistan'la bir Batı İslåm dünyası katarak hepsini himayesi altına almak istemektedir. Picot, Sivas'a gitti. Harbe girişi ile onu en az iki yıl uzaktan yenilmiş düşman Avrupa'dan çekilmelidir. Beş yüz yıldan beri süren bu meseleyi kökünden çözmek için elimizdeki fırsatı kaçırmamalıyız."

Picot sözünde de durmamış, 1919 sonlarında ve 1920 başlarında Urfa, Maraş, Antep ve bütün Adana çevresinde çarpışmalar olmuştur.

Batı cephesinde yalnız haydut çeteleri değil, fedayi vatanseverler ve büyük küçük rütbeli askerler de savaşa atılmışlardır. Bursa'da Gökbayrak taburunu kuran Dağıstanlı Cemal Bey'in İnönü Harbine kadar büyük hizmetleri olmuştur. Bu tabur ilk aldığı emirle ordu saflarına girmiştir. Osmanlı Genelkurmayı cephe kuruluşlarına el altından yardımcı idi. Albay Bekir Sami ile Akhisar'a teşkilât yapmıya giden Albay Kâzım İstanbul'a dönerek 61 inci tümen komutanlığını istediği vakit Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa'ya:

- Bandırma'daki tümenin komutanlığına gitmeliyim. Sizden emir aldım demem, Yunanlılarla çarpışırım, demişti.

Cevat Paşa da:

- Yahu yapabilir misin bunu? diye gözlerinden öpmüştü.

Hükûmetin Harbiye Nazırı ise:

- Zorda kalmadan Yunanlılarla çarpışmamaya dikkat edin, diyordu.

Demirci Efe'ye kadar ilk dayatma hareketlerini üç albay yönetmişti. Balıkesir bir askerî cephe idi.

Halk ve Ordu

Ortam havasını iyice anlatabilmek için halkın ve ordunun durumunu yorumlamalıyız. Çünkü bu çeteler iç ayaklanmaları bastırmışlar, dünyaya Türklüğün: "Hayır!" sesini duyurmuşlar, fakat Yunan saldırışı önünde dağılmışlar ve pek az dayandıktan sonra çekilmişlerdir.

Halk bıkkın ve bitkin hâlde idi. Yurdu Erzurum'a dönen Cevat Dursunoğlu'nun geçtiği köyler bomboş, ot yok ocak yok. Geçen dört yılın kışında insan eti yemeye alışan kurt sürüleri akın etmekte. Birçok günler yavan ekmek bile bulamaz. Kaldığı her köy ışıksız ve ateşsiz. 80.000 nüfuslu eski Erzurum yıkık, harap, kalanlar üç - dört bin kılıç artığı. Köylü göçmenler. Doğu savaş bölgeleri hep böyle.

Trakya ve Anadolu halkının Balkan Savaşından beri kıtlıktan, seferlerden, eşkıyadan çekmediği kalmamıştır. Mustafa Kemal halk yığınları hareketsizliğinin millet için iyi yorumlanmıyacağını anlatmak ister. İster sivil her yöneticiye halkı uyarma görevini verir. Kırklareli'nden gelen rapora göre Balkan Savaşı bölgeyi çok sarsmıştır. Eşraf çekingendir. Fedakârlık beklenemez. Raporda "Âlî hissiyat namına bir şey yok," demektedir. Keşan'daki 60 ıncı tümenin raporuna göre yerli halk "teşkilâtsız, duygusuz, kaygısız, silâhsız"dır. Teşkilât isteyen yok. Ellerindeki silâhları Rumlara satanlar bile var. Rumeli göçmenleri ile Pomaklardan belki faydalanılabilir.

Zorlu çetelere karşı kimse baş kaldıramaz. Fakat Fransızlar elindeki Akbaş iskele ve deposunu basarak Akhisar ve İzmir cephesine cephane kaçıran Hamdi Bey, halkı çetelere haraç yerine cepheye para ve gönüllü vermek için baskı yaptığı için, bir kışkırtma ile, esvapları soyulup, don gömlek, işkence edilerek, yalınayak dolaştırılarak, sopa atılarak, sırtına binilerek öldürülür.

Albay Bekir Sami Akhisar'a geldiği vakit hemen askerlik dairesine gider. Yapayalnızdır. Bir odada bir kişi. Dışarda sekiz on kişi. Sert, disiplinci albay şaşalamıştır. Pencereden bakınca eğerli atını görür. Koca kolordu bir kişiye inmiştir. Kimsenin asker olmıya hevesi yok. Herkes subaya ve üstlere karşı. Jandarma bölüğünden kaçan kaçana. Birçokları da Uşak'a doğru göç yolunda. "Bandırma'dan Balıkesir'e geldik. Bütün istasyonlara Yunan bayrağı çekilmişti. Herkes Yunanlıyı bekliyordu. Eğer Yunanlı gelirse malını canını emniyete alacağı kanısında idi. Terzi dükkânları Yunan bayrakları dikiyordu."

- Biz bir şey yapamayız. Devlet asker gönderirse gönderir. Yunanlıya boyun eğeriz, derler.

O sıralarda o çevrede bulunan Rauf Orbay:

- İntibam iyi değil. Bu şartlar altında bir şeyler yapılamaz, der.

Bu devir Çerkez Ethem'ler, Demirci Efe'ler, Yörük Ali'ler, Topal Osman'lar devridir. Uzun, ta 1912'den beri devamlı bir işkence gibi sürüp giden savaş sıkıntısı halkın devletten de ordudan da sıtkını sıyırmıştır.

Birinci Dünya Savaşı'na 22.000.000 nüfus ve 1.700.000 km2 toprakla girmiştik. Toprağımızın hemen hemen 1.000.000 km2'sini ve 12.000.000 nüfus kaybetmiştik. Türklüğü seferlerde, sonra açlıktan ve kıtlıktan tüketirce harcamıştık. Dört cephede devlerle dövüşen ordulardan, meselâ, Yıldırım Orduları grubunda son savaşlarda 75.000 esir de verdikten sonra 2.500 kadar piyade kalmıştı. Kuvay-ı Milliye'nin ilk devirlerinde seferberlik yapmak imkânı yoktu. Eldeki kuvvetleri kullanmak da, hele padişah ve halife halk yığınlarına Anadolu'ya "asi" tanıttıktan sonra tehlikeli idi. Halk ayaklanma bölgelerinde göreve giden kuvvetleri tekbirler getirerek karşılıyor, kolayca kandırıp dağıtıyordu. Ankara çevresi güvenliği için yola çıkan Arif Bey kuvveti Baypazarı ve Ayaş'ta başarı kazandıktan sonra komutan kendi erleri tarafından öldürülmüş ve kuvvet dağılıvermiştir. Kütahya'da uzun müddet iyi giden bin beş yüz mevcutlu millî tabur bir gün ansızın dağılmış, komutanı güçlükle canını kurtarmıştır. Propaganda o kadar kötü idi ki subaylar bile çetelerde görev almak peşinde idiler. Çerkez Ethem çetesi ayaklanmaları bastırdığı sırada subay ve milletvekilleri arasında bile klâsik teşkilâtlanmanın lüzumsuz olduğunu ileri sürenler az değildi. Sonradan ordu komutanı İzzettin Çalışlar batıda Ali Fuad Paşa'nın başkanlığındaki bir toplantıda yalnız kendisinin yakası kapalı olduğunu söyler. Hâlbuki toplantıda tek sivil Çerkez Ethem'di.

Çetelere bu aşırı güvenlik sırasında Keskinli Rıza denen haydut, ki milletvekili idi, sonraları asılmıştır, bir süvari alayı ile kendi bildiği bir geçitten Bursa'ya girip düşmandan alacağını söylemiş, Meclis Mustafa Kemal'e rağmen kendisine bu alayı kurdurmak kararını vermiştir. Tabiî bu alay ilk ateşte dağılmıştır. Fakat hepsi Türk köylerini yağmaya koyulmuşlar, bu defa da bin güçlükle silâhları geri alınabilmiştir.

Çetelerin itibarı Yunan ileri hareketleri karşısında hiçbir işe yaramadıkları günlere kadar devam etti. İlk zamanlarda Meclis'te ordunun görev yapamadığı tartışma konusu olduğu vakit, 12 Temmuz 1920'de, Mustafa Kemal:

- Uzun müddet çarpışabilmek ve halkın savaş şevkini ayakta tutmak için harb-ı sağir (1) yapacağız. Buna başladık. Hedefimiz düşman maneviyatını kırmak, kendi maneviyatımızı ayakta tutmaktır, demişti.

Kuşatılma

19 Mayıs 1919'dan hayli gerilerdeyiz. Henüz İzmir'e Yunanlılar gelmemiştir. Ama İstanbul'da düşman baskısı vardır. Türkiye için ne kadar kötü şeyler düşünüldüğünü de biliyoruz.

Yurtsever Osmanlı aydınları aranış içindedirler. Ne yapsak da millî bir uyanış hareketi yaratabilsek, yarın katlanılmaz barış şartları diktası altında kalırsak, hayır diye haykırabilsek! Toplantı yerlerinden biri de göz hekimi Esat Paşa'nın evi. Dertleşenler arasında Profesör Akçoraoğlu Yusuf ve Ferit (Tek) beyler de var. Hepsinin birleştiği nokta İstanbul düşman baskısı altındadır. Burada bir şey yapılamaz. Çıkar yol Anadolu'yu hazırlamaktır. Fakat kim yapabilir bu işi? Kimi göndermeli Anadolu'ya? Refet Bey (Bele) Jandarma Komutanı, Gazze savaşlarından tanınmıştır. Bir defa da ona danışalım, demişler ve kendisini toplantıya çağırıp fikrini almak istemişler. Refet Bey:

- Siz düşünün, ben de aradığınız adamın kim olabileceğini araştırayım, gelecek defa görüşürüz, der.

Ertesi toplanışta sormuş:

- Kimi tasarladınız?

- Rauf Bey'e (Orbay) ne dersiniz?

- Yüzde elli bulmuşsunuz. Bende bir yüzde yüz var, bizi kurtarır ama, sonra biz ondan nasıl kurtulabiliriz, bilmem.

- Canım gâvura kalmaktansa ona kalırız.

- Mustafa Kemal!

İttihatçıların daha Selânik'te iken vurdukları damga üstündedir: "Haris"dir, hiçbir rütbe ve makamla doymaz. İnsanca yaşamayı, eğlenmeyi ve içmeyi sevdiği için o devir anlayışına göre "sefih"tir. Ve durmadan tenkit ettiği ve İttihatçıların tutumunu beğenmediği için "uzlaşılmaz" bir adamdır.

Mustafa Kemal, Osmanlı düzenini altüst eder devrimler yapılmadıkça bizim bir Batı medeniyeti toplumu olamıyacağımız ve bunu da, her çeşit yoklamalardan sonra, gerçekleştirebileceği inacında idi.

Erzurum ve Sivas kongrelerinde Kâzım Karabekir ve Rauf Orbay gibi kendisine, başımızdasın, diyen arkadaşlarının bile başkan olmaması için nasıl çalıştıklarını biliyoruz. Onsuz olmazdı, o olmalı idi, ama başta olmamalı idi, hareket kollektif, Mustafa Kemal bu kollektifin gölgesinde kalmalı idi.

Nitekim 16 Mart İstanbul işgalinden sonra Mustafa Kemal Heyet-i Temsiliye'yi geçici bir hükûmet olarak tanıtmak ve o vakit ''Meclis-i Müessesan'' denen bir ''Kurucu Meclis'' toplamak ister. Bütün asker ve sivil otoritelere, artık yetkili otorite biziz, İstanbul'la bütün ilgilerinizi keseceksiniz diye bildirir. Komutanların fikirlerini sorar. ''Kurucu Meclis'' sözü başta Kâzım Karabekir'i kuşkulandırır. Komutanlara ve sivil makamlara bildirdikleri arasında şunlar da vardı: 1- İstanbul işgali her tarafta protesto edilecektir. 2- İstanbul'da hiçbir resmî makamla temas edilmiyecektir. 3- Hristiyanlara kötü davranılmıyacaktır. 4- İngiliz subayları rehin olarak tutulacaktır. Bu rehin ilerde Malta sürgünlerinin kurtarılmasına yarayacaktı.

Bazı irkilmeler üzerine ikinci bir bildiri ile Kurucu Meclis yerine olağanüstü bir meclis toplanmaya karar verildiğini söyler. Seçim 19 Martta yapılacaktır. İstanbul'da kaçanlar Meclise katılacak, gelmiyenler yerine yenileri seçilecek, belediye ve vilâyet meclisleri ile Müdafaa-i Hukuk heyetleri de temsilci yollıyacaklardı. 441 yerine 381 milletvekili ile yeni Meclis kurulmuştur. 115 memur ve emekli, 61 sarıklı, 51 asker, 26 çiftçi, 37 tüccar, 49 avukat, 21 hekim, 8 şeyh, 6 gazeteci, 5 ağa, 5 aşiret reisi.

İngilizler ve İstanbul hükûmeti 16 Marttan sonra Ankara'yı yıkmak için türlü tedbirler almışlardı. İlk deneme, İngiltere şiddet gösteriyorsa sebebi başta Mustafa Kemal olduğundandır, eğer onu bırakırsanız barış şartları da hafifler, fitnesi idi.

Mustafa Kemal'in son İstanbul Meclisine güveni yoktu. Kâzım Karabekir'e yazdığı bir telgrafta ''mebusların ikbal düşkünlüğü yüzünden grupta dayanışma sağlanamadığını, daha fazla hükûmetin aldatıcı politikasına kapıldıklarını'' söylemişti. Bazı vali ve komutanlar da Ankara'nın İstanbul ile ilgi kesilmek emrine karşı, hükûmet İstanbul'da onunla ilgiyi kesmek nasıl olur, yollu tenkitlerde bulunmuşlardı. Bir 23 Nisan akşamı Çankaya'da Atatürk o günün hikâyesini şöyle anlattı idi: ''İç isyan Ankara kapılarındadır. Başta ben olmazsam tehlikenin hafifliyeceği fikrinde olanlar böyle bir denemenin faydalı olacağını bana kadar işittirdiler. Ben nereye gidebilirim, diye sormaklığım üzerine de, şarka doğru, tavsiyesinde bulunmuşlardı. (Sofrada bulunan Recep Peker'e dönerek) Hatırlar mısın Recep, yeni gelmiştin, sana da fikrini sordum, memleketin menfaati bunda ise fedakârlık etmelisiniz, demiştin. Fakat ben, tarihî bir görevimiz var; Meclisi açmak! Bu görevi yerine getirelim de sonra düşünürüz, cevabını verdim ve Meclisin hemen toplanması için tedbir aldım.''

Hiçbir zaman söz altında kalmıyan Recep bu hatırlatma üzerine başını önüne eğdi idi.

23 Nisan 1920 Cuma günü Cuma namazından sonra dinî törenle Meclis açılmış ve her idare merkezinde hatim duaları, Buhari-i Şerifler, minarelerde sala ve ''sevgili padişahımıza sadakat'' yeminleri ile aynı tören yapılmıştır. Meclis toplanır toplanmaz ''ilk ve son sözü padişah ve halifeye bağlılık'' olduğuna yemin edilmiştir! ''Cenab-ı Hak ve Resul-i Ekrem'i namına yemin ederiz ki padişaha ve halifeye isyan sözü yalandan ibarettir.''

Mustafa Kemal ilk amacına ermiştir. Bir Millet Meclisi vardır. Onun başbakanı ve hükûmeti vardır. Yeni devlet kurulmuştur. İstanbul için tek umut bunu yıkmakta, hatta düşmana yıktırmakta, yeni devletin de tek dayanağı vatanı düşmandan kurtarmaktadır. Ya hep ya hiç!

Mustafa Kemal Ankara'ya geldiği vakit 1200 lirası kalmıştı. Bu da müfettişliğe verilen 20.000 liranın artığı idi. Sonradan Diyanet İşleri Başkanı olan Rıfat Hoca tüccarlardan 6.000 lira toplıyarak kendisine vermişti. Para bulmak, bu küçücük sermaye ile kurulan devleti beslemek daima çetin bir mesele olacaktı.

19 Martta Fevzi Paşa (Çakmak) İstanbul'da Harbiye Nazırı idi. Ankara İstanbul hükûmeti ile haberleşmeyi kestiği için Bursa'daki Kolordu Komutanı Yusuf İzzet Paşa Harbiye Nazırı ile görüşmek için kendisine yol verilmeyince görevinden çekildi idi. 19 Martta bir İngiliz torpidosu Harbiye Nazırı Fevzi Paşa'nın emrini getirip kendisine yolladı. Emir şu: ''Amiral Galtrop Anadolu İstanbul hükûmetini tanımamak yoluna girdiği için daha şiddetli tedbirler alınacağını bildirmiştir. İstanbul'un işgal edilmesi mütareke şartlarına aykırı değildir. Anadolu'da bazı sergerdelerin hareketleri menafi-i hakikiyye-i Osmaniyye'ye muhaliftir. Anadolu'da taraf-ı şahaneden mansup (tayin edilmiş) en kıdemli kumandan sizsiniz. Harbiye Nezaretinin emrini bütün kıt'alara tebliğ ederek ordunun İstanbul hükûmetini tanımakta devam etmesini temin ediniz.'' Yusuf İzzet Paşa emri komutanlara bildirir. İçlerinden Bekir Sami Ankara'da Heyet-i Temsiliye ile görüşeceği cevabını verir. Konya'da Fahrettin Altay hemen itaat eder. Bu pek tehlikeli bir şeydi. Hemen hal çaresi bulunmalı idi. Mustafa Kemal, Refet Bey'i (Bele) hemen Konya'ya gönderir. Refet bir istasyon önce treni durdurur. Fahrettin Altay'a görüşmek için haber gönderir. Gelince hemen treni hareket ettirerek komutanı Ankara'ya götürür. Onun yerine o sıralarda ikinci defa Ankara'ya gelen İsmet Bey gönderilecekti. Fakat Fahrettin Altay, Mustafa Kemal'in emrine girdiğine ve emrinde kalacağına söz vererek görevi başına döner.

Damat Ferit Paşa yeni hükûmetini 5 Nisanda kurdu idi. Eski kabine ile Harbiye Nazırlığından çekilen Fevzi Paşa bu hükûmete de girmek için Boğaziçi komşusu Cemil Molla'nın aracılığını ister. Gerekçesi, Anadolu ile ancak kendisinin başa çıkacağı, eski paşalardan hükûmetin faydalanamıyacağı idi. Cemil Molla gider, Damat Ferit'e bunu söyler. O da doğru bulur. Fakat padişah İngilizlerin Fevzi Paşa'ya güvenmediklerini söylemesi üzerine Damat vazgeçer. Fevzi Paşa da Beykoz'daki evine çekilir. İstanbul'dan Anadolu'ya adam kaçıran o çevre komitesinin başı kendisine gelir. Malta'ya sürüleceğini, en yakın kafile ile Anadolu'ya kaçmasını tavsiye eder. Fevzi Paşa'nın Ankara'ya gitmesi böyle olmuştur. Adapazarı ayaklanma bölgesi olduğundan Fevzi Paşa kendini götüren subayla, Geyve'de Ali Fuad Paşa'nın (Cebesoy) karargâhına gider. Ali Fuad Ankara'ya haber verir. Mustafa Kemal, Fevzi Paşa'yı affetmez. Ali Fuad, İstanbul hükûmeti Harbiye Nazırının bile Ankara'ya gelip millî idareye katılmış olmasının çok iyi bir hava yaratacağını anlatarak Mustafa Kemal'i caydırır. İşte ikinci Mareşal ve ikinci kurtuluş kahramanımızın, yakalanıp İstanbul'a getirerek, padişaha teslim etmek istediği, sonra da bütün komutanlara kendisini tanımamak emrini verdiği Mustafa Kemal'le birleşme hikâyesi budur. Ankara'ya gider gitmez, gericilerin de hoşuna gider tipte olduğundan Fevzi Paşa'yı Meclis kürsüsüne çıkarmış, İstanbul'a yerdirmiş, daha birinci günü hizmetine almıştır.

İnönü'nün tarihçilerine göre, İsmet Bey Anadolu'ya ilk önce 1920 başında gelmiş ve Atatürk'e karargâhında misafir olmuştu ve karargâhta savunma hareketlerini bir kurmay subay gibi takip etmekle görevlendirilmişti. Bu, Anadolu'da savunmanın tam bir gerilla niteliği taşıdığı devirdir. Şubat ortasında Harbiye Nazırı Fevzi Paşa İnönü'yü İstanbul'a istemiştir. Onun üzerine Atatürk'le aralarında durum şöyle ele alınmıştır: Gelecek ordu savaşını hazırlamak için para ve subaya ihtiyaç vardır. İstanbul'un yardımı lâzımdır. İhtiyaçları anlatmak ve hazırlıkları yapmak üzere İsmet Bey İstanbul'a gitmelidir. Atatürk nutkunda meseleyi böyle anlattı idi.

Ali Fuad Cebesoy bu ilk gidişinde İsmet Bey'i yanında alıkoymak için hayli çalıştığını, İsmet Bey'in ise Atatürk'ten bir teklif almadığını ileri sürerek geri döndüğünü söylediğini yukarda yazmıştım. Mustafa Kemal, Ali Fuad'ın aracılığını iyi karşılamamıştır. İstanbul işgalinden sonra kendisini de, ya Ankara ya Malta, diye sıkıştırarak Maltepe yolundan götürmüşler, bir söylentiye göre de adını Ankara'dan istenenler listesinde görmediği için geri bile dönmek istemişse de bırakılmıştır.

Atatürk'ün ilk devirlerdeki yalnızlığını anlamak için bu gerçekleri öğrenmek lâzımdır. Daha sonraları Fevzi Paşa'dan da, İnönü'nden de Atatürk'ün nasıl faydalanmış olduğunu ve ikisinin güç günlerde hangi boşluğu doldurduklarını anlatacağız.

Yunanlılar Milne hattını tutmuşlardı. Bu hat Menemen boğazı demek. İngilizler bir Yunan saldırısına başvurmazdan önce halife ve hükûmetinin Ankara'yı ordu itaatsizliği ve halk ayaklanmaları ile sararak yıkmak istemişlerdi. Mustafa Kemal orduyu tuttu ise de Ankara hükûmetini tanımayı küfür sayan halife fetvalarına dayanan ayaklanmalar Mustafa Kemal'e pek güç günler geçirtmiştir.

Paris'te bize zorlanacak barış antlaşması hazırlanmıştı. Damat Ferit 22 Nisan 1920'de çağrılarak antlaşma ona verilecekti. İstanbul ister istemez bu şartlara boyun eğecekti. Daha önce Anadolu dayatışı son bulmalı idi. 11 Nisanda Şeyhülislâm Dürrizade Ankara ile birlikte olanların dinden çıkacaklarını bildiren fetvalarını verdi ve türlü yollardan bu fetvalar Anadolu'ya yayıldı. 19 Nisanda İstanbul'un başlıca isyancısı Anzavur büsbütün ortaya çıkmıştır.

Halkı okur yazar olmıyan, medrese softalarının baskısı altındaki o zamanki Türkiye'de din kuvvetine karşı koymak kolay değildi. 9 Mayıs 1920 Edirne Kongresi'nde Mekteb-i Mülkiye'den (Siyasî Bilgiler Okulu) diplomalı istatistik müdürü:

- Savaş padişahımızın emir ve iradesine bağlıdır. Bizde bu yetki var mıdır? Dinimiz buna elverişli midir? Önce meselenin dince tarafı çözülmelidir? diyordu.

İpsala müftüsü:

- Cihadı imam ilân eder. İmam olmadıkça harp olmaz. Padişahımız serbest değildir. Cihadı kimse ilân edemez, derken öteki müftüler de ona katılıyorlardı.

Halifeci hocalar büyük sarsıntı yaratmışlardı. Aralarında silâhlı olanlar da vardı. Eskiden ''mektepli subay'' düşmanı yobazlar, Bolu ve Gerede dolaylarının Kör Ali Hocası, Biga'nın Gâvur İmamı, Düzce'nin Ahmet Hocası ve daha bir sürü hoca ve şeyh halkı kışkırtıyordu. Konya'da Çukurova cephesini hazırlıyan Adanalı yurtseverler Ereğli'ye varınca kendileri ile birlik görünenler Konya'da fetva bildirilerinin duvarlara asıldığını duydukları zaman dağılıvermişler, ısmarlanan ve söz veren arabalar gelmemiş, hayli de ağırlıkları da olduğundan pek güçlükle yola çıkabilmişlerdir.

Ayaklanmalara karşı Çerkez Ethem ve Demirci Efe gibi zorbaları kullanmaktan başka da çare yoktu. Atatürk: ''Boğucu isyan dalgaları Ankara'daki karargâhımızın kapılarına kadar çarpıyordu. Dört aydan fazla kan ve ateş içinde çırpındık. 'İhanet-i Vataniyye' Kanunu çıkararak komutanlara olağanüstü yetkiler verdik, istiklâl mahkemeleri kurduk,'' der.

Çeteler ise diledikleri gibi asıp kesiyorlardı. İlk baş kaldırma 1919 Ekim ayında, Sivas Kongresi'nden sonra Gönen çevresinde kendini göstermiştir. İstanbul'dan emekli Jandarma Binbaşısı Anzavur Ahmet Kuvay-ı Milliye'ye karşı teşkilât yapmaya gelmişti. Parolası, ''Yanımda Kuran, göğsümde iman, elimde ferman, padişahınızın emri ile geldim'' sözü idi. Susurluk'ta halkı toplıyarak:

- Artık askerlik yok. Askerler evlerine gitsinler. Kuvay-ı Milliye için toplanan paraların hesabını soracağız, demişti.

Damat Ferit İzmit mutasarrıfı ve Mir-i miran paşası olan Anzavur'a, İngilizlerden izin alarak, Maçka silâhhanesinden 600 tüfek, 30.000 fişek, 80.000 makineli tüfek cephanesi verdiydi. 1920 Nisanının ilk haftasında Gönen ve Manyas çevresine Anzavur hâkimdi. Fetvalar devrinde Ankara'ya karşı ayaklanma Balıkesir kuzey bölgesinden başlayıp Adapazarı, Hendek, Düzce, Bolu yönlerinde gelişti. Bursa'ya doğru Eskişehir'den yollanan askerler kaçmışlardır. Subaylar nefer esvabı giyerek kaçma sebeplerini anlamak istediler, köylü ve hoca kıyafetli kimseler:

- Anzavur ve adamları padişahın Müslüman askerleridir. Onlara silâh atmak cinayettir, padişaha isyan etmektir, diyorlardı.

Anzavur Kuvay-ı Ahmediye komutanı idi. 13 Nisanda Heyet-i Temsiliye Anzavur'a karşı hareket emri verdi. Yunan cephesi boşalarak çete kuvvetleri ayaklanma bölgesine gidiyorlardı. Padişah isyancılara nişan veriyor, ayrıca İzmit'ten harekete geçmek üzere Kuvay-ı İnzibatiye adı altında bir ordu kuruyordu.

Balıkesir cephesinden Kâzım Özalp'ın Çerkez Ethem'e gönderdiği telgrafta, cephemize yakın yerlere kadar her tarafta durum kötüdür. Anzavur Rahmi Bey olayını yendi, esir aldığı subay ve erleri halife adına yemin ettirmektedir, askerin Bursa'ya çekilişi ile durum güçleşti, bizzat ve her hâlde hareket ediniz, diyordu. Ethem Kirmastı'da Anzavur kuvvetleri ile karşılaştı. Çarpışma on saat sürdü. Ethem, Anzavur kuvvetlerini bozdu. Kirmastı'ya girdikleri vakit kasabayı ikiye ayıran köprü yanında üç darağacı gördüler. Anzavur Divan-ı Harbi üç kişi için idam ölüm kararı vermiş, hemen asılmak üzere idiler. Divan-ı Harp üyeleri henüz şehirde idiler. Başkan subay Tatar Hasan'ın ipini, ellerini çözdükleri üç ölüm hükümlüsüne çektirdiler.

Daha sonra Biga'ya yürüdü. Aynı ün bir harp gemisi Anzavur'u Karabiga'dan alıp götürmüştü. Günün bir tanığı diyor ki: ''Biga alındıktan sonra adamlar asılıyordu. Cellât İbrahim, açkurt gibi, darağacına çekilecek adam peşinde idi.''

Bu arada Genelkurmay Başkanı Miralay İsmet Bey, Ethem'i telgraf başına çağırdı. Önce zaferini tebrik ettikten sonra dedi ki: ''Umumî durum iyi değildir. Mustafa Kemal Paşa ve kardeşiniz Reşid Bey (milletvekili seçilmişti) yanımdadır. Makine başındayız. Acı haberler vereceğim. Merkezde kuvvetimiz yok. Miralay Mahmut Bey fırkasına Hendek boğazında hücum ettiler. Mahmut Bey öldü. Ankara'nın kuzeybatı tarafındaki isyan bölgesine yolladığımız kaymakam Arif Bey'in birliği yenildi ve geri gelirken kendisi de suikasta kurban gitti. Askerleri isyancılara katıldı ve dağıldı. Geyve boğazını isyancılara karşı müdafaa eden 22 nci kolordu komutanı Ali Fuad Paşa'nın (Cebesoy) durumu da tehlikededir. Orada Miralay Kâzım Bey'i (Özalp) bırakarak en kestirme yoldan Geyve boğazında Ali Fuad Paşa'ya yardıma yetişiniz.''

Ethem, Manyas bölgesinde teslim olanları da kendi çetesine aldığından kuvveti beş bini aşıyordu. Gerilla devri havasını anlatmak için bir fıkrasını yazımıza aktaralım: ''Kuvay-ı Milliyecilerin topladıkları para listesine baktım. Arnavut Galip Paşa adı karşısında 150 lira. Altın mı, kâğıt mı, diye sorup da kâğıt para olduğu cevabını alınca, toplantıda hazır bulunan Galip Paşa'ya:

- Sen birahanede elli lira yersin. Nasıl şey bu? dedim.

- İanedir. İsteğe bağlıdır. Fazlasını vermem, dedi.

Fena kızdım. Tutun, götürün, dedim. Bir gece hapiste kaldı. Ertesi sabah erkenden beş bin lira getirdiler.''

Dinlenmek için daha önce Bursa'ya gidecekti. Ali Fuat Paşa, rahata ihtiyacımız var ama durum kötü, Geyve'ye geliniz, diye telgraf çeker (27 Nisan 1920).

Ertesi günden sonra geleceğini bildiren telgrafının altındaki imza şöyledir: ''Salihli Cephesi ve Kuvay-ı Tadibiye Kumandanı Ethem.''

Kuvay-ı İnzibatiye denen halife ordusu Geyve boğazına hâkim bir durum almak üzeredir. Ethem'in azıtmaya doğru nasıl gittiğini gösteren ilk olay: Hemen ertesi günü taarruza geçecektir. Ali Fuad Paşa acele bir taarruzun başarısızlığa uğramasından çekinmektedir. Gece Mustafa Kemal ve İsmet Bey'le görüşülür. Onlar daha emniyetli bir sonuç alabilmesi için kendisine üç günlük bir yürüyüşten sonra kuzeydoğu ve Ankara yönünden hücum etmesini sağlık vermişler. Bu plân tehlikesizdi ama, iki gün yürümek lâzımdı. Dinlemedi, saldırıya geçti, yendi.

Bu yeniş Başçavuş Ethem'i büyük komutanları gölgesinde görmek gururunu vermiştir.