Devasa Deney: Avrupa Birliği

Ivan Simic isimli Belgratlı (Sırbistan) bir entellektüelin kaleme aldığı 'European Union - The Grand Experiment' başlıklı bir yazıdır. Pravda, Turkish Daily News gibi gazetelerde de yayınlanmış. Yazar hakkında çok fazla bilgi bulamadım. Değişik yerlerde, yazarın bir Sırbistan devlet memuru olduğu, iktisat okuduğu; geçmişte işadamlığı, diplomatlık, bürokratlık ve makale yazarlığı yaptığı yazılmaktadır. Yazının kendisini okunmağa değer ve ilginç buldum. Fakat, Türkçe çevirisine rastlamadım; ben tercüme etmek zorunda kaldım. [Hem orjinal hali hem de çevirisi aşağıdadır.]

Devasa Deney: Avrupa Birliği
The European Union (EU) is a multinational union, established in 1993. The EU is made up of twenty-seven Member States. First, the EU was established as the European Economic Community in 1957 by the Treaty of Rome and has since undergone many changes. The EU has a single market between member states with common trade policy. Important EU institutions and bodies include the European Commission, the European Parliament, and the Council of the European Union, the European Court of Justice and the European Central Bank, among others.
Avrupa Birliği (AB), 1993 senesinde kurulmuş bir çok-uluslu birliktir. Yirmi yedi üye devletten oluşur. Başlangıçta, AB, 1957 senesinde yapılan Roma Anlaşmasıyla 'Avrupa Ekonomik Topluluğu' olarak kurulmuş ve zaman içinde hayli değişiklikler geçirmiştir. AB, üye devletler arasında tek pazar ve ortak bir ticaret rejimine sahiptir. Önemli AB kurumları arasında 'Avrupa Komisyonu'nu, 'Avrupa Parlamentosu'nu, 'Avrupa Birliği Konseyi'ni, 'Avrupa Adliyesi'ni ve 'Avrupa Merkez Bankası'nı sayabiliriz.
The end of War World II brought the idea for the unification of Europe, now known as the EU, but some individuals or groups such as the rulers of the world, needed to conduct an experiment before the formation of such an important super power as the EU. They soon succeeded, the right person being Josip Broz Tito, leader of the Communist Party and lifetime President of the Socialist Federal Republic of Yugoslavia, or SFRJ. With the royal family in exile and a post war atmosphere in Europe, Tito became famous and an ideal partner for this experiment.
Ikinci Dünya Savaşının sona erişi Avrupa'nın birleşmesi (şimdiki adıyla, 'AB') fikrini doğurdu; fakat, dünyanın yöneticileri de diyebileceğimiz bazı kişi ya da gruplar, AB gibi son derece önemli bir süper gücü yaratmadan önce, bir deney yapmak ihtiyacını duydu. Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti (YSFC) ve YSFC'nin hem ömürboyu Başkanı hem de Komünist Partisinin lideri Josip Broz Tito ismi, kısa zaman içinde yapılmış son derece isabetli bir seçimdir. Kraliyet ailesinin sürgünde olmasının yanısıra, savaş-sonrası atmosferin de katkılarıyla, Tito, böyle bir deney için hem meşhur hem de ideal bir adaydı.
Many will wonder why Yugoslavia? The answer is very simple, beside the Union of Soviet Socialist Republics, or U.S.S.R., which was too powerful to play with, Yugoslavia was the only post war country in Europe with both a multi-ethnic and multicultural population, and also with member republics.
Çoğumuz "Neden Yugoslayva?" sorusunu soracaktır. Cevabı ise çok basittir: Bu tür bir deneyde yer vermek için lüzumundan kudretli olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'ni (SSCB'yi) saymazsak; hem savaş sonrası Avrupa'sında yer alan; hem çok-kültürlü, hem çok-etnisiteli, hem de cumhuriyetler birliğinden oluşan tek aday Yugoslavya'dır.
In 1945, from the remains of the Kingdom of Yugoslavia, the Democratic Federal Republic of Yugoslavia was proclaimed, headed by Tito. Tito became the Prime Minister and Minister for Foreign Affairs.
1945 yılında, Yugoslavya Krallığının kalıntılarından Yugoslavya Demokratik Halk Cumhuriyeti peydahlandı ve başına da Tito geçti. Tito, hem Başbakan hem de Dışişleri Bakanı idi.
The experiment began, one state with six republics, one army, one currency, one federal police, one federal government and laws, one passport, no borders or visa regime among republics, but most of all, every republic had their own government each with vital institutions. One very important aspect of this experiment was that Yugoslavia had different cultures and religions among the state members, such as Orthodox, Catholic and Muslim. The way the population was going to live in these circumstances was essential for the future of the EU.
Deney, altı cumhuriyetten oluşmuş tek devlet, tek ordu, tek para, tek polis, tek federal hükumet ve kanunlar, devlet içinde vizesiz seyahat özgürlüğü, tek pasaport uygulamasıyla başladı; ama, en önemlisi her cumhuriyetin kendine ait bir hükumetinin ve diğer hayati kurumlarının olmasıydı. Bu deneyin bir diğer son derece önemli tarafı da, Yugoslavya'nın farklı kültürlere ve farklı dinlere (Ortodoks, Katolik ve Müslüman) bağlı ahaliden oluştuğu gerçeğiydi. Bu ahalinin bu şartlar altında nasıl yaşayacağı, gelecekteki AB için fevkalade mühimdi.
In 1948, Tito made one interesting move, highly motivated, he became the first socialist to defy Stalin's leadership in COMINFORM, also known as Information Bureau, or Informbiro. This move by Tito gained him a good position with each of the Western powers and of course his old friends, but bad relations with the U.S.S.R. With such good results and loyalty to the West, in London in 1954, Yugoslavia received Zone B of the ?Free Territories of Trieste? by treaty based on a "Memorandum of Understanding".
1948 yılında, hayli cesaretlendirilmeden sonra, Tito, Enformasyon Büro'su ya da 'Informbiro' olarak da bilinen KOMİNFORM'da Stalin'in liderliğini reddeden ilk sosyalist oldu. Bu hamlesi, eski dostu olan Batı güçleri nezdinde itibar sağlarken, SSCB ile ilişkilerini sarstı. Yugoslavya, Batıyla bu iyi ilişkileri ve Batıya sadakati sayesinde, 1954 senesinde Londra'da imzalanan anlaşmayla, 'Trieste Serbest Bölgesi'nin 'B Kısmı'nın sahibi olmağa hak kazandı.
On the other side, with the first results of the experiment, formation of the future EU began with the European Coal and Steel Community, or ECSC, in 1952. Let us not forget that coal and steel were, and still are, very important in war and industry. A very important founding member of this community was West Germany. A few years later, the Treaties of Rome in 1957 created two more communities, the European Economic Community, or EEC and the European Atomic Energy Community, or EAEC or EURATOM. The EEC and EAEC later became part of the EEC in 1967.
Öte yandan, deneyden elde edilen başarılı sonuçlar istikametinde, 1954 yılında, geleceğin AB'sinin ilk adımı sayılan 'Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu' kuruldu. Unutmayalım ki, kömür ve çelik savaş ve endüstri için çok önemliydi --hala daha da öyledir. Bu topuluğun çok önemli bir üyesi Batı Almanya idi. Birkaç sene sonra, 1957'deki Roma Anlaşması ile iki topluluk daha kuruldu: 'Avrupa Ekonomik Topluluğu' ve 'Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu'. Bu iki topluluk, daha sonraları, 1967 senesinde birleşip 'Avrupa Ekonomik Topluluğu' ismini aldı.
Strangely, as previously arranged, Tito choose the SFRJ to be a free Eastern European country, independent from the USSR, neither a member of the Warsaw Pact or NATO, however in 1961, Tito put Yugoslavia forward to become a founding member of the Non-Aligned Movement, or NAM. Membership in NAM did not affect the experiment as Yugoslavia was the only European country in the Movement at that time, but it did affect the future of Yugoslavia.
Garipsenecek bir şekilde, daha önce üzerinde anlaşıldığı gibi, Tito, Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyetinin, NATO'ya da Warşova Paktına da bağlı olmayan, Rusya'dan da bağımsız bir bir özgür Doğu Avrupa ülkesi olduğunu; 1961 senesinde ise, Yugoslavya'nın 'Bağlantısızlar Hareketi'nin kurucu üyesi olduğunu ilan etti. 'Bağlantısızlar Hareketi' üyeliği, bu Hareket'in Avrupa'daki tek üyesi Yugoslavya olduğu için, deneyde değişikliğe yol açmadı; fakat, Yugoslavya'nın geleceğinde etkili oldu.
At the beginning of nineties, Europe was about to change forever. In Yugoslavia a new government was formed headed by Slobodan Milosevic, the experiment was about to end, the mission about to be accomplished. World rulers entered the final phase before the formation of the EU. With the United States battling the Gulf War in the Middle East, in Europe history had been written. Germany's reunification took place in 1990, followed by the dissolution of the U.S.S.R in 1991, the SFRJ in 1992, Czechoslovakia in 1992, and the widespread fall of the communist monopoly.
Doksanlı yılların başları itibariyle Avrupa'da kalıcı değişiklikler ortaya çıkmağa başlar. Yugoslavya'da Slobodan Milosevic'in başında olduğu bir hükumet kurulur; deneyin sonlarına gelinmiştir, hedefe varılmak üzeredir. Dünyayı yönetenler, AB'nin oluşumundan bir önceki süreci başlatmışlardır. ABD'nin Körfez Savaşıyla meşgul olduğu bu dönemde, Avrupa tarihi yeniden yazıldı. İki Almanya 1990'da birleşti; ardından da 1991'de SSCB, peşisıra Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti, 1922'de Çekoslavya ve diğer komünist tekel dağıldı.
As planned, the new Europe came into being in the year 1993 and with no threat on the way, a new star was born, the EU. Just a few months after dissolution of the USSR in which America had a great influence, the U.S. got a new rival, the EU. This rival will become more influential and powerful than any other country or union in the world, more powerful than the old USSR.
Planlandığı üzere, yeni Avrupa 1993 senesinde ortaya çıktı ve önünde engele olmadığı için, semalarda yeni bir yıldız, AB, yükseldi. Hayli katkıları sonucunda dağılan SSCB'nin yerine, ABD'ye bir rakip çıktığını görüyoruz: AB. Bu rakip, dünyadaki başka herhangi bir devlet ya da birlik ile kıyaslanmayacak derecede (SSCB'den bile daha) tesirli ve kudretli bir rakip olacaktı.
Three questions arise from this. Firstly, did world rulers decide to make the EU instead of the U.S., leader of the free world and the first super power? Secondly, who are those rulers and where do they come from? Thirdly, what about Yugoslavia?
Burada üç soru çıkıyor karşımıza: Bir. Dünyayı yönetenler, özgür dünyanın lideri ve ilk süpergüç olmak üzere ABD'nin yerine AB'yi mi kurdular? İki. Bu 'dünyayı yönetenler' kimdir ve nerelidirler? Üç. Yugoslavya'ya ne oldu?
The answer of the first question is yes they did and as planned the U.S. was used. Secondly, we will never know who those rulers are, but they definitely come from Germany and they are not Jewish as many think, if they were Jewish then they would have had their own state a long time ago.
Birinci sorunun cevabı "evet, öyle planlanmıştı ve ABD bu yolda kullanıldı"dır. İkinci soru.. Bunların kim olduğunu hiç bilemeyeceğiz; ama Almanya'lı oldukları kesindir. Çoğunkuğun sandığının tersine, Yahudi filan da değildirler; Yahudi olsaydılar çoktan kendi devletleri olurdu çünkü.
Thirdly, if we turn back and look at European history, Yugoslavia lost everything, it is like it never existed, it was just an experiment. Germany on the other hand, was not defeated in WW II as many think, instead playing it smart, waiting and planning to return stronger than ever, which they did through the EU, as the leader and strongest member state. Germany was and still is the union's biggest net contributor, with the biggest economy it is responsible for about 23 percent of the EU budget. The same with Japan and the U.S., it looks as though Japan was also not defeated in the U.S.- Japan war. Now Japan is the strongest independent economic and industrial power in the world, most Japanese products are represented in the U.S. In contemporary times, power is not measured through weapons, rather through the strongest industry.
Üç. Geriye dönüp Avrupa tarihine bakarsak, Yuoslavya'nın herşeyi kaybettiğini, sanki hiç varolmamış gibi olduğunu, bir deneyden ibaret olduğunu görürüz. Almanya, hem eskiden hem de şimdi, Birliğe en yüksek mali katkıyı yapan, AB bütçesinin yaklaşık yüzde 23'ünden sorumlu olan en büyük ekonomidir. Buna karşılık, Almanya, çoğumuzun zannnettiğinin aksine, İkinci Dünya Savaşında yenilmedi; tersine, daha güçlü bir şekilde bekleyerek geri gelmek için uyanık ve planlı davrandı ve bunu da AB'nin lideri ve en kudretli ülkesi haline gelerek başardı. ABD açısından bakarsak, Japonya da öyledir; sanki Japonya ABD'ye karşı yenilmemiştir. Bugün, Japonya, dünyadaki en büyük bağımsız ekonomik ve endüstriyel güçtür ve ABD'de neredeyse her Japon ürünü mevcuttur. Günümüzde kudret veya güç silahlarla değil, kimin daha kuvvetli endüstrisi olduğuyla ölçülmektedir.
After this successful experiment, will the EU have an equal rival in the future?
Bu başarılı deneyden sonra, AB, ilerde eşdeğer bir rakiple karşılaşacak mıdır:
It will. A true rival for the EU will be a future union with lots of money and the same religion among member states will be an advantage, maybe a union of Islamic countries?
Tabii ki. AB'ye gerçek bir rakip, çok miktarda parası olan ve aynı dine mensup devletlerden oluşmuş bir birlik olacaktır. Bir Müslüman ülkeler birliği?
However, maybe we are being deceived with the EU, perhaps the EU is just another world experiment before the launch of another giant global union.
Bütün bunları söyledikten sonra, şunu da eklemek gerekiyor: Olabilir ki, AB'ye bakarak yanılıyoruz; olabilir ki, AB de, bir başka ve çok daha büyük bir küresel bir birliğin kurulması yolundaki bir denedir. Şimdi... Yazıda en azından bir maddi hata var: "AB 1993'te kurulmuştur" diyor. Bu doğru değil; çünkü AB henüz 'kurulmuş' değil. Bu yolda niyet belirten hayli imza filan olmakla beraber; kurulmuş bir birlik yok. Bunu geçersek, yazı (benim açımdan), özellikle de bir eski-Yugoslavyalı tarafından kaleme alınmış olduğu için ilginç. Geriye dönüp baktığım zaman, evet, bir deneyden geçmiş olduklarını kabul etmek zorunda kalıyorum. Fakat, tek ilginç nokta bu değil. Bizim yaşadığımız coğrafyaya da yönelik yeni 'deney'lere işaret ediyor gibi.. 'Büyük Ortadoğu Projesi' sanki bu bağlamda değerlendirilebilecek bir deney.. Bir başkası da, yakın zamanda ortaya çıkan 'Demokratik Cumhuriyet' bağlamında gördüğümüz, ve bölünmeğe alternatifi olarak önümüze gelmekte olan çözüm.. Not: Başlıgın 'muhteşem deney' olarak tercümesi belki daha doğru olurdu --lügâtî açıdan-- ama, ben fizikî büyüklüğü ve henüz başarılı olmamış olduğunu dikkate alarak, 'devasa deney' demeği tercih ettim.

Üç şınanay şırfıntı

Önemli Not: Bu yazıdaki bilgilerin önemli bir kısmı --daha sonra gün ışığına çıkan bazı ek bilgiler sayesinde-- artık geçerli değil. Bunların neler olduğunu görmek için lutfen şu yazıya bakınız.

Şair (güfte yazarı) hakkında:

Gustaf Fröding.

İsveçli.

Fröding'in İsveç şiiri açısından en büyük önemi, İsveç şiirini geleneksel tarzdan kurtarmasıymış.

Bu yüzden de, şairin arzusu hilafına da olsa, Fröding'i milli şair ilan etmişler.

Fröding ise, hem düşkün (bohem) hayat tarzını, hem de alkol bağımlılığının yarattığı sorunları kamuya açık yaşayarak, kendi itibarını sabote etmekte beis görmemiş: "Aşk, gerçek ya da para karşılığında satın alınmış aşk", Fröding'in başlıca temalarındanmış...

Besteci hakkında:
Felix Körling.

İsveçli.

Babası da org çalar ve beste yaparmış. Körling de org çalar, beste yapar, piyes yazarmış.

Uzunca bir dönem de Orta Öğrenim sonraı bir okulda müzik öğretmenliği yapmıs.

Şiir (güfte) hakkında:

Gustaf Fröding'in espri/mizah anlayışını yansıttığı bir şiirmiş.

İsveç şiirinde 1894 sonrası ortaya çıkmış yeni akımı temsil edebilecek örneklerden birisiymiş.

Şiir, meydan yerınde biraz sereserpe davranan (frikik veren?) üç kızın, beklenmedik bir anda karşılarına çıkan (yaşça biraz daha büyük) üç üniversiteli erkek tarafından taklit (zemm) edilmesiyle utanıp yerin dibine girmek isteyişlerini tasvir edermiş..

Şiir'in İsveççe orjinali, İngizce ve Türkçe mealleri aşağıdadır:

Tre trallande jäntor
Üç şınanay şırfıntı

Där gingo tre jäntor [1] i solen
There went three wenches in the sun
Üç şırfıntı çıktı güneşli bir günde

på vägen vid Lindane Le,
on the road by Lindane Le [2]
Lindane Le'ye giden yola

de svängde, de svepte med kjolen,
they swung, they swept with the skirt
eteklerini süpüre savura

de trallade, alla de tre.
saying tralla la [3], all the three
üçü birden şınanay diyerek

Och gingo i takt som soldater
and went in pace as soldiers
Ve askerler gibi uygun adım

och sedan så valsade de,
and then they waltzed
ve sonra salınarak

och "Udden är så later"
and "Udden [4] is so lazy"
ve "Udden çok hımbıl"

de trallade, alla de tre.
saying tralla la, all the three
üçü birden tralla la diyerek

Men när som de kommo till kröken
But when they came to the turn
Fakat geldiklerinde

av vägen vid Lindane Le,
of the road by Lindande Le
Lindane Le yolundakiviraja

de ropade alla: "Hör göken!"
they called all: "Hear the cuckoo!"[5]
"Guguk kuşunu duyun!"diye haykırdıktan

sen skvätte och tystnade de.
then (they) splashed and silenced
sonra savrulup sus pus oldular

Och tego så tyst som de döda
And kept their mouths as silent as the dead
Ve ağızlarını sımsıkı kapattılar

och rodnade, alla de tre.
and blushed, all the three
ve yüzü kızardı, üçünün de

Men varföre blevo de röda
But why were they red
Fakat niçin kızarmışlardı

och varföre tystnade de?
and why did they silence?
ve niçin sus pus oldular?

Jo!
Yes!
He!

Det stod tre studenter vid grinden,
There were three students [6] by the gate
Avlu kapısında üç öğrenci vardı

och därför så tystnade de
and that's why they silenced
ve bu yuzden sus pus olmuşlardı

och blevo så röda om kinden,
and were so red on the cheek
ve yanakları kızarmıştı öylesine

de trallande jäntorna tre.
wenches saying tralla la, the three
şınanay diyen üç şırfıntının

Det stod tre studenter vid kröken
There were three students at the turn
Virajdaki üç öğrenci

och flinade, alla de tre,
and grinned, all the three
sırıtarak, üçü birden,

och härmde och skreko: "Hör göken!"
and mimicked and yelled: "Hear the cuckoo!"
zemmedip haykırdı: "Guguk kuşunu duyun!"

och alla så trallade de.
saying tralla la, all of them.
ve hepsi birden şınanay dedi.

Translation notes:
Tercüme/meal notları:

[1] 'Jäntor kelimesinin İngilizce karşılığı olarak 'wench' kelimesi veriliyor. Bu kelimeyi Türkçeye çevirirken dikkatli olmak lazım; çünkü, argodaki ya da ikincil anlamlardaki karşılığı 'kaltak', 'sürtük' veya 'orospu' da olabiliyor. İsveçli tanıdığıma bunu sorduğum zaman, o denli ağır bir karşılığın aşırı zorlama olacağını, daha hafif bir şey kullanmamın daha uygun olacağı cevabını aldım. O yüzden, 'cahil' ve 'hoppa' gibi kelimelerin anlamını bir arada içerebileceği düşüncesiyle, 'şırfıntı' kelimesini kullandım.

[2] 'Lindande Le' should be a place, but I have no further information of where. Probably in Värmland region.

'Lindande Le' galiba bir yer ismidir, fakat nerede olduğunu bilmiyorum. Galiba, Värmland bölgesindedir.

[3] The verb 'tralla' is really just imitating the syllables used in Swedish 'singing without meaning'. I replaced them with 'tralla la'.

İsveç dilinde 'tralla' fiili belli bir anlamı olmayan hece dizinidir. Onun yerine 'şınanay' kullandım.

[4] With the word 'Udden', Fröding is probably referring to some, at the time, wellknown folk song that I know nothing about. It could be - but this is only a guess - that it was a song to a play, where you had an odd number of participants. The game would be played with couples and one would be left alone. This is built on the idea that Udden should be the "udda" (=odd) person. But it's just a guess...

'Udden' kelimesi, tahminimce, şair (Fröding) tarafından, o zamanlar hayli yaygın bilinen (fakat, benim bilmediğim) bir halk şarkışına atıfta bulunuyor. Ayrıca --ve bu da bir tahmindir--, bu şarkı bir oyuna yazılmış olabilir. Tek sayıda oyuncunun yer aldığı, çiftler tarafından oynanan, fakat bir kişinin eşsiz kaldığı bir tür oyun.. Bu durumda, 'Udden' kelimesi 'udda' (yani, 'tek başına' ya da 'açıkta kalmış') yerine kullanılmış olabilir.. Ama, bu sadece benim tahminim.

[5] I don't think "Hear the cuckoo!" would have any other special or double meaning. The cucko has however a very nice 'tune' that is easy to incorporate in human music. It often in folkish beliefs had a special meaning if you heard the cuckoo from different directions: easter would mean comforting (built on rhyming really; such as: easter=öster, comfort=tröster), south would mean death (söder/döder) and so on, but I don't see much of that in this song.

"Guguk kuşunu duyun!" derken üstü kapalı ya da çift anlamlı bir şey demeğe çalıştığını sanmıyorum. 'Guguk kuşu' kelimesi (İsveççede) hayli melodiktir ve kullanıldığı metne ahenk katar. Ayrıca, eski devirlerde, guguk kuşunu farklı istikametlerden duymanın özel bir anlamı da vardı: doğudan duymak demek 'refah' (öster/tröster kelimelerinin kafiyeli oluşundan dolayı), güneyden duymak 'ölüm' (söder/döder) ve saire.. fakat, bu parçada bunların kullanıldığını söyleyemem.

[6] A 'student' means a person who is studying at university, in the early 20s I would say, the girls maybe somewhat younger...

Fröding being one of the grinning students, though very much longing to be with the merry wenches as we might easily guess :-)

Burada kastedildiği şekliyle, 'öğrenci' 20-25 yaşları arasında üniversite öğrencisidir diyebilirim; kızlarsa daha genç olsa gerektir.

Fröding, sırıtan öğrencilerden birisi olduğundan, tabii ki neşeli kızlarla düşüp kalkmak istemişti diye de tahmin edebiliriz :-)

Bütün bunları yazdıktan sonra: Bu şiirin benim açımdan hiç de özel bir anlamı yok.

Fakat, bestesinin var...

Çünkü, ben, beni bildim bileli, bu beste hakkında hep söylentiler duyageldim.

Fısıltı gazetesinde, bunun bir İsveç halk ezgisinden aparıldığı söylenir dururdu.

Fakat, kimse de çıkıp işin aslının ne olduğunu söylemedi --en azından ben duymadım. Bu yüzden de, merakım arttı durdu.

Sonunda, ezginin orjinalini arayıp buldum.

Ve, kendisi de müzisyen (tesadüfe bakın ki, o da bir kilise orgcusu) olan bir İsveçli tanıdığıma bu şiiri İngilizceye tercüme de ettirdim.

İlk düzeltilmesi gereken husus: Bu bir anonim (İsveç) halk ezgisi değilmiş; şairi ve bestecisi belli bir esermiş.

İkinci nokta da, bu şiirin erotik unsurlar içermediği; çok olsa, bir nebze 'çapkın' sayılabileceğiymiş..

Bu tanıdığıma, 'Gençlik Marşı'nı dinlettim; ve.."yüzde yüz kopya olduğunu söylemek zor ama, yüzde doksandokuzdan da fazla" dediydi :)

İlginç bir başka nokta da, artık İsveç'te 'Tre trallande jäntor'ü bilen neredeyse yok denecek kadar azalmış..

Doğru dürüst kaydedilmiş bir örneğini bulamadık.

Bulduğumuz yegane örnek de, yıllar önce, emeklilerin huzur evinde dinleyip dans eder gibi yaptıkları bir aranjman..

O yüzden, bu tanıdığımdan rica ettim.

'Tre trallande jäntor'ün notalarını da buldu ve sentetik piyano ile icraını kaydettik.

Neyse.

Bahsettiğim bütün örnekleri aşağıda dinleyebilir ve 'Gençlik Marşı' ya da daha resmi adıyla 'Gençlik ve Spor Bayramı Marşı'olarak da bilinen.. veya en iyi de 'Dağ başını duman almış' ismiyle bildiğimiz marşın bir 'aparma' olup olmadığına kendiniz karar verebilirsiniz...

Gençlik Marşı (Dağ Başını Duman Almış Marşı); icracı Türkiye Cumhuriyeti Devlet Cok Sesli Korosu:


'Tre trallande jäntor' ('Üç şınanay şırfıntı'); aşağıda linki verilmiş olan PDF dosyasındaki notalardan sentetetik piyano ile icraat:

'Tre trallande jäntor'un aranje edilimiş bir versiyonu, icracı Sven Ingvars (bu, bulabildiğimiz yegane kayıtlı örnektir; fakat orjinalden hayli farklı icra edildiği ifade edilmektedir.):


İsveççe 'Tre trallande jäntor'un notalarını (PDF dosyası halinde
) buradan indirebilirsiniz.


Not: Bu yazının YouTube'da bir kırpık için malzeme olarak kullanıldığını yeni farkettim. Sözkonusu kırpığı seviyelilik açısından takdir edemediğimi ifade etmek isterim.

Bir deney: Bir kafes, bir hevenk muz ve yedi maymun..

Kendi hayatlarınızda da --inançlarınız dahil-- karşılığını bulacağınıza emin olmakla birlikte, Türkiye'nin başka alternatifleri deneyemeyişini bana çok iyi anlatan bir düşünsel deney aktarmak istiyorum:

Başlangıç olarak, büyük --en az bir evin salonu büyüklüğünde-- ve epeyi yüksek tavanlı bir kafes yapalım.

Kafesin dışında, kafeste olan biteni gözlemlemek için kameralarımız olsun.

Kafesin tavanında ve etrafında da, kafesin içine yüksek basınçlı su fışkırtan fıskîyeler olsun.

Fıskîyeleri de, buz gibi soğuk su basan bir tesisata bağlayalım.

Uzaktan kumanda ile bir düğmeye bastığımız anda, kafesin içini bir güzel ıslatsın.

Sonra, kafesin tavanından büyükçe bir hevenk muz asalım.

Muzların altına da bir merdiven koyalım.

Bu hazırlık bittiğinde, kafese, 7 (yedi) adet maymun koyalım.

Bu maymunlardan birisi merdivene tırmanıp muzlara ulaşmak için merdivene dokunduğu anda düğmeye basalım ve kafesin tepesinden maymunlara buz gibi soğuk sular fışkırtalım.

Maymunlar sırılsıklam olsunlar ve soğuktan tir tir de titresinler.

Bunu da, ne zaman bir maymun merdivene dokunacak olsa tekrarlayalım.

Kısa zaman içinde, merdivene hamle yapan her maymunu --gerekirse bir araba sopa da atarak-- diğer maymunlar durduracak, engelleyecektir.

Buraya kadarki kısmı pek enteresan değil; asıl enteresan olan bu noktadan sonraki kısımdır:

Önce, kafese soğuk su fışkırtan tesisatı tümden devreden çıkaralım.

Şimdi, kafesten bir maymun çıkarıp yerine başka (acemi) bir maymun koyalım.

Bu yeni maymun, muzları gördüğünde muzlara ulaşmak için merdivene yönelir...

Yönelir de, anlamadığı bir sebepten dolayı, diğer maymunlar onun kolundan bacağından tutar, olmazsa da, üzerine çullanıp onu döverek engellerler.

Biraz sonra bir daha hamle yapar; ama, bir posta daha dayak yediği ile kalır.

Artık, yeni mayumunun acemiliği sona ermiştir: Muzlara yeltenirse başına ne geleceğini bilhakkın öğrenmiştir...

Şimdi, kafesten eski bir maymun daha çıkarıp yerine bir acemi maymun koyalım.

Bu yeni maymun da muzları gördüğünde muzlara davranır... Ve daha davranır davranmaz, anlamadığı bir sebepten dolayı, diğer maymunlar onun üzerine çullanıp onu bir güzel döver ve engellerler.

Hatta, bu dayak atmak ve engellemek işinde, ondan hemen önceki maymun hepsinden daha bir cevval davranmıştır...

Ardından, üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı ve yedinci maymunları birer birer kafesten çıkarıp herbirinin yerine yeni bir maymun koyalım.

Her defasında acemi maymun muzlara hamle yapacak fakat bir araba dayak yiyip 'dersini alacak' ve vaz geçecektir.

Kafeste, soğuk duş tecrübesini yaşamış bir tek maymun kalmamış olmasına rağmen, artık hiçbir maymun muzlara davranmak ne kelime, merdivene doğru yürümeğe bile yeltenmeyecektir.

Ondan sonra, artık, kafese, isterseniz yedi, isterseniz yetmiş milyon maymun daha ekleyin..

Açlıktan ölmek pahasına dahi, tepede asılan muzları yemeğe yeltenen olmayacak, hatta aklından bile geçirmek bir tabu olacaktır...

Bir bırakıp gidiş..

Aşağıdaki metin 31 Mayıs 2008 tarihinde Hürriyet gazetesinde Güzin Abla köşesinde yayınlandı.

Daha önce yayınladığım 'Padişah'ın işi ne!!??' başlıklı yazıdaki tadı hatırlattı bana. Sevdim.

Otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez.. Biri tıpta okuyordu, öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı otobüse bindiler.

Gençtiler.. Birbirileriyle konuşacak cesareti bulmaları biraz zaman aldı ama sonunda başardılar. İkisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında. Delikanlı arkadaşında kaldığı için o duraktan binmişti otobüse, kız ise ablasında..

Sırf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden çıkıp, şehrin öbür ucundaki o durağa, onların durağına geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra..

Okullarını bitirince evlendiler. Mutluydular hem de çok. Bazen işsiz, bazen parasız kaldılar ama öylesine sıkı kenetlenmişti ki yürekleri hiçbir şeyi umursamadılar. Ayın sonunu zor getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarında da hep mutluydular.

Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü, büyüdü.. Tek eksikleri çocuklarının olmamasıydı. Zorlu bir tedavi sürecine rağmen çocuk sahibi olmayınca, "Bütün mutlulukların bizim olmasını beklemek, bencillik olur" diyerek devam ettiler hayatlarına. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler.

Bazen eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın, "Bir tanem, kütüphanenin ikinci rafına bak.." Kütüphanenin ikinci rafında başka bir not olurdu, "Mutfaktaki masanın üzerine bak ve seni çok sevdiğimi sakın unutma".

Mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notları okuya okuya koşturan kadın, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdiği çikolatalar, kimi zaman da pahalı armağanlarla karşılaşırdı.

Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar yoğun olursa olsun hep birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına ama 40’lı yaşların ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam, hastaneden ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye başladı. Kadın da mimarlık bürosunu kapadı ve özel projelerde görev aldı. Artık daha fazla beraber olabiliyorlardı.

Bir gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın, üzerinde 'satılık' levhası asılı olan. "Ne dersin, bu evi alalım mı?" dedi adama. "Bu viraneyi yıktırır, harika bir ev yaparız. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terası olan, martıları kahvaltıya davet edeceğimiz bir deniz evi yapalım burayı.." "Sen istersin de ben hiç hayır diyebilir miyim" diye yanıt verdi adam. "Amerika'daki tıp kongresinden döner dönmez ararım emlakçıyı.. Kaç para olursa olsun, burası bizimdir artık.."

Tıp kongresi nedeniyle sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor oldu, adam Amerika’ya giderken. Her gün, her saat konuştular telefonla.

Gözyaşları içinde kucaklaştılar havaalanında. Fakat birkaç gün sonra, kocasında bir tuhaflık olduğunu fark etti kadın. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konuşmaktan kaçınıyordu. Onu neşelendirmek için, sahildeki evi hatırlattı ve çizdiği projeyi verdi kadın ama hiç beklemediği bir cevap aldı: "Canım, o ev bizim bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut.."

Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da çekilmez gelir. Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için yalvardı adama, "Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur anlat" diye dil döktü boş yere..

Yıllardır sevdiği adam, duyarsız ve sevgisiz biriyle yer değiştirmişti sanki. Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton duvarlara çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği.. Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği arkadaşına dert yanarken, "Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım" diye sözünü kesti arkadaşı. "O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki restoranda genç bir kadınla yemek yiyor her öğlen. Sonra sarmaş dolaş biniyorlar arabaya.."

"Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları" diye bağırdı kadın. Onca yıllık arkadaşını, kendisini kıskanmakla suçladı.. Ertesi gün, öğle vakti o restoranın hemen karşısında bir köşeye sindi sessizce ve peri masallarının sadece masal olduğunu anladı..

Kocasının eskiden aynı hastanede çalıştığı genç çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerinde ağırladıkları kadına nasıl sarıldığını gördü.. Akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak, bazen ona sımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi.

İnkar etmedi adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa geldiklerinde farklılık aradığı gibi bir şeyler geveledi ağzında ve bavulunu alıp gitti evden. Kapıdan çıkarken, "son bir kez kucaklamak isterim seni" diyecek oldu ama kadın, "defol!" dedi nefretle..

İlk celsede boşandılar.. Modern bir aşk hikayesinin böyle son bulmasına kimse inanamadı. Arkadaşlarının desteğiyle ayakta kalmaya çalıştı kadın. Adamın, sevgilisiyle birlikte Amerika’ya yerleştiğini öğrendi.

Bazen yalnız kaldığında, onu hálá sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri geçiriyor, aşkın yerini, en az onun kadar yoğun bir duygu olan nefretin alması için dua ediyordu. Aradan bir yıl geçti.. Her şeyin ilacı olduğu söylenen zaman bile, kadının derdine çare olamamıştı.

Bir sabah, ısrarla çalan zilin sesiyle uyandı. Kapıyı açtığında, karşısında o kadını gördü. "Sen, buraya ne yüzle geliyorsun" diye bağırmak istedi ama sesi çıkmadı. "Lütfen, içeri girmeme izin ver, mutlaka konuşmamız gerekiyor" dedi genç kadın.

Kanepeye ilişti ve zor duyulan bir sesle konuşmaya başladı: "Hiçbir şey göründüğü gibi değil aslında. Çok üzgünüm ama o bir saat önce öldü. Geçen yıl Amerika’daki kongre sırasında öğrendi hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldığını. Buna dayanamayacağını, hep söylediğin gibi onunla ölmek isteyeceğini biliyordu.

Seni kendinden uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynamamı istedi. Ailesine bile haber vermedi. Birlikte Amerika’ya yerleştiğimiz yalanını yaydı. Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağının karşısında bir ev tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama olmadı. Gece fenalaşmış, bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim. Sana bunu vermemi istedi.."

Gözlerinden akan yaşları durduramayacağını biliyordu kadın. Hemen oracıkta ölmek istiyordu. Eline tutuşturulan kutuyu açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla katlanmış bir sürü kağıt duruyordu kutuda. İlk kağıtta, "Lütfen bütün notları sırayla oku bir tanem" diyordu..

Sırayla okudu; "Seni çok sevdim", "Seni sevmekten hiç vazgeçmedim", "Senin için ölürüm derdin hep, doğru söylediğini bilirdim." "Fakat benim için ölmeni istemedim" "Şimdi bana söz vermeni istiyorum." "Benim için yaşayacaksın, anlaştık mı?" son kağıdı eline alırken, kutuda bir anahtar olduğunu gördü kadın..

Ve son kağıtta da şunlar yazılıydı: "Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım. Kocaman terasta martılarla kahvaltı ederken, ben hep seni izliyor olacağım.."

Bir başka nefes.. sıhhat gibi..

Aşağıdaki metin, Deniz Ülke Arıboğan'la yapılmış söyleşinin metnidir. Hülya Okur imzasıyla, 16 Mayıs 2008 tarihinde HaberX sitesinde yayınlandı. İçeriğini değil de formatını biraz değiştirdim --kolay okuyabileyim diye.

Ben, giderek bu ülkenin kadınlar tarafından selamete çıkarılacağını düşünüyorum. Ya da, şöyle diyeyim: Birisi Deniz Ülke Arıboğan, diğeri de Aysel Tuğluk olmak üzere, en az iki kadın adayım var.

Aşağıdaki metnin aralarına kendi fikirlerimi de yazmak isterdim --daha çok açıklayıcı mahiyette şeyler olacaktı; çünkü, itiraz edeceğim çok çey yok--, ama zaten uzun bir yazı; ve benim açıklamalarıma da pek gerek yok aslında.

Mahir Kaynak ve Şükran Hanım'ın üç çocuğundan birisiniz. 1965 doğumlu olmanız ve matematik öğretmeni sandığınız babanıza ilkokul dördüncü sınıftayken bir öğretmeniniz tarafından istihbaratçı denmesi karşısında ağlamanız dışında bebeklerinizin kopan bacaklarından yani nasıl bir çocukluk geçirdiğinizden bahseder misiniz?

Oldukça neşeli ve hareketli bir çocuktum. Ağaç tepelerinde dolaşan, sokaktan eve girmeyen ve hiç durmadan koşuşturup duran birisiydim. Çok küçük yaşlardan itibaren okumaya ilgim yüksek olmasına rağmen, derslerle bir türlü başım hoş olmamıştır.

Yazı yazmayı öğrendiğim andan itibaren şiir yazmaya başladığımı düşünürsek, edebi geçmişim oldukça köklü sayılabilir! Evdeki masa hakkında bile şiir yazmışlığım vardır. "Masa masa, ne güzelsin masa" kabilinden! Bebeklere gelince fazlaca bir hikayem yok. Tüm çocukluğum boyunca sadece bir tane bebeğim oldu ve saçlarının yeniden uzayacağını düşünerek kestiğim için yıllarca Funda bebeğimi kel olarak sevmek zorunda kaldım!

Annem çalıştığı için bize anneannem baktığından, yaşlılara karşı duyarlılığım hep oldukça yüksek olmuştur. Oldukça haydut buna mukabil saygılı bir çocuk olduğum söylenir. Ders ile ilgili olmadığı müddetçe her şeyi okur ve her şeyin resmini çizerdim. Hayal dünyam o kadar genişti ki, gerçek dünya çoğu zaman çok sıkıcı gelirdi. Bazen Tommiks kadar hızlı silah çeken bir prenses, bazen kızıl derili şefinin yıldırımdan hızlı koşan kızı olup düşmanları yenerdim. Sonra bir anda bedenen büyüdüm, lakin içerideki çocuğun aynı olduğunu söyleyebilirim. Geçenlerde eski Tommiks ve Teksaslardan bir kaç cilt hediye gelince dünyalar benim oldu.

Galatasaray ve Milli Basket Takımının Kaptanı olan eşiniz Lütfü Arıboğan ve iki çocuğunuzun, babanızın deşifre edilmesiyle yaşadığınız kimlik gizliliğine göre ne kadar doğallık içinde yaşamaları gerektiğini düşündünüz? Ve seçimlerinizin yetiştirilişinizle ilişkisini nasıl kuruyorsunuz?

Her insanının hayatına renk veren belli özellikler vardır. Bu da doğal olarak çocukluğunun geçtiği aileden başlayan bir süreç. Bizde hayata ve çevreden gelebilecek tehlikelere karşı güvensizlik sorunu çok önde olduğu için üç kardeş de çok duyarlı ve dikkatliydik. Babamız, annemiz bizi çok fazla rahat bırakmazlardı. Çünkü bize bir şey olacağına dair çok yoğun endişeler taşırlardı.

Benim hayattaki hep temel arayışım, güvenlik oldu. Eşimde de o güveni bulduğumu düşünüyorum. Kocaman bir adamdı, ilk karşılaştığımda. İki metre boyunda, güçlü kuvvetli.... Babam da eşimi gördükten sonra çok memnun olmuştu, böyle bir seçim yaptığımdan ötürü. Hem çok ağırbaşlı, hem güçlü bir insandı hem de hakikaten çok güçlü bir görüntü veriyordu. Onun dışında çocuklarımızla evimizde çok huzurlu bir yaşam kurmaya gayret ettik. Bizim evimizde hiç ses yükselmez, hiç tartışma kavga olmaz. Bazen inanamıyor insanlar ama kavga olması için bir sebep de olmuyor.

İnsanların niye kavga ettiğini ben çok iyi anlayamıyorum zaten çoğu zaman. Anlaşamadığımız konular oluyor ama sonunda bir ortak çözüm yolu bulunuyor mutlaka. Seçimlerimde özellikle ailemin yapısında güvenlik ve huzur ortamını yaratmaya çalıştım. Benim için güvenlik sığınak dediğim ortamda çocuklarımın ve eşimin olması çok önemlidir. 'Safe haven'ı korumak gerektiğini düşündüm. Evin kapısından girdiğiniz zaman diğer her şey dışarıda kalır.

Şimdi o güvenlik duvarını ören eğitiminize değinelim.. TED Ankara Koleji'nden mezun olduktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nü bitirdiniz. 1998'de doçent, 2003 yılında profesör oldunuz. Kısa bir süre Bilgi üniversitesinde çalıştıktan sonra Türkiye'nin dokuzuncu kadın rektörü unvanını aldınız. Bu koşuların hangisinde milli atlet ruhunuz öne çıktı?

Atlet...

Ben hep takım oyuncusu oldum ama aynı zamanda atletizm sporuyla da uğraştım. Atletizm de insanın bireysel egolarının yukarıda olması gereken bir spor alanı. Kısa mesafe koşucusuydum ama aynı zamanda 4x100 bayrak koşucusuydum da. Ve en yüksek performanslarımı da 4 x 100 bayrak koşularında kazandım.

Benim için takım ruhu hem ailede hem iş yaşamında çok önemlidir. Bulunduğum her yerde hemen bir takım atmosferi oluştururum. Arkadaşlarımla oynarken de hemen kendi takımımı oluştururdum. Bilgi üniversitesinde ve şimdi de idareci konumum var.

Bahçeşehir Üniversitesi'ne geldiğim zamanda önce rektör yardımcısı sonra rektör olarak takımımı oluşturdum. Şimdi çok kuvvetli bir takımım olduğu için sırtımı güvenle arkaya yaslayabiliyorum. Sporculuk, bir hayata bakıştır, bir özgüvendir ve bir duruştur. Sporcuların hayattaki mücadele algıları, yenilgiye ve zafere bakışları farklıdır. Diğer insanlarda olmayan bir deneyimle yaklaşırlar konuya.

Hiçbir zaferi nihai bir zafer olarak algılamam, hiçbirinden çok fazla etkilenip kendimi kaybetmem. Hiçbir mağlubiyeti de nihai yenilgi olarak görmem. Hiçbir zaman dibe vuruşların orada kalmayacağını bilirim. Yenilgiler de aldım hayatımda ama daha iyi bir galibiyetle o yenilgiyi telafi ettim.

Felsefelerinizi sporcu kimliğiniz üzerine kurduğunuz anlaşılıyor.... 1993 çıkışlı "Globalleşme Senaryosu'nun Aktörleri" kitabınıza göre aktör rolü oynayan hemen her devletin kendi kendini besleme (en minimal düzeyde olsa) gibi bir zorunluluğunun bulunduğunu ve enerji kaynağı bağımlılığının Japonya gibi bir devlet için bile dezavantaja dönüştüğünü belirtiyorsunuz. Bu noktada bir ülkenin zenginliği talihsizliği nasıl oluyor?

Devletlerle ilgili bir takım matematik sonuçlara varmak çok kolay değildir.

Dünyanın en büyük askeri gücü dersiniz, ABD, gider Vietnam'da yenilir. Irak'ta bir zafer oluşturamaz.

Devletlerin rakamsal olarak değerleriyle, uluslar arası konjonktürden kaynaklanan sistemin ona yüklediği değer arasında farklılıklar söz konusu olabilir.

Bazen çok küçük bir devlete, uluslar arası sistemin öyle bir desteği olur, öyle bir konjonktür yakalar ki, dünyanın en önemli ülkesi haline gelebilir. Bazen de devasa bir güç yok olabilir.

Rusya dediğimiz ülkenin Putin'den bu yana geldiği noktaya bakın, on yıl içinde nerde, on yıl önce neredeydi? Aynı büyüklükte bir devlet, aynı enerji kaynakları, aynı imkanlar ama bugün bambaşka bir ülke konumuna geldi. Petrol fiyatlarının her yükselişi Rusya'nın açıklarını kapattı. Ve 11 Eylül sonrasında oluşan konjonktür, Rusya'yı yeniden dünya sahnesine döndürdü.

ABD ise, en zirve olduğu noktada, en ciddi sorunlarla boğuşmak zorunda kaldı.

Aktör rolü oynayabilmeniz için, enerji alanında görece bir bağımsızlığınızın olması gerekir. Hiçbir enerji kaynağınız yoksa ciddi bir aktör olamazsınız dünyada. Çünkü enerji fiyatlarındaki dalgalanma sizin büyük güç olup olmadığınızı belirleyen değer haline dönüşür.

Farz edin ki, dünyanın en güçlü ihracatçısısınız. Ama hiç enerjiniz yok. Dışarıdan bunu ithal etmek zorundasınız. Bir kriz ortamında bu enerji girişi kesildiği andan itibaren ne bir tek mal üretebilirsiniz ne bunu ihraç edebilirsiniz. Siyaset, iktisadi koşulları da bağlar.

Sadece enerji sahibi olmak da bir şey ifade etmez.

Suudi Arabistan'da çok büyük petrol yataklarına sahip ama çok büyük bir ülke diyemeyiz. O bir kombinasyondur, güçlü bir aktör olabilmeniz için.

Bütün bu somut eldeki verilerin en tepesinde de çok güçlü bir devlet aklının olması gerekir ki aktör rolü oynayabilsin.

Güçlü bir devlet rolünü oynarken ABD'nin başına gelenler... 1997'de yazdığınız, sizi üne kavuşturan çalışma yani 'Uluslararası Terörizmin Yeni Yüzü' adlı makalede, Dünya Ticaret Merkezi'ne yakın zamanda kitlesel bir saldırı yapılabileceğini yazmıştınız.

Makaleyi size 11 Eylül öncesinde yazdıran his ve güç neydi?

Ben aslında o makalede Dünya Ticaret Merkezine bir saldırı yapılmıştı, o saldırıyı kitlesel bir saldırı olsaydı nasıl bir sonuç doğurur'un üzerine yazmıştım.

Sonradan ciddi bir spekülasyon konusu haline geldi. Sanki her şeyi önceden bilmişim gibi bana komik sorular da yöneltildi.

Ama o makalede çok önemli bir değerlendirmem vardı, o daha ciddi bir konuydu, göz ardı edildi. Şunu söylemiştim: "Samuel Huntington'un 'Uygarlıklar Çatışması' makalesi bir proje. Ve bu projenin gerçekleşmesi bir islami terör saldırısı ile başlayacak. Dünya uygarlıklar fay hatlarıyla birbirinden farklılaşacak, İslam ve diğerleri arasındaki ayrım, bu saldırıdan sonra netleşecek. Uygarlıklar çatışması projesinin temeli bir terör saldırısıdır." Ve çarpan etkisi çok yüksek olduğundan İslam dünyasını ötekileştireceğinden bahsetmiştim.

Bu konu bence daha ciddi bir değerlendirmeydi.

1996'da ABD ve İskoçya'da uluslararası güvenlik, terörizm, örgütlü suç başlıklı bir dizi seminere katılmanız hasebiyle sormak istiyorum.

Bizim ulusal güvenliğe bu kadar ihtiyaç duymamızın sebebi nedir?

Ulusal güvenliğe her devletin ihtiyacı vardır ama her devletin içinde yer aldığı çerçeve, ruh hali ve bulunduğu coğrafi konum farklı.

Türkiye'nin içinde bulunduğu coğrafi konum, çok da güvenliği göz ardı ederek davranmasına el vermiyor.

Büyük devletlerin büyük problemleri olur, küçük devletseniz de küçük problemlerle uğraşırsınız. Eğer problemleriniz büyüklükten kaynaklanıyorsa, bunu tevazu ile kabullenmek gerekiyor. Ama problemleri gözümüzden büyütmekten yada bizim yanlış siyasetimiz nedeniyle olmadık şekilde büyütmekten kaynaklanıyorsa o zaman bunlarla da hesaplaşmak gerekir.

Biz kendi problemlerini büyüten ve sonra da o büyüklüğün altında ezilen bir ülkeye dönüştük.

Türkiye'nin daha ciddi şeylerle uğraşması lazım. Dünya üzerindeki konumu, enerji dengelerinde Türkiye'nin yeri, küresel ekonomide nasıl bir duruş sergilediği, dünyanın biz ve ötekiler ayrımında Türkiye'nin nerede duracağı ve bu senaryonun yazılmasında bir rol sahibi olup olmayacağı...

Yani, Türkiye'nin yeni şeyler düşünmesi lazım. Biz bize biçilen rolü oynamaktan fazla bir şey yapmıyoruz.

Bir yazınızda: "Kimse korkmasın. Korkulacak şey, sakin sakin dururken taciz edilip, yaralanan aslanın, tüm ormanı tarumar etmeye kalkması!" diyorsunuz.

Türkiye'nin laiklik endişesi ile yaralılar ordusuna dönüştüğünü düşünüyor musunuz?

Düşünüyorum. Laiklik endişesi tamamen olmayan, kendiliğinden üremiş bir şey değil.

Küçük hareketler büyük ivmeler yaratabiliyor bazen. İnsanlar laiklik konusunun sistem tarafından çok içselleştirilmemiş olduğunu düşündükleri için bu kadar hassaslar.

Türkiye'de laik devlet yapısına sahip olmakla çok övünüyoruz ama gerçekten laik olup olmadığımız hakkında tam anlamıyla bir kanaat sahibi değiliz.

Din, hayatımızın her aşamasında var.

Devletin laik karakterde kalması bizim için çok kıymetli.

Türkiye'nin hem Müslüman hem laik olması, sahip olduğu en büyük güç. Petrolü yok ama bu çok önemli bir kimlik gücüdür. Bazen sosyal ve siyasi gücünüz öbürlerinden çok daha önemli hale gelebilir.

Ben, laiklik endişesi çok fazla taşımıyorum açıkçası. Laiklik ve özgürlüğün birbirinin karşıtı iki değer haline getirmemek lazım. Hangi özgürlüklerin laikliği zedeleyeceğini, hangi laikliğin aslında çok fazla bu konuyla alakalı olmadığını görmeye çalışmalıyız.

Laiklik çok ciddi bir konu ama biz çok gayri ciddi şeyler üzerinden laikliği tartışıyoruz. İki tane münferit olay yüzünden bütün sistemi sorgulamaya başlıyoruz.

Ama bir yandan da göz ardı ettiğimiz çok şiddetli bir yayılma da var. Dünya trendlerinden kaynaklanan büyük bir rüzgar da geliyor. Ki bunun önünün nasıl alınacağı da bilinmiyor.

Türkiye'de bugün kendini Müslüman olarak tarif eden kitlenin o tarz bir İslam anlayışından çok rahatsız olacağını söyleyebilirim. Dünyada İslam giderek politikleşiyor ve giderek çok sert, çok radikal bir İslam dalgası olarak geliyor.

İsmail Köklükaya, İlber Ortaylı ve Hilmi Yavuz'un yanısıra size de Cumhuriyetimize dair sorular yönelterek, bunları bir kitapta toplamıştı. "Akademiyanın bağımsız, özgün portresi..." diye tanımlandığınız kitapta "Ben cumhuriyet ile imparatorluk vizyonunun birbiri ile çatışmadığı, çatışması için hiçbir sebep olmadığı kanaatindeyim." sözleriniz yer alıyor.

Peki, şu an Cumhuriyeti çatışma, tartışma konusu yapmaya iten şey ne?

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu yıllarda, Cumhuriyetin ve Türkiye'nin ayakta kalabilmesi çok büyük bir kazanımdı Türkiye için. Çünkü o dönem, yok oluşlar, yeniden kuruluşlar dönemidir. Türkiye çok zor koşullar altında kurulmuş bir devlettir. Türk insanı çok büyük, çok görkemli bir şeyi de yitirmiştir.

Bu kaybın yasını tutamamıştır Türkiye. Bu kaybın yasını tutamadığımız için, gerçek anlamda, psikolojik olarak, hastalıklı olmadan Cumhuriyeti sahiplenme duygusunu edinememişiz maalesef. Geçmişimizi yok sayıp, her şeyi sıfırlayıp, yeni bir şey kurmuşuz gibi olmuş.

Halbuki bizim anneannelerimiz, dedelerimiz Osmanlı vatandaşıydı. Cumhuriyetimizin kurucuları, Osmanlının paşalarıydı. Biz Osmanlı halkının ürünleriyiz. Tarih kesintilerle, yeniden başlangıçlarla devam eden bir şey değildir ki. Tarih bir süreklilik arz eder. Yeni olana saygımızdan, sahiplenme duygumuzdan geçmişe kötü değerler atfetmek zorunda kaldık.

1400'lü yılları iyiydi, kalanı külliyen kötüydü demek zorunda kaldık. Öyle bir şey yok. Osmanlı imparatorluğu, tarihin gelmiş geçmiş en zor yıkılan imparatorluğudur. Yükseliş dönemi vardır ama yıkılış dönemi o kadar uzundur ki.

Ve Osmanlı imparatorluğunun sistemi bu kadar güçlü olmasaydı, Türkiye Cumhuriyeti bu kadar kolay inşa edilemezdi. Hiçbir şeysiz bir devlet. Ne petrolü var ne dış desteği var. O açıdan bence Türkiye son 15-20 yıldır yavaş yavaş kendi tarihi ile de barışmaya başladı. Kendi Cumhuriyetimizi içselleştirdikte, tarihten korkmamaya başlıyoruz.

Zaten korkacak bir şeyimiz yok, yüzleşebiliriz iyilerimizle, kötülerimizle. Bizi güçlü kılacak şeyi geçmişteki köklerimizle yeniden birleşebilmektir.

Ben yeni bir Osmanlı imparatorluğundan söz etmiyorum. Osmanlı olmuştur, bitmiştir, tarihimizin bir kenarında kalmıştır. Türkiye'nin imperyal vizyonu, Türkiye Cumhuriyeti'nin değerleri üzerinde yükselecektir.

Türkiye Cumhuriyeti devleti 20'nci yüzyılda kuruldu, 21'nci yüzyıldaki vizyonunu ortaya koymak ve buna uygun bir emperyal vizyonla açılım yapmak zorundayız. Eskiyi getirip buraya koyacaksak, bu yüzyılda arada ne yaptığımızı sorarlar insana...

ABD şu anda emperyal bir politika uyguluyor. Kendi sınırlarının dışında etki alanları yaratmaya çalışıyor, başka devletlerin vatandaşlarını sahipleniyor, evrensel söylemler üretiyor (insan hakları, demokrasi)..

Rusya, imparatorluk vizyonunu başka bir söylemle arka bahçesinde yaymaya çalışıyor. Amerika'ya karşı direnişin kalesi olarak kendisini örgütlüyor, enerjinin kontrolünü eline geçiriyor, yeni bir dünya görüşü sergiliyor.

Çin, kendi emperyal politikasını hayata geçiriyor...

Avrupa Birliği kendi başına başaramadığı ama bir çok devletin bir araya gelerek başarmaya çalıştığı bir emperyal projedir.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin de emperyal bir politikası olabilir. Dışa dönük, dış dünyadaki insanları da kapsayan evrensel söylemler üreterek ve en azından bölgesinde etkinliğini artıracak bir devlet olabilir. Türkiye'nin bugüne kadar söylediği şeyler, dışarıdaki herkesi ötekileştirmek, düşman tasarımına dahil etmek ve kendi iç yapısını, dokusunu sağlamlaştırmaya çalışmak şeklindeydi. Ama bu iç dokuyu da sağlaştıramıyoruz, çözüyoruz, kendi içinde çatışmalar yarattığını görüyoruz.

Dünyada artık hiçbir şey tek renk değil. Vatandaş kimliğinizde şu tondaki kırmızlar bana ait dediğiniz zaman, bordoyu, turuncu ışıklı kırmızıyı, pempe katılmış kırmızıyı dışarıda bırakıyorsunuz.

Bu emperyal politika olamaz. Bu çok katı bir tariftir. Hatta kendi ülkenizdeki vatandaşların da bir kısmını dışarıda bırakırsınız o zaman. Eğer Türkiye sınırlarının ötesinde büyük bir devlet olacaksa bu katı tanımların dışında biraz daha gevşek, kapsayıcı tanımlara doğru gitmelidir ve başka halkları da kapsayacak ortak fikirler, değerler üretmek durumunda.

İmparatorluk projesinin aslı, bir üst fikirdir.

Mesela sosyalizm bir üst fikirdir. İşlemiştir işlememiştir o ayrı mesele ama çok fazla devleti etki altına almıştır.

Yine bir köşe yazınız da: "Bir ülkenin kurumları arasında uyum ve işbirliği kalmadığı, hatta kurumların birbirlerine düşman olmaya başladığı bir düzende güçlü bir devlet yapısının kurulabilmesi, sürdürülebilmesi mümkün müdür?" diye soruyorsunuz. Sizce bu durumdaki bir ülke dış destekle bile ayakta duramaz mı?

Duramaz. Benim devlete bakışımın aldığım eğitimle ilgisi vardır. Çünkü mülkiyeliler biraz devleti merkeze oturturlar. Çok fazla özel sektöre, sivil topluma yönelik değil de devlet merkezli düşünürler. Ben gerçek bir demokrasinin ve liberal kültürün güçlü bir devlet yapısı ve geleneği ile mümkün olabileceğini düşünüyorum.

Devletin normlarının özgürlükler üzerine bina edilmesinin devletin gücünü eksilten değil, yücelten bir şey olacağını düşünüyorum. ABD demokrasiyi en yüksek noktaya koyduğu anda devlet yapısının en güçlü olduğu dönemdir.

Bizde devlet güçlü olsun dediğiniz zaman faşizan, despot bir devlet algısı gelişiyor. Güçlü devlet, sertliğe başvurmaz, faşistliğe, totaliter ya da dikdatöryal yapılara başvurmaz. Güçlü devletin geleneği güçlüdür, fren denge mekanizması güçlüdür, istediği kadar demokratik alanlar sağlayabilir vatandaşlarına, şefkatle yaklaşır.

Devlet bir kanun devleti değil, bir hukuk devleti haline gelmiş olabilir. Zamanın ruhuyla uyumlu bir aygıt ve örgüt olması gerekir. Türkiye'deki temel çelişkinin devlet dediğimiz ayakların birbirine düşmüş olması. Yasama, yürütme, yargı, asker, polis, bürokrasi....

Devlette herkes birbiriyle mücadele ederken devletiniz dışarıyla nasıl mücadele edecek?

Türkiye'de öyle bir konjonktür yaratıldı ki bilerek yada bilmeden devletin organizmaları, birbiriyle kavga etmeye başladı. İnsanın koluyla, bacağının, gözüyle kulağının birbiriyle kavga etmesi gibi bir şey.

Halbuki bunlar uyumlu çalışacak ki insan gibi bir şey çıksın ortaya.

Bu olmadı.

Türkiye'de bu ölümcül bir düelloya dönüştü.

Ya birisi sağ kalacak, ya diğeri.

İkisi birden ateşliyor ve ikisi birden ölüyor.

Devletsiz bir ortama doğru gidiş var.

Güçlü devletiniz yoksa halkınızı da bir arada tutamazsınız.

"Siyaset, galibiyetlerden beslenen bir canavar ve hiç kimse zor günde dayanışma ve birliktelik ruhunu kutsamıyor. Lider, canını kurtarma telaşında, hezimetin sorumlularını arıyor." bu sözler şimdiki kaostan çok öce yazılmış tarafınızdan. Tayyip Erdoğan bu tanıma uyuyor mu?

AKP'nin önümüzdeki dönemde nasıl gelişeceğini görmemiz lazım. Dayanışma ruhu, zora düştüğü zaman partinin içinde devam edecek mi? Yoksa sadece galibiyetlerden mi besleniyor bu siyaset denilen şey?

Benim gördüğüm, Türkiye'deki siyaset algısının üst düzey vizyonlarla beslenmediği.

Türkiye'de siyasetçilerin daha yerel beklentilerle, daha yerel ideallerle hareket ettiğini görüyorum. Kendi köyüne, şehrine, kasabasına hizmet etmenin siyaset olduğuna dair bir algı var.

Yerel siyaset böyle ama üst siyaset, yerellikleri kaldırmaz.

Üst siyasetle uğraşan bir milletvekili, kendi şehrine yatırım yapılmasını değil, hangi şehrin daha doğru bir yatırım merkezi olduğunu tespit edilmesini kovalar. Nerde fabrika kurulmalıdır? Nerelerde okul yapılmadır? Bunların planlaması yapılır.

Evet mesela belediyecilikte çok başarılı olmuş birinin diğer belediyelere olan katkısı hep benim merak konum olmuştur. Acaba kendi şehrinin standartlarına diğer şehirlerin de ulaşmasını ister mi diye! AKP için tek bir cihet biçiliyor, din...

Bir makalenizde Hıristiyanlığın büyük isimlerinden Aziz Augustine'nin; "Savaş, eğer meşru bir nedenle, yani Hıristiyanlığı korumak ve şeytanı cezalandırmak amacıyla yapılıyorsa, haklı savaştır." sözünün altını çiziyorsunuz ve radikal İslamcı terör adına şeytanın Afganistan, Irak ve İran olarak sunulduğuna dikkat çekiyorsunuz.

Peki bunun tersinden bakıldığında Müslümanlar kimleri şeytan ilan etmeli?

İlan etmeli diyemeyiz. Benim bahsettiğim bellum justum yani haklı savaş doktrinin deki ifadesidir. Aziz Augustine tarafından tarif edilmiştir. Çünkü Hıristiyanlıkta savaş günahtır ve bunun Roma imparatorluğunun yıkılışına sebep olduğu söylenir. Yani Hıristiyanlaşan Roma yıkılmış kimilerine göre. O nedenle savaşın, günah olmadığını ön gören bir Hıristiyanlık doktrinine ihtiyaç vardır. İşte doktrin de; "Şeytan'a karşı savaşırsanız günah değildir, tam tersine bir misyondur" haline getirilmiştir. İslam da da 'Cihat Felsefesi' ile karşılaştırılır bu kavram.

Nietzsche'nin bir sözü var: "İnsanlar zannederler ki, bir savaşı meşrulaştıran şey, iyi bir davadır. Halbuki yanlış söylüyorlar. Bir davayı meşrulaştıran şey, iyi bir savaştır." İyi savaştığınız zaman her türlü davayı meşru kılabiliyorsunuz.

Galip olan taraf, kendi davasını meşru kılıyor. Hitler kazansaydı ikinci dünya savaşını, şu an da faşizmin nimetlerinden söz ediyorduk büyük bir ihtimalle!

İslam dünyasının temel problemi ciddi bir galibiyet alamaması uzun yıllar içinde. Ve tabi dünya düzenine bu nedenle etki edemiyor olmaları. 20'nci yüzyıl Müslümanların dahil olduğu bir yüzyıl değildir aslında. Kenarda köşede dururuz ama hiçbir şekilde kendi kaderimize de hükmedememişizdir.

Türkiye bütün Müslüman toplumların içinde seküler karakteri nedeniyle ve batılı duruşuyla farklılaşmıştır. Görece bağımsız olmasına rağmen 20'nci yüzyıla damgasını vurmuş bir ülke değildir, Türkiye.

Dünya politikasında dini referansların ağırlık kazandığı bir dönemi ele aldığınızda Türkiye'nin dış politika kimliğinin İslam rengiyle şekillendiği mi ortaya çıkıyor?

İşte şekillenmemesi gerekir. Dünya üzerindeki bu senaryo, batılılar tarafından ortaya konan bir senaryo.

Türkiye'ye ısrarla bir İslam rengi verilmeye çalışılıyor.

Ben vaktiyle 'Baklavaya hürmeten' diye bir yazı yazmıştım. Baklava çok lezzetli bir şey olabilir ama şeker hastasıysanız baklava yemeniz size zararlıdır. Şu an şeker hastasına sunulmuş bir baklava gibi, İslam ve Müslümanlık.

Evet Müslümansınız ama biraz uzak durmanız gerekiyor, aksi halde sizi hemen o rengin içine alıyorlar ve bertaraf edilecek düşman tasahhuru içine yerleştiriyorlar.

Sizi önce bir kimliğe büründürüp, elbise giydirip sonra ber taraf etme noktasına getiriyorlar. Bu açıdan Türkiye'nin Müslümanlık algısı batılıların giydirdiği elbiseden farklılaşmak zorunda en azından.

Üstelik Müslümanlığın konteksini yani içeriğini kendileri belirleyecekler. Bir başkasının beni tanımlamasına izin vermem. Ben kendi tarifimi kendim yapmak isterim.

Türkiye'nin sürekli İslam devleti referansıyla yurt dışında, uluslar arası ortamda algılanmasını çok sağlıklı bulmuyorum.

'Suçlunun beraat ettiği yerde, yargıçlar hüküm giyer' sözüne binaen Yargıcın, kralı da, köleyi de, politikacıyı da yargılayabilme yetkisine göre "Yargıcın namusu, devletin namusu, Yargıcın kanaati, devletin kanaati, Yargıcın zafiyeti, devletin zafiyetidir." diyorsunuz. Peki devlet namus borcunu nereye ödemeli?

Elbette yargı devletin önemli parçalarından bir tanesi. Devletin yargı mekanizmasının toplumun bütün kesimlerini tatmin edecek objektiflikte olması, adalet duygusuyla özdeşleşmiş olması o devleti güçlü kılan bir faktör.

Yargı tartışılmaya, yargı üzerinde spekülasyon yapılmaya başlandığı zaman devlet algısı zayıflıyor.

Benim en temel endişem budur.

Ne yargının, ne yürütmenin, ne yasamanın bu denli adaletsiz bir şekilde eleştirildiği başka bir döneme rast gelmedim.

Yargı çok önemli bir şeydir. Yüce Yargı diye tanımlanmasının bir sebebi vardır.

Çünkü, nihai noktada daha çok oy alanın, diktayı elinde tutanın, gücü eline geçirenin sistemi kontrol etmesi ancak belli geleneklerle, normlarla mümkün olabilir.

Ama bu şu anlama da gelmemeli! Yasamanın yada yürütmenin elinden alınmış olan egemenlik yargının diktatöryası haline de gelmemelidir. Bu fren denge mekanizmasındaki terazi çok önemli bir şey.

Türkiye'de ifrat, tefrit haline geliyor her şey. Bu bir savaş olarak algılanıyor. Bu sistemi koruma mekanizması değil. Bu diğerini yenme mekanizması.

Konu sistemi korumak olsaydı, devlet aygıt ve örgütün iyi çalışmasını sağlamak olsaydı, o zaman yaklaşımlar farklı olurdu.

Hepsi birbiriyle dövüştüğü için hepsi hata yapıyor, hepsi yanlış bu noktada.

Fren denge mekanizmasının en iyi kurulması gereken yer ekonomi sanıyorum... İktidarla sermaye arasındaki ilişkiyi çok renkli ve bol seyircili bir boğa güreşine benzettiğinizi söylüyorsunuz.

Dünya ekonominin gidişatı içinde Türkiye'nin matadorluğuna olan inancınız nedir?

Devlet boğa, matador ise sanayicinin konumundaydı orada.

Aslına baktığınız zaman matador, küçücük bir şahsiyettir. Orada dev gibi olan boğadır. Ve boğanın hep matadoru yeneceği beklenir.

Ama öyle olmaz. Hep matador, boğayı yener. Hatta matadoru yendiği zaman da boğayı yine keserler ve akşam yemeğinde servise sokarlar.

Devlet dediğim şey, siyasi iktidardır. Siyasi iktidarlar gün geldiği zaman mutlaka sofraya, servise sürülürler.

Bir de görüldüğü kadar güçlü değildir.

Yine aynı noktada burjuvazi, kapitalist iş adamları iktidarı gerekli gördüğü yere koyarlar. Bu mücadeleden özel sektör galip çıkmıştır. Tarihte bu böyledir.

Türkiye ekonomisinin dünya üzerinde, arenada ne matador, ne de boğa güreşçisi olarak var olabileceği inancında değilim şu günkü konjonktürde.

Şu anda kenardaki seyircilerden biriyiz belki. Bizi de etkilediği için bu maceranın sonu, bir şekilde oyuna dahil olmak lazım.

Banderillerolar vardır orada. Onlardan biri olmaya çalışmak lazım.

Seyirciyiz dediniz biraz kendinizi nasıl izlediğinize değinelim...

Bilim insanını başarıya götüren unsuru kuşku olarak gördüğünüzü; "Bir şeyi mantığıma uymuyorsa kabul etmem. Araştırır ve kendi bilgimi edinmeye çalışırım." şeklinde açıklıyorsunuz.

İlişkiler ve stratejiler içinde başladığınız noktada kaldığınız bir konu var mı?

Çok oldu. Çünkü hayatta her şey sorgulanmaya değer. Belki sorgulamayı kesiyorum belli noktadan sonra. Galiba bu böyle diye bıraktığım şeyler var.

Temelde bilgi benim için çok kutsal bir şey değildir.

Bilginin belli amaçlara yönelik olarak şekillendiğini düşündüğüm için, bilgiyi aynı zamanda bir silah olarak da kabul ederim.

Yani bana doğrultulmuş bir silahtır da bilgi. Beni ele geçirmeye, tutsak etmeye çalışıyor olabilir.

O nedenle bilgiye, enformasyona karşı biraz kuşkulu yaklaşırım ben.

En azından birkaç yerden akmasını isterim, onun içinden bir sentez oluşturmaya çalışırım.

Gazetede okuduğum, kitapta gördüğüm, televizyonda izlediğim her şey benim için kutsal değildir.

Kutsal olmayan bilgiler dedik de.... "Tarihin sonundan barışın sonuna" isimli 11 bölümlük kitabınızda terörü anlamanın ve anlamlandırmanın onu çözmenin ön koşulu olduğunu ileri sürmüştünüz. Peki bu konuda tarafsızlığınızı korumak için özel bir çaba harcıyor musunuz?

Mümkün olduğu kadar bir akademisyenin tarafsız kalması gerekir. Taraf olduğunuz zaman akademisyen olmazsınız, o zaman politik bir şahsiyet haline dönüşürsünüz. Yani bir tarafın görüşlerini geliştirmeye çalışan bir insana dönüşürsünüz.

İnsan taraflı bir varlıktır. İnsan objektif olamaz. Terörle ilgili yazı yazarken de mümkün olduğu kadar Türkiye'nin dışında bir şeyler düşünmeye çalışıyorum.

Teröre bakışım o kitapta tamamen uluslararası düzeyle ilgili olandır. Yani ben Türkiye'nin PKK ile olan mücadelesine tarafsız kalmak zorunda değilim. Böyle bir yükümlülüğüm yok.

Zaten birilerine terörist demek, taraf olduğunuzun işaretidir. Ya özgürlük savaşçısı dersiniz ya terörist. Mümkün olduğu kadar anlamaya çalışmak ve mücadelede yol bulmaya çalışmak temel arayışımdır.

İnsanlar bazen terörle mücadelede yumuşak, siyasi söylemlerin, aslında teröre destek veren şeyler olduğunu düşünürler. İlle askerin çok sert ve gaddar bir biçimde üstüne gitmesi gerektiğine inanırlar.

Ben onun doğru ve yeterli bir önlem olduğu inancında hiçbir zaman olmadım. Benim için teröristle ve terörizmle mücadele hep farklı şeyler oldu. Elinde silah olan insana karşı silahla mücadele edersiniz, ayrı bir konu ama bunun dışında olay kitleselleşmiş hale geldiyse ona başka bir şekilde bakmak doğru olur.

Benim için PKK denilen terör örgütü vardır ama aynı zaman da devletin işleyişinden memnuniyetsiz olan, bir takım taleplerde bulunan bir kitle vardır ve onlar benim vatandaşımdır. Ben onlara başka türlü bakarım ve terörü beslemesini engellemeye çalışırım. Bu insanları anlamadan, onlara karşı önlem almak çok sağlıksızdır.

Elinde silah gördüğünüz birini öldürmeye dönük hareket edilir. Bir kişi öldürdüğünüz zaman onun eşi, dostu, arkadaşı.. bunların hepsinin potansiyel terörist haline geleceği düşüncesi yoktur.

Bütün olarak baktığınız zaman eğer Türkiye PKK ile mücadelesini 250 kişiyle başlatmış ve bugün 250 bin kişiyle uğraşıyorsa, bugün çok da büyük bir başarı vardır diyemeyiz.

Bugünden sonra başka bir paradigmayla bakmak zorundayız.

Örgüte yeni katılanların engellenmesi lazım. İlker Başbuğ da aynı şeyi söyledi, Kara Kuvvetleri Komutanı.

Asker aslında terörü herkesten daha iyi anlıyor. Bizde hep bunların askerler tarafından üretilen şeyler olduğu düşünülüyor ama hayır, Türk Silahlı Kuvvetleri teröristle öldürerek mücadele edilmeyeceğini zaten biliyor ama kendisine düşen vazife kısmı bu.

Yani politik, sosyal, ekonomik önlemini Türk Silahlı Kuvvetleri alamaz. Böyle bir rolü de yok, mecburiyeti de yok.

Sözlerinizin arasında bir cümle geçti.. "Ben vatandaşımı anlamaya çalışırım" diye..

Anavatan Genel Başkanı Erkan Mumcu 'Cumhurbaşkanı adaylığı'na sizin yakışacağınızı söylemişti. Ve yapılan siyasal anketlerde halkın; Güler Sabancı ve Türkan Saylan'ın yanında sizi de siyaset perdesinde görmek istemesine karşın siz DP'den aday olup çekilmiştiniz.

Peki siz, bu perdedeki gölgenizin büyüklüğünün ne kadar farkındasınız?

Öyle olduğunu zannetmiyorum. Bir ülkede gölgelerin kapladığı alan büyümeye başladığında o ülkede güneş batıyor demektir. Yani gölgemin kapladığı alanın büyümesi yanlış bir şekilde yorumlanabilir.

Ben ülkemi çok seviyorum. Ülkeme şu veya bu şekilde hizmet etmek hem gurur meselesi hem de hayatıma bir anlam katıyor. Çok ciddiye almadım.

Siyaset bizim kitapta okuduğumuz gibi bir şey değil. 10 gün siyasetin içinde kaldım. Onda da içinde kaldım. Sadece başvurumu yaptım. Ne toplantıya katıldım ne başka bir şey...

Başka bir siyaset var ve ben öyle bir siyaset algısıyla baş edemem zaten.

Leyla Zana'nın, Öcalan'la ilgili "İnanıyorum ki 2010'da o da aramızda olacak" sözlerini; "Devletin, hukuk sistemi iflas etmiştir. Ordu kıpırdayamaz durumdadır. Yasama ve yürütmede kriz vardır. Devlet kendi içinde çatışmaya doğru giderse iki yıl sürmez Türkiye'nin bölünmesi veya Kürt devletinin ortaya çıkması muhtemeldir" şeklinde yorumlamıştınız.

Ülkeyi elde tutmanın birinci koşulu nedir sizce?

Bence devlet aygıt ve örgütünü güçlü kılmak ve aynı ortak değer etrafında bütünleştirmek önemlidir. Bu çok kıymetli bir şey.

Türkiye'nin Kürtlere yönelik uluslararası bir operasyon olduğunu görmesi lazım. Kürt konusu hem iç dinamiklerle şekilleniyor hem dışardan da çok yoğun desteklenen, maniple edilen bir konu.

Türkiye kendi içinde debelenmekten diğer her şeyi unuttu gitti.

DTP kapanıyor, AKP kapanıyor, yargı mekanizmasına yönelik inanılmaz iddialar, yargının bütün güvenilirliğinin ortadan kalktığına dair söylemler...

Herkesin birbiriyle dövüştüğü bir ortamda "kardeşim sen niye bağımsızlık ilan ettin, niye ayaklanıyorsun" diye soramazsınız ki!

Devleti ortadan kaldırmak için ne gerekiyorsa yapılıyor.

Bir de bir aksilik olduğunda halkın sığınabileceği güvenilir bir güç olması lazım. Türkiye'de bugüne kadar Türk Silahlı Kuvvetleri üzerine silahlı operasyon yapılmadı.

İlk defa bu kadar çok eleştirilerin ötesine geçen değerlendirmeler yapılıyor Türk Silahlı Kuvvetleri'ne.

Elbette her kurum eleştirilebilir. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Türkiye'nin iç siyasetiyle ilgili antidemokratik müdahalelerden uzak tutulması ve bu konu da da net duruş sergilenmesi gerektiğini düşünüyorum.

Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Osmanlıdan bu yana gelen siyasete ilgisi var. Bunun kazanımları olduğu söylenemez ama bundan sonra çok ciddi problemler yaratabilir.

Şu anda bir askeri darbe altında olduğunuzu, böyle bir hükümetle yönetildiğinizi düşünün; ne Kürt konusunda müdahale yapabilir, ne 1 Mayıs gibi şeyler olurdu.

Sonuç olarak burada hükümeti eleştiriyorsunuz. Orada yapılan her eylem askeri rejimin korunmasına yönelik algılanır ve başka bir profile girerdi.

Türk silahlı kuvvetlerini dış operasyon yapamaz hale getirecek biçimde eleştirmek kabul edilir bir şey değil. Türkiye'nin en büyük gücüdür Türk Silahlı Kuvvetleri.

Bu ikisinin de dengesini tutturamıyoruz.

Bizdeki temek problem, denge tutturamama.

"Yeni bir soğuk savaş modelinde Rusya, Çin, Hindistan ve hatta İran bloklaşmasının, AB'yi ABD'nin doğal müttefiki haline getirmesi beklenir." diyorsunuz.

Peki, bu ittifakın bizim üzerimizdeki etkisi ne olur?

Bu bloklaşma çok netleşirse, batı için kaçınılmaz bir arayış olur bir arada durmak.

Ama benim gördüğüm kadarıyla Rusya'nın Avrupa üzerindeki etkisi giderek artıyor, enerji bağımlılığı nedeniyle. Amerika'nın hiper güç olduğundan bahsedilen bir dönemde belki Amerika hayatının en zayıf dönemlerini yaşıyor olabilir.

Batı ittifakı çok sorunlu bir zamanında.

Ve buna mukabil dünya üzerindeki bütün tepkisellik, batıya ve ABD'ye dönmüş durumda. Rusya öcü konumundan Amerika'ya karşı dengeleyici tek dayanak haline geldi.

Eski Müslüman topraklar Rusya'ya yaklaştı.

Bunların hepsi anti Rus'tu.

Amerika'nın yeşil kuşağıydı bir zamanlar.

Türkiye'nin yeri bana göre batı ittifakının içidir.

Peki Türkiye'nin yeri orasıyken, hava harekatından sonra PKK tarafından tehdit altında tutulan ABD bizim durumumuzu nasıl etkiler?

Son yapılan harekatlar ABD'nin desteği ile yapılıyor.

Sanıyorum PKK konusunda Amerikalılar da belli bir kanaate vardılar ama Türkiye'nin PKK'yı ortadan kaldırma kararı sadece terörizmi bitirme işiyle ilişkilendirilemez. Türkiye'nin problemi PKK hiç olmasa da söz konusu olabilir.

Bir terör örgütü olmadığını farz edelim. Türkiye'nin hiç problemi olmayacak mı?

Türkiye'nin Kürtlerle ilişkisinin belirlenmesi çok önemli benim için. Turgut Özal'ın çizdiği bir vizyon vardı. Türk-Kürt yakınlaşması ve birlikteliğine dayanan vizyon. Oraya doğru gidiyor sanıyorum.

Amerika'nın İran'a karşı sağlam bir blok oluşturması stratejisi açısından da önemli olabilir.

Kürtler, sadece Türkiye için değil, İran için de aynı ölçüde büyük bir sıkıntı.

Eşiniz bir terör eylemi sırasında ne yapacağınız konusunda size güvenmesini, yıllar önce bir alışveriş merkezinde iken ses bombasının patlamasının ardından herkes başka kapılara koştururken, sizin isteğiniz üzerine bombanın patladığı kapıdan çıkmanızı bir daha aynı yerde bomba olmayacağı şekilde açıklamanıza bağlamıştı.

Şimdi provokatörlerden, gıda teröründen kaçmak için hangi kapıya yönelmeliyiz?

Gıda, tahıl ürünleri yakıt ve enerji üretiminde kullanılmaya başlandı.

1 ton buğday, bir jeep'in dört deposu kadar yakıta dönüşebiliyor.

Oysa bir yıllık gıda bir aile için.

Aslında çok düşük enerji elde edilmesine rağmen yakıt üretiminde kullanılması, tahılın amacının başka yönlere sapmasına neden oluyor.

Enerji fiyatları yükseldikçe bu tür enerjiye yönelimde artıyor. Gıda malzemelerinin enerji olarak kullanılmasının yasaklanması lazım.

Türbana geçit veren Anayasa değişikliğinin Meclis'ten geçmesine, "Biz rektörler yasalarla bağlıyız. YÖK Kanunu'nun 17'nci maddesi değişmeli." demiştiniz.

Peki, yasak yıllar önce İstanbul Üniversitesi'nde uygulanmaya başlandığında yönetimin bazı kadın öğretim üyelerini ikna odalarına girmeye zorunlu bıraktığında siz de girdiğinizden bahsetmiştiniz.

Başı baskıyla örtmekle baskıyla açmak arasında fark görmeyen gençleri nasıl ikna ettiniz?

Gençleri beni ikna etmem diye bir şey söz konusu olmadı ama her gencin kendini ifade edebilmesi için özgür bir ortam sağladım. Çünkü farklı düşüncelerde olan gençlerimiz vardı. Aynı şekilde öğretim üyelerin de vardı.

Üniversitemizde bir tek kuralla bağlıydı. Benim bireysel tercihim değildi, hukukçulara danıştım, üç tane ayrı üniversiteden hukuki mütalaa aldım, üçü de aynı şeyi söylediler bana; 17'nci madde değişmeden hukukun uygulanamayacağını, üniversitede türban yasağının sürmesi gerektiğine dair kararı aldık. 17'nci maddeyi beklemeye başladık.

Ama onun dışında benim bireysel görüşüm farklılaşabilir. Rektör olarak bireysel görüşümü empoze etmedim, o zaman akademik özgürlüklerden söz etmek olmaz.

Öğrencilerim de paneller yaptılar, imzalar topladılar, iki farklı görüşe sahip olan bir sürü öğrencim karşılıklı fikirlerini paylaştılar. Onlara büyük amfilerimizi açtık, istedikleri gibi tartışabilmeleri için. Çok da medeni bir ortamda, çok güzel bir biçimde tartıştılar. Anayasa Mahkemesinden çıkacak karar ve 17'nci maddede yapılabilecek bir değişiklik, üniversitemizin pozisyonunu belirleyecek.

Yasaksa yasaktır.

Cevaz verdiğinde yani 17'nci maddede bir değişiklik olursa özgür bırakılırsa girecekler.

Can Ataklı, bir haber bülteninde: "AKP Güneydoğu'da bütün belediye başkanlıklarını kazanacak, şimdi bu partiyi kapatmakla ne yapmak istiyorsunuz?" diye sormanızı akademik kariyerinizin en müstesna yerinde duracağını yazmıştı.

Öngörüleriniz "aman kalpler kırılmasın" niyeti taşır mı?

Taşımaz. Taşıyacak olsa söylemememiz gerekir. Can Ataklı o yazıyı yazıyı yazdığında beni çok da iyi anlamadığını fark ettim. Onun başka bir düşüncesi var tahmin ediyorum bu konuyla ilgili ama ben bir misyoner değilim.

Benim misyonum ne AK Partiyi kapatmak ne AK Partiyi açık tutmak. Ben bir akademisyenim ve hakikat bildiğimi söylüyorum.

Benim söylemeye çalıştığım: Güneydoğu'da milyonlarca insan yaşıyor. Ve o bölgeden iki parti oy alıyor, AKP ile DTP. Her iki partide kapatma tehdidi altında. İkisini de kapattığınız zaman bu insanlar be yapacak? Bunlara yönelik bir önlem aldı mı devlet, almadı mı? Var mı bir alternatif partiniz, alternatif hareketiniz?

İki ay önce AKP ve DTP'nin kalesi olarak adlandırılan bir çok şehirde öne geçmek üzere olduğundan bahsediliyordu. Şu anda başka bir şeyden söz ediyoruz.

Bu, devlet aklı açısından çok da mantıklı bir şey değil. Buradaki insanlara legal biçimde kendilerini ifade özgürlüğü vermezseniz, illegal ortama kaçacaklardır. İllegalite meşruiyet kazanır.

Bizde benim istediğim olsun ama ne olursa olsun anlayışı var.

Şöyle insanlar var: Devlet çöksün dibe batsın ama yeter ki benim istediğim olsun. İktidarın kim olduğu, hangi partiden olduğu beni hiç ilgilendirmiyor. Ben halkımın mutlu, güler yüzlü yaşamasını istiyorum.

Ben bir partizan değilim ki. Genellikle benim söylediklerime çok az tepki gelir. Çünkü biliyor insanlar, ben bunu bir taraf olduğum için söylemiyorum.

Ben bir analiz yapmaya çalışıyorum.

Bilgi bana doğrultulan bir silah demiştiniz. Cephanelerini bir köşeye yığmış bekleyenler için neler söyleyeceksiniz son olarak?

O cephane benim ülkemin cephanesi olduğu müddetçe çok fazla itiraz etmem.

Ama insanın kendi ülkesinin cephaneliğini de havaya uçurmasını da çok anlamlı bulmuyorum.

Bilgi çok güçlü bir silah. Bugünün koşullarında da, dünyada da savaşı kazanmanın yolu bilgi sistemlerini kontrol etmekten geçiyor.

CNN kazandığınızı ilan etmeden savaşı kazanamıyorsunuz.

Onun için o bilgiyi öğreten her ortamda Türkiye'nin var olması gerekiyor.

Üniversitelere yatırımını arttırması gerekiyor.

Medyanın sorumluluk bilinciyle donanması gerekiyor.

Sanatsal ve kültürel atmosferlere devletin katkısı ve daha bilinçli davranması gerekiyor.

Aksi halde başkasının yönettiği bilgi çığının altında kalıyorsunuz....

Herifin kadrini bilmek..

... lazım gibi görünüyor.. Sebebi de basit: Herif 55'inden sonra daha bir gidici.. İşin şakayla karışık tarafı bir yana, yukarıdaki grafiği Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü'nün web sitesinden aldığım verilerden oluşturdum. Graafikteki renklerden başlayayım önce: Kahverengi çizgi kadınları temsil ediyor --aslında bu pembedir, ama burada öyle çıkıyor. Mavi çizgi de erkekleri. Siyah çizgi ise, erkek ve kadın ortalamasını temsil ediyor. Eldeki veriler 2006 senesine ait. Dolayısı ile, 2006 senesinde sağ olanların, doğum yılları itibariyle, toplam nüfusa oranlarnı görebiliyoruz. Grafikte gördüğüm ilk enteresanlık, bazı yaşlardaki nüfusun ansızın artmış ve azalmış olması. Bu hiç de anlamlı değil. Türkiye'de böyle durup dururken katliamlar olmadı, ardından da doğum furyaları olmadı. Bunun sebebi, olsa olsa, nüfus sayımının yapıldığı yıllarda kayıtların daha bir düzgün hale getirilmesi olabilir. Bir başka ilginç gözlem de, 1980 senesine kadar bir artış olmasına karşılık, daha sonraki senelerde nüfusun pek artmadığı, durağanlaşmağa başladığı, hatta 2000 senesinden sonra çok bariz bir şekilde azalmağa başladığı.. Eğer bu gözlem doğru ise, geçenlerde Başbakan'ın çıkıp "kadınlar, en az 3 çocuk doğurun" deyişinin sebebi bu olsa gerek.. Haksız da sayılmaz, bu durumda. Bir başka gözlem de, hiç bir yaştaki insanların nüfusun yüzde ikisinden daha çok olmadığı... Şu anda da, aramızda en çok sayıda 24-26 yaşlarındakiler var. Bu hem iyi hem de kötü.. İyi, şundan dolayı iyi: Çalışmak için en uygun yaştakiler bu yaştakiler.. Kötü, çünkü, bu yaş grubuna verecek iş yok... Son gözlem de bu yazının başlığını doğrular cinsten.. 1950 sonrası doğanlara bakarsak, erkek nüfusu kadınlardan daha yüksek. Fakat, 1950'den önce doğanlarda giderek kadınlar daha yüksek oranlara erişiyor. Yani, erkeklerin irtihal-i dâr ül beka eylemelerinin yaşı 55-56 yaşlarında aniden artıyor. Başka bir deyişle, kadınlar 55-56 yaşlarından sonra erkeklere kıyasla daha az oranda ölüyorlar. Ben bunu önce nüfus kayıtlarımızın eskiden daha sağlıksız tutulmasına bağladım; ama o anlamlı bir açıklama değil. Çünkü, böyle bir durumda, nüfus kütüklerinde daha az sayıda kadın olurdu --geçmişte kızları pek yazdırmıyor olduklarını farzedersek. Yani, sebep o değil. Erkek milleti 55'inden sonra daha bir gidici.. "Oh ya.. Allahın adaleti bu. Bunca sene bana çektirdi; sonunda başımı dinleyecek fırsatım olacak" demiyorsanız, herifin kıymetini bilin derim ben.. Sonra, demedi demeyin.. :)

Oy..

Oy çok önemlidir.

Bunu, yakın zamandaki 'çoban/artiz' eksenindeki tartışmalar sonucunda kafalarımıza iyice nakşettik.

Daha önce de biliyorduk gerçi, ama artık iyice belirginleşti ki, oy verirken, hepimiz --istisnasız-- sadece kendimizi ve bugünü değil, hem başkalarını hem de yarınları düşünerek bu ulvi görevi yaparız hep.

Bu sebepten ötürü, herkesin oyu bir diğeri ile eşit önemde ve ağırlıktadır.

Sadece eşit ve önemli değil; 'oy' kutsaldır da.

Oy vermek, o yüzden, bir tür ibadettir.. oy veren, kesilikle hile-hurda --haşa!-- karıştırmaz.

Oy vermek yeterliliği de öyle sıradan herkesin kolayca elde edebildiği bir şey değildir; bir vatandaşlık hakkıdır; kanunen rüştünü ispatlamış olan herkes --aklı başında olsun ya da olmasın-- bu imtiyazı kullanır.

Bunun daha lamı cimi sözkonusu edilemez.

İşte, bundan dolayıdır ki, 'oy' verenlerin, ne verdikleri oyu, ne de aldıkları kararları tartışabiliriz.

Böyle bir şey hiç vaki değildir ve zaten olması da beklenemez.

Mesela, milletvekilleri, kendilerine halkın vermis olduğu oylarla donatıldıkları yetkilerle, istedikleri her an, kendi maaşlarını istedikleri kadar artırmak istikametinde oy kullanabilirler.

Seçilip halkın arasından çıktıkları andan itibaren, aldıkları yetkilerin sorumluluğunu derhal idrak ettiklerinden, ve doğal olarak buna göre davrandıklarından dolayı; kimsenin çıkıp tek laf etmesi sözkonusu olamaz; 'seçilmiş'tirler, ve yetkileri de vardır. Öyleyse, istedikleri şekilde oy kullanabilirler...

Benzer şekilde, bu ülkede, "ben iki mislini veriyorum" diyen herhangi bir kimseye oy veren vatandaş hiç olmamıştır. Hiç olmamıştır, çünkü bu tür vaadleri duyan herkes, bu vaadin gerçekleşmesi halinde gelecek nesillere çok daha borçlu bir ülke devredeceğimizi bilhakkın müdrik idi... Bu yüzden, oyunu o macerapereste veren olmadı.

Yahu.. elalemi bir tarafa koyalım, kendimden örnek vereyim: Birisi çıkıp, devletin saraylarından bir-iki tanesinin, masrafları da Hazine'ye ait olmak üzere bana bağışlanmasını benim oyuma bağlasa; tahmin edebileceğiniz üzere, dışarıda kalan sizler ve aç açık yatan onca insanı düşünüp, buna ben bile red oyu verirdim.

Değil mi?

Siz de öyle yapmaz mıydınız?

Evet. Tabii ki..

'Oy'un ne denli kutsal olduğunu böylece karar altına aldığımıza göre, buradan derhal, ezici çoğunluğun oyunu almış olmanın ne denli önemli ve kutsal olduğunu tekrar vurgulamağa geçebiliriz.

Hazır sırası gelmişken:

Kendimi de ezici çoğunluğun bir parçası gördüğüm bazı konularda derhal oylamaya/referanduma gidilmesini zorunlu görüyorum --hatta geç bile kalınmıştır.

Mesela, kişi başına düşen milli gelirin derhal en az üç katına çıkarılmasının, ve bayram ve haftasonu tatillerinin herbirine ikişer gün eklenmesinin oylanmasını istiyorum.

İnsanların --vatandaşın-- daha müreffeh ve daha dinlenik olmasını kim isteyebilir?..

Aklı başında ve zerre kadar demokratik olan hiç kimse...

Peki... kim engeller bu oylamayı?

Niçin bunca senedir bu kadar faydalı bir karar halkın oyuna sunulmadı, neden?!

Aslında bu soruyu boşuna, laf olsun diye soruyorum.

Hepimiz cevabını bal gibi biliyoruz bunun: Tuzu kuru 'beyaz Türkler' bunu engelliyor. Türlü çeşitli entrikayla, halkın daha müreffeh olmasını da, daha uzun süreler tatil yapmasını da hep o nabekârlar engelliyor...

Bir de.. evet, bir de bürokrasi.

Bizim verdiğimiz vergilerle, ömür boyu iş garantisi sahibi oldukları yetmiyormuş gibi; bu memurlar, bizim memurlarımız, 'beyaz Türkler' ile bir olup, geniş halk kitlelerinin taleplerine kıl-tüy-yün bahaneleriyle engel olmağa çalışıyorlar..

Aslında, ilk oylamayı bu asalakların topyekün işten atılmasına karar vermek için yapmalıyız.

Görürler onlar günlerini!

Hemen ardından da sıra askerlere gelmeli.. gerçi, onlar da memur aslında, dolayısı ile onlar için ayrı bir karar almağa gerek de kalmayacak.

Neymiş öyle, fidan gibi vatan evlatlarını alıp türlü meşakkatler çektirmeler, dağ başlarında, soğukta şehit olmalarına sebep olmalar..

Hem, nedir bu özgürlüklere karşı bunca direnç?

İnsanlar özgür olmak istiyorlarsa, bırakın olsunlar. Ne olur yani?

İsteyen istediği yerde ve şekilde ibadetini yapsın, isteyen de istediği dili konuşsun.. Resmi dil olsun diyorlarsa da, bırakın olsun; ayrı bir bayrak arzuları varsa, önünde durmağa ne gerek var?..

Hem, hangi çağda yaşıyoruz?

Devrin özgürlükler devri olduğunu bir farkedemeyen bürokrasi ve askerler ise, onlara ne ihtiyacımız var!

Salalım gitsin.

Bürokrasi ve asker.. yani, devlet... ne yapacağımız belli: Devletin tümden lağvı için oy verelim ve yerine herkese her türlü özgürlüğü veren bir sistem getirelim --asker ve bürokrasinin zerresinin olmadığı bir sistem.

Yani, kimsenin çıkıp da "faşizandır bu" diyemeyeceği bir sistem..

Daha ne duruyoruz?!...

Durup düşünmek zamanı değil; iş yapmak zamanıdır.

Hadiyin.

Nurlu ufuklar bizi bekliyor...