Parasıyla değil mi!

Çocuklarımızın geleceğini düşünüp onları özel okullarda okutuyoruz, onların sağlıklarının üzerine titreyip onları özel doktorlara hastanelere götürüyoruz. Onları üniveristede okutuyoruz. Ne okuyacakları önemli değil; hiç bir yeri kazanamamışsa bile bir yolunu bulup en azından özel bir apartman üniversitesine, ya da yurtdışında bir yerlere gönderiyoruz. Erkek olanların bir şekilde askerlikten de yırtması için, bedelli askerlik hakkından faydalansınlar diye, yurtdışında çalışırmış gibi gösteriyoruz...

Bunların hepsi iyi şeyler hoş şeyler, ama, acaba biz ne yapıyoruz?.. Zenginleşenlerle fakirleşenler arasında –eskiden hiç olmadığı kadar– umarsız ve pervasızca bir ayrışmaya yol açtığımızın farkında mıyız?

Özel okul, özel hocalar, özel doktorlar, özel hastaneler ile birlikte özel otomobili de olunca kişinin, fakirlerle karşılaşmak fırsatı sadece onlara buyurmak amacıyla oluyor artık.

Zengin akrabalarımız, arkadaşlarımız bizi; biz de bizden fakirleri görmezlikten duymazlıktan geliyoruz... Eskiden gemiyi kurtaran kaptan (diğerleri de, herhalde, tayfa) olurdu; şimdi gemiyi kapan gidiyor... Meşru bir de gerekçesi var: Seyahat hakkı... geride kalanların ne olacağı umurunda bile değil; onun seyahat hakkı kutsal ve mutlaktır çünkü.

Burada bir komplo aramak peşinde değilim. Yaşadığımız ekonomik ve sosyal değişiklikler bizi buraya getirdi. Kabul, ama, buradan nereye gitmek istediğimizi düşünmek de bize düşüyor.

Her birimizin şuur altına ve hayaline bir kutsal kâse gibi yerleşmiş, ve dolayısıyla, ne zaman adı geçse akan suların durması gereken demokratikleşme gibi bir kavramı nereye kadar uzatacağız? Ve, ne demektir demokratikleşme, ve demokratik olmak?

Demokratiklik sadece hak talep etmek anlamına mı gelir, hak karşılığında bir ödev doğmaz mı? Yoksa, bütün haklar gerçekten ödevsiz ve mutlak mıdır?

Demokratiklik, beğendiğini talep etmek, beğenmediğini reddetmek, hoşlanmadığını da baskasına şutlamak mıdır?

Benim param var; yapılması gereken işleri ben yapmam, kaç paraysa vereyim ve başkaları yapsın demek demokratik midir?

Ya da, yapılması gerektiği söylenen işleri ben sevmiyorum, beğenmiyorum içime sinmiyor, vicdânım elvermüyor, veya yapılmasının gerekli olduğuna bile inanmıyorum; kim ne yaparsa yapsın ama ben yapmam deyince demokratik mi oluyoruz?

Sırf biz kendimize hak görüyoruz diye hak mı oluyor, yoksa üstü örtülü de olsa kaba bir bencillik mi?

Söylemek özgürlüğü, aynı zamanda, keyfimize kalmış bir yapmak veya yapmamak özgürlüğü müdür?

Bencillik de bir hak mıdır?

Nuray Mert'in bu yazısı bence önemli bir noktaya temas ediyor.

Kendini ülkenin yegâne sahibi olarak görenler, öteden beri, her konuda farklı bir şeyler söyleyenleri vatan haini olarak ilan etmekte tereddüt göstermezler. Son zamanlarda, bu tavır yine, zihniyetten öte eyleme dökülüyor. Perihan Mağden'in, askerlik yükümlülüğüne ilişkin 'vicdânî ret' üzerine yazdıkları, bu çerçevede hedef haline geldi. Mağden, diğer benzer durumlarda olduğu gibi, hoyrat bir muamaleye maruz kaldı.
Bu hoyrat zihinlerin anlamakta zorlandığı, bir ülkede yaşayan herkesin her konuda aynı düşüncede olmak zorunda olmadığı ve bu ülkenin hiç kimsenin tekelinde olmadığı. Bu ülkenin selameti, bu konuda yol alıp alamayacağımıza bağlı, demokratikleşme dediğimiz şey, bu nedenle hayati bir konu.
Diğer taraftan, askerlik yükümlülüğüne karşı, 'vicdânî ret' hakkını ciddi biçimde tartışmamız gerekiyor. Bu konuyu tartışmak için de, askerlik yükümlülüğünün esası olan 'milli ordu' kavram ve kurumu üzerine düşünmemiz gerekiyor. Bu arada hemen söyleyeyim, 'milli ordu' modern bir kurumdur, yani modernleşme süreci öncesinde 'her Türk asker' doğmuyordu. Milli ordu ulus-devletin yükselişiyle devreye giren bir kavram ve kurum. Tarihte milli ordunun alternatifi, meslek ve/veya sınıf olarak askerlik ve paralı askerlerdi. Şimdi, ulus-devlet kavram ve kurumlarının dönüşmesinin söz konusu olduğu çağımızda, söz konusu olan da, milli ordunun yerini profesyonel ordunun alması.
Modern, daha doğrusu postmodern toplumun insanları, profesyonel orduyu, milli ordudan daha makul/insani bulabiliyor, bu çok ciddi bir yanılsama. Bu açıdan baktığınızda, savaşa, dalaş dövüşe, boğuşmaya karşı temiz vicdânlı vatandaş askere gitmez, onun yerine kendi rızasıyla askerliği meslek seçen bu işleri yapar. Nitekim, Batı ülkelerindeki uygulama büyük ölçüde bu doğrultudadır. Peki, hiç düşünüyor musunuz, kim kendi rızasıyla askerliği meslek seçer? Irak işgali vesilesiyle, ABD'de kimlerin asker yazıldığını izleme fırsatınız olmuş olmalı. 'Milli' veya emperyal hisler veya macera duygusuyla hareket eden küçük bir azınlık dışında, bu insanlar, her toplumun 'tutunamayanlar 'ıdır.
Yani, para karşılığında ölmek veya öldürmeyi meslek olarak seçmek durumunda olanlar. Tabii, bunun yanında ordunun profesyonel olması dışında 'özelleştirilme'si söz konusu. Afganistan ve Irak'ta 'özel güvenlik şirketleri' adı altında çalışanlar bunlar. Irak'ı, Afganistan'ı nasıl kana buladıklarını, nasıl bir mafya terörü estirdiklerini biliyor musunuz? Öte taraftan, hâlâ yoksul Tibetli gençlerin İngiliz ordusuna 'gurka' yazılmak, üç-beş kuruş kazanmak için, insanlık dışı seçme sınavlarında birbirini yediği bir dünyada yaşıyoruz. Bu şartlar altında, sizce, vicdânî ret hakkıyla, vicdânlarımızı rahatlatabilir, temizleyebilir miyiz? Vicdânî ret hakkına tutunup, savaşın kirinden pasından sıyrılmak mümkün mü?
Dahası, profesyonel ordu anlayışı, bu kurumu ve dahası dış politikayı, demokratik siyasal süreçlerin bir adım daha ötesinde tutmaya yarar. Paralı askerlik, para karşılığı rıza anlayışına dayalı olduğu için, savaşı uzun boylu sorgulama imkânını azaltır ve etkisizleştirir . Milli (veya başka türlü) ordunun alternatifi savaşsız bir dünyadır, 'vicani ret' hakkını kullanarak, savaştan inim inim inleyen bir dünyada temiz kalmak mümkün değil.
Bu anlamda, postmodern liberalizmin bize sunduğu ikiyüzlü ahlaki konforları sorgulamak zorundayız. Bu da vicdânımızın bizi yapmaktan alıkoyduğu şeyleri, başkalarına (ve çoğunlukla bizden daha az ayrıcalıklı başkalarına) havale etmekle değil, onlarla doğru dürüst hesaplaşmakla olur.

Reddetmek marifet değil; marifet, reddettiklerini işin içine girip düzeltmek, ya da düzeltmek yolunda gayret sarfetmektir. Bu yüzden, vicdânî retçilerimizin askere gitmeği reddetmek bir yana, gönüllü askere gitmelerini ve orada neyin düzeltimesi gerekiyorsa ona çalışmalarını beklerdim. Aksi halde, yapılan şeye vicdânî ret değil, vicdân kısvesiyle kaytarma demek daha doğru olur.

Tek başına bu bile hiç hoş değişken, daha da kötüsü, bu yaklaşımın taban bulması halinde (ki, askere gitmesi gerekenler arasında bulmaması için fazla bir neden yok), bizim tek çıkar yolumuz profosyonel bir ordu olacak demektir.

Yani, bir lejyonerler, Cellat Kara Aliler, âli kıran-başkesenler ordusu..

Biz parasını verip unutacağız; onlar da parası kadar insan öldürecekler. Kiminle niçin savaştıklarını bile merak etmeyeceğiz; içlerinde bizden kimse olmayacağı için, onları da merak etmeyeceğiz.

Gün gelecek, paramız yetmeyecek, ordunun ulûfesi de yetmeyecek, kazan kaldıracaklar. Ya canını, ya malını diyecek kendi ordumuz...

Gün gelecek, sivil halka musallat (belâ) olmasınlar diye, başka birileriyle savaş çıkaracak ve onları savaşa göndermenin yollarını arayacağız...

Bunlar kurgu-bilim değil; bu topraklarda bunların hepsi yaşandı, denendi. Milli ordu, bütün bu denemelerin sonunda bulunabilen en iyi çözüm. En iyi, ama, ideal olduğunu kimse iddia etmiyor; eksik taraflarını –amaçları doğrultusunda– sürekli gözden geçirmek, düzeltmek gerekiyor, ve hep de gerekecek.

Gelecek kuşaklara bir borcumuz da, başbelası haline gelmiş bir ordu devretMEmektir. Ama, bu, pasifistlik, idealistlik, liberallik ya da demokratiklik ayaklarına yatarak kaytarmakla olmaz. Bunun milliyetçilikle olmakla, milliyetçi olmamakla bence hiç alakası filan da yok.

Ben, vicdânî retçi olduğunu söyleyenleri, bu sebeplerle, hem bencil hem de basiretsiz –dolayısı ile, tehlikeli– buluyorum.