"Aslını inkâr eden haramzâdedir!"

Aşağıdaki metnin daha eski bir versiyonu olduğunu sandığım haline Internet'te değişik yerlerde rastladım. Genelde, Türkçe tercümesinin orijinal metninin Birikim Dergisinde yayınlanmış olduğu söyleniyor. Bunu teyid etmek imkanım yok. maalesef.

Fakat, yazının aslına eriştiğimde, tercümeyle aslının çok yerlerde çok farklı olduğunu gördüm. Bunun sebebi, yukarıda belirttiğim üzere, derginin eski versiyon bir İngilizce metni terüme etmiş olması olabilir.

Bu tercümeyi yapmaktaki amacım, konunun ilginçliğine karşılık, başka kimsenin yapmamış olmasıdır. Elimden geldiğince orjinaline sadık kaldım. Fakat, her noktasını bir yeminli tercüme bürosu tarzında da çevirmedim; bu hem çok yavan olurdu, hem de anlaşılmazlık risli taşırdı. Dolayısı ile, iki kademeli bir tercüme yapmağa çalıştım –önce Türkçeye, sonra da (kendi ölçülerimde) okunabilir bir Türkçeye...

Herhangi bir şekilde taraf tutmak, tarafgirane yorumlar eklemek ya da metnin orjinalini kasıtlı olarak eksik ya da farklı tercüme etmek gibi bir ucuzculuğa kaçmış değilim.

Tabii, bütün bunları söyledikten sonra, tercümenin ideal, ve eksiksiz ve hatasız olduğu iddiasında olmadığımı da eklemek isterim. Eksik veya yanlışlıklara rastlayanların bunları yazıp bildirmeleri halinde bunları gidermem mümkün olur. (Orijinal metinde yazının içindeki dipnot atıflarını burada, şimdilik, bulamaycaksınız. Bunun sebebi zamansızlıktır. Daha sonra bunları da ekleyebilmeği umut ediyorum.)

Son olarak, şunları da eklemek isterim:

  • Bu metnin Ingilizce orjinalini yazan Martin van Bruinessen ile hemfikir ya da karşıt olduğum anlamına gelmez.

  • Yazıda geçen Kürt Alevileri ibaresi, yazarın açıklamasını bu metnin içinde verdiği, bir kelime tamlamasıdır.

  • Aşağıdaki metin, metnin içinde yazarın da söylediği gibi, bir hipotezdir. Başka bir deyişle, bir konuyu açıklama amacıyla getirilen bir çalışma, bir iddiadır; bir ispat değidir.

  • Kürt de değilim, Alevi de; Kürt Alevilerinden de. Ne Kürtlere karşıyım, ne Alevilere, ne de Kürt Alevilerine.

  • Bu tartışmada (Kürt Alevilerinin Etnik Kimliği) ben herhangi bir şekilde taraf da değilim.

"Aslını inkâr eden haramzâdedir!"

Kürt Alevilerinin Etnik Kimliği

Yazan: Martin van Bruinessen

Kürtçe Çalışma Grubu, Ağustos 1996

Ayin dillleri neredeyse sırf Türkçe olan ve hatta çoğu da Türkçe aşiret adları taşıyan, Kürtçe ve Zazaca konuşan Alevi aşiretlerin varlığı, birçok yazarın izah etmekte hayal güçlerini dahi zorlayan bir vakıa olagelmiştir. Hem Türk milliyetçileri hem de Kürt milliyetçileri, bu grupların muğlak kimliklerini kabul etmekte hep bazı güçlükler çekmiş; işlerine gelmeyen ayrıntıları örtbas etmeğe çalışmışlardır. Kürtçe ve Zazacanın esasen Türk dilleri olduğunu kanıtlamaya yönelik çabalar son bulmamış ve hatta 1980'den sonra ivme bile kazanmıştır. Öte yandan, Kürtler, Alevilerin dinindeki İranî unsurlara işaret ederek, Türk Alevilerin bile dinlerini Kürtlerden almış olmaları gerektiğini öne sürmüşlerdir. Sözü edilen aşiretlerin belagati kuvvetli olan kimi mensuplarıysa, güya eskiden kalmış sözel geleneklere dayanarak, çoğu zaman siyasi eğilimlerine uygun yorumlar eklemişlerdir. Aşiretler, hiçbir zaman Kürt milliyetçiliği ve Türkiye Cumhuriyeti hususunda belli ve anlaşılır bir tavır benimsediler. Kürt milliyetçiliğinin ve Türkiye Cumhuriyeti'nin (ve Zaza ve Alevi ulusu gibi daha küçük ve sözde ulusların) Kürt Alevilerin sadakatlerine dair birbirleriyle çelişen talepleri, bu cemaatlerde cemaat-içi ayrışmalara sevketmiştir. Çatışma, böylece, 1994 sonbaharında Tunceli ve Bingöl'ün batısındaki Türk askeri harekatıyla en yüksek noktasına varmıştır.

Kürt Alevileri kimdir?

'Kürt Alevileri' ibaresini, kendilerini Kürt olarak tanımlayıp tanımlamadıklarına bakmaksızın, Zazaca ve Kurmanci dillerini konuşan tüm Aleviler için kullanacağım. Bu ibareyi kullanışım, onların 'gerçekte' ya da 'esasen' Kürt ya da başka bir şey olduklarını iddia ettiğim anlamına gelmez. Kürt Alevilerin merkezi, Dersim'den (Tunceli ili ve bitişiğindeki Erzincan'ın Kemah ve Tercan ilçeleri ile Bingöl'ün Kiğı ilçesinden) ibarettir. Dersimliler, Batı Dersim'in (Ovacık ve Hozat'taki ve kısmen de Çemişgezek ve Pertek'teki) Zazaca konuşan Şeyhhasan aşiretleri ile kendi aralarında hem Zaza hem de Kurmanci dillerini konuşanların bulunduğu Doğu Dersim (Pülümür, Nazimiye, Mazgirt) aşiretleri arasında kültürel bir fark görürler.

Bir dizi Alevi yerleşim bölgesi Dersim'den Bingöl, Kuzey Muş, Varto boyunca Kars'a kadar doğuya uzanır. Bu aşiretlerin en büyükleri ve en iyi bilinenleri, (Nazimiye'de) Kurmanci konuşan Hormek (Xormek, Xiromek) ve ( Pülümür'de) Zazaca konuşan Lolan (bkz.: Fırat 1970, Kocadağ 1987) kendilerinin Dersim kökenli olduğunu iddia ederler ve bu aşiretlerin gerçekten halen Doğu Dersim'de yaşayan kesimleri vardır.

Daha batıda, Sivas'ın Zara bölgesi ve çevresinde önemli bir Alevi Kürt nüfusu ile, Koçgiri aşireti ile karşılaşırız. Zaza lehçesinden çok Kurmanci lehçesi kullanmalarına rağmen, Koçgiri aşireti Batı Dersimli Şeyhhasan aşireti ile akraba oldukları iddiasındadırlar. Sivas'ta, hem Zazaca hem de Kurmanci konuşan ve Dersim kökenli olduklarını iddia eden, başka küçük topluluklar da mevcuttur. Dersim Alevileri ile akrabalıklarının diğer bir belirtisi, aralarında yaşayan ve aynı soydan gelen seyitlerin (özellikle Kureyşlilerin) varlığıdır.

Diğer bir dizi yerleşim bölgesi Malatya, Elbistan (Maraş) ve Antep boyunca Suriye ve Adana'ya dek güneye uzanır. En önemlilerinin adlarından gayri bu aşiretler hakkında çok az şey bilinir. Dersimi'ye (1952: 59-60) göre, hepsi Kurmançi konuşan bu aşiretlerin de, Dersim'le güya eskilere dayanan bağlantıları olduğu yolunda iddiaları vardır. Dinlerinin Dersimlilerin dinleriyle ne ölçüde uyuştuğunu ve Yezidi ve Nusayri komşularınınkiyle nasıl bir ilişkisi olduğunu bilmiyoruz. En azından, bu cemaatlerin bazılarına Dersim'de yerleşik soydan seyitler hizmet vermiştir; ama, aralarında aynı zamanda başka ocaklar (seyit soyları) da vardır. Amerikalı misyoner Trowbridge, gayet iyi tanıdığı Antepli Alevilerin (Kirmanşah'ın batısında, Kırınt'ın yakındaki) Tutşami'nin Ehl-i Hak seyitlerini en yüksek dini otorite kabul ettiklerini söylüyor.

Yalnızca Dersim ve Koçgiri Alevilerinin dinleri hakkında yüzeyselden öteye bilgiye sahibiz; bu inanışlar ve ibadetlerin diğer Kürt Alevilerce ne ölçüde paylaşıldığını bilmiyoruz. Bilgimizin çoğu, eski gezginlerin ve misyonerlerin raporlarından ya da Bumke'nin (Bumke 1989: 515) isabetle belirttiği gibi, Dersimlilerin, "vaktiyle inandıkları" ya da "vaktiyle yaptıkları"na dair hatıralarda kalmış "uygulanmayan bir din"leri olduğu söylenebilir. Bunu bu şekilde söylemek, artık küçük bir azınlığn katılımıyla olsa da, dağ mabetlerini ziyaret, kötü şansı engellemek için esrarlı mahallerde ve kutsal yerlerde adak adamak gibi belirli ibadetler hala yaşadığından ötürü, belki biraz mübalağalı kaçabilir. Bununla birlikte birçok Dersimli için yiyecek tabuları; ve güneşe, aya ve ateşe hürmet gibi ibadetler, sıkça vurgulanan ancak fiiliyatta nadiren yerine getirilen şeylerdir.

19. ve 20. yüzyıl kaynaklarından öğrendiğimiz kadarıyla, Dersim Alevilerinin inançları ve fiiliyatı, Tahtacı ve İç Anadolu Türk Alevilerinin inanç ve fiiliyatından daha "aşırı" ve "syncretist" (daha çok İranî unsuruna sahip) görünür (bu, tabii ki, daha çok, berikilerin inaçlarını daha iyi gizlemiş oldukları ya da tedricen daha çok İslamlaştırıldıkları gerçeğine bağlı olabilir). Ruh göçümüne (metempsychosis) inanç daha çok anılır; Ermeni yazar Andranig (1900), insan ruhlarının hayvanlarda nasıl yeniden doğduğuna dair birtakım şaşırtıcı hikayeler nakleder. Dersimliler de, Ehl-i Hak gibi, Ali'de ve muhtemelen Hacı Bektaş'ta tezahür etmekten turun, daha ılımlı ancak kesinlikle daha önemsiz olmayan seyitlerin kutsal varlığına kadar, kutsal yeniden vücut bulmanın çeşitli türlerine açıkça inanırlar. Hiç de saf olmayan Mark Sykes, Dersim aşiretlerinin ismen Şii olmakla birlikte, kendisine panteist gibi göründüğünü yazar.

Güneşe ve doğaya tapınma, Dersimlilerin hayatında en az ayin-i cem ve diğer Alevi ayinleri kadar önemli bir yer tutmuşa benziyor. Andranig, buna, gezegenlere, gök gürlemesine ve yağmura, ateşe, suya, kayalara, ağaçlara vs tapınmayı da ilave eder (1900: 169). Anlatıma göre, Dersimliler her sabah güneş ışınlarının değdiği ilk noktada tapınmaya başlarlardı. 1920'lerde, Malatya yakınındaki bir Alevi Kürt köyünde bir gece geçiren Melville Chater, bu sabah tapınmasının çok az farklı bir tasvirini yapar: Köylüler güneşin doğuşundan önce kalkıp tarlalarında çalışmağa başladılar. "Güneş yükseldikçe, her erkek, kadın ve çocuk doğuya döndü; güneşin önünde eğilerek kibarca iyi bir gün diledikten sonra günlük işlerine yeniden devam ettiler." (Chater 1928: 498) Belki de, daha güvenilir bir kaynak, Dersim'deki geleneksel inanışları inceleyen mahalli bir kişinin "Güneş yükselince, güneşe dönülür ve dua ve yakarışlar söylenir veya secdeye varılarak toprak öpülür, eller ağıza götürülerek niyaz edilir" olarak aktardıkları olabilir.

Dersimliler, Ali Kemal'e, güneşe tapınmalarını (Hz) Ali'nin öldükten sonra cennete yükselip güneşe dönüşmesi efsanesiyle açıkladılar –Alevilerin (Hz) Ali saygısında bir (eski Türk) tanrısı olan Gök Tengri'nin ya da bir (eski Fars) tanrısı olan Ahura Mazda'nın izlerini bulmak isteyebilecek olanlar için ilginç bir açıklamadır bu. Buna karşılık, Öztürk'ün, Dersim'de güneşin (Hz) Muhammed, ayın da (Hz) Ali'ye karşılık geldiğini belirtmesiyle, basit ve tek-kaynaklı açıklamaların yetersizliği anlaşılır. Dersimlilerin güneşe tapınması, özellikle aşağıda daha çok bahsedeceğimiz, Yezidilerin tıpatıp ibadetlerini kuvvetle hatırlatır. Bu, aynı zamanda, en azından 19. yüzyıla kadar Mardin ve Diyarbakır bölgelerinde varoldukları bilinen, şimdi varlığı sona ermiş, Şemsî (güneşe tapanlar?) mezhebini de akla getitir.

Aya tapınma, her ne kadar eldeki yazılı kaynaklarda daha az bahsedilir ise de, belki de Dersim Alevilerinin daha tipik bir ibadetidir. Kaynaklarımız, bize, bu ibadetlerin her gece mi yoksa belli geceler mi yapıldığı hakkında çok belirgin bilgiler vermiyor. Melville Chater bu konuda, bahsi geçen köy için, kendisinin şahit olduklarını aktarır. Geceleyin tüm köylüler, ayın görünmesini beklemek için, damlara çıktılar. Ay görünür görünmez, "Kürtler, önünde yavaşça başlarını eğmek ve yükselen gezegeni derinden selamlamak üzere aynı anda ayağa kalktılar; daha sonra taş merdivenlerinden indiler ve gecenin karanlığında kayboldular." (Chater 1928: 497)

Dersim'deki bu dinin ibadetlerinin daha ufak fakat belirgin bir özelliği (bir zamanlar bölge Ermenilerinin ınanışlarının arasında da var olan) 'yılan kültü'dür. Bir çok aşiretin, kendilerine ait, yılan biçimindeki bir cisme tapınmak icin (hac) ziyareti yaptıkları mahaller vardır. Bunlar arasında en meşhuru, hac zamanında dolup taşan, Erzincan cıvarındaki Kiştim'deki ahşap bir yılan olan Kiştim evliyası dergahıdır. Alevilerin ruhani lideri olan Bektaşi çelebi Cemalettin, 1910 senesinde bu odun parçasını imha etmek ve dergahı kapatmak amacıyla başarısız bir teşebbüste bulunmuştur.

Nispeten Aleviliğe daha has olan dini adetlerin Dersimlileri Türk Alevilere yakınlaştırdığı söylenebilir. Gülbank ya da nefes'lerinin (dini musiki eserlerinin) çoğu Türkçedir; ve bu, Cumhuriyet'in ilk asimilasyon denemelerinden önce de kesinlikle öyleydi. Erzincan valiliği yapmış ve bölgeyi çok iyi bilen Ali Kemali'ye göre, Kürtçe hiç gülbank yoktur (Kemali 1992: 154-155); aynı gözlemi Pertek doğumlu ve Nazımiye kaymakamlığı yapmış Mehmet Zülfü Yolga da aktarır. (1994: 99) Nuri Dersimi bunun tersini söyleyerek Kureyşli ve Bamasor (Baba Mansur) soylarının seyitlerinin gülbank'ı "Zazacanın eski bir biçiminde" okuduklarını iddia eder (Dersimi: 1952: 24). 1949'da yazan Hasan Tankut Reşit, Dersimlilerin ancak çok yakın zamanda, birer milliyetçi olan Alişer ve Seyyid Rıza'nın kışkırtmaları ile, Türkçe nefes'i kendi dillerinden şiirlerle ikame etmeye başladıklarını öne sürer.

Dersim Alevilerini Türk Alevilere yakınlaştıran bir diğer adet, merkezi Hacı Bektaş tekkesi ile olan ilişkileridir. Burası Molyneux-Seel (1914: 66) tarafından Dersim dışındaki en önemli hac merkezi olarak gösterilmiştir. Kuramsal olarak, ortak aşiretlere rehber ve pir olan Dersimli seyitler, Hacı Bektaş'taki çelebi'yi mürşid'leri kabul ederler; ama fiiliyatta diğer soyların seyitlerini pir ve mürşid olarak benimserler ve Hacı Bektaş'la çok fazla ilgileri yoktur. Bununla birlikte, Batı Dersim'deki üç küçük seyit soyu, Aguçan, Derviş Cemal ve Saru Saltık, Hacı Bektaş'ça tayin edilen halife'nin neslinden geldiklerini iddia ederler (Dersimi 1952: 27-28; Birdoğan 1992: 152-157).

Türk kokenli mi, Kürt kokenli mi?

Kürt Aleviler komşularınca genellikle Kızılbaş olarak adlandırılırlar. Cuinet'in 19.cu yüzyıl sonlarına doğru yaptığı nüfus istatistiklerde de, başka etno-linguistik ünvanlar kullanılmaksızın aynı adla yer alırlar. Bu ad, tabii ki, onları, takipçileri çoğunlukla Türkmen olan Safavilerle yakınlaştırır. Sümer, Safavilerin Kızılbaş destekçileri üzerine çalışmasında (1976) sadece iki Kürt aşiret cemaatinden söz eder; ki bunlar görece önemsizdirler: Hınıslı ve Çemişgezekli cemaatleri. 16.cı yüzyılda bugünkü Tahran'ın güneyinde yaşayan, daha sonra Özbek saldırılarına karşı İran'ın kuzeydoğu sınırını korumak üzere Şah Abbas'ca Horasan'a gönderilen büyük bir Çemişgezek konfederasyonu olduğundan ötürü, ikincilerin çoğu Şah'ın ardından İran'a gitmiş olmalıdırlar.

Şu an var olan Kürt Aleviler, sadece bu iki aşiretten arda kalanların günümüzdeki uzantıları olamayacak kadar çokturlar. Bu, Dersimlilerin nereden geldikleri sorusunu akla getirir ve hem resmi tarih ekolüne bağlı olanlar hem de liberaler olmak üzere, birçok Türk akademisyence bu soruya verilen cevap, bunların Kürtleştirilmiş (ya da Zazalaştırılmış) Kızılbaş Türk aşiretleri olduğudur. Bu varsayım, bazı Batılı akademisyenlerce de hiç sorgulanmadan kabul edilecek kadar mantıklı görünür (örneğin Mélikoff 1982a: 145). Bununla birlikte, Şafi Kurmanciler ile Zazalar arasında neredeyse hiç toplumsal ilişki varolmadığı gerçeği gözönünde bulundurulursa, bu aşiretlerin Kürtçe ya da Zazacayı kimden öğrenmiş olabileceklerini tahayyül etmek güçtür. Öte yandan Sivas'ta, Kürt ve Zaza Alevilerin, Türkçeyi hiç terketmemiş olan Türk Alevilerle yakın ilişkileri vardır. Ben, şu an var olan Alevi Kürtlerin atalarının ne Türkmenler ne de Şah İsmail'in takipçileri olduğunu değil, başka syncretist ve gulat etkiler altındaki tarikaylere mesup Kürt ve Zazaca konuşanlar olduğu yolunda bir hipotez teklif ediyorum. Bu hipotezi destekleyen bazı kanıtları burada sunacağım.

Nedense, Kürtlerin, en azından Osmanlı İmparatorluğu'na katılmalarından önce (1515 civarı) mutaassıp Sünni, buna karşılık, Türkmenlerin de heterodoks fikirlere iflah olmaz derecede eğilimli olduğuna inanılır. Kürtlerin birer mutaassıp Sünni olduğu yolundaki kanaatlerin kaynağı, Kürt ailelerinin Sultan Selim'e ve haleflerine biatını sağlayan Idris Bitlisi'ye aittir. Idris, ve onun izinden gelen diğer Osmanlı tarihçileri, mesela, oğlu Ebü'l-Fazl, Sa'deddin, Hüseyin Bosnevi ve Müneccimbaşı kadar yönetici Kürt ailelerinin tarihçileri Şeref Han Bitlisi, Kürtlerin Safeviler yerine Osmanlı yı tercih edişini mezhep unsuruna dayandırdılar. Sünni vaazı Sultana ayan beyan bir sadakat vaadi idi ve Kürt tarihçilerin Kürtlerin koyu Sünni oldukları yolundaki ısrarları kendi inaçlarından maada Sultanın inanmasını istedikleri bir şeydi. Hayatının dikkate değer bir kısmı Safevilerin hizmetinde geçen Şeref Han bile, Kürtlerin Şii heterdoksisini telin ettiğini vurgular. Buna karşılık, belki de Osmanlılarca siyasi bir tehdit sayılmadığından dolayı, Kürtler arasında önemli yeri olan Yezidiliği gizlemek için bir gayret sarfetmez.

Osmanlı öncesi ve erken Osmanlı devrinde Heterodoks Kürtler

Kürtler arasında, Şii eğilimlerin, bahsi geçen yazarların kabul edeceğinden çok daha yaygın olduğuna yönelik işaretler vardır. Hem İdris hem de Şerif Han'ın memleketi olan Bitlis'ten bile yeteri kadar heteredoks mütefekkir çıkmıştır. 1450 civarında Giyathuttin el Astabadi tarafından kaleme aldığı bir Hurufi metinde, İstivaname, gerçek müminlerin zaten Cennet'te yaşıyor olmaları hasebiyle Şer'i zorunluluklara tabi olmadığını öne süren sapkın görüşü Hacı İsa Bitlisi'ye atfeder. Bu, bugün de Dersim'de yaşayan Alevilerin dedikleri "cennet ve cehennem buradadır" deyişlerine benzer. İkincisi, 15.ci yüzyılın meşhur heteredoks mistik hocası Şeyh Bedreddin'in dini fikirlerinin bu bölgedeki fikirlerin birer yansıması olduüuna inanmak için sebepler vardır: Bedreddin'in ilk el aldığı hocası, Ehlibeyt inancındaki gezgin bir alim ve Bitlisli olan Hüseyin Ahlati idi.

Bunun yanısıra, Kürt aşiretlerin (mutlaka Safavi türünün olmasa da) Aleviliğin değişik türlerinin yayılmasında rolü olduğuna dair başka isaretler de vardır. Irène Beldiceanu-Steinherr'in arşiv araştırmasından elde ettiği bilgilere göre, ilk Betaşileri toplulukları 15.ci ve 16.cı yüzyılın göçmen aşiret kabileleridir.19 Osmanlı metinlerinde (Bektaş, Bektaşlu, Bektaşoğulları isimleriyle) bu aşiret gruplarından namütenahi yerlerde bahsi geçer; ve bu metinler, bu aşiretler ile Sivas'tan Malatya, Maraş, Antep kavisi ile Halep ve Adana'ya uzanan ve hatta fazladan daha batıdaki mekanlar arasında ilişki kurar. Belki de daha şaşırtıcı olan, bu aşiretlerdeki Kürt unsura yapılan sarih atıftır. Cevdet Türkay onları konar-göçer Türkmân Ekrâdi taifesinden, "göçmen Türkmen Kürtler" olarak tasnif eder. Aşiretler listesinde sıkça yer alan bu terim, karma yapılı aşiretlere atıf yapar görünmektedir.

Xavier de Planhol'un ilk gözlemcilerinden biri olduğu üzere, 11.ci yüzyıl ve daha sonrasında sayısız Türkmen aşiretlerinin Doğu Anadolu'ya varışı, yoğun kültürel alışveriş ve (Kürtlerin otlaklar arasındaki kısa mesafeli düşey göçler ile Türkmenlerin yatay gezginliğini birleştiren) yeni bir tür çobansal göçebeliğe ve farklı kökenlerden küçük grupları birleştiren yeni aşiret oluşumlarına hız verdi. Karakoyunlu ve Akkoyunlu devletleri, Kürt sülaleleri, dış görünüşü Türk olan kendi aşiretlerine dahil etmiş olmalıdır; ve Osmanlı döneminde geniş bir aşiret konfederasyonu olan Boz Ulus'un Türk unsurlar kadar Kürt unsurlar da içerdiği bilinir. İzlerini geriye doğru asırlar cinsinden sürdüğümüzde, bazı aşiretlerin Türkçeden Kürtçeye, ya da tersine, dillerinini değiştirdilerini; bu aşiretlerin mensup bileşimlerinin da zamanla kaymış olabileceğini görebiliriz.

Bahsi geçen Bektaşi aşiretler, daha sonra Kürt Alevilerle karşılaşacağımız bölgelerde bulunurlar. Ancak bunlar, şimdiki Kürt Alevilerin oluşumunda yer alan sayısız Kürt aşiret unsurlarından yalnızca biri olmalıdırlar. Osmanlı kaynaklarında bazı temel Dersimli aşiretler adlarıyla yer alır. Örneğin Türkay, Lolan, Dirsimli ve (19. yüzyılda Dersimli aşiretlere atıfta bulunmak için kollektif olarak kullanıldığını gördüğümüz) Dujik/Duşik aşiretlerine dair sayısız vakıadan söz eder ve hepsini Ekrâd taifesinden olarak sınıflandırır; yalnızca tek bir büyük Dersim aşiretinin, Balaban'ın, Türk olduğu, Yörükan taifesinden olduğu söylenir.

Aleviler ve Yezidiler

Bugünkü Yezidi önderlerinin bazılarının dinlerini aşırı Ali karşıtı bir mezhep olarak sunmaları (hatta emirlerinin ailesine mensup bir kişinin adı bile Mu'aviye'dir), Kürt Alevilerin ve Güney Kürdistan'daki Ehl-i Hak veya Kaka'i'lerin fikir ve ibadetlerindeki yakın benzerlikleri görmemize engel olmamalıdır. Bugün soyları tükenmiş olan Şemsîler'in muhtemelen ziyadesiyle benzer bir dördüncü dine sahip olduklarına yukarıda değinilmişti. Her dinsel grup arasındaki ilişki, şu ana kadar varsayılandan daha içten olabilir. Bu yüzyılın ilk yıllarında Anadolu'yu dolaşarak kafataslarını inceleyen Alman antropolog Felix von Luschan, Alevilerin ve Yezidilerin, en azından bazı komşularınca, bir ve aynı mezhepten olarak algılandığını farkeder:

"Batı Kürdistan'da bazı yerlerde aynen Kızılbaşlar'a benzeyen insanlara Yezidi deniyor ve bunlar Kızılbaşlıkla hiçbir ilgileri olmadığını iddia ediyorlar; diğer yerlerde, Kahta'da Böilam Nehri'nde* ve yine Diyarbakır yakınlarında bana söylenenlere göre, Yezidi ve Kızılbaş aynı şeyi tanımlamak için kullanılan, biri Arapça diğeri Türkçe iki ayrı kelime. Bunun doğru olup olmadığını bilmiyorum; ancak, tahkik edebildiğim kadarıyla her iki grubun da itikat ve toplumsal durumları tamamen benzer." (von Luschan 1911: 231)

1977 senesinde, Tercan'da (Erzincan'ın doğusunda) bir köyde söyleştiğim yaşlı bir Alevi Zaza, Yezidilerle herhangi bir ilişkiyi reddetmekle birlikte, Melek Ta'us'un adını ve beni o zaman etkileyen Yezidi menşeli efsaneleri bilir görünüyordu. Esasen, 1940'larda yazan Yolga, Dersim aşiretlerinin arasında bazı Yezidilerin de olduğunu iddia etmiştir. Luschan'ın Yezidilerin "tıpatıp Kızılbaşlar gibi" olduğuna dair gözlemi, onların üzerindeki kafatasları incelemelerine dayanır. Anadolu'nun tüm sekter Şii gruplarının -Likya'lı Tahtacı ve Bektaşların, İç Anadolu'lu Kızılbaşların (ve onları çok andıranYezidilerin) olduğu kadar, Ansariyelilerin (yani Nusayrililerin)- kafatası ölçüm indekslerinin birbirlerine çok benzer olduklarını bulmuş ve komşuları olan Arap ve Kürt gruplarla aralarındaki farkı göstermek için karşılaştırmıştır. Kafataslarını incelediği tüm mezhepler kısakafalıdır (brachycephalic) ve tüm Sünni komşuları da uzunkafalı (dolichocephalic). Von Luschan, sözlerini ilk anılanların (kısakafalı) "dinlerini korumuş ve bu yüzden yabancılarla dış evlilikten sakınmış, böylece eski karakteristik özelliklerini korumuş olan eski homojen bir nüfusun arda kalanlarını" temsil ettiğini söyleyerek bitirir. (von Luschan 1911: 232)

Kayan benlik algısı

Alevi Kürt aşiretlerin bazı yerel tarihçileri, özellikle Fırat, Rişvanoğlu ve Kocadağ, kendilerini en azından kısmen sözel geleneğe dayandırmağa çalışarak, aşiretlerinin Türk kökenlerini kuvvetle vurgulamışlardır. Eserleri faydalı bilgi kırıntıları içerse de; bu aşiretlerin resmi Kemalist tarih görüşü uyarınca Türklüklerini 'kanıtlama'ya yönelik siyasal saikli arzuları nedeniyle aşırı ihtiyatla kullanılmalıdırlar. Öte yandan Dersimi gibi diğer yerel tarihçiler Kürtlüklerini vurgulamışlardır ve yakın zamanlarda Dersim kökenli insanlar arasında Kürtlükten farklı bir unsur olarak Zazalığa vurgu yapan bir fikir ekolü vardır (Pamukçu, Selcan, Dedekurban).

Cumhuriyet döneminden önce bu aşiretleri Kürt ya da Kızılbaştan başka bir şekilde adlandıran herhangi bir kaynağa rastlamadım. 19. yüzyıl ortalarında yazan ve iyi yerel muhbirleri olan Erzurum'daki Rus konsolosu Jaba, onları (merkezî Dersim'de bir dağın adı ve Dersim'in dağlık bölgesinin tümüne verilen bir ad olan Dujik Baba'dan sonra) Dujik Kürtler olarak adlandırır. Jaba şunu da ekler: "Türkler onları Dujik Kürtler ya da basit Kürtler (Ekrad) olarak adlandırır, gerçek Kürtler ise onlara Kızılbaş derler." Dersim'i 1866'da ziyaret eden Diyarbakır'daki Britanya konsolosu Taylor, münhasıran Kızılbaşlar'dan (özelliklede alt gruplar olarak Şeyhhasanlı ve Dersimlilerden); bölgeye 1879'da giden Avusturyalı görevli Butyka, Dersim Kürtleri'nden ve daha dar anlamıyla "Seyit Hasanlı Kızılbaş Kürtleri"nden söz eder.

Bununla birlikte, bu aşiretlerden en azından bazılarının yabancı kökenleri olduğunu ima eder görünen sözel gelenekler vardır. Taylor'a (1868: 318) halihazırda Şeyhhasan aşiretinin aslen Horasan'dan olduğu ve Dersim'e yakın zamanda Malatya yakınındaki Alacadağ bölgesinden geldiği söylenmiştir. (Taylor'a göre Dersimliler "aslen pagan bir Ermeni neslin" ardıllarıdırlar.) Kürt milliyetçisi Nuri Dersimi de çok daha yaygın olduğunu gördüğü bu geleneğe, zerre kadar şüphe duymaksızın, işaret eder. Yalnızca Şeyhhasan değil ama bazı başka Dersim aşiretleri (Izoli, Hormek ve Sadi) de, temel seyit soyları Kureyşli ve Bamasoran gibi yüzyıllarca önce Horasan'dan gelmiş olduklarını iddia ederler (1952: 24-25). Dersimi bu Horasan kökenini, çoğu Kürdün Kürt olduğuna inandığı meşhur Alevi kahramanı Horasanlı Ebu Müslim ve ikincil olarak Hacı Bektaş ile ilintilendirir. Bu, şüphesiz, söz konusu geleneğin bu kadar popüler olmasının ve seyitlerden onların 'müritleri' olan aşiretlere yayılmasının bir nedenidir: Horasan Alevilerin anayurdu olarak bilinir. Dersimi bunun yanısıra, bu aşiretlerin bölgeye vardıklarında halen Zazaca konuştuklarını, hatta kendi zamanında bile sözde seyitlerin Türkçe konuşamadıklarını vurgular. Bu az bir ihtimalle, bu aşiretlerin Türk olduğunu iddia ederek teyit için Horasan bağlantısını gösteren resmi Türk tarih tezine üstü kapalı bir tepkidir. (Cumhuriyet döneminden önce ahalinin Horasanlıları Türk kökenli saymadıkları görülmektedir.)

1930'larda, birkaç aşiretin kendilerini Moğol işgalinden önce Doğu Anadolu'ya gelen askerî bir maceracı olan Celaleddin Harzemşah'ın askerlerinin ardılları saydıkları söylenir. 1930'ların başına ait bir Türk istihbarat raporu, Pülümür bölgesindeki yaşlı erkeklerin hala Celaleddin Harzemşah'a dair efsaneleri hatırladıklarını, Dujik Baba Dağı'nın onun mezarı olarak sayıldığını ve bu yüzden aynı zamanda Sultan Baba olarak da bilindiğini kaydeder. Bunun yaşayan bir efsane mi; yoksa yakın zamanda, Horasan temasına tarihsel olarak mümkün Türk soyları ile aslında olmayan şeyler ilave eden amatör bir tarihçi tarafından icat edilen bir şey mi olduğu benim açımdan sarih değildir.

Her ikisinde de Sünni Müslüman dayanışmasına kuvvetli bir münacaatın yapıldığı Birinci Dünya Savaşı ve Türkiye'nin Bağımsızlık Savaşı, bir bütün olarak Dersim toplumu üzerinde bir etki yaratmamıştır. Ruslara ve Ermenilere karşı mücadelede güçlerini Dersimlilerle ikmal etmek isteyen ve Dersimli Alevilerin Bektaşi köylüler gibi olduğuna inanan Jön Türkler, Dersimlileri savaşa teşvik etmesi için Bektaşi Çelebi Celaleddin Efendi'nin yardımına müracaat ederler. Çelebiye eşlik eden Nuri Dersimi'ye göre, bu çabalar, merkez Bektaşi tekkesinin Dersim'de çok az bir etkiye sahip olduğunu kanıtlayacak şekilde neredeyse tamamen başarısız olmuştur (1952: 94-103). Fırat (1970) kendi aşireti olan Hormek'in, aktif olarak yer aldığını öne sürer; ancak, kitabının savunma mahiyetinde olan niteliği bundan bir miktar şüphe duyulmasını haklı kılar.

İstiklal Savaşına da, olsa olsa, isteksiz bir katılım vardır. Baki Öz'ün Doğu Anadolu Alevilerinin bu erken dönemde Mustafa Kemal'i Ali'nin ve Hacı Bektaş'ın don değiştirmesi olarak kabul ettiklerine dair iddiası (1990: 29) muhtemelen bir tarih hatasıdır ve daha sonraki bir döneme atıfta bulunur. Bölgenin ilk cumhuriyet valilerinden biri olan ve kitabını savaştan sadece on yıl sonra yazan Ali Kemali, daha güvenilir bir kaynaktır ve o sadece Ankara hükümetine karşı bölücü Kürt isyanlarından söz eder. Mustafa Kemal'in kimi önemli aşiret reislerini atamaya ve milletvekili yapmaya çalıştığı doğrudur. Ancak Kemalist hareket (Sünni) Müslüman bir hareket olarak göründüğü müddetçe, Dersim'de çok fazla şevk yaratmamış; yeni bir hükümet olması, sıradan Dersimli Alevi için onu sadece daha az çekici kılmıştır.

Kürt milliyetçiliği bu dönemde Dersim ve Sivas halkları arasında belirgin bir takipçi kitlesi bulmuştur. Yeni doğan Türkiye'de kesinlikle milliyetçi Kürt kimliği olan ilk ayaklanma, Dersim'den de bir miktar yankı bularak, Koçgiriler arasında zuhur etmiştir. Kürdistan Te'ali Cemiyeti'ni örgütleyenlerden biri olan Nuri Dersimi, Sivas'ta sadece Kurmanci ya da Zazaca konuşan Alevilerin değil; ama aynı zamanda -Türk olarak görülen yeni Ankara hükümetine açıkça muhalefet eden- Türk Alevilerin de Kürt milliyetçi birliğine katıldığını ve kendilerini Kürt olarak adlandırmaya başladıklarını nakleder (Dersimi 1952: 64-65). Bunun bir Kürt isyanı olduğu, (Kürte Kürt diyen son Türk yazarlardan biri olan) Ali Kemali tarafından da kabul görür. Ama, Dersimi'nin Türk Alevilere dair gözlemleri ve isyanın Sünni Kürtler arasında destek bulmaması göz önünde bulundurulduğunda, bu bir Kürt isyanı olduğu kadar açıkça bir Alevi isyanıdır da. En karizmatik önder olan Alişêr, yukarıda söylendiği gibi, aynı zamanda yöneliminin laik Kürt milliyetçisi değil, Alevi ve Kürt olduğunu gösterir bir şekilde, Türkçe yerine Kurmanci dilinde nefes derlemeye başlar.

Uzun bir çatışma tarihine sahip oldukları Sünni Zazalar ve Kurmanci konuşanlarla çevrilmiş olan daha doğuda (Bingöl, Muş, Varto) yaşayan Kürt Aleviler, kendilerini Kürt addetmeye daha az meyillidirler. Geleneksel düşmanları, hem milliyetçi hem Sünni Kürt nitelikli Şeyh Sait isyanında yer aldıkları zaman, bu aşiretler, özellikle Hormek ve Lolan, Kürtlere karşı çıkarak Kemalist hükümetle kaderlerini birleştirdiler (Fırat 1970[1945]). Bu aşiretlerin egemen seçkinlerinin bir kısmı, en azından 1930'lardan bu yana kesin olarak kendilerini Türk olarak tanımladılar; bunun sadece Kürtlerin yokluğunu iddia eden resmi görüşe bir cevap mı olduğu, yoksa eski bir kökene mi dayandığı henüz bilinememektedir. (Bununla birlikte, Osmanlı kaynaklarında bu aşiretler Kürt olarak anılırlar.)

Kemalist bürokrasi Kürt Alevilerini tanımlıyor

Kemalizmin Kürtler hakkındaki görüşü, her zaman içsel çelişkilerle dolu olmuştur. Bir yandan resmi görüş onların Türk olduklarını iddia ederken; öte yandan, Türk olmadıkları için onlara hiçbir zaman güvenilmemiş ve onları asimile ederek Türk olmayan özelliklerini kaybettirmek için kasdi girişimlerde bulunulmuştur. Kürt Alevilere karşı tutum çok daha paradoksal ve tutarsız olmuştur. Alevi olduklarından ötürü, bir yandan İslamın gerçek bir Türk versiyonuna bağlı oldukları için ve Kemalistler'in laikleşme programının doğal müttefikleri olarak selamlanmışlar; öte yandan, Zazalıkları ve Kürtlükleri onları yabancı ve güvenilmez kılmıştır. Kürt Alevilerin dinsel törenlerde kullandıkları dilin Türkçe olduğu gerçeği, onların kolay asimile olacaklarına dair umut verici ihtimaller sunar görünmekle birlikte, Kürt Alevilerin devlete muhalefetlerinin tarihi onları ziyadesiyle şüpheli kılmıştır. Nitekim, 1930'ların başında Jandarma tarafından Dersim üzerine hazırlanan bir çalışmada şu gözlemler yer almıştır:

[Zaza Alevilere gelince:] Bunlarda mezhep ve adet dili Türkçedir. Ayinlerde iştirak edenler Türkçe konuşmak mecburiyetindedir. Bu mecburiyettir ki Alevi Zazalık asırlardan beri ihmal edildiği halde Türklükten pek de uzaklaşmamış Dersim Alevileri arasında cevap istememek şartı ile Türkçe meram anlatmak mümkündür. Şayan-ı nazar ve esef olan nokta şudur ki 20-30 yaşından yukarı yaşlı her fertle Türk dili ile mütekabilen anlaşmak ve dertleşmek mümkün olduğu halde bugün Türkçeleri tamamen Zazalaşmakta ve hale 10 yaşında küçük çocuklarda ise Türk diline rastlamak imkânı kalmamaktadır. Bu netice Dersim Türk Alevilerinin de benliklerini kaybetmeye başladıklarına ve ihmal edilirse günün birinde Türk dili ile konuşana tesadüf edilemeyeceğine delildir.

Böylece Alevi Zazalar tedricen Zazalaştırılmış, Türk kökenliler olarak sunulurlar. Bununla birlikte, hemen ardından gelen paragraf onları Türklük'ten ayıranın dilin ötesinde bir şey olduğunu iddia eder:

Aleviliğin en kötü ve tefrika değer cebhesi Türklükle aralarında derin uçurumdur. Bu uçurum kızılbaşlık itikatıdır. Kızılbaş, Sünni müslimini sevmez, bir kin besler, onun ezelden düşmanıdır. Sünnileri Rumi diye anar. Kızılbaş ilahi kuvvetin hamili bulunduğunu ve imamların sünnilerin elinde işkence ile öldüğüne itakat ederler. Bunun için sünnilere düşmanıdır. Bu okadar ileri gitmiştir ki kızılbaş Türk ile sünni ve Kürt ile kızılbaş kelimesini aynı telâkki eder.

Bu son gözlem, Fırat'ın iddiası gibi, daha sonra özür diler mahiyette yazılanların tam tersidir: Dersimliler için, Kürt ile Kızılbaş ve Türk ile Sünni özdeştir.

Alıntılanan rapor, resmi tarihin asli mimarlarından biri olan Hasan Reşit Tankut'un eserine çok şey borçludur. Hasan Reşit Tankut, 1920'lerin sonlarından 1960'lara dek, 'etnopolitika' üzerine birçok araştırma raporu ve diğer etnik grupların nasıl Türkleştirileceği gibi siyasa önerileri yazdı. Daha önce yayımlanmamış, büyük ölçüde gizli eserlerinin bir kısmı yakın zamanda Mehmet Bayrak tarafından yayımlanmıştır (1993, 1994). Yukarıdaki alıntılar, 1928 yılında, muhtemelen Tankut tarafından Birinci Umum Müfettişi (o dönemin 'olağanüstü hal valisi') İbrahim Tali'ye (Bayrak 1993: 510-523) sunulan anonim raporda yer alan görüşleri tekrar eder. Doğu Anadolu'yu iyi bilen Tankut, gizli raporlarında Kürtlerin Türk olduklarını asla iddia etmedi; ancak, Alevilerin dinsel törenlerde Türkçe kullanmalarının, Şafi Zazalara nispeten, onları asimile etmeyi kolaylaştıracağını yazdı.

Tankut, tümünü Kürt ibaresi altında toplamakla birlikte, bütün yazılarında Sünniler ile Aleviler, Kürtler ile Zazalar arasında belirgin bir ayrım yaptı. Hem Şafi, hem Alevi Zazalara dair bir çalışmasında (1994a), bunların dinlerinin (Tanrı için 'Homay' kelimesini kullanmalarının misal teşkil ettiği) İranî arkaplanını vurguladı. Alevilerin inancındaki Zerdüştçü etkileri açıkça benimsemesine rağmen, onların kökensel olarak Türk olduklarını ve yeniden Türk yapılabileceklerini (yapılmaları gerektiğini) düşünmüştür. Tavsiyesi, daha kolay Türkleştirilebilmeleri için, (Sünni) Zazaların, Kurmanciler'in ve Dersim Alevilerinin mümkün olduğu kadar birbirlerinden ayrı tutulmalarıdır. 1960 darbesinin şafağında yazılmış bir siyasa raporunda, Zazalar ile Kurmanciler'in yerleşim bölgeleri arasındaki 50 kilometrelik geniş koridora Türkler'i yerleştirerek, aralarına kelimenin tam anlamıyla bir kama sokulmasını önermiştir (1994c).

Bu raporun uygulanmasının hiç ciddiye alındığı görülmediyse de, Zazalar ile Kurmancilerin ve Sünniler ile Alevilerin birbirlerinden ayrı tutulması amacıyla devlet destekli daha ehven gayretlerin olduğu muhakkaktır. 1980'lerin sonuna yakın Aleviliğin tekrar canlanmasının yanısıra, Zazaların da yakın zamanda ayrı bir halk olduğu iddiası ile ortaya çıkmalarının karmaşık sebepleri vardı fakat her ikisi de Kürt milliyetçiliğinin tehlikelerini azaltmak isteyen devlet mekanizmasından teşvik gördü.

Zaza, Alevi ve Dersimli olarak kasden kucaklanan etnik kimlikler

1930'lara kadar, Dersim merkezi hükümetin denetimine hiç bir zaman alınamadı ve kemalist hükümetin en büyük amaçlarından birisi de doğu illerinin pasifizasyonu ve Türk olmayan nüfusun asimilasyonuydu. 1937-38 yıllarındaki büyük Dersim isyanı aslında bu pasifikasyon programına karşı düşük yoğunluklu bir direniş idi, fakat, nüfusun yaklaşık yüzde 10'unun katli ile sonuçlanan, aşırı güç kullanımı ile bastırıldı (van Bruinessen 1994a). Kitle sürgünleri –ki, bu sürgünlerin, aradan geçen on sene içinde, sadece bir kısmı bugün Tunceli ismi verilen, Dersim'e dönmüştür– Dersimlilerin nispeten başarılı sayılan asimilasyonuna ve Türkiye'nin kamusal hayatına katılmalarına katkıda bulunmuştur. Daha az mutaassıp (daha liberal) birer Alevi olduklarından, eğitimli Dersimlilerin kendilerini, 1937-38 dönemi hatıralarına rağmen, mağrur olduğunu düsündükleri Sünni Kürtler yerine, yukarıdan-aşağı-reformist laik kemalistlere daha yakın bulduklarından süphe edemeyiz.

Daha geniş bir siyasi yelpazeye imkan tanıyan 1960'lı ve 1960'lı yılların getirdiği liberalleşme ile birlikte, Dersimliler yelpazenin en uç sol kımsında yer aldılar. 1960'dan beri sol hareketlerin coğunluğunda Dersimliler –sık sık da önder mevkilerde– temsil edilmişlerdir. Dersimliler, ayrıca, 1960'ların sonlarında ortaya bir kitle hareketi halinde çıkan Kürt milliyetçiliğinde de aktif rol aldılar. O günlerin en radikal Kürt siyasi önderlerinden sayabileceğimiz, Dr. Şivan kod adyla bilinen kişi bir Dersimli idi. İşin gerçeği, Dr. Şivan –tıpkı bir nesil önce kendilerininTürk olduğunda ısrar eden M. Ş. Fırat gibi–, Hormek aşiretinin Nazımiye koluna aitti. Benzer şekilde, –daha Entelektüel bir yapısı olan Özgürlük Yolu'ndan tutun, eylemci PKK'ya kadar– 1970'lerdeki bir çok Kürt hareketinin önderleri de Dersimlilerdendir.

1970'lerde Kürt milliyetçiliği hareketlerinde değil de, sayısal olarak daha çok genç Dersimlinin 'Türk' radikal sol hareketlerinde aktif olduğu bir gerçektir, fakat bu durum bir etnik kimlik itirazı görüntüsü vermez. Bu solcular Kürt olduklarını inkar etmiyor, sadece bu kimliği siyasi mücadeleye alakalı bulmuyorlardı. Kürt olduğundan değil milliyetçilik olduğundan dolayı, Kürt milliyetçiliğini toprakağalığı ve küçük burjuvalık olduğu için telin ediyorlardı. Buna benzer bir durum da Alevilik için mevcuttu: Alevilerin devlete isyan geleneğinden gurur duymakla beraber, Alevi inanç ve ayinleri kadar, Alevlerin Sünnilere karşı geleneksel düşmanlığını da reddediyorlardı. Dersim'de en yaygın taraftar bulan TİKKO/TKP-ML, başlangıçta etnik ve dini sınırları aşmış ve kır gerillasına inanan bir maocu hareketti.

Kısmen Türkiye'deki bütün sol hareketin neredeyse çökmesi yüzünden, kısmen de PKK'nın en önemli direniş hareketi olarak ortaya çıkmasıyla birlikte, 1980'lerde bu durum değişmeğe başladı. Tunceli, başka yerlerde bir varlık gösteremeyen TİKKO/TKP-ML'nin kalesi oldu. Bu örgüt Dersim'le o derece özdeşleşti ki, örgütün karakteri değişti: 'Türk solu'nun bir parçasıyken, Alevilerin bir din-dışı ve radikal örgütü oldu. 80'lerin sonuna varmadan, örgütün bazı önderleri tıpkı (Sünni) Turkler ve Kürtler gibi bir etnik topluluk olduklarını söylerken, diğerleri de Dersimlilerin apayrı bir grup olduğunu söylüyorlardı.

Her ne kadar hem sol kanattaki partiler hem de Kürt milliyetçi partiler Dersimli gençler arasından hep bir miktar taraftar bulabildilerse de, çoğunluk radikal siyasete yüz vermedi. Daha yaşlıların gözünde, 1970'lerin yol açtığı politizasyonun yegane sonucu baskının artmasıydı ve genç sol hareketleri bunun suçlusuydular. Onların tepkisi dine dönüş oldu –Aleviği, bir etnik kimlikten ziyade, bir dini kimlik olarak vurgulayarak. Şüphesiz bu tepkiyi, Aleviğin hem Türkiye'de hem de Avrupa'da yeniden canlanması etkilemişti: mantar gibi artan Alevi dernekleri, Alevilik hakkında sele dönüşen yayınlar ve cemlerin kamuya açık kutlanmaları. Aleviliğin yeniden canlanmasına, 1980'lein başı itibariyle hükümet otoritelerinin açık teşvikleri de güç kattı. Bu resmi destek, büyük bir ihtimalle, sadece Sünni islamın büyümesini dengelemek değil, aynı zamanda, Kürt milliyetçiliğinin Kürt Alevileri arasına daha fazla sızmasını durdurmak amacı da güdüyordu. Aleviliğin Türklüğünün altının çizilmesi için belli bir basıncın varlığı görülür.

Bu esnada, Avrupa'da bir kısmı Sünni diğer kısmı da Alevi olan Zazaca konuşan Kürtlerin, Kurmancide dikkat çekecek bir mertebeye ulaşan faaliyetlerin bir kenarında başlattıkları, Zaza edebiyatını canlandırma çabalarına şahit oluruz. Bunların arasında bir azınlık Zazalığın, hem Kürtlerin hem de Türk devletinin kültürel hakimiyetinden kurtarılması gereken, apayrı bir etnik topluluk olduğunu algılamağa başladı. Bu 'Zaza' milliyetçiliği hala daha gurbetçi siyasetinin bir unsuru olarak marjinal bir görüntü verse de, bu da giderek Türkiye'deki Dersimliler kendi aralarındaki münazarada etkili olmaktadır.

Son zamanlarda Türkiye'de ortaya çıkan Zaza ve Alevi milliyetçiliklerini, en iyi bunların Kürt milliyetçiliğiyle diyalektik ilişkisiyle açıklayabiliriz. Çağdaş Kürt bilincine yol açan aynı göç ve şehirlileşme süreci, (Türkçe, Kürtçe ya da Zazaca konuşan) Alevi köylüleri de bölgenin Sünni şehirlerine taşıyıp kısıtlı kaynaklar için yeni Sünni komşularıyla rekabet etmeğe maruz kıldı. 1970'lerin siyasi kutuplaşması, Sünni-Alevi husumetini de depreştirdiği gibi, aşırı sağcı ve aşırı solcu unsurların bu toplulukları birer devşirme kaynağı olarak seçmesiyle, bu toplulukların birbirlerini karşılıklı olarak ("faşist" Sünniler, "komünist" Aleviler cinsinden) öcüleştirmesine de katkıda bulundu. Alevi kıyımı da diyebileceğimiz, ardarda yaşanan çeşitli Sünni-Alevi catışmaları ortak Alevi bilincinin kuvvetlenmesine çok yardımcı oldu. Bu çatışmaların yaşandığı yerlerde, kişinin Türk mü yoksa Kürt mü olduğu pek önemli değildi artık, önemli ve birincil olan dini kimlikti. Her iki kesimde de hem Türkler hem de Kürtler vardı –bu da, bir yanda bir Türkçü parti olan Milliyetçi Hareketi Partisini destekleyen Sünni Kürtlere, diğer yanda da kendisini birer Kürt olarak tanıtan fakt Türkçe konuşan Alevi gençlerin ortaya çıkması gibi şaşırtıcı gelişmelere yol açtı.

1980'ler, Aleviliğin, Avrupa'daki Türk ve Kürt gurbetçilerin arasında başlayan, gerçek bir kültürel ve dini canlanmasına şahit olur. Daha önceleri de, değişik görüşlerden –solcu, Sünni Müslüman, faşist, Kürt milliyetçisi– kişiler bu toplulukları örgütlemeği denediler fakat 1980'deki askeri darbe asıl kritik etkiyi temsil eder. Daha önce hiç görülmemiş sayıdaki tecrübeli örgütçü birer mülteci olarak batı Avrupa'ya geldi. En başarılı olanları, zaaman içinde PKK'nın baskın olacağı, Sünni Müslümanlar ve Kürt milliyetçileriydi. Türk rejimi, bu esnada, gurbetçi toplulukların tekrar kontrolünü elde edebilmek amacıyla camiler etrafındaki büyük federasyonları devraldı ve Sünni İslamin milliyetçi bir türü olan "Türk-İslam Sentezi"ni destekledi.

Almanya'da giderek artış göstermeğe başlayan Sünni dini hareketliliğe hem bir özenti hem de bir tepki sayabileceğimiz şekilde, Aleviler de, eskiden olduğu gibi uzak durmak ya da dini bağlarını gizlemek yerine, örgütlemeğe başladılar. İlk defa, büyük ölçekli Alevi ayinleri kamuya açık yapılır oldu (bu ayinler, bir cumhuriyet olan Türkiye'de, resmen yasaktı ve ancak başka örtüler altında yapılabiliyordu). Alevi dernekleri kuruldu ve bu dernekler, daha önceleri değişik solcu veya Kürt örgütlerde ön sıralarda olan, genç Alevileri çekti. Daha küçük boyuttaki solcu örgütlerin zaten bütün üyeleri Aleviydi; bunlar da, Alevilerin bir millet, vatanlarının da Alevistan olduğu düşüncelerini dile getirmeğe kadar götürmenin yanısıra, artık marsizm-leninizmle tümleşik bir Alevi kimliğininin vurgulamağa meylettiler. Yurtdışındaki bu faaliyetler, giderek serbestleşen siyasal ortamın izin verdiği ölçülerde kurulan sosyal ve dini derneklerle birlikte, Türkiye'de de bir Alevi canlanmasına yol açtı

Türk hükümeti 1980'lerin sonunda, Alevilere yönelik uzlaşmacı tavırlarda bulunmağa başlayarak, cemaatin devletten yabancılaşmasını gidermeğe ve radikal Kürt hareketi PKK'nin Kürt (ve Zaza) Aleviler arasında daha fazla destek kazanmasını önlemeğe yönelik şeffaf bir çaba ile Alevilere belli bir resmiyet tanıdı. Aslında, PKK'nin bir varlık göstermekte büyük sıkıntılar çektiği ve her zaman diğer siyasal radikal hareketlere yarışmak zorunda kaldığı bölge, büyük ölçüde Zazaca konuşanların ve Alevilerin bulunduğu Dersim'di (yani, şimdiki Tunceli ili ve komşu bölgeleri). Dersim halkı, en azından 1960'lardan beri, her zaman Kürt milliyetçiliğinden ziyade solcu radikalizme meyilli olmuştu. Başlangıçta militan bir şekilde din karşıtı olan PKK, 1980'lerin ortalarında, Sünni bölgelerde daha çok halk desteği bulmağa yönelik başarılı bir girişimle, gittikçe Sünni İslama karşı uzlaşmacı bir tavır benimsedi. Bu, aşikar bir şekilde, PKK'nin Aleviler arasındaki popülerliğine bir katkıda bulunmadığı gibi muhtemelen Alevi öznelliğini güçlendirdi.

PKK'ye göre, tüm Alevi uyanışı, Kürtler arasına ayrımcılık ekmek için doğrudan devletçe tasarlanmıştı ve buna ön ayak olanların tümü ajandı. Bu aynı zamanda, Alevilerin PKK'den soğumalarına yol açacak şekilde, partinin kendi saflarındaki Alevilerden kuşkulanmasına ve onların tasfiyesine yol açtı. Dinsel boyutunun gittikçe daha fazla farkına vararak, asli bir kimlik olarak Aleviliğe yeniden yapılan vurgu, büyük ölçüde Sünni köktenciliğine ve kapsayıcı Kürt milliyetçiliğine karşı bir tepkidir.

Her devirde, bazen başka etnik sadakatler altında örtülü olsa da, müstakil bir Alevi bilinçliliği varolagelmiştir. Bununla birlikte, şu anki Zaza milliyetçiliği tamamen yeni bir şeydir; ve buna çok sayıda Zazaca konuşan insan, kendi Kürt tanımlarına dayanarak, kuvvetle karşı çıkmaktadır. Zaza milliyetçiliğinin ortaya çıkış koşulları için, (olanların tümünü Türk istihbarat servislerinin işi olarak gören popüler komplo kuramına inanmadıkça) Türkiye'den ziyade, yeniden Batı Avrupa'daki göçmen cemaatlere tekrar göz atmamız gerekecek.

Türkçe dışında tüm yerel dillerin yasaklandığı Türkiye'de, kişinin kökensel olarak Kurmanci ya da Zazaca konuşması önemli bir mesele olarak görünmez. Buna karşılık Avrupa'da, Kürt eylemcilerin göçmen Kürt işçilerini harekete geçirebilmek için bulundukları girişimlerden biri de ana dilde eğitim idi; yani, her Türkiye'li göçmenin yerel dilinin Türkçe olmadığının gerçeğinın resmen idraki ve Kürtçenin okullarda öğretilen ana dillerden biri sayılması. Bu, Zazaca konuşanları nahoş bir ikilemle karşı karşıya bırakmıştı: onlar da çocuklarına Alman okullarında "ana dil" olarak Türkçe yerine Kurmanci öğretilmesini talep etmeli miydiler? Bazıları, tıpkı geldikleri bölgelerde kendilerinden önceki kuşakların daha önceleri öğrendikleri gibi, Kurmanci'yi geçerli dil (lingua franca) olarak talep ettiler; ancak, belirgin bir huzursuzluk da devam etti. Bu, Zazaca konuşanlarla Kurmanci konuşanların çıkarlarının açıkça özdeş olmadığı bir meseleydi.

Çatışma tohumları içeren benzeri bir diğer mesele, Türkiye'de ve özellikle Avrupa'da gurbette basılan Kürt gazetelerinde kullanılacak dildi. 1960 ve 1970'ler boyunca birkaç gazete yayımlandı ve birçoğu, en fazla bir Kürtçe şiire yer vererek, tamamen Türkçe yayımlanmış gazetelerdi. Türkçeye hiç yer vermeyen ilk dergi İzmir'de yayımlanan, kısa ömürlü olmuş kültür dergisi Tirêj'dir. Bu aynı zamanda, küçük bir Zazaca bölümü olan ilk önemli modern Kürt yayındır. 1980 askeri darbesinin ardından, Türkiye'de Kürtçe yayımcılık faaliyetleri artık mümkün olmamış; ancak yazarlar ve gazeteciler Avrupa'da sürgünde (gurbette), özellikle İsveç'te faaliyetlerine devam etmişlerdir. Burada Kurmanci edebiyatında gerçek bir canlanma yaşanmıştır. Çocuk kitapları, halk masalları derlemeleri, ilk romanlar basılmış ve her türden birçok gazete yayımlanmıştır.

İran devrimi ve Irak-İran savaşı da Kürdistan'ın diğer bölgelerinden çok sayıda entellektüeli göçmen olarak Avrupa'ya getirdi. Yirminci yüzyılın başlarından beri ilk defa, dikkat çekecek bir ölçekte ortak Kürt kültürel faaliyetleri gerçekleşti. Paris'te, önemli bir kütüphaneye ve yayımlanan değişik dergilere sahip ilk dikkate değer Kürt müessesi olan Kürt Enstitüsü kuruldu. Ortak bir standart dile dair eski rüya yeniden su yüzüne çıkar; fakat ne Kurmanci ne de Sorani konuşanların bir diğerinin üstünlğünü kabul eğmeyişleri yüzünden, Kürdistan'ın tüm kesimlerinden okuyucuları hedef alan dergiler, hem Kurmanci hem de Sorani dillerinde bölümler içerdiler. Kürt Enstitüsü'nce yayımlanan edebiyat dergisi daha sonra, üçüncü Kürt dili kapsamında Zazaca bir bölüm yayımlamaya karar verdi. Bu, siyasal nedenlerle dilsel parçalanmaya şiddetle muhalefet eden belli milliyetçi entellektüel çevrelerde sert olumsuz tepkilere yol açtı. Bunların bir kısmı, sentetik bir birleşik Kürt dili elde etmek için uğraştı; diğerleri iki yazılı Kürt diline tahammül edebileceklerini düşünmekle beraber, daha önce neredeyse hiç yazılı geleneğe sahip olmayan Zazacayı bir diğer yazılı dil olarak geliştirmenin Kürt ulusu arasına ayrılık tohumları ekmek anlamına geleceği üzerinde hemfikirdiler.

Yazılı Zazaca yasağı ya da Zazacanın geliştirilmesi üzerindeki tartışma, küçük bir grup olan sürgündeki (gurbetteki) Zaza entellektüellerinin çevresinde fikir ayrılıklarına yol açan büyük bir etki yarattı. 1980'lerin sonunda ilk Zaza dergisi yayımlandı ve Kürtçe olmadığı barizdi. Dergide Zazaca, Türkçe, İngilizce makaleler vardı ama Kürtçe yoktu; Zazaların, kimlikleri uzun zamandan beri sadece Türk devletin tarafından değil, Kürtler tarafından da reddedilen apayrı bir halk olduğundan bahisle, Kürdistan ibaresini coğrafi bir isim anlamında da reddettiğinin işareti olarak, Zazaların eski anayurdu anlamında Zazaistan kelimesini peydahladı. İlk başlarda çok küçük bir okuyucu kitlesi varken, derginin çok sayıda kızgın Kürtün tepkisi alması üzerine, dergide söylenenlerin anlamlı olabileceğini düsünen ve giderek artan sayıda Zaza, bu görüşleri benimsedi. Henüz örgütlü bir milliyetçi Zaza hareketi gibi görünmemekle birlikte, Avrupa'da iki yeni dergi ve Türkiye'de yakın zamanda çıkan bir dizi kitapçık ile bir yandan yayım faaliyetleri giderek artarken, diğer yandan da bunların tamamı Zazaların hem Kürtlerden farklı olduklarını ilan ediyor.

Böylece, 1980'lerin sonuna doğru, Alevi Kürtlerin sadakati için üç ulusal veya etnik hareketin varlığı görülür: Türk(ce), Kürt(çe) ve Zaza(ca). Alevi kimliği, dil bağından potansiyel olarak daha kuvvetli ve dördüncü bir seçeneği temsil ediyordu. Bu durum, Dersimliler (ve genelde de Kürt Alevileri) arasında hem 'gerçek' ve 'asıl' kimliklerinin ne olduğu üzerine yoğun tartışmalara hem de kökenlerini arayışa yol açtı. Bu arayışın bir yanında, kendilerinden önceki nesillerin hem birbirlerine hem de komşularına ne gibi isimlerle hitap ettiğinin araştırılması vardı. Şaşırtıcı değildi, sonuç karar vermek için yetersizdi; belli ki eski nesiller bugünkü etnik anlamda düşünmemişlerdi. Kullanılan ya da atıfta bulunulan isimler, vadiden vadiye farklılık göstermekler kalmıyor, daha da ötesi, konuşulan dil ve kapsamda da değişikliğe ugruyorlardı.

Dersimliler, Zazaca konuştuklarında, kendilerine sık sık Kırmanc, dillerine de Kırmancki diyerek atıfta bulunur; bunlar da nerdeyse bütün Kürtçe konuşanların kendilerine ve kendi dillerine (Kurmanc ve Kurmanci) atıf yaparken kullandıkları isimlermiş gibi görünse de, atıfların farklı oldukları aşikardır.

Her ikisinin de, Türkçe konuştuklarında, bu isimleri Kürt ve Kürtçe olarak tercüme ediyor olmaları Kürt milliyetçilerinin görüşlerini destekler gibi görünür. Ama, Dersimliler (Zazaca konuştuklarında) Kurmanci diline Kırdasi derler, ve Sünni Kürt aşiretlere atıfta bulunurken de Kır ya da Kur derler. Murad ırmağının her iki yanında, doğularındaki Zazaca konuşan fakat Sünni komşularına verdikleri isim Kur ya da Kurmanc değil, Zaza ve dillerine de Dersim'deki Kırmancki ile neredeyse tıpatıp aynı olmasına rağmen Zazakidir. Daha çok Siverek civarında fakat Dersim'in de bazı yerlerinde Zazaca konuşanlar Dımıli ibaresini kullanır, ki, bu da bazı şarkiyatçıların (Hadank, Minorsky) önerdikleri üzere Daylami dilinin türevi olduğuna ve böylece Zazaların anavatanı olarak da Daylam civarına işaret ediyor olabilir. 'Zazacılar' Zazaların apayrı bir halk olduğunun ispatı amacıyla bu ismin varlığına sarılmaktan geri durmamışlardır.

Kimlik tartışması, bilhassa Avrupa'da sürgünde (gurbette) yaşayan Dersimliler arasında, giderek daha kuvvetlice Dersim'in (ve Kürt Alevilerinin) apayrı oldukları istikametinde devam etti: Alevi, fakat Türk, Zaza veya Kürt Alevilerinden farklı. Bu tartışmalardaki başhatiplerin bazıları kendi etnik kimlik alıgılarındaki kaymanın pekala farkındaydılar. Bunun irşad edici resmedilişini de, özellikle Zaza Alevilerine yönelik yeni bir yayın olan Desmala Sure'nin editörünün yazılımsal beyanatında bulabiliriz. Bir çok nesildaşı gibi, bu adam da, siyasi kariyerine bir Türk sol-kanat örgütünde başlamış, daha sonra Kürt soluna kaymıştır. 1980'lerde Zazacı bir duruşa doğru evrim göstermişken, daha sonraları, asırlar süren Sünni-Alevi catışmasının Zaza 'ulusu'nu farklı inançları olan iki 'ulus'a böldüğü görüşüne varmıştır. Bu editör, daha önceki amalizlerini gözden geçirişinin akabinde, "Bir zamanlar Dersim isyanlarının 'ulusal' ['Kürt milliyetçiliği'ni kastdiyor] bir kişiliği olmadığını savundum, fakat epeyi zamandır artık bu görüşte değilim. Bu noktada kendimi düzeltmek zorunluluğu hissediyorum: Dersim isyanları Kırmanc-Alevi isyanlarıydılar. Koçgiri isyanını Dersim isyanları arasına katış sebebim Koçgiri'nin [kültürel anlamda] batı Dersim'in bir parçası olmasıdır. Şimdi Şeyh Said isyanının bir ulusal isyan [yani, Sünni Zaza 'ulusu'nun isyanı] olduğu kanaatindeyim. 1987'de Şeyh Said isyanını bir Zaza isyanı olarak tasvir etmiştim; hala daha aynı görüşteyim"

En azından eski TİKKO/TKP-ML ve diğer sol örgüt eylemcilerinin bir kısmı bu tür görüşleri yakın bulmaktadır.

Zazacı ve 'Kırmanc-Alevi' hareketleri Dersim'de ve Türkiye'nin başka yerlerinde marjinal görülmesine rağmen, Kürt milliyetçileri tarafından potansiyel tehlike olarak algılandılar ve Türk gizli polisinin Kürt kadrolarında ayrışmaya yol açmak için kullandığı bir araç şüphesiyle karşılandılar. Anlaşılır sebeplerle, bütün Türkiye'de Alevi canlanmasının resmen desteklenmesini de, Kürt Alevileriyle diğer Kürtler arasına nifak sokmak olarak görüp aynı derece kuşkuyla karşıladılar. PKK'nın, en önemli Kürt milliyetçi örgütünün, Sünni İslamla yakın zamanda uzlaşması, Alevilerin eski korkularını depreştirip Kürt milliyetçiliğini reddetmelerini kolaylaştırdı.

Bu tehlikeye bir tedbir amacıyla, PKK, uygun bir ismi olan Zülfikar dergisiyle özellikle Alevi Kürtlerin korkularını gidermek amacıyla ideolojik bir karşı-saldırı başlattı. Antetinde 'Aslını inkar eden haramzadedir!' gibi çok iyi seçilmiş bir slogan ve Alevi sembolizmalarını kullanım zenginliğiyle, Kürt olduklarını unutmamalarını, Aleviliği Türklükle ilişkilendirildiği devlet propogandaları ve burjuva Alevi önderlerinin düzenle (Sünni ve devlet) işbirliğine kanmamalarını ikaz etti. Dergi, özellikle, Alevilik üzerindeki devlet kontrolünü temsil ettiğini düşündüğü Bektaşilik ile Kürt Alevlerinin ilişkisini koparmak için gayret eder.

Dersim'in kimliği üzerindeki tartışma sadece kelimeler üzerinde gerçekleşmez. 1994'te, PKK, Dersimlileri bir siyasi tercih, Kürt hareketine taraftar mı yoksa muhalif mi olduklarını, göstermeğe zorlamak amacıyla Dersim ve havalisindeki gerilla eylemlerini artırdı. Bunun bir benzerini, Türk ordusunun sivil halka karşı acımasız davranışları yüzünden, yaygın destek bulmak açısından bir nebze başarı elde ettiği Irak sınırının kuzeyinde de 1984'ten beri yapmıştı. Hükümet de buna, belki de cumhuriyetin kuruluşundan beri en büyük ölçekli harekatla, Dersim'in köylerinin yaklaşık üçte birini zorla tahliye ederek ve kısmen ya da tamamen imha ederek karşılık verdi.

Sonuç

Kürt Alevilerinin kimliği tartışması hala bir karambol halindedir. Türkiye'deki başak hiçbir grup içinde kendini en uygun şekilde tariflemek için bu derece yoğun ve şuurlu bir arayış yoktur. Dersim'in zamanla boşalması –bugün Türkiye'nin başka yerlerinde ve Avrupa'da Dersim'dekinden çok daha fazla Dersimli var– galiba geleneksel Dersim kültürünün ve ibadetlerinin çoğunun artık kaybolduğunu, ya da kaybolmak üzere olduğunu, gösteriyor. Genç Dersimlilerin sözel kültürü kaydetmek ve muhafaza etmek için sarfettikleri gayret teslim edilmesi gereken bir gerçek olsa da, sadece bu gayretlerin varlığı bile geleneklerin aslında ölmüş olduğunu da gösterir. Bu muhafaza gayretlerinin bir başka tarafı da Dersim ve kültürünün yeniden icad edilmesi yolunda kasıtlı niyetler ve menşeinin sağlamlaştırılmasıdır. Sözel gelenek, kimlik tartışmaları ile doğrudan alakalıdır ve birbiriyle çekişen bütün görüşlerin temsilcilerinin, sistematize ederek ya da kendi ideolojileri doğrultusunda yorumlayarak, mecburen sığındığı yerdir. Bu yolla da, yaşayan yepyeni, yazılı ve çok da fazla yerel unsurlar içermeyen bir geleneğe katkıda bulunuyorlar.

Kürt Aleviliğinin menşei hakkındaki sorular herhangi bir kesinlikle ya da inandırıcılıkla cevaplanamayacaksa da, tartışma devam edeceğe benzer.