Yaz köşenden

Aşağıdaki yazı 07 Mayıs 2007 tarihinde Yıldırım Türker imzasıyla Radikal gazaetesinde yayınlandı.

Yıldırım Türker, benim sık okuduğum bir yazar değil. Bu yazısını da başka bir yerde verilen link üzerine okudum. Okuduktan sonra, sık okumadığım yazarlardan biri olmadığından dolayı herhangi bir hayıflanma duygusu yaşamadım.

Neyse. Şimdi, bu yazıya biraz bakalım isterim. Diyeceklerimi yazının paragraf aralarına yazacağım.

Ekranımıza bolca profesör, bilim insanı dadandı. En muteber bulunan kimilerinin düşünce biçimleriyle tanıştıkça hem Türkiye hem de bilim adına kaygı duymamak mümkün değil.

İlginç... Yıldırım beyle duygularımızın benzer olduğunu söylemem lazım. Tek farkla: Gazetelere “dadanan” köşele yazarlarının bazılarıyla karşılaştıkça bende de ciddi kaygılar beliriyor.. Bu, duyguya bu yazarımızın da yol açtığını söylemezsem eksik bir ifadede bulunmuş olurum.

Her fikirden insanın aklını başına toplayıp tarihçilere havale ettiği Ermeni katliamı konusuna kendini adamışlığına daha önceki çalışmalarından tanık olduğumuz Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu'nun son yiğitlik gösterisi de kof çıktı.

Hay Allah.. Heyecanlı olmağa başladı yazı..

Durun bakalım, nasıl olmuş o 'kof' çıkma işi?..

Daha önce TTK ile Ermeni tarihçi Ara Sarafyan, Harput Ermenileri üzerine araştırma yapmak üzere sözleşmiş, ancak Halaçoğlu'nun 1915 yılı Harput'una ait belgeler bulunmadığını açıklamasıyla çalışma daha başlamadan sona ermişti.

Ee.. Yıldırım bey, âlim beyimiz, bu belgelerin kesinlikle var olduğunu biliyor olsa gerek.. Bu denli otoriter 'kendinden menkul' bilirliği olmasa, böyle ileri geri laflar edip 'kof çıktı' filan demezdi herhalde...

Ama, acaba gerçekten öyle midir?

Bilmiyoruz. Çünkü, bu konuda tek laf etmemis hazret..

Geçtiğimiz ekim ayında Gündem gazetesinde Nusaybin'in Kuru (Xirebaba) köyünde köylüler tarafından bulunan toplu mezardan fotograflar yayımlandı. Pek çok kafatası ve kemik fotoğrafları. Mezar yeri için kazılan araziden geniş odalı bir mağara, mağaradan birçok kemik çıkmıştı. İsveç'te 'soykırım uzmanı' olarak görev yapan Prof. David Gaunt, mezarın 1915 ve sonrasında katledilmiş Ermeni ve Süryanilere ait olabileceğini iddia etti.

Şimdi.. ilk aklıma gelen şeylerden birisi, bu 'soykırım uzmanı' pâyesini bu Prof'a kimin verdiğidir..

Neyse. O kadar da önemli değil.

Gelelim konuya..

Ne olmuş?

'İddiâ' etmiş.. o kadar.

Ama, elin Prof'u yanılacak değil ya.. Yanılsa yanılsa sadece bizimkiler yanılır.. Hele de maaşı devletten alanlar.. kesinlikle yanılmağa mahkûmdurlar.

İddianın İsveç Parlamentosu'na taşınması üzerine Halaçoğlu, hodri meydanı çekip Gaunt'a ortak araştırma önerisinde bulundu. Önceki gün ilk araştırma yapıldı.

İyi.

İsveç'ten kalkıp gelen

Çok yorulmuştur..

'İsveç'ten kalkıp' gelmiş koskoca prof.... bunu da hemen ve böyle söylemeden geçmemek lazım.

Daha bir dramatik olsun diye.

profesör Gaunt'u sevimsiz bir sürpriz bekliyordu. Nitekim on beş dakika süren 'saha çalışması'nın ardından durumun 'bilimsel açıdan bir kâbus' olduğunu söyleyecekti.

'Bilimsel açıdan kâbus'..

Hmmm.. Her anlama çekilecek bir laf..

Peki de, 'sahtekârlık' filan da dedi mi?

Yok, ben rastlamadım.

Gaunt, sağanak yağmur altında mağaraya inildiğini ve gördükleri karşısında şaşkınlığa uğradığını anlatıyordu: "Mezara indiğimizde daha önce fotoğraflarda görülen iskeletler ve kafatasları yoktu. Birkaç kemik parçası dışında mezar boştu. Bütün yolu, içinde neredeyse hiç iskelet olmayan bir mezara atlamak için mi geldim?.. Üstelik iskeletlerin olmadığına bir tek ben şaşırdım. Diğer profesörler, kaymakam, arkeolog gayet mutlulardı. 'Nerede iskeletler?' demediler. Yağan yağmurun suyuyla kemiklerin toprağın altına gömülmüş olabileceğini söylediler ama kazıp çıkarma girişiminde bulunmadılar. Demek ki orada bir şey olmadığını onlar da biliyorlardı Hiçbir koşul bilimsel çalışma yapmaya uygun değildi, bilimsel açıdan kâbus gibiydi."

Yağmur yağmış mağarayı sel basmış...

Ya da iskeletler filan oradan alınmış..

Olabilir..

Yani, hepsi hem mümkündür, hem de muhtemel..

Peki de, bu, taa 'İsveç'ten kalkıp gelen' kıymetli 'soykırım uzmanı' zat-ı muhteremi sınırdışı mı etmişler?

Yani, hazır 'kalkıp gelmiş', biraz daha kalıp daha derinlemesine araştırmalar yapamaz mıydı?

Ya da, iskeletlerin nerede olduğunu filan sormak aklına gelmemiş mi?

Geçtiğimiz ekim ayında mezarın ilk halinin fotoğrafını çekenDicle Haber Ajansı muhabiri Bergüzar Oruç , mezara ilk geldiğinde kemiklerin, iskeletlerin ve 50'ye yakın kafatasının sayılabildiğini söylüyor. Şimdi ise sadece birkaç kemik kaldığını teyit ediyor.

Anladııımm.. 'Dicle Haber Ajansı muhabiri Bergüzar Oruç' nedense derhal muteber bir şahit olabiliyor ve onun dedikleri esas alınabiliyor da, bizim köşesinde dörtköşe yazılar peydahlayan Yıldırım beyimizin telefona dahi olsun sarılıp bunu resmi ya da diğer ilgililerle konuşmak aklına bile gelmiyor..

Öyle görünüyor.

Aksi olsaydı, “aradım ama benimle konuşmadılar” filan gibi daha sansasyonel bir şeyler yazmak fırsatı çıkacağından, bunu heba etmezdi gibime geliyor bana da ondan.

Bu arada Halaçoğlu, mezarın Roma döneminden kalma olduğu iddiasında ısrarlıydı. Her fırsatta bu görüşünü tekrarlıyor, "Antropologlara, Adli Tıp uzmanına, savcıya falan gerek yok; işte gittik gördük, örnek aldık, bunlar Roma kalıntılarıdır" diyordu. Gaunt'a göreyse durum farklıydı: "Mezar Romalılardan kalmış olabilir ama Romalılar ölülerini çok daha özenli gömüyorlardı. Fotoğraftaki iskeletler dağınık bir şekilde duruyordu. Romalılar o şekilde gömmüyorlardı ölülerini. Ayrıca biliyoruz ki, I. Dünya Savaşı sırasında yaşanan olaylarda cesetleri kuyulara, mağaralara atıyorlardı. Mezar mekânı Romalılara ait olsa bile, kemiklerin kime ait olduğu hâlâ belli değil. Kimdi o insanlar?"

Gaunt'un Roma uzmanı olduğunu da öğrendik bu arada.

Ama, önemli değil. Tabii ki, o kemiklerin kimlere ait olduğunun bilinmesi gerekir.

Böyle anlarda da aklıma hep şu soru takılır: 'İskelete bakarak ırk teşhis edilebilir mi?'

Bırakın pratiği, teoride dahi bu mümkün müdür?

Mümkünse, 'kafatasçılık'la niçin onca zamndır dalga geçiyoruz? O kadar da tutarsız bir şey olmasa gerek..

Halaçoğlu, "Yağmurla içeriye yarım metre su dolmuş, biraz da toz toprak girmiş ve kemiklerin üzeri örtülmüş," diyor. Ona kalırsa araştırma, mağara Roma dönemine ait olduğu için son buldu. "Dedim ki, parça ister misiniz, topraktan analiz yapacak mısınız? Yok dediler. Çünkü kemikler Roma dönemine aitti. Eline kazmayı da verdik, küreği de. Bakmadı bile." David Gaunt yanıtlıyor: "Toprağı kazıp örnek alabileceğimi, bazı küçük kemikleri alabileceğimi söylediler. Bunun bilimsel çalışma için yeterli olmayacağını, normal bilimsel prosedürü takip edip etmediğimizden emin olmadığımı söyledim."

'Yeterli olmayaca'kmış..

İyi de, yetersiz de olsa bir şeyler almak çok mu anlamsız olurdu?

Radikal'de konuyla ilgili haberi hazırlayan İsmail Saymaz, haberine Mardin Süryanisi Sait Yıldız'ın dediklerini de eklemiş. Yıldız üzgünmüş. Ama bu topraklarda yaşayan bir doğal zanlı olarak herhalde şaşırmamıştır. Şöyle demiş: "Gelmeden önce mezarın temizlendiğini duymuştuk. Ama bu kadarını tahmin etmedik."

Tamam.. şimdi anlaşılmıştır.

Haberi birisi (İsmail Saymaz) hazırlamış, diğeri (Yıldırım Türker) de köşesinde servis yapmakla meşgul.

Bunun adı da gazetecilik oluyor.

Tabii ya. Niçin bunu daha önce ben düşünemedim.

Bayağı zor iş imiş böyle köşe yazarlığı.

TTK (Tarih Tahrip Kurumu) Başkanı Halaçoğlu, Cumhuriyetini seven mutlu bir Türk. Yani bir Mutlu Türk Bilim İnsanı.

Ve... Yıldırım Türker.. Oturduğu yerden bir şeyler yazan bir köşe kalemi.

O kadar olsa

Yani, daha fazlası da var.. Tüh.. yandığımızın resmidir.. Zaten hep demez miyim: 'Yaşanmaz bu memlekette'..

Bir başka değerli Profesörümüzle de artık yakından tanışıyoruz. Profesör Doktor Necla Arat, son 'laik şahlanış' mitinglerinin düzenleyicilerinden, militan ruhlu bir bilim insanı.

Hay Allah... Çok şükür ki, hanımefendinin bikinili bir resmini ellerine geçirememişler diyesim geldi şimdi..

Öyle ya, daha lafa başlamadan çamur atmak için böyle bir şey çok daha elverişli olurdu herhalde..

Geçen gün ekranlarda gururlu bir panelist olarak yerini almıştı. Karşısındaki düşman güçlerin askeri muhtıra konusundaki kaygı ve eleştirilerini içtenlikle anlamıyordu. Münazarasını üstüne kurduğu 'fikir' şuydu: 'Mühendisler, işadamları, aydınlar, siyasetçiler fikirlerini söyleyebiliyor da askerler neden vatandaş olarak fikirlerini belirtmesin? Onların fikirlerini belirtmesinden neden rahatsız oluyorsunuz?' Askerin hassas vatandaş olarak portresini demokrasi mücadelesi diliyle çizebilmek hanımefendi gibi yüksek rütbeli bir sosyal bilimcinin demokrasi tanımına değerli bir katkısı olarak geçmeyecek literatüre. Askerin fikir ve taraf belirtmesinin silah çekmek anlamına geleceğini, silahlı olanın malumat değil ancak talimat vereceğini, kaldı ki arkasında onca darbe olan askerin ağzını hayra açmayacağını bu rütbeli bilim insanına kim öğretecek?

Aferin. Ben bu 'gazeteci' çocuğu sevdim. Akıllı lakırdılar ediyor vesselâm..

Onun bu kadar akıllı olduğunu tahmin etmezdim desem yanlış olur –sonuçta eli yüzü düzgün sayılacak bir gazetede köşe yazarı olmuş; dolayısı ile mutlaka çok akıllıdır.

Bu aklı kaleminden sızan arkadaşımıza, benim yetersiz aklımla, soracağım bir iki soru olacak.. Keşke, o liberal ruhban kalemiyle cevaplasa..

Nihai analizde, 'silah' dediğimiz şey, sonuçta bir zarar verme, öldürme, yok etme enstrümanı değil midir? Mutlaka demir-çelikten de olmak zorunda da değil..

Tabii her defasında kullanılmaz, genelde de bir tehdir unsurudur.

Yıldırım beyimizden benim anladığım, 'tehdit unsurunu kumanda edenler, zarar verecek imkanları olanlar konuşmamalıdırlar'..

Peki..

Peki, de.. bu durumda, meselâ, Maliye Bakanının da hiç konuşmaması gerekmez mi?

Öyle ya, Maliye Bakanıın elinde herkesin ödünü patlatacak en korkunç silahlardan birisi vardır: Tek emri ile, koskoca Gelirler Genel Müdürlüğü ve müfettişleri harekete geçebilir ve istediği ocağa incir dikebilir...

Siz nasıl düşünürsünüz bilmem, ama benim bildiğim iş dünyası Maliye Bakanından korktuğunun binde biri kadar TSK'dan korkmaz.

Ben de, dolayısıyla, Maliye Bakanının konuşmamasını, hatta günlük hayata hiç karışmamasını arzu ediyorum.

Bu konuda da böylesine dramatik, demokratik ve militanize yazılar yazacak mıdır acaba?..

Cumhuriyeti konusunda son derece hassas ve kıskanç olan Arat, aynı hassasiyeti demokrasiden esirgediği gibi karşısındakilerden de esirgemekte bir beis görmüyordu. Sözgelimi idam edilmiş babasının resmi önünde oturmuş olarak programa bağlanan Aydın Menderes'in yüzüne karşı 60 darbesini savunuyor, darbeler içinde bir darbe bilirim edasından hiç taviz vermiyordu. Bu demokrasi uzmanı sosyal bilimciye göre darbenin iyisi de kötüsü olurdu.

Vay canına.. Ne kadar acıklı oldu burası...

Eminim Aydın Menderes, aradan geçen 40 sene sonunda ilk defa karşılaşıyordu 27 Mayıs'ı tamamen hatalı bulmayan birisi ile.

Ve, eminim yıkılmıştır adamcağız...

Arat'ın askerinin apoletinden toz aldırmayan tavrı yeni değildi elbet. kendilerini bundan 4 yıl önceki kahramanlık performansından hatırlıyoruz.

Eh.. tabii ki, unutmamak iyi bir şeydir.

2002 yılında Almanya Köln'de bir panele konuşmacı olarak katılan Avukat Eren Keskin'in söyledikleri üzerine Hürriyet gazetesi bir haber yapmış, aynı panele konuşmacı olarak katılan Necla Arat'ın da görüşlerine yer vermişti. Keskin panelde ordu-siyaset ilişkisinden söz etmiş, gözaltında tecavüzlerde, tecavüz eden asker sayısının polis sayısından fazla olduğunu ama Türkiye'de ordunun bir tabu olduğundan şikâyet edilemediğini anlatmıştı. Arat, duruma müdahale ediyor, askerine 'tecavüzcü' diyen avukatı milletine ve gerekli mercilere şikâyet ediyordu.

Vay canına.. Bu hanımefendi gerçekten iflah olmaz birisi.. bu belli.

Öyle ya, birisi –bir başkası– çıkmış istediğini söylüyor; ama bu 'kadın' (!) onunla hemfikir olmuyor.. Olacak iş değil.

Bu haber ve demeç üzerine, Genelkurmay Başkanlığı Bağcılar Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyurusunda bulundu.

Ayıp etmişler. Derhal kabul etmeleri gerekiyordu.

2003 yılının şubat ayında yapılan duruşmaya Prof. Dr. Necla Arat tanık olarak, Av. Eren Keskin de sanık olarak katıldılar. Arat'ın sözlerine dayanarak hazırlanan iddianamede Eren Keskin'in Türk ordusuna tecavüzcü dediği belirtiliyordu.

Çok kötü. Bari Savcının önünde caysaydı 'kadın'.

Arat orada da gururluydu. "Ben de düşünce özgürlüğünden yanayım. Onun Köln'deki toplantıda kişisel düşüncelerini açıklaması hakkıdır. Ancak, Türk devleti ve ülke bütünlüğü açısından zarar veren ve Türkiye'nin zararına söylemleri karşısında bilinçli bir vatandaşlık davranışı şeklinde bir tepki verdim. Bosna'daki tecavüzleri bütün dünya biliyor. Burada bir-iki münferit olay yaşanmışsa bile, bunların belgesi yok" diyordu.

Hakikaten.. 'kadın'ın dediklerinin hiçbir tarafı anlamlı değil.

Değil.. di mi?

Arat, Eren Keskin'in sorusunu da yanıtlıyordu: "Almanya'dan döndükten iki-üç gün sonra bana telefon edildi, Genelkurmay Başkanı'nın benimle görüşmek istediği söylendi. Kendisi bana nezaketle, tepki ve duyarlılığım için silahlı kuvvetler adına teşekkür etti. Gazetede çıkan haberler üzerine beni aradığını söyledi. Genelkurmay Başkanı dışında pek çok vatandaş aradı ve teşekkür etti."

Bunlar da olacak şeyler değil.

Bu vatandaşlar, özellikle de sade vatandaşlar, birer faşisttirler mutlaka.

Av. Eren Keskin savunmasında, şimdiye kadar söylediklerinin hep arkasında durduğunu, söylediklerinden ceza almaktan korkmadığını belirtiyor ve karşısındaki bilim insanına, bilim adına da vazgeçilmez olan şu dersi veriyordu: "İnsan hakları savunuculuğunun milliyeti olmaz. Ben insan hakları adına bir şey söylüyorsam, kimin rencide olacağıyla ilgilenmem."

Buna katılırım.

Kimlerin rencide olabileceği ile ilgilenmek zorunda değildir. Beyan özgürlüğünü istediği şekilde kullanır.

Ama, rencide olanlar kendi özgürlükleri içinde tepkilerini verirler ve konu hal yoluna girer.

Ya da girmez.

İyi de, Yıldırım bey burada niçin taraf oluyor ki?

Yerim yetse daha kimler var anlatacak. Şu kadarını söyleyerek bitireyim.

Bitirmek? Evet, lütfen. Daha fazla dayanamayacağım çünkü.

Türk bilim insanlarımız teyakkuzda. Çocuğum yüksekokullar okusun, bilim insanı olsun diye çırpınırken bir daha düşünün. Hem askeri okullar parasız.

Ya da, oturduğu yerden köşe yazarlığı yapmak kolay ve bayağı da iyi paralar veriyorlar.

Neyse.

Şimdi, dönelim ilk konuya.. Hani, şu 'soykırım uzmanı' prof vardı ya.. Prof. David Gaunt, yani..

Biraz bakındım. Hakkında bulabildiğim çok şey yok. Ermeni sitelerindeki duyurularda ismi geçiyor. Olsun, ben bunu böyle söyleyerek adamın ard niyetli olduğunu söylüyor değilim.

Rastladığım ilk duyuru 'Armenian Genocide' ('Ermeni Soykırımı') isimli bir sitede. Diğeri de 'Armenian Diaspora' (Ermeni Diyasporası) isimli sitede.

Buralarda bu Prof'un –konuyla ilgili– kısa bir özgeçmişi de var.

Konuyla ilgili baika birkaç şey daha var. Mesela şu paragraf:

Gaunt's work is based on unique access to hundreds of documents in the archives of Istanbul and Ankara, as well as documents of Iranian, Russian, Arabic, Armenian, Assyrian, French, and German origin. Most of these documents have never been published before. In addition, nearly forty persons were interviewed about their experiences of the war period. The Turkish documents confirm events and decisions of what was believed to have happened, but for which evidence has been lacking. In some ways the new documents fill in the blank spaces in the history of genocide.

Kısaca özetleleyim:

Gaunt'un eseri, sahasında bir 'ilk' olarak, İstanbul ve Ankara'daki arşivlerdeki yüzlerce belgenin yanısıra Fars, Rus, Arap, Ermeni, Süryani, Fransız, ve Alman menşeli belgeye dayanıyor. Bu belgelerin çoğu daha önce yayınlamış değil. Buna ek olarak, yaklaşık kırk kişi ile dönemle ilgili yüzyüze görüşme de yapıldı. Türk belgeleri, var olduğuna inanılan fakat belgelenememiş, vak'a ve kararların varlığını teyid eder mahiyette. Bazı açılardan, bu yeni belgeler soykırım tarihindeki boşlukları doldurmaktadır

Evet, 'var olduğuna inanılan fakat belgelenememiş, vaka ve kararların varlığını teyid eder mahiyette'.. Kim tarafından 'varlığına inanılan' ve ne gibi 'karar ve vakalar'dan bahsedildiği pek açık değil gerçi.

Bu böyle de, size daha ilginç bulabileceğiniz başka bir şey daha aktarayım:

Prof. Gaunt tarafından yazılan kitabın başlığı tam olarak şudur: Massacres, Resistance, Protectors: Muslim-Christian Relations in Eastern Anatolia During World War I

Yani, "Katlıamlar, Direnişler, Koruyucular: Birinci Dünya Savaşı Sırasında Doğu Anadolu'da Müslüman-Hiristiyan İlişkileri"

Dikkat ettiniz mi siz de?

Bu başlıkta ben 'soykırım' ('genocide') lafı filan göremedim.

Acaba Yıldırım beyimiz görmüş müdür?

Hiç sanmıyorum. Görmek için önce bakmak lazım.

O kadarını yapabilenler, hele bir de ilgililerle telefonla dahi olsun konuşurlarsa, bu memlekette 'araştırmacı gazeteci' sayılıyor.

Yıldırım bey, zinhar, o değil.

O, 'köşe' yazarı.

Ve, galiba bir 'beşik yazarı'.. tıpkı eskiden 'beşik ulema'larımız olduğu üzere..