Va'dettiği günler Hakk'ın

Bazı insanlara uyku haramdır; bunların --aynı zamanda-- 'yatacak yeri yok' taifesinden olup olmadıklarına uyumadıkları zamanlarda nelerle meşgul olduklarına da bakarak karar vermek gerekir.

Bir kısım uyumazın bakmağa da gerek duyurmayan lüzümsuzlukları vardır ki, şükran duymak gerekir --yormazlar sizi. Fakat, nadir de olsa, aradabir baksanız da karar veremeyeceğiniz, sizi fersah fersah aşmış birileri de çıkabilir karşınıza..

Fırsata şükretmeniz gerekir, de, karar vermeği bir yana bırakın, anlamak için sarfedeğniz gayretler yüzünden size çektirdiği çileleri de sineye çekmek zorunda kalmak yok mu, insana asıl o koyar..

Eğer siz de benim gibiyseniz, sizi aşağılamayan fakat aynı zamanda da aptallığınızı --tartışmaya mahal vermeyecek şekilde-- size aşikar kılan birisini takdir ederseniz; yani, başkasının pek farketmemiş olduğu bir hastalığınızı teşhis eden doktor gibi, aptal olduğunuzu size farkettiren birisine, bir taraftan kızarken, öteki taraftan da şükran duyarsanız, Yalçın Küçük'le karşılaşmıssınız demektir...

'Karşılaşmak'tan kastım da eserlerinden birisiyle karşılaşmış olmak, okumak anlamındadır. Yoksa, ben Yalçın hocamla hiç yüzyüze gelmiş değilim. Büyük bir ihtimalle gelmek de istemezdim... zevklerimizin uyuşacağını hiç sanmıyorum. Mesela, onun gibi kırmızı bir fular hayatta takmam ben. Müzik zevkimiz de birbirini tutmaz. Ben de klasik Batı müziği severim, ama eser miktarda... Türkülerimizi, Yalçın hocamın 'köylülük' diyerek aşağılamasını kendi ağzından duysam --açık söylüyorum-- saygı-maygı dinlemem, çıngar çıkar..

Eminim başka bir sürü böyle ufak-tefek ama kişisel açıdam önemli nice detaylar daha vardır anlaşmamızı engelleyecek.. Zaten, devlerin yakından görünüşü de cüce değil midir? Bazı devlere yakında bakmamak gerek yani.. çok yanıltıcı olur..

Kitaplarının bir kısmını okudum. Yanlış anlamayın, 'bir kısmını okudum' demekle 'bir-iki kitabını okudum' demiyorum; bir kaç düzineyi bulmuştur belki de.. ama, hepsini okudum diyemem. Kaç tane olduğunu bilmiyorum --o da bilmiyor. O benden çok daha kısa, ve kitaplarının boyunun beni aştığına eminim...

Bugüne kadar da, her defasında elime aldığım yeni kitabını 'keşke bunu hiç yazmasaydı, lüzumsuz tekrarlar var' diyebilmek için de okurum biraz. Ama, yok.. bir defa dahi bunu diyemedim..

Bu, onun her dediğinin doğru ya da isabetli olduğunu düşünüyor olduğum anlamına mı gelir. Tabii ki, hayır. Kimsenin her dediği doğru olamaz ki. Fakat, Yalçın Küçük'ü hem ilginç hem de önemli kılan, dediklerinin çoğu zaman yeni oluşu --yani, bakir sahaları ele alır--, ya da yorumlarının yeni ver karklı oluşudur --yani, ezberleri sarsar. En azından, benim ezberlerimi ikidebir allak bullak eder..

Bir de, garip bir kibiri vardır. Kibir desen değil; değil desen hiç değil. Ben buna 'kendini bilmek' diyorum, yani kendi kalibresini bilir ve bundan dolayı da kimseden özür filan dilemez.

'Yiğit yiğidi gözünden tanır' prensibi yüzünden olsa gerek ki, bugüne kadar da kimse ona 'gözünün üzerinde kaşın var' da diyememiştir --olsa olsa, "Yalçın Küçük'tür, mide bulandırır" diyen olmuştur; ve Yalçın Küçük'ün de bundan zerre kadar alındığını sanmıyorum --ben de olsam takmazdım; diyenin kalibresine bakar geçerdim.

Geçen gün sinemaya gideceğim tutmuştu. Vaktinde yetişemeyince, iki saat beklemek gerekti. O sırada, oradaki kitapçıya girdim ve iki düzine kitap aldım. İçlerinden 4-5 tanesi de Yalçın Küçük'ün kitaplarıydı. Kimisini daha önce okumuştum, ama yeni basımları azıcık daha genişletilmiş olduğundan onları da aldım. Bunların arasında 'Tekelistan 1' isimli kitabını da vardı. Bir saat kadar bir zamanda kitabın bir kısmını da orada okudum.

Diğer kitabının, 'Tekeliyet 1'in, sadece önsözüne zaman ayırabildim. O önsözde, 'Salyangoz Edisyonu İçin Kısa-Söz'de dedikleri arasında şunlar da vardı:

Ben mi? Ben, her zaman pek de yeterli olmadığım, ancak yapılmayan işeri yapıyorum. Hep ansiklopedi yazıyorum. Kimseleri beklemiyorum ve hiç arkama bakmıyorum.

Hepsi benim için, bir ansiklopedi maddesi yazmak üzere 'bahane'dir.

Ne yapabilirm ki, önce yaptıklarımın bir üniversite işi olduğunu düşündüm ve bir üniversitenin işini üstlendiğimi fark edince ürktüm.

Sonra seksen üniversitenin işini üzerime aldığımı gördüm ve rahatladım.

Çünkü, seksen üniversiteyi topladığımızda elde bir 'sıfır' kaldığını hesapladım; hepsi bir 'sıfır' ise, bana yaptığımı yapmak düşmektedir.

Yazdıklarımı hiç okumuyorum; bir veya iki kez okuaycak gibi oldum; anında, daha iyi ve güzel yazabileceğimi anladım.

Daha iyi ve daha güzel yazmaya zamanım yok; yazdıklarımı okumaya da vaktim yok, bir 'sömürge' Türkçesi ile 'dönmüyorum'.

Söylediklerime bakmıyorum, henüz kendimi televizyonda hiç görmedim; daha doğru'yu bulmaya ve anlatmaya zaman ayıramıyorum, ama, daha az doğruya ise hiç tahammül edemiyorum.

Sömürgeci Türkçesi ile, sadece 'üzgünüm' diyebiliyorum..

Bu kitabı da okuyacağım, ama, şimdi 'Tekelistan 1'e geri dönelim ve sayfa 35'e bakalım istiyorum:

Şimdi, sormanın ne kadar verimli olduğunu daha iyi görüyorum. Birlikte yaptığımız çok basit bir tarama ile bunları bulabiliyoruz.

Bir, 'Türkler'in 'İstiklâl Marşı'nda, 'Türk' sözcüğü geçmemektedir.

İki, 'İslâm' ve 'müslüman' kelimelerine de rastlamıyoruz.

Üç, 'Allah' ve 'Tanrı' yer almıyorlar.

Dört, Türk tarihi ve kahramanlıklarına atıf bulunmamaktadır.

Beş, devam etmiyorum ve bu sırlı alana girmiş olanlar ile diğer araştırmacılara bırakıyorum.

Her halde, bu bulgular hepimiz için yeni ve şaşırtıcı olmalıdır. Demek ki, Akif'i unutsak bile, sormak her zaman verimlidir. Çok kısa bir yoldan, İstiklâl Marsı'mızın analizine başlayabiliyoruz.

Ve, Akif'in, bazı kelimeleri kullanabilmek, yanyana getirebilmek için, şiirini ne kadar zorlamış olduğunu da tespit edebiliyoruz.

Daha önce, 'Gizli Tarih'te not ettim, her dinin Allah'ını tarif eden peygamberlerdir; İslâm'da Peygamber Hazretleri, 'lâ ilâhe illâllah' diyordu, 'ilah yoktur Allah'tan başka' anlamındadır.

Öyle, güzel, amma pek de calib-i dikkattir {dikkat çekicidir}, adı üzerinde 'İstiklâl Marşı', bir cenkler manzumesi olmak durumundadır; cenk edenler 'Allah-u Ekber' deyu yürüyorlardı ve Ersoy, bunu unutmuştur.

Bunun yerine "va'dettiği günler Hakk'ın" var.

Peygamber Hazretleri Muhammed'in haberini verdiği 'Allah'ın vaad ettiği günler'den haberimiz yoktu ve artık olmuştur. Bunu, bu haberdar oluşumuzu, herhalde isim-bilime borçluyuz.

İlginç.. değil mi?

Ben de, ne zaman İstiklâl Marşı'nı okusam, hem çok severim, hem de yadırgarım.. Bir şeyler hep eksik gibi.. ya da bir şeyler fazla gibi..

Mehmet Akif Ersoy'un aslen Arnavut olduğunu biliyoruz.. fakat, Arnavutluk'ta doğup büyüdüğü için mi Arnavut sayılmıştır --kendisi de kendinin Arnavut olduğunu söyler-- yoksa, ırken mi Arnavuttur; bilmiyorum. Hem, Arnavutlar hangi ırktır; onu da bilmiyorum. Kısacası, Arnavutlar hakkında hiç bir şey bilmiyorum.

Fakat, konu Arnavutların menşei değil, haliyle: Mehmet Akif Ersoy'un menşei, şeceresi ile ilgili..

Benim için, bugüne kadar, İstiklâl Marşı'nın şairinin şeceresini sormak hiç gerekmemişti... Aklıma dahi gelmemişti çünkü..

Fakat, şimdi Yalçın Küçük'ün yukarıda yazdıklarını okuyup İstiklâl Marşı'nı daha bir dikkatle inceleyince.. iyi bir şairin elinden çıktığı aşikar olmakla bereber, hayli zorlamalar içerdiğini, daha da önemlisi, içinde bir sürü İslâmî motifin eksikliğini farkeder gibi oluyorum..

Hay Allah..

Doğru olabilir mi bu?

Yok yok. Biz bilmez miyiz?.. Yalçın Küçük'tür bu.. İsim-bilim filan hikaye; o, muhakkak, abesle iştigal ediyordur gene.

Ve, sanki başka konu kalmamış gibi.. yememiş, içmemiş, yatmamış, uyumamış.. bula bula İstiklâl Marşı'nı bulmuş dil uzatacak..

Muhakkak öyledir; ve, yatacak yeri de kesinlikle yoktur...