Seyf ül Yahve. Turkler?
Aşağıdaki pasaj, birkaç gün önce okuduğum bir kitaptan (Kıskaç, Askeri Stratejiye Göre Kaostan Çıkış –Hakan Taşkın. ISBN: 9944-975-17-6) alınmıştır. Fena bir kitap değil, konusunu oldukça mülayım ve tarafsız sayılacak şekilde incelemeğe çalıştığını söyleyebilirim, Belki de, lüzumsuz denecek kadar tarafsız olmağa çalışıyor olduğunu söylesem daha isabetli olurdu. Neyse, zaten amacım bu kitabın eleştirisini yapmak ya da özeti vermek değil.
Sadece, kitaptan –oldukça iyi bir özet olduğunu düşündüğüm– bir bölümü alıyorum. Kısa bir alıntıdır. Vaktiniz varsa okumanızı tavsiye ederim.
Osmanlıların Musevilerle ilk tanışması 1324 yılına rastlar. Orhan Gazi Bursa'nın fethinde, Bizans yönetiminde yaşayan Bursa Musevileri, Osmanlıları kurtarıcı olarak karşılamışlar ve önemli destekler sağlamışlardı.
Bu çabaları karşılığında da, Orhan bey, şehir hayatını canlandırmak için, Suriye ve Edirne'den sarraf ve darphane uzmanları ile Musevi zanaatkarlar getirmiş ve Etz Hayim sinagogunu inşa etmelerine izin vermişti. Museviler, Bizans yönetiminin aksine, Osmanlı yönetimi içinde her türlü mesleği icra edebildiler; kırsal alanda ve şehirlerde mülk edinme haklarına kavuşturuldular. Edirne'nin fethinde Türklere yardımcı olan fakir Musevi topluluğu, buradan çekilen Hıristiyan toplulukların yerini doldurdu; ayrıca, şehir ekonomisini canlandırmak için Avrupa'dan göç eden Yahudilerin Edirne'ye yerleşmelerine müsaade edildi.
İstanbul'un fethi sırasında, Bizans Musevileri, Fatih Sultan Mehmet'i kurtarıcı gibi karşılamışlar, Fatih Sultan Mehmet de kendilerine bazı ayrıcalıklar tanıyarak, Avrupa'dan ve Anadolu'dan Yahudi cemaatin İstanbul'a gelmesini sağladı. Gelen Musevilerin ekonomik bilgileri Hıristiyan-Osmanlı tebaın çok üzerinde olduğundan, Museviler, İstanbul ile Avrupa'nın ticaret merkezleri arasında temas sağlamış ve devletin gelişmesine katkıda bulunmuştu.
Fatih Sultan Mehmet, diğer azınlıklardan daha çok Yahudilere güvendiğinden, onlara gerek kültürel, gerekse mali ayrıcalıklar tanıdı. Bu ayrıcalıklar da, Musevilerin diğer toplumlara göre daha ileri gitmelerini sağladı.
Fatih Sultan Mehmet'in bu politikası, Osmanlı'ya fayda açısından iki temel özellik gösterir.
Osmanlı'nın fethettiği bölge halkına tanıdığı özgür yaşam, dinlerini, kültürlerini ve mali durumlarını geliştirmedeki tolerans, Avrupa'da ezilen ve sömürülen halkın Osmanlı'nın yeni fetihlerini desteklemesine yol açtı.
Osmanlı Musevilerinin, Avrupa'da yaşayan Musevilere yazdıkları mektuplar ise, Osmanlı Devletinin barış, bolluk ve dostluk ülkesi olarak tanınmasına neden oldu. Bu da, Avrupa'dan Anadolu'ya yeni Yahudi göçlerinin yapılmasını sağladı.
Sultan II. Bayezid döneminde, İspanya'dan sürülen Museviler de, atalarının yolunu izleyerek, Osmanlı İmparatorluğuna göç etmiştir. Hiçbir ülkenin kabul etmediği bu insanlara, Türkler kucak açmıştır. Sultan II. Bayezid, İspanyol Yahudilerinin bu ülkeden çıkabilmeleri için, Türk kadırgalarını İspanya'ya gönderdi. İspanya'dan göç eden Yahudilerin yüzde yetmişi Türk topraklarına geldi.
İspanya'dan gelen göçmenler, bir taraftan sarayın ve yerel Müslüman halkın, diğer taraftan da diğer Musevilerin maddi ve manevi desteği ile kısa zamanda yeni çevrelerine uyum gösterdiler, bilgi ve becerilerini Anadolu'ya taşıdılar. Nitekim, bu göçmenler, İstanbul'da 1493 yılında ilk matbaayı kurmuşlar, barut imali ve top dökümü konularında çalışarak, Osmanlı ordularını donatmışlardır.
Museviler, diğer Osmanlı sultanlarının fetihlerinden sonra da Türk topraklarına göçe devam ettiler ve yüzyıllar boyunca yaşadıkları baskı ve eziyetten kaçabilen Yahudiler Osmanlı topraklarında huzur içinde yaşamlarını sürdürdüler.
1477 yılı kayıtlarına göre, İstanbul'da, Musevi hanelerin sayısı 1,457 iken, bu sayı elli sene içinde 80,070'e yükseldi.
Yavuz Sultan Selim, Mercidabık Savaşı'yla (1516) Memluklu'ları yenmesinin ardından, 30 Aralık 1516'da, Kudüs'e girdi. Kudüs, Yavuz Sultan Selim tarafından alındığında, şehirde bir başıbozukluk vardı. Sultan, bütün dinlere, güvence verdi ve insanlara ibadetlerini rahatça yapabilme özgürlüğü tanıdı. Ayrıca, Padişah, MS 70 yılında Romalılar tarafından üç duvarı yıkılan ve batıdaki duvarı da ibret olsun diye bırakılan Yahudilerin kutsal tapınaklarının, Bet-Hamikdaş'ın, yerinin bulunmasını istedi.
Oğlu, daha sonra Kanuni Sultan Süleyman olacak olan, Süleyman ile şehirde gezerken, kan-ter içinde, başında koca bir sepet bulunan yaşli bir Hıristiyan kadınla karşılaşan Sultan, yaşlı kadına sepette ne olduğunu sormuş ve içinde çöp ve hayvan gübresi olduğunu duyunca çok şaşırmıştı. Kadın, bunu Yahudilerin kutsal mabedinin bulunduğu yere dökeceğini, bunun Hıristiyan din adamları tarafından emredildiğini ve yüzyıllardır buranın yokedilmesi ve Yahudi izlerinin tamamen silinmesine karar verdiklerini açıklamıştı. Böylece, Yahudi tapınağının tamamen unutturulması hedeflenmişti.
Sultan, konunun doğru olduğunu öğrenince, altın ve gümüş sıkkelerden oluşan bir çok keseciği çöp yığınının değişik yerlerine gömdürmiş ve fakir halka kova ve kürekler dağıttırmış ve pislik dağının boşaltılmasını sağlamıştır. Sonuç olarak, 10,000'i aşkın insan, 30 gün süreyle tepeyi dümdüz etmiş ve 'Kotel Ha Musevi' ('Bet Hamikdaş', 'Batı Duvarı' ya da 'Ağlama Duvarı') bu günkü haliyle ortaya çıktı.
El-Halil'deki bir Yahudi yerleşim biriminden, Kırat Arba'dan, bir yarbayın bu olayı bir bilgilendirme toplantısında, 6 ülkeden oluşan gözlemci grubuna 1998 yılında anlatışına, orada bulunan bir dostum tanık olmuştu.
Yavuz Sultan Selim ile ilgili aktarılan menkibe kesinlikle ilginç, bunu kabul ediyorum ve hafızama not ediyorum. Ama, bunların yanısıra, yukarıdaki pasajda, bir iki yanlış ya da eksik ve bir de dile getirilmemiş enteresanlık var bence.
Yahudi ile Musevi'yi aynı şeymiş gibi görüyor. Aynı şey değildir; Yahudi bir ırktır, Musevi ise (esasen) Hz Musa'nın getirdiği dine inanan kişi ya da cemaatin sıfatıdır. Bu iki sıfat birbirinin yerine kullanılamaz.
Garip bir tercüme (dublaj) dili kullanıyor: 'insanlara ibadetlerini rahatça yapabilme özgürlüğü tanındı' gibi.. Burada, Türkçede 'insanlar' değil; 'millet', 'halk', 'ahali' ya da 'teba' vb kullanılır.
Ayrıca, 'İspanya' 'İspanya' dediği yer de Endülüs'tür –yani, bugünkü Andalucia.
Ve, Endülüs'ün İspanyollar tarafından fethinden sonra, oradan kovulan ya da kendiliğinden kaçan Musevileri başka hiçbir ülkenin kabul etmediğini iddia etmesi de yanlıştır.
Zaten, yazının kendi içinde de bunu tekzip ediyor –Endülüs Musevilerinin sadece yüzde yetmişi (o da doğruysa tabii) Osmanlı toprağına geşmiştir; geri kalanları başka ülkelere gitmiştir.
Osmanlı'nın buradaki tek farkı, kendi savaş gemilerini gönderip aldırması olabilir, ki onun da öyle ahım şahım sayılara erişmesini beklemek bana anlamlı gelmiyor.
Neyse, geçelim.
Benim asıl ilgimi çeken nokta, Musevilere bunca iyilik yapan Osmanlı'nın, Endülüs Musevilerini taşımak için savaş gemisi bile göndermesi, buna karşılık, Endülüs'ün asıl ahalisi olan Müslümanları kurtarmak için hiçbir şey yapmamış olması...
Şimdi... Her buldukları yerde kurtarıcıları oldukları, çeşitli vesilelerle ellerinden tutmağa çalıştıkları Musevilerin böyle anlatılacak çok menkıbesi var.
Var da, Osmanlı'nın en kritik zamanda, Endülüs Müslümanlarını kaderlerine terketmeği tercih edişlerine bakarak sorabilir miyiz?
Yoksa, İslam'ın Kılıcı olarak da bilinen Türkler, aslında Seyf ül Yahve midirler?