Alâeddin Paşa, Cem Sultan ve kırılmalar..

Ben de, herkes gibi ve bazan da azıcık farklı olarak, Osmanlı tarihinin değişik yerlerini değişik sebeplerle severim.

Benim açımdan, mesela, Osman Bey zamanları o kadar önemli değildir. Nedense Osman Bey'in oraya tayin edildiğini düşünürüm hep; zamanın uleması ve ticaret esnafının tayin ettiği bir kişidir benim gözümde.

Buna karşılık, Orhan Bey, bence, daha bir devlet adamıdır. Ama, ondan daha da bir devlet adamı olan kişi ise, Orhan Bey'in kardeşi Alâeddin Paşa'dır, bence.

Alâeddin Paşa'nın adını sanını bilen de yok denecek kadar azdır, da, Alaeddin Paşa, Orhan Bey'den daha, çok daha, basiretli bir devlet adamıdır benim gözümde. Gerçi, neden öyle düşündüğümü söylersem beni afaroz etmek ihtimaliniz var, ama olsun, yine de söyleyeyim.

Şimdi bana bunu nereden okuduğumu sormayın, hatırlamıyorum ama rüyamda da görmüş değilim; Kâtip Çelebi'nin anlattıklarına göre, Alâeddin Paşa, Orhan Bey'e, bir devşirme düzeni kurmasını öneren ve kurulmasını fiilen üstlenen kişidir...

Peki de, ne var bunda; niçin önemlidir ya da önemi nedir? Bence önemlidir, hatta sizin de önemli bulacağınızı sanıyorum, ama, farklı değerlendiereceğmiz de kesin gibi..

Dar bir ırkçı milliyetçilik, ya da belki de Marksist açıdan negatif bir gelişme bile sayılabilir; fakat, öte yandan, devlet olmak ve onun bekâsına hizmet etmek açısından ise son derece önemldir.

Yapılan şey özetle şudur: O güne kadar Osmanlı Beyliğinin emrindeki ordu esasen gönüllüler ordusudur. Ganimet vb amaçlı gönüllülerin yanısıra Ahiyân-ı Rum (tüccar) , Baciyân-ı Rum (kadınlar), Gaziyân-ı Rum (askerler) ve Abdalân-ı Rum (dervişer) ismiyle de bilinen kesimlerin katılıp oluşturdukları bir amalgam.

Bu kalabalığın kahir ekseriyeti (ezici çoğunluğu) Türk ya da Müslümandır (o devirlerde Türk olmak pek de önemli değildi, Müslüman olmak da bugünkü gibi kurallı değildi); bu iyidir hoştur da, bu kitleye hâkim olmak, onları istenildiği şekil ve zamanda istenen hedeflere yönetmek pek de kolay değildi.

Uzun lafın kısası, kişi kendi köyünde peygamber olamıyordu. O kadar olamıyordu ki, rivayete göre, Osman Bey her sene, zaten pek mütevazı olan evini ahalinin gelip bakmasına açar ve fazla görülen şeylerin alınmasına ('yağmalaması'na) da ses çıkaramazmış.. Yani, bir çeşit mal beyanı. Bu son derece hoş bir şey, ama, bu yolla kimseden köy de olmaz kasaba da. Sermaye, ve güç birikimi şart.

Kendi çekirdek kadrolarını kendi kanından olanlar yerine, iyi seçilmiş ve çok da iyi terbiye edilmiş devşirmelerden oluşturunca, 'sen de kim oluyorsun, biz senin çarıklı günlerini de biliriz' diyecek bir çevreden uzaklaşılmış, emirlere itirazsız itaat eden bir çevre yaratılmış oluyordu.

İşte, bunu yapmağı akıl eden kişi Alâeddin Paşa'dır. Ve, bunu yaparken de, ilginç başka bir nüansa ihtimam gösterdiği söylenir: O güne kadar, geleneksel olarak, Bizans kadroları siyah, Türkler (müslümanlar) da kırmızı başlık (börk, ya da börük) giyerler. Alâeddin Paşa ikisini de seçmez ve beyaz başlığı tercih eder. [Kızılbaş kelimesi zaman içinde çok farklı yorumlansa bile, Türk olmağı temsil eder; tabii, Benim Adım Kırmızı'daki anlamıyla değil. O başka bir şeydir.]

Beyaz başlıkla daha bir beliginleşen fark, kurucu unsurun yönetici elitten (hem şeklen, hem de kanbağı itibariyle) ayrılması anlamına gelir.

Kurucu unsur hala daha Han, Hakan ya da Sultan'a gönülden bağlıdır fakat aradaki yönetici tabakaya itimat etmez; yönetici tabaka da –kuruluş amacı gereği– Han, Hakan ya da Sultan'a gönülden ve beyinden bağlıdır fakat ahaliye itimat etmez.

Han, Hakan ya da Sultan'ın bunlardan herhangi birine itimad etmediğini çıkarsamak da zor olamasa gerek.

Tabii ki, başka dengeler de vardır, ama bu çok önemli bir denge altyapısıdır benim gözümde; ve 600 sene devam etmesinin sırlarından birisi de bence bu olsa gerek..

O bakımdan, sevseniz de sevmeseniz de Alâeddin Paşa'nın uzak görüşlülüğünü takdir etmeniz gerekir bence.

Ardından da, yaptıklarıyla değil ama, yol açtığı kırılmaya bakarsak, Cem Sultan gelir benim gözümde..

Tabii, yaptıklarına bakarsak, tabii ki, Yavuz Sultan Selim gelir. [Kızılbaş kardeşlerim beni mazur görsün, benim Yavuzu takdir edişimin sebebi içerde yaptıkları değil, çok kısa zamanda ülkeyi o kadar büyütebilmiş olmasıdır; fakat o apayrı bir konudur.]

Cem Sultan'ın hayat hikayesi acıklıdır. Babası Fatih'in ölümünde tahta ağabeyi Bayezid geçince, Cem Sultan taht iddiasında bulunup başarısız olunca, Rodos Şövalyelerine ve daha sonra da Papa'ya sığınır.. Ama, bunu takip eden acılklı hikayeyi burada yazacak değilim; bunu benden daha iyi yapanlar çoktur ve bilenler de bilmeyenlere anlatabilirler.

Ben esasen, benim açımdan önemli gördüğüm noktaya değinmek isterim. O da, Fatih Kanunnamelerinde kardeş katlinin vacip kılındığına dair iddiaların doğru olmadığını, bunun daha sonraları o Kanunnamelere bir şekilde eklendiği şüphelerine katılıyor oluşumdur.

Güçlü bir devletin, önemli bir şehzadesi, hasımlardan birinin eline sağ olarak geçtiğinde o devletin elini kolunu bağlayabiliyor. İş başında Sofu Bayezid olsa da olmasa da bu böyle galiba.

Elini kolunu bağlamasının arkasında da, dayanılmaz bir kardeş sevgisinin olduğunu söyleyecek değilim, aksine, taht üzerinde hak iddia edebilen bir şehzadenin varlığı, içerde çıkarabileceği karmaşa açısından da çok ciddi ve önemlidir. Buna bir de –Cem Sultan eğer tevessül etseydi– Papalığın peydahlayacağı bir başka Haçlı Seferi ihtmali daha eklenirse tehlikenin boyutları belki daha kolay anlaşılır.

Ve, bu tür tehlikenin bir daha ortaya çıkmasını engellemek için, bence çok büyük bir ihtimalle Fatih Kanunnamelerinin içine (tabii ki, sonlarına) 'kardeş katli vaciptir' eklemek gerekmiştir. İnsancıl olduğunu söylemiyorum; değildir çünkü. Ama, gerekçesini de anlayabiliyorum.

Tabii, bu daha sonra şirazesinden çıkmıştır. Bu açıdan, bendeniz, Kanunî sıfatlı Süleyman'ı hiç bir zaman affedeMEz.

Hürrem Sultan (Roxelane) fettanı, onun kızı Mihrimah Sultan ve onun kocası (rüşvetçiliğiyle bilinen) Rüstem Paşa namussuzunun aklına uyup Şehzade Mustafa'yı katletmesi affedilebilir gibi değildir. Hele de yerine bıraktığı kişinin Sarhoş (ve Sarı) Selim olduğunu bilirsek..

Aradabir, ruhum sıkıldığında, gecenin saat kaçı olursa olsun, arabaya atlayıp 2-3 saatlik yol da giderek karşısında 15-20 dakika seyredip huzur bulduğum o muhteşem Selimiye'nin, bu Sarhoş Selim tarafından ve Kıbrıs fethinin finansörü Yosef Nassi'nin verdiği paranın üzerine azıcık daha ilave edilerek yaptırılmış olduğunu düşündükçe ne diyeceğimi bilemez olurum..

Neyse.

Kardeş katli uygulaması daha sonraları kendiliğinden hallolur. Osmanlı artık gücünü kaybedince; bir değil on şehzade dahi düşmanın eline geçse bile, pek de bir şeylerin değişmeyeceği devirler gelip, düşman dediklerimiz Osmanlıyı parmağında oynatır olunca; çok şükür (!), bu kardeş katli geleneği de sona ermiştir..

Kaldırılış sebebinin de insancıl gerekçeleri olduğunu düşünmediğimi söylemeğe çalışıyorum. Gerek kalmamıştır.

Çoğumuz, Cem Sultan'ı, gurbet ellerde hasretle ölen bir kıymetli dost gibi hatırlarız (bence de, Bayezid'den bir kaç gömlek daha kıymetlidir) ama, kardeş katlinin kurumlaşmasının sebebi olduğunu pek de düşünmeyiz..

Tıpkı, Alâeddin Paşa'nın Osmanlı'nın belki de devlet olarak asıl kurucusu olduğu gibi.. ve hem Osmanlıyı zaferden zafere taşıyan, hem de daha sonra başına belâ olan Yeniçeri Ocağının da fikir babası olduğu gibi..

Hatırlamış olalım istedim..

Bitirmeden önce, hem Alâeddin Paşa'dan hem de Cem Sultan'dan bir iki söz aktarmak isterdim.

Alâeddin Paşa'dan, malesef, bildiğim kadarıyla günümüze pek bir şey kalmadı. Cem Sultan'dan ise Divân'ı var..

Bu Divân'ın kendisi bende yok, ama, rahmetli Rüşdü Şardağ'ın hazırladığı 'Şair Sultanlar' isimli kıtabı var.. var da, bütün evi aradım, koydunsa bul.. Bulamadım. O yüzden, elimin altında olan bir iki beyitini yazmak isterim.

Çün bilürsin ki periler yiri virâne olur Bir nefes gitme gönülden çü perisün sanemâ

Bildiğin gibi, periler viranelerde yaşar; bir nefeslik ân kadar dahi uzaklaşma gönlümden, çünkü sen sinemin perisisin..

Perilerin harap, viran yerlerde yaşadığına dair inanışa bir göndermedir. Kendi sinesinin harap ve gönlündeki sevgilisinin de bir peri oldugunu dile getirmenin oldukça hoş bir şekli yani.

Çok daha yaygın bilinen bir örnek de, ağabeyi Sultan Bayezid'e yazdığı bir sitem beyitidir:

Sen bister-i gülde yatasın şevk ile hândan, Ben kül döşenem külhân-ı mihnette sebeb ne Sen güllerle döşeli yataklarda keyifle yatadur, ben zahmet ve eziyet içinde küllere bulanayım.. Peki, ama neden?

Sultan İkinci Bayezid'ın cevabu da böyledir:

Çün rüz-i ezel kısmet olunmuş bize devlet, Takdire rıza vermeyesin böyle sebeb ne,

Haccacü'l-Haremeynüm deyüben da'va kılarsun, Ya saltanat-i dünyeviye bunca taleb ne

Bana ezelden devlet [*] kısmetmiş, sen ise kadere rıza göstermiyorsun. İyi de, neden? Hacca gittin kendini temize çıkatmak için, peki de, dünya saltanatı için bunca hırs niye?

[* 'devlet' aynı zamanda saadet, mutluluk demektir.]

Ben, aslında, Cem Sultan'ın "le aley'lil firâka fi'hi şifâ" sözünü sarfettiği mektuptan bir pasaj yazmak isterdim. Yani, 'olabilir ki, ayrılık da şifadandır'..

Bir başka sefere, inşallah..

{bu yazı imâ, ihsas, kinâye, mecaz, kripto vd zararlı ürün içermez. okuryazarlar birliği kodeksine uygundur}