tag:blogger.com,1999:blog-190880812024-03-14T00:07:59.021+03:00Müzmin AnonimRüzgârı yoksayarak.. ya da rüzgâra karşı...Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.comBlogger407125tag:blogger.com,1999:blog-19088081.post-82893924029127420382011-02-07T15:21:00.002+02:002011-02-07T15:24:01.485+02:00Bir dil, bir klavye..Türkçenin en iyi hangi klavye ile yazılabilir oldugu tartışmaları yine depreşti gibi.<br />
<br />
Bu konuya bakmadan önce, 'zorunlu standard'ın ne anlama geldiğine bakmak lazım.<br />
<br />
'<i>Zorunlu standard</i>', aslında bir garabettir. '<i>Kanun</i>' desen kanun değil, '<i>kanun hükmünde kararname</i>' desen o da değil; ama, özünde öyle bir yaptırım gücü olan (<i>olması dayatılan</i>) bir garabet..<br />
<br />
Şu anlama geliyor: Herhangi bir şey, eger '<i>zorunlu standard</i>' kapsamındaysa, o şeyi üretiyorsanız ya da ithal ediyorsanız, o standarda uymak zorundasınız.<br />
<br />
Kulağa hoş geliyor değil mi; devletimiz bizim adımıza kaliteyi kontrol ediyor filan sanıyorsunuz...<br />
<br />
Alakası yok.<br />
<br />
Bütün standardlarda olduğu üzere, bu da, o şeyin neye benzeyeceğini tarif etmeğe çalışır. Yeterince detaylı olmadığı için de, '<i>şekil şartı</i>' olmaktan öteye gidemez.<br />
<br />
Bunu '<i>F Klavye</i>' konusuna indirgeyecek olursak, bu '<i>zorunlu standard</i>' sayesinde, tuşların yerleşim yerleri belirlenmiş olur.<br />
<br />
O kadar.<br />
<br />
Peki, bu kötü bir şey midir?<br />
<br />
Evet.<br />
<br />
Evet, çünkü '<i>tek doğru</i>'yu temsil ettiği iddiasıyla, size başka bir alternatif tanımaz.<br />
<br />
Halbuki, üzerinde konuştuğumuz '<i>F Klavye</i>', 1950'lerde yapılmış bir '<i>çalışma</i>'ya dayanıyor.<br />
<br />
"<i>Dayanıyor</i>" dedim, ama ne kadar aradıysam da bu '<i>çalışma</i>'nın bir kopyasını bulabilmiş değilim.<br />
<br />
Bulsam, 1950'lerden beri değişen dili temsil eden ve çok daha geniş bir kaynakça ('<i>corpus</i>') ile o çalışmanın sağlamasını yapabilirdim.<br />
<br />
Ama, yok.<br />
<br />
O yok, fakat --<i>biraz da oldu-bittiye getirilmiş</i>-- bir '<i>zorunlu standard</i>' var ve şimdilerde bunu gerçekten zorunlu kılmağa çalışan bir akım çıkıyor ortaya..<br />
<br />
Konu, durduk yerde, bir tür milliyetçilik meselesi oluyor; birileri çıkıp --<i>teknik dayanaklarını açıklamaksızın</i>-- "Türkçe en iyi F klavye ile yazılır" filan gibi beyanlarda bulunuyor..<br />
<br />
Bunun gerçekten böyle olduğunu ispatlamak yerine, 60 sene önceki bir çalışmaya atıfta bulunuyorlar (<i>ki, onun da teknik detayları tarihin derinliklerinde kaybolmuş</i>).<br />
<br />
Sorun da burada:<br />
<br />
O tarihlerde yapılmış olan bir çalışmanın (<i>kullandıkları formuller vs doğru olsa bile</i>) bugünkü imkanlara sahip olması mümkün değil. <br />
<br />
Ilk PC'lerin 1980'lerin başında çıktığını dikkate alırsak, 1950'lerde ya da 1970'lerde Türkiye'de bilgisayar '<i>hiç yoktu</i>' denecek kadar az olduğunu görebiliriz; internet de olmadığı için, kullandıkları metin örneklerinin bugüne kıyasla inanılmaz derecede kısıtlı olduğu da aşikar olur.<br />
<br />
Bu yüzden de, bu çalışmanın son derece yetersiz data (<i>veri</i>) ile yapıldığını düşünüyorum.<br />
<br />
Buna ek olarak, 1950'lerdeki Türkçe ile bugünkü Türkçe arasında ciddi farklar var.<br />
<br />
Sadece dil değil, kullanıcı kitlesi de çok değişti.<br />
<br />
Yani, klavye artık resmi yazışma, dilekçe, kitap veya makale yazmak vb için kullanılmıyor; email, yorum, blog veya ödev/rapor yazmak, SMS çekmek vb vs gibi her çeşit sosyal arkaplana sahip insanlar tarafından kullanılıyor.<br />
<br />
Kısacası, hem kullanılan kelimeler değişti; hem de kelimelerin kullanım sıklığı farklılaştı.<br />
<br />
Bu sebeple, 60 sene önce yapılmış olan bu çalışmanın yenilenmesi bence şart --dolayısı ile, bugün 'zorunlu standard' sayılması doğru değil.<br />
<br />
Başka teknik sebepler daha var: 60 sene önceki klavyeler ile kıyaslandığında, bugünküler çok farklı kullanım şekillerine bürünmüştür.<br />
<br />
Artık, kimse daktilo makinaları kullanmıyor.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><img border="0" src="http://3.bp.blogspot.com/_7yB-eeGviiI/TMyLGXe6RZI/AAAAAAAACnU/Bco8pLa5QUQ/s1600/daktilo+nas%C4%B1l+%C3%A7al%C4%B1%C5%9F%C4%B1r.jpg" /></div><br />
Daracık bir alana sıkıştırılmış tuşları olan, masadan başka yerde kullanılamayacak derecede ağır ve hantal (<i>5-10 kg ağırlığında</i>), iki tuşa basarsanız sıkışıp ariza veren bir mekanik cihazdan bahsetmiyoruz artık.<br />
<br />
Şimdiki klayvelerin masa üstünde kullanılanları çok daha geniş --dolayısı ile, artık diseklerinizi karnınıza yapıştırıp iki büklüm olmanıza gerek yok. Rakamları yazmak için ise ayrıca bir nümerik (sayısal) bölüm var çoğunda.<br />
<br />
Tuşlar ise, çok daha rahat ve dokunmatik --yani, eski daktilolardaki olduğu üzere, hangi parmağın ne kadar kuvvetle basabileceğini dert etmeniz gerekmiyor.<br />
<br />
Masa-üstünü değil de diğer kullanımları dikkate alacak olursanız, işler daha da karışıyor. Cep telefonu vb gibi cihazlarda olan klavyelerde çoğu zaman iki el değil tek el kullanabilmek istiyoruz --bu durumda da bambaşka bir klavye tasarımı gerekiyor.<br />
<br />
Bütün bunları altalta yazdığımız zaman, benim baktığım yerden, ortaya iki temel sonuç cıkıyor:<br />
<br />
1) '<i>Zorunlu standard</i>' olarak dayatılmak istenen '<i>F Klavye</i>'nin gerçekten de bugünkü ihtiyaçları karşıladığının yeniden ispatlanması gerekiyor. Karşılamıyorsa, yeniden tasarlanmalıdır.<br />
<br />
2) Herkese ve heryerde aynı klavye tasarımının geçerli olması mümkün değil. Bilhassa '<i>tek el</i>' kullanımının sözkonusu olduğu hallerde, masa-üstü tuş yerleşimini dayatma doğru değil.<br />
<br />
İşin ilginci, bütün bunları cevaplayacak bir çalışmayı yapmak hic de zor değil artık.<br />
<br />
Klavye ergonomisi hakkında biraz araştırma yaptıktan sonra, bunu ben de yapabilirim; herhangi bir üniversitenin bilgisayar bölümlerinden birinde bir dönem tezi de olabilir.<br />
<br />
Kimin yapacağı çok da önemli değil; ama, birinin yapması gerekiyor.Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-19088081.post-2682018114232420462010-09-08T17:55:00.000+03:002010-09-08T17:55:57.610+03:00PKK Kült mü Cemaat mi?'<i>Kült</i>' sayılabilmek için şu üç temel unsur/olgu şarttır:<br />
<ol><li>'<i>Biz</i>' ve '<i>onlar</i>' terimleriyle düşünmek ve 'onlar'dan tamamen yabancılaşmak.</li>
<li>Üye kazanmak ve kazanılmış üyeleri elde tutmak için, açıkça veya inceden inceye fakat her zaman yoğun endoktrinasyon (<i>telkin, talim</i>) teknikleri kullanmak.</li>
<li>Karizmatik bir Kült liderine sahip olmak.</li>
Kültçülükte, Kültün dışındaki her şeyin şer (kötülük) ve tehditkâr olduğu; buna karşılık, kurtuluşun lider ve onun öğretileri sayesinde, ancak ve ancak Kültün içinde mümkün olduğu inancı yerleştirilir.</ol><br />
Telkin teknikleri şunlardır:<br />
<ol><li>Strese ve yorgunluğa maruz bırakma: Üyeler günün herhangi bir saatinde rahatsız edilebilir, onlara yapabileceğinden fazla iş verilir, sürekli meşgul edilirler.</li>
<li>Sosyal ayrışım, tecrit ve baskı: Üyeler toplumdan kopmaya ve soyutlanmaya teşvik edilir ve zorlanır. Sistematik olarak sosyal hayattan koparılan ve soyutlanan üyelerde sosyal uyumsuzluklar görülür.</li>
<li>Suçu hep kendinde arama ve daima kendini aşağılama: Üyeler asla haklı olamazlar; sonunda haklı çıksalar bile, onlardan özür dilenmez; haklı oldukları görmezden gelinir. Bütün yanlışlık ve başarısızlıklar onların samimi olMAması ve Külte yeterince yürekten bağlanMAmışlıkları nedeniyledir. Bu nedenle, başarısızlıklardan kendilerini sorumlu tutmak ve suçlu hissetmek zorundadırlar.</li>
<li>Korku, endişe ve paranoya: Üyelerin sürekli korku ve endişe içinde olmaları ve kımıldayan her yaprağı aleyhlerinde görmeleri, onları bir arada tutmak için kesinlikle gereklidir. Kültün var oluşunu meşru kılmak, üyelerin Kült içinde kalmasının zorunlu olduğunu haklı göstermek ancak bu şekilde kaynaşma ve dayanışma dayatarak mümkündür.</li>
<li>Bilgi kontrolü: Kült üyeleri öyle önüne gelen her şeyi okuyamaz, seyredemez ve dinleyemez. Kendi medya/basın yayınları kuruluşlarının neşrettikleri hariç, izlenen her şey kabahat, suç veya günahtır.</li>
<li>Basamak basamak sadakat ve kendini vakfetme: En iyi üye asla sorgulamadan ve başını kaldırıp da "ben ne yapıyorum?" bile demeden her işe koşturan üyedir.</li>
<li>Olağanüstü haller deneyimleri yaşamak için kendi kendini hipnoz: Kendisini psikolojik olarak iyice hazırlayan üye her türlü kerametvari deneyime açıktır. Duruma uygun gelişen olayların dikkatlice istatistiği tutulur ve tevafuk olarak kayda geçer; denk düşmeyenler ya görülmez ya da lihikmetin öyle olmuştur. Dervişin fikri-zikri meselindeki gibi, rüyalar da halet-i ruhiyeye uygun görülür ve öyle yorumlanır.</li>
</ol>Tanıdığınız biri bir Kült üyesi mi? <br />
<br />
İşte bunu anlamanıza yardımcı olacak bir kontrol listesi:<br />
<ol><li>Grup, yaşayan bir lidere odaklanmıştır; üyeler ona aşırı bir fanatizmle sorgusuz sualsiz bağlılık sergilerler.</li>
<li>Grubun zihni sürekli yeni üyeler kazanmakla meşguldür.</li>
<li>Sorgulama, kuşku duyma ve memnuniyetsizlik göstermeye kesinlikle izin verilmez; hatta cezalandırılır.</li>
<li>Grup veya lider hakkındaki kuşkuları bastırmak için meditasyon, birlikte ilahi veya zikir, anlaşılmaz sözleri tekrarlama ve bezdirici iş rutinleri gibi zihin uyuşturucu teknikler kullanılır.</li>
<li>Liderlik bazen üyelerin nasıl düşüneceği, davranacağı ve hissedeceğine dair epey detaylı bir biçimde kurallar koyar. Örneğin üyeler nişanlanmak, evlenmek ve iş değiştirmek için liderden izin alırlar. Ne tür kıyafetlerin giyileceğine, nerelerde yaşanacağına, çocukların nasıl terbiye edileceğine hep lider karar verir.</li>
<li>Grup elit sayılmak ister; üyeleri ve lideri için toplumda özel mevki(ler) talep eder. Örneğin, lider beklenen Mesih, Mehdi veya 'avatar'dır; grup ve/veya liderin özel misyonu tüm insanlığı kurtarmaktır.</li>
<li>Grup '<i>biz</i>' ve '<i>onlar</i>' ayrışımından beslenir; fakat, bu ayrışım onları büyük toplumla çatışmaya iter.</li>
<li>Grubun lideri, ordu mensupları ve diğer Kültler veya diğer Külterin mensupları tarafından meşru kabul edilmez.</li>
<li>Grup, dışarıya yaptığı propogandada, 'amacın aracı haklı kılmayacağını' savunur. Ancak, uygulamada kendisi buna riayet etmez. Örneğin, '<i>takiyye</i>', tanımı gereği, riyakârlık olduğu halde, kullanılan en yaygın kamuflaj tekniğidir. (<i>Sözgelimi, bazı Kültler için, Atatürk, kendi içlerindeki mahrem konuşma ve yazışmalarda 'deccal'dır; ancak, bu Kültlere ait resmi (kamuya açık) bir müessese kurulursa, mutlaka bir de 'Atatürk köşesi' açılır ve Ataürk resimleri asılır.</i>) Grup için zararlı olacağı tahmin edilen kişileri gruba yaklaştırmamak veya gruptaki zararlı kişileri gruptan uzaklaştırmak için kullanılan yöntemler başkaları için '<i>ahlaksızlık</i>' iken, kendileri sözkonusu olduğunda 'tedbir gereği'dir.</li>
<li>Liderlik, üyeleri kontrol altında tutmak için onları sürekli suçlar. Bütün iyilik, güzellik ve başarı, 'lider'in; bütün yanlışlıklar, başarısızlıklar ve suçlar üyelerindir. Arada sırada, gerçekten suçlu olan bir üye, toplum içinde (<i>bazen adı verilmeden, fakat suçu iyice tasvir edilerek</i>) azarlanır ve böylece diğer üyelerin psikolojik olarak etkilenmeleri sağlanır.</li>
<li>Üyelerin gruba bağlılıkları onları aile ve akrabalarından koparır ve gruba katılmadan önceki kişisel amaç ve aktivitelerinden vazgeçtirir.</li>
<li>Üyelerin gruba orantısız zaman ve para ayırmaları beklenir.</li>
<li>Üyelerin sadece grup üyeleriyle sosyal bağ ve ilişki kurmaları beklenir.</li>
</ol><br />
Yukarıdaki yazıyı, birey.com isimli sitede '<i><a href="http://www.birey.com/avnia/dim/all/cult.htm">Bana kültünü söyle</a></i>' başlıklı sayfadan alıntıladım; fakat, yazıda --<i>bence</i>-- hem cümle düşüklükleri hem de kolay anlaşılmasını engelleyen cümle kuruluşları vardı. Bu yüzden, sözkonusu yazıyı bir hayli değiştirdim. Buna rağmen, buradaki metnin de her türlü telif hakkı orjinal metnin yazarına aittir.<br />
<br />
Yazıyı okuduktan sonra epeyi düşündüm.. <br />
<br />
Evet, PKK'da da kült özellikleri yok değil; ama, '<i>takiyye</i>' diyebileceğimiz türden kamuflaj tekniklerine başvurduklarını pek görmedim. <br />
<br />
Bu yüzden, PKK için, 'kült' diyebileceğimi sanmıyorum.<br />
<br />
Cemaat olabilir.<br />
<br />
Cemaat olup da kült özelliklerinin tamamını (<i>takiyye dahil</i>) gösteren yapılar hiç de az değil çünkü.Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-19088081.post-70387335435233575392010-07-11T17:58:00.003+03:002010-07-11T18:28:06.939+03:00Kürt siyasal hareketinin sınıfsal kökenleri<style type="text/css">
table {
border-width: 1px;
border-spacing: 2px;
border-style: hidden;
border-color: gray;
border-collapse: collapse;
background-color: azure;
}
th {
border-width: 1px;
padding: 0px;
border-style: hidden;
border-color: gray;
background-color: azure;
-moz-border-radius: 0px 0px 0px 0px;
}
td {
border-width: 1px;
padding-top: 0px;
padding-right: 10px;
padding-bottom: 0px;
padding-left: 10px;
border-style: hidden;
border-color: gray;
background-color: azure;
-moz-border-radius: 0px 0px 0px 0px;
}
.dipnot{
font-size:70%;
background-color:beige;
}
</style><br />
<div style="color: #660000;">Aşağıdaki yazı gelawej.net'te yayınlandı. Yayınlandı, fakat nedense <a href="http://www.gelawej.net/pdf/KURT-SIYASAL-HAREKETININ-SINIFSAL-KOKENLERI-Tarik-Ziya-EKINCI.pdf">PDF (Acrobat) dosyası</a> şeklinde yayınlandı. PDF formatı iyi-hoş da, dosyayı okumak için önce indirmek, sonra da uygun bir görüntüleyici kurmak vs, yani biraz uğraşmak gerekiyor. <br />
<br />
Bu da, benim açımdan, bu yazıya yapılabilecek en büyük haksızlıklardan birisi; çünkü okunması gereken bir yazı. O yüzden, Internet üzerinden kolayca okunması için yeniden formatladım: Dipnotları, sayfa sonundan alıp, ait oldukları yere aktardım. Çok uzun bulduğum paragrafları daha kısa paragraflara böldüm. Bunun haricinde yazıda bir değişiklik yapmadım.<br />
<br />
Bu noktadan sonrası sözkonusu yazıdır.</div><br />
<b>Kürt siyasal hareketinin sınıfsal kökenleri</b><br />
<br />
<b><i><a href="http://www.blogger.com/www.gelawej.net">Tarık Ziya Ekinci</a></i></b><i></i><br />
<br />
Her toplumun uzak tarihinde çoğu kez hurafelerle karışık genelde özcülük (<i>essansializm</i>) olarak adlandırılan daha çok masalımsı nitelikte milli köklere ilişkin tabulaştırılmış efsanelerin kullanılması yaygındır. Örneğin, Türklerin Orta Asya'dan çıkışını sembolize eden Bozkurt efsanesi özcü bir anlayışın günümüzdeki yansımasıdır. Keza Kürtlerin Kava efsanesi de buna benzer özcü bir yaklaşımdır.<br />
<br />
Öte yandan çok uzak tarihsel dönemlere ait bilgilerin de doğruluğu tartışmalıdır. Örneğin Kürt tarihi, MÖ 3000 yıllarında hüküm süren Metlere ya da Urartulara kadar uzatılmaktadır. Bu bilgiler genelde salt tarihçileri ilgilendiren konulardır.<br />
<br />
Günümüze ışık tutacak olanlar ise daha çok yakın ortaçağ ile yeniçağda, özellikle de 19. ve 20. yüzyılda yaşananlardır. Güncel siyasetin amaçları için Kürt siyasal hareketinin sınıfsal kökenlerini yakın ortaçağdan başlayarak günümüze kadar geçtiği evreleri aşağıdaki sırayı izleyerek incelemeye çalışacağım.<br />
<ul><li>Ortaçağda Kürt aşiret ve beyliklerinin devletleşme sorunları.<br />
<br />
</li>
<li>Osmanlı İmparatorluğu'nda 1908 devrimini takiben oluşan Kürt aydın örgütlenmeleri.<br />
<br />
</li>
<li>Kurtuluş Savaşı'nda, Lozan'da ve birinci Büyük Millet Meclisinde izlenen Kürt siyaseti.<br />
<br />
</li>
<li>Cumhuriyet döneminde Kürt ayaklanmaları ve sınıfsal kökenleri.<br />
<br />
</li>
<ul><li>1925 Şeyh Sait ayaklanması.<br />
<br />
</li>
<li>1926-1936 Ağrı direniş hareketi.<br />
<br />
</li>
<li>Koçgiri olayı ve 1937 Dersim ayaklanması.<br />
<br />
</li>
</ul>
<li>1938-1946 sessizlik yılları.<br />
<br />
</li>
<li>1946'da Kürt sürgünlerin dönüşü ve oluşturdukları zımni devlet ittifakı.<br />
<br />
</li>
<li>1950 ve sonrasında Kürt burjuvazisinin tarih sahnesine çıkışı.<br />
<br />
</li>
<li>1950'nin ikinci yarısından başlayarak gelişen Kürt aydın ve proleter küçük burjuvazisinin tarih sahnesine çıkışı ile birlikte Kürt siyasal hareketinin modernleşmesi.<br />
</li>
</ul><i><b>Ortaçağda Kürtler Neden Devletleşemedi?</b></i><br />
<br />
Kürtler tarih boyunca Mezopotamya'da Osmanlı ve İran gibi iki güçlü devlet arasındaki bölgede özerk aşiretler ve beylikler şeklinde varlıklarını sürdürdüler. Bu konumlarından ötürü Kürtlerin devletleşmelerini güçleştiren önemli coğrafi, jeo-politik ve tarihsel nedenler vardır.<br />
<br />
Ortaçağda dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi Ortadoğu'da da halkların <i><b>milli</b></i> nitelikte devletleşmeleri ancak bölgedeki feodal yapıların güçlü bir beyliğin öncülüğünde toplanmasıyla mümkündü. Genelde kapitalizm öncesi evrede bir bölgedeki feodal beylikler tarihi, coğrafi ve stratejik koşullar elverişli olduğunda aralarından en güçlü olanın denetimi altına girmekte, kimi siyasal ve yönetsel haklarını koruyarak feodal krallıklar biçiminde örgütlenmektedirler.<br />
<br />
Batı'da olduğu gibi Doğu'da da ancak böyle bir birlikteliğin oluşmasına elverişli koşulların bir araya gelmesiyle feodal devletler kurulmuştur. Feodal bir krallığın oluşmasında öncülük görevini üstlenen güçlü bir beyliğin bölgede birlik oluşturması ancak, koşulların elverişliliği halinde ve belli bir süreç sonunda gerçekleşir.<br />
<br />
Örneğin, kimi Türk tarihçileri Osmanlı Devleti'nin Ertuğrul Gazi'nin liderliğindeki Kayi aşiretinin öncülüğünde 1299'da kurulduğunu yazarlar. Ama gerçek durum bundan farklıdır. Öncü niteliğindeki bu beyliğin Anadolu'nun her tarafına yayılmış olan Selçuklu beyliklerini bir araya toplaması ve bir devlet haline gelmesi ancak 1453'te Fatih Sultan Mehmet zamanında mümkün olabilmiştir.Diğer bir deyimle Osmanlı Devleti'nin kurulması <i><b>Kayı </b></i>aşiret liderinin ilk girişiminden 150 yıl sonra gerçekleşebilmiştir.<br />
<br />
Ortadoğu'da geniş bir coğrafyada görece bağımsız ve özgür yaşayan Kürt beyliklerinin bir araya gelerek feodal bir devlet oluşturmaları mümkün olmadı. Bunun nedeni, tarih boyunca, feodal bir Kürt devletinin kurulması için gerekli olan siyasal, sosyal, tarihsel ve jeo-politik koşulların bir arada oluşamamasıydı. Bu nedenleri şöyle sıralayabiliriz:<br />
<ul><li>Birliğin oluşmasını engelleyen birinci neden, Mezopotamya'da yaşayan Kürt aşiret ve beylikleri arasında bir güç dengesinin varlığıydı. İçlerinden biri diğerlerini denetim altına almayı sağlayacak bir üstünlük kuramamıştır.<br />
<br />
</li>
<li>İkinci neden Kürt aşiret ve beyliklerinin, biri diğerinin rakibi olan güçlü Osmanlı Devleti ile İran Devleti arasındaki bir coğrafyada yerleşik bulunmalarıdır. Bunlardan güçlü olan birinin Kürt krallığı kurmak için giriştiği mücadelede, görece bağımsızlıklarını korumak isteyen diğerleri bu iki devletten birine sığınarak birliğin oluşmasını engelleyemişlerdir..<br />
<br />
</li>
<li>Üçüncüsü de Osmanlı Padişahı 4. Murat ile İran Şahı arasında 1639'da imzalanan <i><b>Kasr-ı Şirin</b></i> Antlaşmasıdır. Bu antlaşma, Kürt aşiret ve beyliklerini Osmanlılarla İranlılar arasında ikiye ayırdığı için birlik oluşmasını önleyen en büyük tarihsel engellerden biri oldu. Birlik için girişimde bulunan güçlü bir beyliğin karşısında bağımsızlığını korumak isteyen aşiretler kolayca karşı taraftaki Kürt beylikleri ya da aşiretleri aracılığıyla büyük devletlerden birinin desteğini sağlayabiliyor ve birlik girişimini önleyebiliyorlardı.<br />
</li>
</ul>Kürtlerin tarihinde anılan nesnel koşulların oluşmamış olması ya da girişimi akamete uğratan beklenmedik nedenlerle devlet kurma girişimlerinin sonuçsuz kaldığı pek çok örnek vardır:<br />
<br />
Örneğin, Cizre Beyi Bedirhan Bey (<i>Mir Bedirxan</i>) 19. yüzyılda çevredeki beylikleri kısmen barışçı yolla kısmen de savaşarak kendi otoritesi altında toplamış ve İran içlerine kadar uzanan geniş bir coğrafyada egemenlik kurmayı başarmıştı. Ortadoğu'daki diğer Krallıklar gibi kendi adına hutbe okuttu ve para bastırdı. Ne var ki, Osmanlı Devleti'nin müdahalesine maruz kaldı ve Osmanlı ordularıyla giriştiği savaşta, stratejik mevkideki büyük bir kuvvete kumanda eden öz yeğeni <i>Yezdinşer</i>'in Osmanlı cephesine katılmasıyla savaşı kaybetti ve kurduğu devlet dağıldı. Böylece, önemli bir girişim feodal değerlerin olumsuz etkisiyle akamete uğramış oldu.<br />
<br />
Kürt aşiret ve beyliklerinin ortak bir devlet oluşturmalarına engel olan olumsuzluklar 20. yüzyılda da devam etti. Bunlardan yakın tarihteki en canlı örnek <i>Mehabat Kürt Cumhuriyeti</i>'nin dramatik yıkılışıdır. 22 Ocak 1946'da SSCB'nin desteklediği İran KDP'nin lideri <i>Qadi Muhammed</i>'in başkanlığında ve <i>Mustafa Barzani</i>'nin Genelkurmay Başkanı olduğu <i>Mehabat Kürt Cumhuriyeti</i> kuruldu. Sovyet ordularının İran'dan çekilmesi ve Kürtlere hiçbir askeri destek sunmayacağını deklare etmesi üzerine İran ordusu bütün ağırlığıyla Kürtlere yüklenince <i>Qadi Muhammed</i>'i destekleyen aşiretler arasında çözülme başladı.<br />
<br />
Kuzey aşiret reislerinin başı olan <i>Ömer Xan</i>, askeri görevlerinden istifa ederek <i>Zindeşt</i> köyüne çekildi. Güney cephesinde kurulan 1,200 kişilik ordu aşiret liderlerinin isteği üzerine dağıldı. Kürt feodalleri zoru görünce İran ordu güçlerine biat ederek kendi bölgelerine çekildiler. Büyük askeri güçlere kumanda eden aşiret liderlerinin birer birer ayrılması üzerine çaresiz kalan <i>Qadi Muhammed</i> her şeyin bittiğini anlayarak teslim olmaya karar verdi ve idam edildi. Başından beri <i>Qadi Muhammed'in</i> yanında yer alan <i>Mustafa Barzani</i> bu dramatik sonu, şöyle anlatıyor:<br />
<br />
<i>"Qadî Muhammed'in yanına gittim. Bana Mehabad halkının kanının dökülmesini önlemek için kendini feda edeceğini söyledi. İran ordusuna teslim olacağını belirtti ve sözlerini şöyle sürdürdü: 'Sakın kendi cemaatinden başkasına güvenme. Çünkü bana bağlı kalacaklarına dair yemin edenlerin tümü ihanet ettiler ve İran ordusuna bağlılıklarını bildirmek için birbirleriyle yarışa girdiler. Sana aşiret reislerinden sakınmanı tavsiye ederim. Çünkü bir fırsatını bulurlarsa size kötülük edeceklerdir'</i> <i>diye nasihat etti</i>." <span class="dipnot">{Avukat Celal Aygen Mehabat Cumhuriyeti, Mızgin Dergisi, 27.07.2008}</span><br />
<br />
Bu tarihsel olayın önemli dersleri vardır. Öncelikle feodal güçlerin konjonktürel olarak kurdukları birlik dağılmaya mahkumdur. Eğer birlik güçlü bir otoritenin denetiminde ve sürekliliği olan bir kuruluş biçiminde oluşmamışsa dağılması kaçınılmazdır. Öte yandan uluslaşma sürecini henüz tamamlamamış feodal bir toplumda aşiretlerin ya da beyliklerin bir araya gelmesiyle '<i>modern bir cumhuriyet</i>' kurulamaz. Kurulursa da varlığını sürdüremez.<br />
<br />
Kürt beyliklerinin bütünleşerek devletleşmelerinin önündeki engellerden biri de ikbal peşinde koşan etkili din bilginleriydi. Yakın ortaçağda Kürt medreselerinde yetişen, bölgenin etkin din bilginleri Arapça, Farsça ve Osmanlıca okuyup yazdıkları için ya Osmanlı ya da İran sarayına kapılanmaya çalışıyor ve onların hizmetine giriyorlardı.<br />
<br />
Bu akil adamlar ayni zamanda güvenlik gerekçesini öne sürmek suretiyle Kürt beylerini bu devletlerden birinin egemenliği altına girmeleri için teşvik ediyorlardı. Bunun en çarpıcı örneği büyük Kürt Bilgini <i>İdris-i Bitlisi</i>'nin bağımsız Kürt beylerini Osmanlı egemenliğini kabul etmeye ikna etmesidir.<br />
<br />
15. yüzyılın ikici yarısından 16. yüzyılın başlarına kadar yaşayan <i>İdris-i Bitlisi</i> 1501'de Şah İsmail'in kurduğu Sefavi devletinin yayılmasından kurtulmak için II. Beyazid'e sığındı. Mardin, Urfa, Diyarbakır ve çevrelerindeki Sünni Kürt beylerini etkileyerek onları savaş yapmadan Osmanlı Devleti'nin egemenliği altına sokmayı başardı.<br />
<br />
Sarayın hizmetine giren <i>İdris-i Bitlisi</i> Yavuz Sultan Selim'in Çaldıran seferine katıldı. Eserlerini Farsça yazıyordu. İkinci Beyazid'in isteği üzerine Osmanlı padişahlarının ilk sekizinin saltanat dönemini anlatan 80,000 beyitlik <i>Heşt Bihişt</i> adlı manzum eserini yazdı. Yavuz Sultan Selim'i ve Mısır'da kurduğu yönetimi öven kasidesi onun saray uleması arasına katılmasını sağladı. Artık o bir Kürt bilgini değil bir Osmanlı tarihçisi ve devlet adamıydı. Bitlis doğumlu olan <i>İdris-i Bitlisi</i> 1521'de İstanbul'da vefat etti.<br />
<br />
Kürt beyliklerinin birleşerek bir krallık oluşturmalarını teşvik eden ve eserlerinde bu özlemlerini dile getiren, Kürtçe'nin yazı dili olarak yaygınlaşması için çaba gösteren, çağın hakim dillerini bildikleri halde eserlerini özellikle Kürtçe yazan Kürt bilginleri de vardır.<br />
<br />
Bunların öncüsü büyük Kürt Şairi ve Bilgesi <i>Ehmedê Xanê</i>'dir. 1651-1707 yılları arasında yaşayan <i>Xanê</i>'nin en önemli manzum eseri 1695'te tamamladığı <i>Mem û Zîn</i>'dir. Günümüzün Kürt siyasetçileri onu Kürt milliyetçiliğinin öncüsü ve milliyetçilik ideolojisinin kurucusu olarak tanımlamaktadırlar.<br />
<br />
Oysa, o tarihlerde henüz burjuva devletleri oluşmamış, millet ve milliyetçilik kavramları bilinmiyordu. Bu evrede <i>Ehmedê Xanê</i>'nin beyanlarını milliyetçilikle açıklamak ve Kürt milletinden oluşan bir devletin kurulması için mücadele ettiğini iddia etmek bir yanılgıdır. Bu yanılgıya yol açan <i>Xanê</i>'nin dizelerinde dile getirdiği feodal bir Kürt krallığı özleminin yanlış algılanmasıdır.<br />
<br />
<table><tbody>
<tr><td><i>Eger hebûya jibo me padişahek</i></td><td>Bizim de bir Padişahımız olsaydı eğer</td></tr>
<tr><td><i>Xwedê liyaq bidîya jibo wî kulahek</i></td><td>Allah ona bir taç layık görseydi,</td></tr>
<tr><td><i>Û bihata diyarkirin jibo wî textek</i></td><td>Belirlenmiş olsaydı ona bir taht</td></tr>
<tr><td><i>Eşkera dê vebibûya jibo me jî bextek</i></td><td>Açıkça bizim için de açılırdı bir baht</td></tr>
<tr><td><i>Hevgirtin û yekgirtîya me hebûna eger</i></td><td>Olsaydı bir dayanışma ve uzlaşmamız eğer</td></tr>
<tr><td><i>Û em hemû li pêy hev biçûna eger</i></td><td>Ve hepimiz birbirimize itaat etseydik eğer</td></tr>
<tr><td><i>Rom û Ereb û Ecem bi temamî</i></td><td>Rum, Acem ve Arapların tamamı</td></tr>
<tr><td><i>Hemûya dê ji me ra bikira xulamî</i></td><td>Bize hizmetçilik ederlerdi hepsi</td></tr>
</tbody></table><br />
<i>Xanê</i> bu dizelerinde açıkça Kürt beylikleri arasında ittifak ve dayanışma olmadığından şikayet etmekte ve bu nedenle de Kürtlerin bir krallık (<i>feodal devlet</i>) kuramadıklarından yakınmaktadır.<br />
<br />
Nitekim, '<i>bizim de bir padişahımız olsaydı ve Allah ona bir taç layık görseydi eğer</i>' derken Kürt milliyetçiliğini değil bir Kürt krallığının özlemini dile getirmektedir. Bu dizelere bakarak <i>Xanê</i>'yi milliyetçi bir bilgin olarak algılamak, ona millet (<i>ulus</i>) ve milliyetçilik kavramlarının öncüsü sıfatını atfetmek gerçekçi olmaz.<br />
<br />
Aksi halde Kürtlerin ortaçağdan beri devam ede gelen bağımlı konumunu ve uluslaşamamış olmalarının nedenini feodal bölücülükte değil, bugünkü Kürt siyasetçilerin iddia ettiği gibi dış düşmanlarda aramakta devam ederiz.<br />
<br />
Bu da yapısal sorunların göz ardı edilmesine ve Kürt sorununun çözümsüz kalmasına neden olur.<br />
<br />
<i><b>Osmanlı İmparatorluğu'nda 1908 Devrimi Sonrasında Oluşan Kürt Aydın Örgütlenmeleri</b></i><br />
<br />
İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin öncülük ettiği 1908 devriminden sonra anayasanın yürürlüğe girmesi ve meşruti bir devletin kurulmasından sonra ülkede bir özgürlük havası esmeye başladı. Osmanlı devletini oluşturan halkların hemen tümü özgür vatandaşlar olarak kendi ulusal kimliklerini esas alan örgütler kurdular.<br />
<br />
Bu arada gelişmeleri izleyen Kürt aydınları da kendi aralarında örgütlenmeye giriştiler. Bunların ilki 1908'de <i>Bedirxani</i>lerin ve <i>Şeyh Abdülkadir</i>'in öncülüğünde kurulan <i>Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti</i> idi.<br />
<br />
Cemiyetin programında Kürtçe'nin resmi dil olarak tanınması, Kürdistan'da Kürtçe eğitim veren okulların açılması ve Kürtçe yayın talepleri yer alıyordu. Ancak 1909 Temmuz ayına kadar varlığını sürdüren cemiyet Jön Türklerin müdahalesiyle kapatıldı.<br />
<br />
1912 yılında bir Kürt öğrenci derneği olan <i>Hevi Cemiyeti</i> kuruldu. Cemiyet <i>Roji Kurdi</i> ve <i>Hatevi Kurdi </i>dergilerini yayımladı. Ancak Cemiyet, 1914'te Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesi üzerine kendiliğinden varlığına son verdi. Savaştan sonra tekrar kuruldu; ancak yaşamını sürdüremedi.<br />
<br />
1908 devriminin getirdiği özgürlük ortamında yapılan seçimlerde çeşitli etnik grupları temsil eden bir parlamento oluşturuldu. Bu parlamentoda ittihatçılar 160 milletvekili ile Prens Sabahattin'in Ahrar Partisi ise 25 milletvekiliyle temsil edildiler.<br />
<br />
Parlamentoya ayrıca 70 bağımsız milletvekili girdi. Etnik kökenleri itibariyle bu milletvekillerinin 147'si Türk, 60'ı Arap, 27'si Arnavut, 26'sı Rum, 14'ü Ermeni, 10'u Slav ve 4'dü de Yahudilerden oluşuyordu.<br />
<br />
Resmi belgelerde bu gruplar arasında Kürt milletvekillerinden söz edilmediği dikkat çekicidir. Anlaşılan, Kürtler, ya İttihat-Terakki ya da Ahrar Partisi içindeki Türkler arasında gösterilmişlerdir. Oysa, o dönemde Bulgarların '<i>Devrimci Bulgar Partisi</i>' ve Ermenilerin de '<i>Taşnak Partisi'</i> adıyla oluşturulan siyasi partileri olduğu halde Kürtlerin bağımsız siyasi partileri yoktu. Çünkü, Kürt feodalleri Osmanlı Padişahının otoritesine bağlıydı.<br />
<br />
Küçük burjuva aydınlarının kurdukları derneklerin, Kürt aşiret ve beyliklerini örgütleyerek siyasal bir güç haline getirmelerinin koşulları mevcut değildi.<br />
<br />
31 Mart 1909 olayını takiben İttihat ve Terakki Cemiyetinin yaptığı Bab-ı Ali baskını ile mutlakıyetçi rejime son verildi; İttihat ve Terakki'nin otoriter rejimi kuruldu. İttihat-Terakki hükümeti 1914'te Almanlarla ittifak yaparak Birinci Dünya Savaşı'na girdi ve 1918'de savaştan yenilgiyle çıktı.<br />
<br />
Savaş sonrasında galip gelen itilaf devletlerinin İstanbul'u işgal etmesi üzerine bir iktidar boşluğu oluştu. İşgalci devletlerin denetimi altında padişahın oluşturduğu hükümetin hiçbir fonksiyonu yoktu. İstanbul'daki halklar yeniden örgütlenmeye başladılar.<br />
<br />
Bu arada Kürt aydınları da 30 Ocak 1918'de Kürt Teali Cemiyeti'ni kurdular. Merkezi İstanbul'da olan cemiyet 3 yıllık yaşamı boyunca Kürt aydınlarının öncülüğünde Diyarbakır, Malatya, Bitlis, Van, Elazığ vb., illerde örgütlenerek etkinlik gösterdi.<br />
<br />
Cemiyet kapanıncaya kadar İstanbul'da <i>Jîn Dergisi</i>'ni yayınladı. Dergide dönemin tanınmış Kürt aydınlarının önemli yazıları yayımlandı. İtilaf devletlerinin desteğiyle Cemiyetin Şarkta bir devlet kurmak amacı ile yaptığı çalışmalar Kürt aşiret ve beylerinin ittifakını sağlamayı başaramadığı için sonuçsuz kaldı.<br />
<br />
TBMM kurulduktan ve belli bir güce kavuştuktan sonra da 1921'de aldığı bir kararla Kürt Teali Cemiyeti kapatıldı. Cemiyetle birlikte derginin kapanması üzerine yönetici aydınların bir bölümü Türkiye'den ayrılarak yaşamlarını ve siyasal mücadelelerini Suriye'de sürdürdüler.<br />
<br />
Aralarında Celadet Bedirxan, Kamuran Bedirxan, Kadri Cemil Paşa, Dersimli Baytar Nuri, Selim Mahmut, Dr. Ahmet Nafiz beyler gibi tanınmış Kürt aydınları vardı. Bunlar hem Kürtçe yayın organları çıkardılar, hem de siyasi örgütlenmelere destek olmak suretiyle Kürt ulusal davasına önemli katkılarda bulundular.<br />
<br />
<b>Kurtuluş Savaşı Yıllarında, Lozan'da ve Birinci Büyük Millet Meclisinde Kürt Siyaseti</b><br />
<br />
Kürt aşiretleri, Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılma sürecinde yeni kurulacak devlette de savaş öncesi görece özerk konumlarını sürdürmek istiyorlardı.<br />
<br />
Osmanlı merkezi hükümeti ve ona bağlı yerel otoriterlerle uyumlu bir yaşam biçimi oluşturmuşlardı. Padişahın verdiği beratlardan ve devletin koruması altındaki Hamidiye alaylarından aldıkları güçle Kürt bölgesinde görece özerk yaşamlarını sürdürebiliyor ve çocuklarına kendi medreselerinde Kürtçe eğitim verebiliyorlardı.<br />
<br />
Bu özerklik karşılığında saltanatın giderlerine mütevazı ödemelerle katılıyor ve padişahın cihat çağrılarına köylülerini seferber ederek katkıda bulunuyorlardı.<br />
<br />
Nitekim, 1915'te Başkumandan Vekili Enver Paşa'nın emriyle başlatılan Sarıkamış Savaşı'nda donarak ölen 60.000 Osmanlı askerinin yarısından fazlası Kürt aşiretlerinin oluşturdukları Hamidiye alaylarına mensup eğitimsiz ve donanımsız Kürtlerdi.<br />
<br />
<i><b>Kurtuluş Savaşında Kürtler</b></i><br />
<br />
Mustafa Kemal'in Osmanlı Padişahını ve Hilafet makamını kurtarmak için yola çıktıkları söylemiyle başlattığı Kurtuluş mücadelesinin ilk evrelerinde toplanan Erzurum ve Sivas Kongreleri Kürt aşiretleri tarafından desteklendi.<br />
<br />
Mustafa Kemal Kürt aşiret liderlerinin Ermeni tehcirindeki rollerini bildiği için onlara çağrı yaparken, galip devletlerle işbirliği içinde olan Ermenilerden gelecek tehlikelere vurgu yapmayı ihmal etmiyordu.<br />
<br />
Erzurum Kongresi'nde oluşturulan <i>Heyet-i Temsiliye</i> adına Kürt aşiret liderleriyle din adamlarından destek istedi.<br />
<br />
Bu desteği isterken, "<i>Mustafa Kemal, 1919 yılı Ağustosu'nda Mutki aşiret reisi Hacı Musa Bey'e, Bitlis'te Küfrevizade Şeyh Abdülbaki Efendi'ye, Garzan'da rüesadan Cemil'e Çeto'ya, Şırnaklı Abdurrahman Ağa'ya, Derşevli Ömer Ağa'ya, Norşinli meşayihi izamdan Ziyaettin Efendi vb. zevata '<b>Efendi hazretlerine'</b>,'<b>Ağa hazretlerine'</b> diye hitap ederek gönderdiği telgraflarda onları, 'makamı mualla-yı hilafete ve Saltanat'a yapılan tecavüzü def'etmeye ve 'mukaddes vatanı Ermeni tasallutundan' kurtarmaya</i>" <span class="dipnot">{Baskın Oran, Atatürk Milliyetçiliği, Birinci baskı, 1988, s:99}</span> çağıran iki ana tema işliyordu.<br />
<br />
Ayrıca, askeri komutanlıklara ve valiliklere gönderdiği telgraflarda Kürt Kulübü (<i>Kürt Teali Cemiyeti</i>) üyeleriyle uzlaşmalarını talep ediyordu. Mustafa Kemal Kürt aşiret lideri ile beylerine ittifak çağrısı yaparken hem Osmanlı devlet düzenini koruyacağı güvencesini veriyor hem de Kürt aydınlarıyla uzlaşma yollarını arıyordu.<br />
<br />
Nitekim, Mustafa Kemal ve arkadaşları 20-23 Ekim 1919'da Amasya'da Heyeti Temsiliye adına Ali Rıza Paşa Hükümetini temsil eden Salih Paşa ve Albay Naci Bey'den oluşan heyetle yaptıkları görüşmede imzaladıkları 2 nolu Amasya protokolü ile Kürtlerin ulusal haklarının tanınacağını şu sözlerle taahhüt ediyorlardı:<br />
<br />
"<i>Beyannamenin 1. maddesinde Devlet-i Osmaniye'nin tasavvur ve kabul edilen hududu, Türk ve Kürtlerle meskun olan araziyi ihtiva eylediği ve Kürtler camiayı Osmaniye'den ayrılması imkansızlığı izah edildikten sonra bu hududun en asgari bir talep olmak üzere temini istihsali lüzumu müştereken kabul edildi. Maahaza Kürtlerin serbesti-i inkişaflarını temin edecek vech ve surette hukuki ırkiye ve içtimaiyece mazharı müsaadat olmaları dahi tervic ve ecanip tarafından Kürtlerin istiklal maksadı zahirisi altında yapılmakta olan tezviratın önüne geçilmek için de bu hususun şimdiden Kürtlerce malum olması hususu tensib edildi.</i>" <span class="dipnot">{Naci Kutlay, 21. Yüzyıla Girerken Kürtler, Peri Yayınları, 2002, s.82.}</span><br />
<br />
<i><b>Birinci TBMM'de Kürtler</b></i><br />
<br />
23 Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisi kurulduktan sonra Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa tarafından Kürtlere güven verici çeşitli açıklamalar yapılmıştır.<br />
<ul><li>Milliyetçi bir milletvekilinin 1920 Mayısında TBMM'nin Türk milletini temsil ettiğini ifade eden konuşmasına gösterilen aşırı tepkileri ancak Mustafa Kemal Paşa şu konuşmayı yaparak yatıştırabilmiştir:<br />
<br />
"<i>Meclis-i Alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir. Yalnız Kürt, yalnız Arap, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasırı İslamiye'dir. Samimi bir mecmuadır. Binaenaleyh muhafaza ve müdafaasıyla iştigal ettiğimiz millet bittabi bir unsurdan ibaret değildir. Muhtelif anasırı İslamiye'den mürekkeptir. Bu mecmuayı teşkil eden her bir İslam unsur, bizim kardeşimiz ve menfaatimiz tamamen müşterek olan vatandaşlarımızdır.</i>"<br />
<br />
</li>
<li>Mustafa Kemal, Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nce "<i>Kürdistan</i>" hakkında düzenlenen ve TBMM'nin 22 Temmuz 1922 günlü gizli oturumunda okunarak tutanaklara geçen bir talimatı, Büyük Millet Meclisi Reisi sıfatıyla El Cezire Cephesi Kumandanlığı'na göndermiştir. Bu talimatta, "<i>Kürtlerin oturduğu bölgelerde ise hem iç hem de dış siyasetimiz açısından adım adam mahalli bir idare kurulmasını gerekli bulmaktayız</i>" denmektedir. <span class="dipnot">{TBMM Gizli Celse Zabıtları, C.3, İşbankası Yayınları, 1985, Nakleden 2.000'e Doğru, sayı: 39, 20 Eylül 1987.}</span><br />
<br />
</li>
<li>Kurtuluş Savaşı boyunca Mustafa Kemal ve arkadaşları TBMM'de yaptıkları konuşmalarda "<i>Türk Milleti</i>" deyimini kullanmamış, Meclisin kompozisyonunu ve toplumdaki çok etnikli yapıyı belirtmek için genel olarak "<i>Türkiye Halkı</i>" deyimini kullanmışlardır. Ancak, Cumhuriyetin ilanından sonra Mustafa Kemal ilk defa "<i>Türk Milleti</i>" deyimini kullanmış ve bu tarihten itibaren "<i>Türkiye Milleti</i>" deyimini bir daha kullanmamak üzere terk etmiştir. <span class="dipnot">{Baskın Oran, Atatürk Milliyetçiliği, Birinci Baskı, 1988, s.164.}</span><br />
</li>
</ul><i><b>Lozan Konferansı'nda Kürtler</b></i><br />
<ul><li>Lozan Konferansı'nda azınlık sorunları konuşulurken İngiltere Başbakanı Lord Curzon Kürtlere ya bağımsızlık verilmesi ya da özerklik tanınarak ulusal demokratik haklarını özgürce kullanılmaları için antlaşma metnine bir bölüm ilave etmekte ısrar ediyordu. Musul sorunuyla birlikte bu konunun da çözümsüz kalması karşısında konferans kesintiye uğradı. Konferansın yeniden işlerlik kazanması için iki yol denendi. Birincisi Kürt aşiret ve beylerine konferans sekreteryasına gönderecekleri telgraflarla Kürtlerin Müslüman kardeşleri olan Türklerle birlikte yaşama azim ve kararında olduklarını bildirmelerini sağlamaktı. Baş delege İsmet Paşa da Konferansta "<i>TBMM Hükümeti'nin Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümeti olduğunu</i>" <span class="dipnot">{Seha Meray, Lozan Barış Konferansı Cilt 1, Kitap 1, s.318.}</span> belirtmeye özen gösteriyordu. Ayrıca, İsmet İnönü 1969'da Ulus Gazetesi'nde çıkan anılarında "<i>Lozan'da milli davalarımızı biz Türkler ve Kürtler diye savunduk</i>" <span class="dipnot">{İnönü'nün Hatıraları, Hazırlayan: Sabahattin Selek, Ulus, 31 Mart 1969. }</span> diye samimi itirafta bulunmuştur.<br />
<br />
</li>
<li>Kesintiye uğrayan konferansı kurtarmak amacıyla Mustafa Kemal 16-17 Ocak 1923'te İzmit'te düzenlediği basın toplantısında şu açıklamayı yapmıştır: "<i>[...] başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim teşkilatı esasiye kanunu gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye'nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendilerine ait sorun yaratmaları daima mümkündür. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin ve hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur. Ve bu iki unsur, bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmişlerdir. Yani onlar bilirler ki, bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz.</i>" <span class="dipnot">{Mustafa Kemal, Eskişehir-İzmit Konuşmaları 1923, Kaynak Yayınları 1993, s.105.}</span><br />
<br />
</li>
<li>Lozan Konferansı'nda Kürtlere bağımsızlık verilmesi ya da özerklik tanınması fikrini ortaya atan Lord Curzon'a, TBMM Hükümeti'nin yönlendirmesiyle İstanbul'daki kimi Kürtler adına gönderilen bir mesajda özetle şu ifadelere yer verilmişti: "<i>[...] öz Türk oğlu Türk olan Kürtleri Yavuz Sultan Selim Han Kürtlerin Hanı Şeyh İdris-i Bitlisi'ye gönderdiği fermanda kendi ülkesine dahil etti. O günden bugüne kadar Türk akrabalarının şefkat ve himayelerinde huzurlu ve rahat yaşamakta ve Türk lehçesi ile de konuşmaktadırlar. (...) 1917 yılında Lord Curzon gibi bağımsızlık vaatlerinde bulunan Ruslara biz Kürtler:</i> '<i>Biz Türk'üz, bizi anavatandan hiçbir kuvvet ayıramaz. Bizim rahata kavuşmamız sizin hemen bu topraklardan çekilmenizle olacaktır' dedik. İşte bugün bütün Kürtler Lozan'daki Avrupa ve bilhassa İngiliz diplomatlarına aynı cevabı veriyoruz. Kürtler bağımsızlıklarını kendilerini yok edecek yabancılara değil kendi ailelerinden olan Türklere ve onları temsil eden Büyük Millet Meclisi Hükümeti'ne emanet etmiştir. Sonuç olarak biz Kürtler, İngiltere Delegasyonu Reisi Lord Curzon'un bizler için fikirler üretmemesini rica eder ve Lozan'daki Temsil Heyetine ve Reisi sevgili hemşehrimiz İsmet Paşa hazretlerine başarılar dileriz.</i>" <span class="dipnot">{Hasan Celal Güzel, Kürtlerin Lozan Konferansı'na Gönderdikleri Mesaj, Radikal Gazetesi, 03 Mart 2008, s.8.}</span><br />
<br />
Bütün bu girişimlerden sonra yeniden başlayan konferansta Kürtlerin Türklerle birlikte yaşamak istediklerinin kesinleşmesi üzerine Kürt sorunu gündemden çıkarıldı ve kesintiye uğrayan konferans yeniden başlayarak sonuçlandırıldı.<br />
</li>
</ul><i><b>Mustafa Kemal Paşanın Özerklik Politikası Bir Aldatmacaydı</b></i><br />
<br />
1920'de Koçgiri olayları münasebetiyle Alişan Bey'in özerklik talebinin reddedilmesi Kürtlere özerklik tanınacağı vaadinin asılsız olduğunu kanıtlıyordu. Kurtuluş Savaşı'nın başlangıcında ve TBMM'nin kuruluş evresinde Koçgiri aşiretinin 1920'de başlattığı milli nitelikli hareketin alevlenmesi karşısında Mustafa Kemal Paşa bizzat aşireti temsil eden Alişan Bey'le görüşerek kendisine ve diğer Dersim aşiret reislerine milletvekilliği ile yüksek kademede görevler teklif etti.<br />
<br />
Ancak Alişan Bey ve kendisine yakın aşiret reisleri Kürtlere özerklik tanınması koşuluyla TBMM hükümetini tanıyacaklarını ifade ederek milletvekili olmayı ve devlet görevi kabul etmeyi reddetmişlerdi. Oysa Mustafa Kemal iki yıl sonra El Cezire Komutanına gönderdiği tamimde ve İzmit Basın Toplantısı'nda 1921 Anayasası hükümlerine göre Kürtlere özerklik tanınacağını beyan etmekteydi.<br />
<br />
Alişan Bey ve arkadaşlarının bu çerçevedeki taleplerinin kabul edilmemesine karşılık, sonradan öne sürülen özerklik vaadinin aslında Kürt Kulübü üyelerini ve Lozan'daki İngiliz delegesini teskin etmek amacıyla başvurulan bir aldatmaca olduğunu ortaya koymaktadır.<br />
<br />
<i><b>Cumhuriyet Döneminde Kürtler</b></i><br />
<br />
Birinci TBMM Mustafa Kemal'in iradesini tam olarak benimseyen bir kurul değildi. Zaman zaman kendisine karşı muhalefet girişimleri oluyor ve bundan rahatsız oluyordu. 1923 İlkbaharında Lozan Konferansı'nın sonuçlanma aşamasına yaklaştığı günlerde oluşturacağı yeni ulus-devleti tümüyle kendi kontrolü altında tutabilmek için önlem alması gerekiyordu.<br />
<br />
1921 Anayasası'nın öngördüğü özerklik hakkı bir ulus devletin inşasına engeldi. Uyum içinde çalışabileceği yeni bir Meclis oluşturmak ve yeni bir anayasa yapmak ihtiyacı kafasında oluşmuştu. Bu nedenle onun isteği üzerine 1 Nisan 1923'te TBMM erken seçim kararı aldı. 15 Nisan 1923'te de Birinci Meclis son toplantısını yaptıktan sonra seçime gidildi. Adaylarını bizzat Mustafa Kemal'in belirlediği yeni seçilen İkinci Meclis muhalif unsurlardan arındırılmış ve kendisiyle uyum içinde çalışacak bir kurul oluşturulmuştu.<br />
<br />
Lozan Antlaşması'nın imzalanarak yürürlüğe girdiği 24 Temmuz 1923'te Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının önü açılmış, artık bağımsız Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurulması ve ulus devletin inşası için her türlü engel ortadan kalkmıştı. Bu tarihten başlayarak Türkiye başta komşu ülkeler olmak üzere Batı ülkelerinin tümü tarafından tanınmış ve her türlü dış müdahale ihtimali de bertaraf edilmişti.<br />
<br />
Savaş galibi ordu, sağlanan dış kaynakla yeniden organize edilmiş ve bölgesinde hatırı sayılır güçlü bir ordu konumuna gelmişti. Etkin bir orduya ve uyumlu bir Meclise dayanan Mustafa Kemal içte ve dışta her türlü muhalefeti de büyük ölçüde bertaraf etmişti. Artık içteki eski bağlaşıkları sürdürmenin gereği kalmamış, tek kültürlü vatandaşlık anlayışına dayalı türdeş bir ulus devlet oluşturmanın yolu açılmıştı.<br />
<br />
O günkü koşullarda Batı uygarlığını temsil eden Avrupa ülkelerinin büyük bir bölümünde de her devletin tek kültürlü, türdeş bir ulusa dayanması düşüncesi revaçtaydı. Fransa, Almanya, İspanya, İtalya vb., Batı uygarlığını temsil eden ülkelerde tek kültürlü ulus-devlet politikası uygulanıyordu.<br />
<br />
Henüz insan hakları düşüncesi gelişmemiş, farklı ulusal toplulukların kimlik, dil ve kültür hakları temel insan haklarının özü ve demokrasinin olmazsa olmaz koşulu haline gelmemişti. Irkçı düşünceler de giderek yaygınlaşıyordu. İtalya'da Musolini'nin başını çektiği faşist hareketin iktidara gelmiş olması ve Almanya'da Nazi Partisi'nin iktidara aday bir konuma gelmesi ırkçı düşüncelere saygınlık kazandırıyordu.<br />
<br />
Tüm bu gelişmeler Türkiye'de de etkili olmuş ve yeni koşullarda Türk milliyetçiliği belirleyici bir ideoloji haline gelmişti. Aydın kesimde etkili olan bu düşünceler Kurtuluş Savaşı boyunca izlenen çok kültürlü ümmetçi toplum anlayışının terk edilmesine zemin hazırlıyordu.<br />
<br />
1924'te yeni bir Teşkilatı Esasiye Kanunu yapıldı. 1921 tarihli eski Teşkilatı Esasiye Kanunu'nda öngörülen yerel yönetimlere ve farklı etnik topluluklara özerklik tanınmasına ilişkin anayasa hükmüne yeni Kanunda yer verilmedi.<br />
<br />
Yeni Teşkilatı Esasiye Kanunu'nun 88/1 maddesine "<i>Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (TÜRK) ıtlak olunur</i>" hükmü konularak milliyetçi bir vatandaşlık tanımı getirildi. Böylece, tek kültüre bağlı vatandaşlık anlayışı anayasal bir zorunluluk haline getirildi. Artık, Kurtuluş Savaşı boyunca ve Lozan Barış görüşmeleri sürecinde ifade edilen çok kültürlü toplum modeli kesin olarak gündemden çıkmıştı.<br />
<br />
Kurtuluş Savaşı'nın ilk yıllarında Mustafa Kemal'in Kürt beylerine ve aşiret liderlerine verdiği sözler, bir süreç içinde, adım adım yok sayılarak onları rahatsız edecek yeni bir devlet modeli oluşturuluyordu. Saltanatın ve hilafetin kurtarılacağını bekleyen Kürt feodalleri beklentilerinin tam tersiyle karşılaştılar:<br />
<ul><li>29 Nisan 1922'de daha önce kurtarılacağı taahhüt edilen saltanata son verildi.<br />
<br />
</li>
<li>29 Ekim 1923'te Cumhuriyet ilan edildi.<br />
<br />
</li>
<li>3 Mart 1924'te de kurtarılacağı vaat edilen Hilafet kaldırıldı.<br />
<br />
</li>
<li>Yine 3 Mart 1924'te Şer'iye ve Evkaf Vekaleti kaldırıldı.<br />
<br />
</li>
<li>Aynı tarihte Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edilerek Kürt medreseleri tasfiye edildi.<br />
</li>
</ul><b><i>Kürt Ayaklanmaları</i> </b><br />
<br />
Kurtuluş savaşı bittikten sonra daha önce Amasya Protokolü ile taahhüt edilen "<i>Kürtlerin serbesti-i inkişaflarını temin edecek vech ve surette hukuki ırkiye ve içtimaiyece mazharı müsaadat olmaları</i>" hükmü unutulmuş ve 1921 tarihli anayasanın Kürtlere özerklik tanınacağını öngören maddesi ortadan kaldırılmıştı.<br />
<br />
Bu değişikliklerle artık Türkiye'de yalnız Türkler vardır ve herkes Türk olmak zorundadır. Kürtler ise ret ve inkar edilerek yok sayılıyordu.<br />
<br />
1924 Anayasası Kürtler açısından iki önemli değişiklik getirmişti. Birincisi 1921 Anayasası'nın öngördüğü bölgesel özerklik kavramının kaldırılmış olmasıydı.<br />
<br />
İkincisi de başta Kürtler olmak üzere tüm Müslüman azınlıkları yok sayan yeni bir vatandaşlık tanımının yapılmasıydı. Saltanatın kaldırılması, Cumhuriyetin ilanı ve sonra da Hilafetin kaldırılması Kürt din adamlarıyla tarikat liderlerini ve feodal beyleri büyük ölçüde rahatsız etmişti. Osmanlı devlet düzeninde sahip oldukları ayrıcalıkları kaybedecekleri kesinleşmiş ve tedirgin olmuşlardı.<br />
<br />
Hilafetin kaldırıldığı gün Tevhidi Tedrisat Kanunu'nun çıkarılması aşiret liderleriyle birlikte Kürt köylü yığınlarını da huzursuz etmişti. Bu kanunla Kürt medreseleri kaldırılıyor ve yerine Kürtçe eğitim veren hiçbir kurum getirilmiyordu. Okullarda Türkçe eğitim zorunluluğunun getirilmesi ise asimilasyoncu ve inkarcı politikanın eğitim yoluyla pekiştirilmesi anlamına geliyordu.<br />
<br />
Kürt beylerine tanınan unvanlar kaldırılmış, Hamidiye Alayları tasfiye olmuştu. Kürt feodallerinden silah toplanması, çocuklarının askere çağrılması, yerel devlet temsilcilerine, özellikle de jandarmaya mutlak şekilde itaat etmeye zorlanmaları, kanun kaçaklarının takibinde feodal liderlerin devre dışı bırakılması onların itibarını iyice sarsmıştı. Asayişi sağlamada bölgede görevli güvenlik güçlerinin zalimane uygulamaları, feodal beyleri olduğu kadar Kürt halkını da canından bezdirmişti.<br />
<br />
Ağnam vergisi (<i>hayvan vergisi</i>), Yol vergisi (<i>Papur</i>) gibi geniş halk yığınlarını canından bezdiren ve jandarma refakatindeki memurlar eliyle köylünün yatak, yorgan ve kap-kaçaklarının zor alımıyla vergi tahsilatı yapılması merkezi hükümete karşı güvensizliği arttırmış, bölgedeki huzursuzluğu had safhaya çıkarmıştı.<br />
<br />
Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre önce kurulan ve parti-devlet biçiminde örgütlenen Cumhuriyet Halk Fırkası (<i>CHF</i>) yeni ulus devleti oluşturacak bir siyasal yapılanmaydı. Parti tarafından Şefin buyruğuna göre seçilen milletvekillerinden de mutlak itaat isteniyordu. Kürtler kendi temsilcilerini seçemiyorlardı. Bölge illerinden CHF adına gösterilen adaylar İstanbul, Ankara, İzmir vb., illerden yönetici kadronun güvenini kazanmış şahsiyetlerdi. Hiçbirinin seçildikleri illerin yaşam koşulları ve halkın talepleri hakkında bilgileri yoktu.<br />
<br />
Görevleri TBMM'de Şefin buyruğuna göre oy kullanmaktı. Kürt halkının sorunları, istekleri Meclise ve hükümete yansımıyordu. Hiçbir denetime tabi olmayan yerel hükümet memurları ile jandarmanın görevi de Kürt aşiretlerinin ve köylü yığınlarının devlete itaat etmelerini sağlamak ve vergi toplamaktı.<br />
<br />
Bu ağır sosyal, ekonomik ve siyasal koşullar altında yaşamak zorunda kalan ve geçmişteki ayrıcalıklarını büyük ölçüde kaybeden Kürt beyleriyle aşiret liderleri şaşkınlık ve çaresizlik içindeydi. Aralarında birlik kurmanın ve eski düzeni geri getirmenin koşulları yoktu.<br />
<br />
Cumhuriyetin ilanıyla birlikte yasadışı konuma düşen ve lider kadrosu yurtdışına kaçan Kürt Teali Cemiyeti'nin Türkiye'de kalan aydın üyelerinin de gayri memnun aşiretleri bir araya getirip somut koşullara uygun bir siyasal hareket oluşturacak güçleri ve olanakları yoktu.<br />
<br />
Kaldı ki, dinsel ideolojiye bağlı aşiret liderlerinin milli ya da milliyetçili talepleri olmadığı için aydınların oluşturduğu <i><b>Azadi Cemiyeti</b></i>'ni izlemeleri söz konusu olamazdı.<br />
<br />
Kürt aşiretlerinde beliren hoşnutsuzluğu en iyi kullanan Mustafa Kemal ve arkadaşları oldu. İttihat-Terakki geleneğinden gelen yeni devletin yönetici kadrosu başlattıkları tek kültürlü ulus-devlet politikasını başarmak için Ermeni meselesinde olduğu gibi Kürt sorununu da köktenci biçimde çözmek istiyorlardı.<br />
<br />
Yukarıda belirttiğimiz gibi Batılı devletlerle kültürel ve ticari ittifaklar kurulmuş, ekonomi düzene girmiş, ordunun eksikleri tamamlanmış ve savaş kabiliyeti arttırılmıştı.<br />
<br />
Yapılacak tek şey Kürt feodallerinin hoşnutsuzluğunu ve bölgedeki kaynaşmayı hazırlıksız bir kalkışmaya dönüştürmek ve Kürt sorununu Ermeni sorunu gibi ezerek bitirmekti. Bu strateji çerçevesinde 1925 tarihli Kürt ayaklanması kışkırtıldı.<br />
<br />
<i><b>1925 Tarihli Kürt Ayaklanması (Şeyh Sait İsyanı)</b></i><br />
<br />
Yukarıda açıklanan nedenlerle Kürt bölgesinde oluşan huzursuzluk ortamında Şark ayaklanmasının kışkırtılması ile toplu kırıma varacak uygulamalar yapmak ve nüfus kaydırmalarıyla Kürtleri asimile etmek suretiyle Kürt sorununu çözmek mümkün olacaktı.<br />
<br />
Öte yandan ayaklanma gerekçe gösterilerek, muhalif İstanbul basınını susturmak, Meclisteki muhalefeti denetim altına almak ve rejimi sertleştirmek suretiyle de her türlü muhalefet odaklarını tasfiye ederek 1924 Anayasası ile esasları hazırlanan mutlakıyetçi bir düzen kurma düşüncesi gerçekleştirilebilirdi.<br />
<br />
Mustafa Kemal ve arkadaşları bu düşüncelerle Şeyh Sait ayaklanmasını tahrik etmeyi başardıkları gibi, bastırdıktan sonra da öngördükleri planları eksiksiz biçimde uyguladılar. Ayaklanmanın bir kışkırtma olduğu sonradan yayımlanan anı ve belgelerde somut olarak ortaya çıkmıştır.<br />
<br />
Olayın perde arkasını anlatan Metin Toker, Şeyh Sait ayaklanmasının bir kışkırtmanın ürünü olduğunu dolaylı yoldan şu sözlerle açıklamaktadır: "<i>Olay Cumhuriyetin bir dönemeci almasının fırsatı yapılmıştır ve bu mahiyeti itibariyle Cumhuriyetin işaret noktalarından birini teşkil eder.</i>" <span class="dipnot">{Metin Toker, Şeyh Sait İsyanı, s.26.}</span><br />
<br />
Aynı konuda İsmet Paşa CHF grubunda henüz bir zabıta olayı aşamasında iken hareketi şöyle değerlendiriyordu:<br />
<br />
"<i>Doğuda Şeyh Sait 'Din elden gidiyor', 'Kalkın ey ehli vatan' dememiş miydi? Bunu yıllardır muhalefet ve İstanbul basını söylemiyor muydu? Halk, Cumhuriyete karşı kıyama teşvik olunmuyor muydu? Bu patlama nasıl olsa olacaktı. Bu doğuda olmuş, belki de tam hazırlık yapılmadan harekete geçilmişti. Onun için hükümet tedbirlerini bu temel görüşü dikkate alarak uygulamalı, bir 'karşı ihtilalin' ilk adımlarının atıldığı gözden kaçırılmamalıdır.</i>" <span class="dipnot">{Metin Toker, Şeyh Sait İsyanı, s.23.}</span><br />
<br />
Metin Toker çalışmasının başka bir yerinde olayın hazırlıksız patlak verdiğini şu sözlerle dile getiriyor: "<i>Şeyh Sait'in Piran'da zamansız attığı kurşun,</i>'<i>Ankara'daki Gazi Ekibi' için karşı tarafı, karşı taraf hazırlığını henüz yapmamışken ezmenin fırsatını teşkil edecekti.</i>" <span class="dipnot">{Metin Toker, Şeyh Sait İsyanı, s.26.}</span><br />
<br />
Ayaklanmanın başlama biçimi de zamansız kalkışmanın bir kışkırtma eseri olduğunun kanıtıdır.<br />
<br />
Nakşibendi Tarikatının lideri olan Şeyh Sait konumu icabı vaazlarında şeriatı savunuyor, medreselerin yasaklanmasını ve Hilafetin kaldırılmasını eleştiriyordu. Ayrıca her yıl büyük bir mürit topluluğunun refakatinde Hınıs'tan Palu'ya giderek dedesinin türbesini ziyaret etmesini dinsel bir tören biçiminde ifa ediyordu.<br />
<br />
Ayaklanmanın patlak verdiği 1925 yılı Şubat ayının 13'ünde bu ritüeli yerine getirmek için yola koyulurken kendisine katılan 200-300 atlı ile kardeşinin ikamet ettiği Ergani'ye bağlı Piran köyünde mola verince, yolculuğun bu aşamasında çeşitli evlere dağılan müritler arasında birkaç kanun kaçağının bulunduğunun resmi makamlarca öğrenilmesi kışkırtıcı planın uygulanmasına olanak sağladı.<br />
<br />
Ergani jandarma komutanı 15 kişilik bir müfreze ile köye gönderiliyor ve kanun kaçaklarının bulundukları ev sarıldıktan sonra Şeyh Sait'ten bu şahısları teslim etmesi istenir. Müfreze komutanın isteği karşısında Şeyh Sait şu ricada bulunuyor:<br />
<br />
"<i>Biz onlarla beraber geldik, yoldaşız. Kendilerini şu ara bana bağışlayın ve ben burada iken bir şey yapmayın. Hele ben bir gideyim sonra ne isterseniz yaparsanız.</i>" <span class="dipnot">{Metin Toker, Şeyh Sait İsyanı, s.37.}</span><br />
<br />
Yöredeki feodal geleneklerin meşru saydığı bu istek jandarma komutanı tarafından reddedilmiş ve aranan şahısların derhal teslim edilmesinde ısrar edilmiştir. Sanıkları misafir eden ev sahibi de geleneklere uyarak jandarmanın isteğini yanıtsız bırakınca zor kullanmak isteyen jandarma ile kanun kaçakları arasında müsademe başlamış, bir erin ölmesi ve ikisinin de yaralanması üzerine müfreze geri çekilmek zorunda kalmıştır.<br />
<br />
Bu olay, yüzyıllardır sürüp giden feodal geleneklere yönelik saldırıların yoğunlaştığı, medreselerin kapatıldığı, idari baskının arttığı, tanınmış din ve tarikat liderleriyle aşiret beylerinin otoritesini zedeleyen ve toplumsal huzursuzluğun doruğa çıktığı bir ortamda tezgahlanmıştı.<br />
<br />
Bu davranış bölgenin en büyük dini liderlerinden olan Şeyh Sait'e yapılan bir hakaret sayıldığı için varolan toplumsal huzursuzluğu ateşleyen bir kıvılcım görevi yaptı.<br />
<br />
Olayın duyulmasıyla birlikte Palu, Darahini, Lice, Çabakçur (Bingöl), Elazığ, Maden ve Çermik'te hükümet kuvvetleriyle silahlı çatışma başlamış ve kimi yerlerde yönetime el konulmuştur.<br />
<br />
Kışkırtmayı açığa vuran bir diğer olgu da olayı bastırmak için Fethi Bey hükümeti ile CHF grubunun şahinleri arasındaki görüş ayrılığının dayandığı farklı yönetim anlayışı idi. Hükümetin, ayaklanmayı bastırmak için Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın (<i>TpCF</i>) da desteğini alarak sıkıyönetim ilan etmesi CHF şahinlerini tatmin etmemişti.<br />
<br />
Onların "<i>İstedikleri, devrimleri rahatça tamamlayacak bir ortamdı. Bu ortamda ancak mezar sessizliği hakim olacaktı. Yapılanlar sadece övülecekti. 1925 Türkiye'sinde Gazi'nin, İsmet Paşa'nın ve onların etrafında yer almış 'silahendaz mebusların' memlekete müsaade etmeye niyetli bulundukları hürriyet bundan ibaretti.</i>" <span class="dipnot">{Metin Toker, Şeyh Sait İsyanı, s. 44.}</span><br />
<br />
1925 tarihli Şark Ayaklanması'nın, Şeyh Sait'in de üyesi olduğu söylenen, Kürt aydınlarının oluşturduğu Azadi Cemiyeti'nin bilgisi ve iradesi dışında gerçekleşmiş olması da olayın bir kışkırtma sonucu patlak verdiğinin önemli bir kanıtıdır.<br />
<br />
O günleri bizzat yaşayan cemiyet üyesi Kadri Cemilpaşa (Zınar Sılopi) Doza Kürdistan adlı anı eserinde ayaklanmaya ilişkin şunları yazıyor:<br />
<br />
"<i>[...] Kürt aydınları çok kıymetli bir şahsiyet olan Cıbran Aşiret Reisi Miralay Halit Bey'in etrafında toplanarak 1922 senesinde, İstiklal anlamına gelen AZADİ adıyla bir siyasi örgüt kurdular. Kürdistan'ı istiklaline kavuşturacak yeterli derecede bir savaş örgütünün gereğine inanan milletsever Kürt aydınları bunun icrasına çalışıyorlardı.<br />
<br />
Kürt subaylarından Bitlisli İhsan Nuri, Süleymaniyeli Mülazım İsmail Hakkı Şaveys, Hertulu Hurşit örgütün önemli üyeleriydiler. Erzurum'da bulunan örgüt merkezinden aldığı talimat üzerine Kürdistan'ın çeşitli yerlerinde teşkilatın geliştirilmesi görevini üzerine alan Mülazım İsmail Hakkı Şaveys Diyarbekir'e de uğramıştı.<br />
<br />
Diyarbekir'de ben, Cemil Paşazade Kasım Bey, Doktor Fuat, Dava Vekili Mehmet Efendi (Bave Tujo), yani Hacı Ahdi, Ekrem Cemil ve bazı diğer arkadaşların da iştirakiyle örgütün bir şubesi açıldı.</i>"<br />
<br />
Kadri Bey, anılarında Şeyh Sait'in bu oluşumla bağlantılı olduğuna ilişkin herhangi bir bilgiye yer vermiyor. Buna karşılık ayaklanmaya ilişkin olarak şu bilgileri veriyor:<br />
<br />
"<i>8 Şubat 1925 tarihinde Türk karakol erlerinden bazılarının Piran'da öldürüldüğünün haberini Diyarbekir'de işittiğimizde bu hususta bir şeyden haberi olmayan Azadi kuruluşu ile görevli Diyarbekir şubesi üyeleri bizler olayın içeriğini ve ne amaçla yapıldığını anlayamadık.<br />
<br />
Cemiyetin reisi Halit Cibri ve nüfuzlu azalarının tutuklu olması, örgüt kuruluşunun tamamlanmamış olmasından ötürü örgüt kararıyla bu kıyam hareketinin yapıldığını çok uzak görüyorduk. Hayret ve tereddüt içinde idik.</i>" <span class="dipnot">{Kadri Cemil Paşa, Doza Kürdistan, s. 92.}</span><br />
<br />
Ne var ki, ayaklanmanın bastırılmasından sonra, hiçbir ilgileri olmadığı halde, cemiyetin üye ve sempatizanı olan Kürt aydınları İstiklal Mahkemesi tarafından ayaklanmayı kışkırtmakla suçlanmış ve yakalananlardan Dr. Fuat Bey ile arkadaşları idam edilmişlerdir. Bunlardan bir bölümü de yurtdışına kaçarak yaşamlarını kurtarmışlardır.<br />
<br />
1925 Şark Ayaklanması'nın kışkırtılmasında Kürt sorununu kökten çözmek düşüncesi önemli olmakla birlikte, Mustafa Kemal'in asıl amacı her türlü muhalefet odağını tasfiye ederek ülkede yalnız kendi iradesinin egemen olduğu totaliter bir düzen kurmaktı.<br />
<br />
Nitekim, isyan bastırıldıktan sonra İstiklal Mahkemeleri devreye sokulmuş ve ülkedeki muhalif unsurların tasfiyesine girişilmiştir.<br />
<br />
İstanbul basınının önde gelen yazarlarından Ahmet Emin Yalman, Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Şükrü Esmer, Eşref Edip, Velid Ebüzziya, Fevzi Lütfü Karaosmanoğlu vb., İstiklal Mahkemeleri'nde yargılanmışlardır. İstanbul'daki muhalefet odaklarını tasfiye etmek amacıyla İsmet İnönü bunların tümünün idam edilmesini istediği halde, sanıkların telgrafla Mustafa Kemal'e ilettikleri af talebi kabul edilerek idamdan kurtulmuşlardır.<br />
<br />
Bu bağlamda Mecliste muhalefeti temsil eden kurtuluş savaşının önde gelen şahsiyetlerinin yönetimindeki TpCF, programında yer alan partinin 'dine saygılı olduğu' ibaresi gerekçe gösterilerek hükümet kararıyla kapatılmıştır.<br />
<br />
Mustafa Kemal'in emriyle CHF şahinleri tarafından kışkırtılan ayaklanmanın gerçek nedenini örtbas etmek için, olayın bir İngiliz kışkırtması olduğu öne sürülmüştür. Oysa Irak Kürdistanı ile başı dertte olan İngiltere'nin Türkiye'de Kürt sorununu kışkırtmada hiçbir yararı yoktu; aksine zararı vardı.<br />
<br />
<i><b>1925 Kürt Ayaklanması Bağımsızlık Amaçlı Milliyetçi Bir Hareketi miydi?</b></i><br />
<br />
Kimi Kürt siyasetçileri Şeyh Sait Ayaklanması'nı bağımsızlığı amaçlayan milliyetçi bir kalkışma olarak sunmaktadırlar. Oysa, sosyolojik verilere, hareketin niteliğine ve o günkü yurt ve dünya koşullarına yakından bakıldığında bu hareketin milliyetçi hiçbir yanının bulunmadığı açıkça anlaşılır.<br />
<br />
Tarihsel olaylar nesnel özelliklerine göre değerlendirilmediği takdirde geleceğe ilişkin sağlıklı politikaların üretilmesi mümkün değildir. Bu nedenle, ayaklanma konusunda yaygın biçimde öne sürülen 'Kürt Bağımsızlık Hareketi' yakıştırmasının gerçekçi olmadığını somut verilere dayanarak belirtmeyi gerekli görüyorum.<br />
<ul><li>1925 tarihli Şeyh Sait İsyanı merkezi bir örgütün kararıyla, yurt ve dünya koşulları değerlendirilerek planlanmış ve zamanlaması doğru yapılmış bir hareket olmadığı için Kürt bağımsızlık hareketi olarak algılanamaz.<br />
<br />
</li>
<li>Kürt feodallerinin birleşerek ortak bir milli devlet (<i>krallık</i>) oluşturmaları için en uygun zaman, savaş sonuna denk düşen ve devlet otoritesinin kalmadığı 1918-1919 yılları arasındaki dönemdi.Bu dönemde Kürt Teali Cemiyeti yöneticilerinin bilinçli çabaları Kürt aşiret ve Beyleri tarafından karşılıksız bırakılmış, eski düzenin kurulacağı beklentisiyle önerileri reddedilmiştir.<br />
<br />
Cemiyetin Paris'teki temsilcisi Kürt Şerif Paşa'nın 18 Ocak 1919'da toplanan Paris Konferansı'nda Ermeni temsilcisi Nubar Paşa ile anlaşarak bağımsız bir Kürt devletinin kurulması için yaptığı girişimler de Kürt feodalleri tarafından şiddetle protesto edildi.<br />
<br />
Paris'e gönderdikleri telgraflarda ve İstanbul basınında yayımladıkları ilanlarda Şerif Paşa'nın Kürtleri temsil etmediği belirtilmiş ve yaptığı girişimler kınanarak temsilcilikten derhal istifa etmesi istenmiştir.<br />
<br />
Bu ilanlarda "<i>vazifemiz, Devlet-i Aliye'yi Osmaniye'yi yeniden ihya etmektir. Kürt devleti tahayyülü sadece İslam düşmanlarının işine yarar</i>" diyerek, yeni devlette eski konumlarını sürdürme özlemini dile getirmişlerdir. Ağır suçlamalara maruz kalan Şerif Paşa Cemiyetin temsilciliğinden istifa etmiş ve Paris Konferansı'ndan çekilmiştir. <span class="dipnot">{Recep Çelik, Milli Mücadelede Said-i Nursi, Köprü Dergisi, Bahar-2000.}</span><br />
<br />
</li>
<li>1925 tarihli Şeyh Sait Ayaklanması, tüm Kürt aşiret ve beylerinin katıldığı bir hareket olmadığı için de bağımsızlık amaçlı bir kalkışma olarak gösterilemez.Harekete daha çok Şeyh Sait'in dini otoritesine bağlı Bingöl, Darahini, Hınıs, Muş, Palu, Piran, Hani, Lice, Maden ve kısmen de Siverek (<i>Karacadağlı Şeyh Eyüp Gürpınar</i>) yörelerindeki dini liderlerle feodal beyler katılmışlardır. Oysa, Urfa, Mardin, Siirt, Van ve Hakkari yörelerinden aşiret ve beylerden ayaklanmaya katılan olmamıştır.<br />
<br />
</li>
<li>Ayaklanmanın milliyetçi bir özü olduğunu söylemek de mümkün değildir. Çünkü, kalkışma salt Sünni Kürtlerin bir ayaklanması olarak kalmıştır.Alevi aşiretler tarafından desteklenmemiş, aksine, Aleviler Elazığ cephesinde hükümet kuvvetlerine destek sunmuş ve isyancıların bölgedeki kazanımlarını yenilgiye dönüştürmüşlerdir. Keza, 1937 Dersim Alevi Kürt Ayaklanması'nda da Sünni aşiretler Alevilere karşı savaşmışlardır.<br />
<br />
Kürtlerde mezhep ayrılığına dayanan bu düşmanca karşıtlık dinsel ideolojiye dayanan feodal dünya görüşünün bir yansımasıdır. Bu, her iki hareketin de feodal nitelikli olduklarını ve çağdaş milliyetçi bir öz taşımadıklarının somut göstergesidir.<br />
</li>
</ul><i><b>Kışkırtılan Şark İsyanı Bastırıldıktan Sonra CHF Şahinleri Tüm Amaçları Gerçekleştirdi</b></i><br />
<ul><li>Fethi Bey hükümeti tasfiye edilerek yerine Şahinlerin Sözcüsü İsmet Paşa atandı.<br />
<br />
</li>
<li>Meclisteki tek muhalefet partisi TpCF kapatıldı.<br />
<br />
</li>
<li>Takrir-i Sükun Kanunu çıkarılarak İstanbul basını susturuldu ve Meclis dışı muhalefetin sesi kesildi.<br />
<br />
</li>
<li>İstiklal Mahkemeleri kuruldu. Ayaklanmayla doğrudan ilgili olanlarla birlikte milliyetçi Kürt aydınları ile dolaylı bağ kurularak yönetime muhalif olan Türk aydınların tümü İstiklal Mahkemelerinde yargılandı.<br />
<br />
Bunlardan pek çoğu infaz edildi. Süratle yargılanan, temyizi olmayan ve kararları anında infaz edilen bu mahkemelerin çalışmalarıyla ülkede tam bir terör havası estirildi.<br />
<br />
</li>
<li>1925 tarihli Şark Islahat Planı kabul edilerek uygulamaya konuldu. İnfazdan kurtulan Kürtler Islahat Planı uyarınca Türkleştirilmek için mecburi iskana tabi tutuldu ve bölgede kalanların da Kürtçe konuşmaları yasaklandı.1934'te çıkarılan Mecburi İskan Kanunu ile Şark Islahat Planı'nın eksikleri tamamlandı. Bu kanunla Kürtleri Türk çoğunluğun içinde eritmeyi amaçlayan sürgün ve zorunlu iskan politikası, devlet yanlısı aşiretleri de kapsayacak biçimde yaygınlaştırıldı.<br />
<br />
</li>
<li>Devletin lider kadrosunun öngördüğü üst yapı reformları yapıldı. (1925'te Tekke ve Zaviyeler kaldırıldı, Şapka ve Kıyafet Kanunu çıkarıldı, 1926'da Batı'dan ithal edilen Medeni Kanun, Borçlar Kanunu, Ticaret Kanunu ve Ceza Kanunu kabul edildi, 1928'de de 'devletin dini, ahkamı şeriye ve yemin metninin' oluşturduğu üç dinsel esas anayasadan çıkarıldı.)Altyapıda hiçbir değişiklik yapılmadan dayatmacı bir yöntemle yığınlara benimsetilmek istenen bu reformlar halk tarafından özümsenmediği için yerinde kalan sorunlar bugünkü siyasal tartışmaların nedeni olmakta devam ediyor.<br />
</li>
</ul><i><b>Ayaklanmadan Sonra Türkiye'de Tek Kültürlü Bir Ulus-Devlet Oluşturuldu</b></i><br />
<br />
Cumhuriyetin ilanından sonra tek kültürlü türdeş bir ulus-devlet oluşturma girişimi Şeyh Sait Ayaklanması'ndan sonra çıkarılan Takrir-i Sükun ve Mecburi İskan Kanunları'nın sağladığı olanaklardan yararlanılarak hızlandırıldı.<br />
<br />
Kurulan baskı rejimiyle ülkede bir mezar sessizliği oluşturulduğu için Mustafa Kemal ve hükümeti istedikleri uygulamayı yapma olanağına kavuşmuşlardı.<br />
<br />
Yaratılan korku ortamından yararlanılarak, homojen bir Türk ulusu oluşturmak için toplumun gayrimüslimlerden arındırılması yanında başta Kürtler olmak üzere Müslüman unsurların Türkleştirilmesi politikası uygulamaya konuldu.<br />
<br />
Tek kültürlü homojen bir Türk milleti oluşturmak için toplumun tümünü bağlayan ortak bir dile (ulusal dil) ve ortak bir tarihsel aidiyete ihtiyaç vardı. Bu sorunun çözümü, bizzat Mustafa Kemal'in formüle ettiği Güneş Dil Teorisi ile Türk Tarih Tezi'nin topluma emirle benimsetilmesiyle mümkün olacaktı.<br />
<br />
Türk Tarih Tezi, "<i>doğal nedenlerle Orta Asya'daki ana yurtlarından bütün dünyaya göç etmek zorunda kalan Türklerin taşıdığı uygarlığın dünyadaki bütün uygarlıkların anası olduğu</i>" yargısına dayanıyordu. Güneş Dil Teorisi ise "<i>dünyadaki bütün dillerin Türkçe'den çıktığı</i>" yargısının bir ürünüydü.<br />
<br />
Bu yaklaşıma göre Türkiye'de yaşayan herkesin dili 'özüne' dönecek ve Türkçe olacaktı. Bütün uygarlıkların anası Orta Asya'dan göç eden Türkler olduğuna göre ülkedeki farklı ırksal ve etnik ayrılıklar da temelde söz konusu olamazdı.<br />
<br />
Gayrimüslimlerin Türkleştirilmesi ise gerçekçi görülmüyordu. Homojen bir Türk ulusu oluşturmak için din faktörü de önemliydi. Ortak dil, ortak tarih yanında Sünni Müslüman olmak da gerekliydi. Bunun için bir süreç içinde mübadele, pogrom, vatandaş Türkçe konuş kampanyaları, varlık vergisi uygulaması, 6-7 Eylül olayları vb., araçlar kullanılarak toplum gayrimüslimlerden arındırıldı.<br />
<br />
Müslüman asıllı topluluklardan, asimilasyon politikasına direnen Müslüman Kürtleri de Türkleştirmek için sürgün, baskı ve tenkil yöntemleri kullanıldı.<br />
<br />
Türkçülük düşüncesini topluma benimsetmek için 1924 Anayasası'ndaki "<i>Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur</i>" tanımı yeterli değildi.<br />
<br />
Türk milletini ve Türkçülüğü tanımlayan tutarlı bir milliyetçilik ideolojisine ihtiyaç vardı. Türk Ocakları yanında CHF'nin önde gelen ideologlarının çabalarıyla bu boşluk dolduruldu.<br />
<br />
Türkiye'de kimlerin eşit vatandaş olarak yaşama hakkı olduğu bu ideologlar tarafından açıklanıyor ve devletin resmi politikası olarak uygulamaya konuyordu. Örneğin, Başbakan İsmet İnönü 26 Nisan 1925'te devlet adına şu tanımlamayı yapıyor:<br />
<br />
"<i>Milliyet yegane vasıta-i iltisakımızdır. Diğer anasır Türk ekseriyeti karşısında haiz-i tesir değildir. Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.</i>"<span class="dipnot">{Vakit Gazetesi, 27 Nisan 1925.}</span><br />
<br />
İsmet İnönü 1930 yılında Sivas demiryolunun açılışı münasebetiyle yaptığı konuşmada Kürt ayaklanmalarını ima ederek aynı düşünceyi daha da belirginleştiriyor ve şöyle diyordu:<br />
<br />
"<i>Beş seneden beri Doğu vilayetlerimizde vukua gelen ve kökü dışarıda entrikalarla körüklenen isyan, bugün gücünün yarısını kaybediyor. Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.</i>" <span class="dipnot">{Milliyet Gazetesi, 31 Ağustos 1930.}</span><br />
<br />
Dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt da 1930'da Ödemiş'te şunları söylüyor:<br />
<br />
"<i>Biz Türk denilen, dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir, saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman ve hatta dağlar bu hakikati böyle bilsin!</i>" <span class="dipnot">{Ömer Vehbi Hatipoğlu, Bir Başka Açıdan Kürt Sorunu, s. 25.}</span><br />
<br />
Görüldüğü gibi yeni cumhuriyetin geliştirdiği millet ve milliyetçilik kavramları Kurtuluş Savaşı'nda izlenen ümmetçi ve çok kültürlü milliyetçilik anlayışından uzaklaşmış, şoven-ırkçı bir nitelik kazanmıştır.<br />
<br />
Türkiye'de makbul bir vatandaş olabilmek için mutlaka Türk olmak ya da Türkleşmek ve Orta Asya kökenli olduğunu benimseyerek Türkçülük yapmak zorunlu olmuştu. Artık, başka bir ırktan ya da etnik topluluktan olanlara "<i>hizmetçi olma, köle olma</i>" hakkından başka hak tanınmıyordu. Yeni düzende Kürtler ya Türkleşerek Türkçülük yapacaklar ya da köle olarak kalacaklardı.<br />
<br />
Şeyh Sait Ayaklanması bastırıldıktan sonra, Kemalist rejim ırkçı Türk milliyetçiliğine koşut olarak ayrıca totaliter bir nitelik kazandı. Tek şef (<i>ebedi şef</i>), tek devlet, tek millet ve tek parti esasına göre örgütlenen Kemalist rejim artık İtalya ve Almanya'daki faşist rejimlerin Türkiye'deki bir versiyonu olarak tarihteki yerini almıştı.<br />
<br />
Kürt sorunu da bu yeni ırkçı ulus anlayışı temelinde ret ve inkara dayanan asimilasyoncu bir politikayla çözülecekti.<br />
<br />
<i><b>1936 Tarihli Ağrı Direniş Hareketi</b></i><br />
<br />
1926-1936 yılları arasında cereyan eden Ağrı Direniş Hareketi, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra yurtdışına kaçmak zorunda kalan milliyetçi aydınların ve Şeyh Sait Ayaklanması'ndan sonra sürgün edildikleri Batı illerinden kaçarak Suriye ve Lübnan'a sığınan Kürt liderlerin milliyetçi amaçlarla oluşturdukları <i><b>Xoybun</b></i> örgütünün yönlendirmeye çalıştığı bir harekettir.<br />
<br />
Yıllarca devam eden ve çeşitli aşamalardan geçen bu direniş hareketi, genellikle üç ayrı evrede gerçekleşmiştir. Hareketin birinci evresi Doğu Beyazıt ve Ağrı yöresindeki Kürt aşiret liderlerinin, Şeyh Sait Ayaklanması'na katılmadıkları halde, Şark Islahat Planı uyarınca sürgün edilecekleri kesinleşince kaçarak Ağrı dağındaki isyancılara katılmalarıyla başladı. Başlangıçta tepkisel bir hareket olan direniş, Xoybun örgütünün devreye girmesi ve İhsan Nuri Paşa'nın kumandayı ele almasıyla "<i>milli</i>" bir direniş hareketine dönüştürülmek istendi.<br />
<br />
Ağrı direnişi, 1925 ayaklanmasından farklı olarak şeyhlerden ve tarikat liderlerinden güç almayan bir harekettir. İhsan Nuri Paşa'nın devreye girmesinden sonra hareketin bir düzen içinde yürütülmesi isteniyordu.<br />
<br />
Direnişe öncülük eden Kürt feodalleri şeriata dayalı dini talepler öne sürmemişlerdi. Sürgünden kurtulmak, eski yaşamlarına dönmek ve kimi ulusal demokratik istemlerini tanıtmak dışında belirgin talepleri yoktu.<br />
<br />
Ağrı direnişi bu özellikleriyle Şeyh Sait Ayaklanması'ndan ayrılıyordu.<br />
<br />
Hareketin lideri İhsan Nuri Paşa olmakla birlikte, asıl güç Ferzende Bey, Halis Bey, İbrahim Ağa (Bro Ağa), Kör Hüseyin Paşa vb., Kürt feodal liderlerindeydi. İhsan Nuri ve asker kökenli arkadaşlarının, isyanı bir disiplin içinde yönetmek istemelerine karşın, dayandıkları sosyal güçlerin sınıfsal gerçeklerini aşmaları mümkün olmuyordu.<br />
<br />
Naci Kutlay kumandanların disiplin sağlamadaki başarısızlıklarını "<i>[...] geri bir toplumun insanlarına bu yöntemleri uygulamak öyle kolay değildi</i>" <span class="dipnot">{Naci Kutlay, 21. Yüzyıla Girerken Kürtler, s. 310.}</span> diyerek hareketin düzensizliğini, sınıfsal niteliğiyle değil toplumun geriliğiyle açıklıyor.<br />
<br />
İhsan Nuri Paşa ve arkadaşlarının halkla ilişki kurmak ve dünya kamuoyuna seslenmek için 'Ağrı' isimli bir gazete girişimleri de oldu. Merkezi Beyrut'ta bulunan Xoybun örgütü de Batı devletlerini ve dünya kamuoyunu hareketin ciddiyeti ve haklılığı konusunda bilgilendirici çalışmalar yapıyordu.<br />
<br />
Ancak, hiçbir dış destek sağlamaları mümkün olmadı. Merkezi hükümetin 1936 yazında 66 bin askerle başlattığı saldırı 100'e yakın uçağın katıldığı bombardımanlarla desteklendi. İki taraftan da büyük kayıplar oldu.<br />
<br />
Tarihte Zilan Tenkil Hareketi olarak geçen saldırıda yalnız Zilan Deresi'nde 1.550 Kürt peşmerge ve köylüsünün öldürüldüğü naklediliyor. Direniş hareketinin yenilgiyle son bulmasını takiben hükümet 3 bin Kürt öldürüldüğünü, Patnos ve Erciş'te de toplam 200 köy yakıldığını açıkladı.<br />
<br />
Londra kaynakları ise hükümet kuvvetlerinin 2 bin kayıp ve 700 esir verdiklerini belirtmekteydi. <span class="dipnot">{Naci Kutlay, 21. Yuzyıla Girerken Kürtler, s. 310-311.}</span><br />
<br />
Görüldüğü gibi Ağrı Direnişi de milliyetçi liderlerin öncülüğünde kimi milli taleplerle yürütülmesine karşın, feodal nitelikli tepkisel bir hareket olarak sürdürülmüştür.<br />
<br />
Hareketin omurgasını oluşturan Kürt beyleriyle aşiret liderleri ortak bir irade sergileyememiş, her biri kendi feodal amaçlarını gerçekleştirmek için mücadele etmiş ve tarihe geçecek bir iz bırakamamışlardır.<br />
<br />
Aydın, milliyetçi liderlerin iyi niyetli önerileri gerçekçi bir programa dönüştürülememiştir. Hareketin hedefleri arasında Kürt köylü yığınları için nasıl bir gelecek tasarlandığı, ekonomik ve sosyal sorunlarının nasıl çözüleceğine ilişkin hiçbir yaklaşım yoktur.<br />
<br />
Savaştan sonra da onları peşlerinden sürükleyen aşiret beylerinin iradesine bağlı kalacaklarının bir ön kabul olarak benimsendiği anlaşılıyor.<br />
<br />
Böyle bir direnişin milli bir devlet kurmayı amaçlayan milliyetçi bir ayaklanma olduğunu iddia etmek gerçekçi olamaz.<br />
<br />
<i><b>1920 Koçgiri Hadisesi ve Onu İzleyen Dersim Olayları</b></i><br />
<br />
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra patlak veren üçüncü Kürt hareketi Dersim Ayaklanmasıdır.<br />
<br />
Bu hareket Kurtuluş Savaşı'nın başlangıç yıllarında ve TBMM hükümetinin kuruluş evresinde Kürt Aşiret Lideri Alişan Bey'in 1920'de başlattığı "<i>milli</i>" nitelikli Koçgiri hadisesinin bir devamıdır.<br />
<br />
Alişan Bey 1920'lerde TBMM hükümetine bağlı özerk bir Kürdistan kurulmasını talep ediyordu. Mustafa Kemal Paşa ise bir taraftan Sakallı Nurettin Paşa ile Laz Topal Osman'ın tedip güçlerini kullanarak Koçgiri bölgesi Kürtlerine zorla boyun eğdirmek istiyor.<br />
<br />
Öte yandan da aşiretlerin önde gelen liderlerine milletvekilliği ve yüksek idari görevler tevcih ederek hareketi bölmeye çalışıyordu.<br />
<br />
Nitekim, Mustafa Kemal, Alişan Bey'le yaptığı özel bir görüşmede özerklik talebini kesin biçimde reddetmekle birlikte başta kendisi olmak üzere Dersim ileri gelenlerinin TBMM'de millet vekilli olmalarını önerdi. Önerinin aşiretleri bölmeye, daha sonra da Kürt hareketini tasfiye etmeye yönelik bir oyun olduğunu düşünen Koçgiri ve Dersim beyleri Ankara'ya "<i>özerk bir Kürdistan'ı tanımak koşuluyla TBMM hükümetini tanıyacaklarını</i>" bildirdiler.<br />
<br />
Buna karşılık vermek için Mustafa Kemal kendisine bağlı TBMM üyesi 72 Kürt milletvekiline galip devletlere (<i>İngiltere, Fransa, İtalya</i>) gönderttiği ortak bir bildiride "<i>ayrılık gütmeden Ankara ile birlikte hareket edeceklerini</i>" açıkladılar.<br />
<br />
Hükümet Sivas yöresinde askeri yığınak yaptı. Sakallı Nurettin Paşa ve Topal Osman'ın başlattıkları kıyım hareketiyle birlikte Kürtlerin de Ermeniler gibi kökünün kazınacağı propagandası yapılıyordu.<br />
<br />
Bu gelişmeler Kürt aşiretlerinin büyük bir korkuya kapılmalarına yol açtı. Temmuz 1920'de aşiretlerin ortak girişimiyle direniş halk ayaklanmasına dönüştü.<br />
<br />
Yakalananların işkenceyle öldürülmeleri ve köy yakmaları biçiminde yürütülen askeri tedip hareketinin korkutucu boyutlara ulaşması karşısında ayaklanma Koçgiri bölgesini aşarak daha geniş bir bölgeye yayıldı.<br />
<br />
İsyancıların tediple görevli birlikleri kuşatıp teslim almaları üzerine '<i>Koçgiri Kürt Ayaklanması</i>' fiilen başlamış oldu. Ankara 11 Mart 1921'de sıkıyönetim ilan etti.<br />
<br />
Koçgiri önderleri harekete son vermek için TBMM'den bölgenin özerk olmasını ve başına da Kürt bir vali atanmasını önerdiler. Ankara talebi reddetti.<br />
<br />
Hareketin kitleselleşerek tehdit edici boyutlara ulaşması karşısında Alişan Bey'e Sivas mebusu sıfatıyla Meclise girmesi ve Ankara'da yüksek bir makamda çalışmak üzere Dersim bölgesini terk etmesi önerildi. Alişan Bey sağlık durumunu gerekçe göstererek öneriyi reddetti.<br />
<br />
Buna karşılık başta Diyap Ağa olmak üzere önde gelen 5 aşiret lideri teklifi kabul etmiş ve bölgenin ilk milletvekilleri sıfatıyla Ankara'ya gitmişlerdir.<br />
<br />
Bu gelişmelerden bölgenin en güçlü lideri ve dini otoritesi de olan Seyit Rıza bilgilendirildi. Seyit Rıza ve kendisiyle birlikte hareket eden 10 aşiret lideri bu davranışı tasvip etmediklerini TBMM'ye telle bildirmiş ve adı geçen milletvekillerinin Dersim'i temsil etmediklerini açıklayarak özerklik taleplerini yinelemişlerdir.<br />
<br />
Mevsimin kış olması münasebetiyle aşiretlerin bir araya gelmeleri ve etkin bir hareket başlatmaları mümkün değildi. Ankara, pazarlıklar sonucu kimi aşiret liderleriyle anlaşarak belli bir ölçüde birleşmeyi önledi. Gerisini de tedip hareketinin başı Sakallı Nurettin Paşa ile Laz Osman çetelerinin insafına terk etti.<br />
<br />
Bunlar Ankara'ya boyun eğmeyen aşiret liderlerini toplayarak tutukladılar. Konakları yağmalandı ve onlara bağlı köyler yakılarak sakinleri topluca katledildi. Bölgedeki büyük ve küçük baş hayvanlar gasp edildi, evlerdeki zahireler toplandı ve kaçan köylüler de kış şartlarında ölüme terk edildi.<br />
<br />
Böylece, 1921 Nisan'ında Koçgiri Alevi Kürt Ayaklanmasının ilk evresi kanlı biçimde son buldu.<br />
<br />
Dersim Ayaklanması'nın ilk evresi olan Koçgiri hareketi Kürdistan Tali Cemiyeti üyelerinden kimi aydın Kürt beylerinin bölgelerinde özerk yaşama talebiyle başlatılan "<i>milli</i>" bir harekettir.<br />
<br />
Bu hareketin de omurgasını oluşturan feodal beylerle aşiret liderleridir. Osmanlı döneminden beri devam ede gelen özerk yaşama statülerini, "milli" bir renk katarak TBMM hükümetine tescil ettirmek suretiyle resmileştirmek istiyorlardı.<br />
<br />
Ancak, bölgedeki aşiretlerle beylikleri denetim altına alarak ortak hareket etmelerini sağlayacak güçlü bir otorite yoktu. Her biri kendi çıkarı doğrultusunda hareket etmiş ve TBMM hükümetinin iğvasına kapılarak bağımsız davrandıkları için, direnenler yalnız bırakılmış ve kolayca tasfiye edilmişlerdir.<br />
<br />
Uluslaşmamış feodal bir toplulukta, aşiretlerin Kürt olması, diğer bir deyimle "<i>millilik</i>" öğesi, ortak hareket etmeleri için yeterli değildi. Bu nedenle Koçgiri olayının da milliyetçi bir ayaklanma olarak algılanması gerçekçi değildir.<br />
<br />
Böyle bir yanılgının da günümüzdeki Kürt sorununa doğru bir tanı konulmasına ve sağlıklı bir çözüm üretilmesine engel oluşturacağı unutulmamalıdır.<br />
<br />
<i><b>1937 Dersim Tedip ve Tenkil Harekatı</b></i><br />
<br />
Koçgiri olayı kapandıktan sonra, Dersim bölgesinde, görece özerk yaşamlarını sürdüren Alevi Kürt aşiretleri bir sessizlik evresine girmişlerdi. Merkezi hükümetle bir ihtilafları yoktu.<br />
<br />
Hatta, Dersim Alevi aşiretleri Şeyh Sait liderliğindeki Sünni Kürt ayaklanmasının Elazığ cephesinde hükümet kuvvetlerine destek olmuş ve bu cephenin çökmesini sağlamışlardır.<br />
<br />
Ne var ki, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nin yeni ulus-devlet politikası Dersim aşiretlerinin eskiden olduğu gibi merkezden kopuk görece özerk bir yaşam sürdürmeleriyle bağdaşmıyordu.<br />
<br />
Sünni Kürt hareketi bastırılmış, yok edilmekten kurtulan feodal liderler yakın ve uzak akrabalarıyla birlikte önce Şark Islahat Planı sonra da onu tamamlayan Mecburi İskan Kanunu hükümlerine göre Batı illerinde sürgüne gönderilmişlerdi.<br />
<br />
Sıra Kurtuluş Savaşı yıllarında TBMM hükümetini ve onun liderini rahatsız eden Dersim bölgesi Alevi aşiretlerinin tepelenmesine gelmişti.<br />
<br />
Bunun için önce bir durum tespiti yapmak gerekiyordu.<br />
<br />
Bu amaçla bölgede incelemeler yaparak bir rapor hazırlamak üzere Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey görevlendirildi. Hamdi Bey'in bölgede yaptığı incelemeden sonra hazırladığı raporda hükümete sunduğu önerilerin özeti şöyledir:<br />
<br />
"<i>Yaptığım temasların bende hasıl ettiği izlenime göre, Dersim gittikçe Kürtleşiyor, ülküleşiyor ve dolayısıyla tehlike arz ediyor. (...) Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbandır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleketin selameti bakımından mutlaka lazımdır.</i><br />
<br />
<i>(...) Okul açmak, yol yapmak, refah sebeplerini sağlayacak fabrikalar kurmak, kendilerini meşgul etmeye yarayan çeşitli sanayi işleri sağlamak, özet olarak yurt sahibi yapmak veya uygarlaştırmak suretiyle ıslaha çalışmak hayalden başka bir şey değildir.</i><br />
<br />
<i>(...) Kürtlük eğilimlerinin, son irtica hareketini tedipten doğan intikam hislerinin, dini ve içtimai devrimler vesilesi ile kara kuvvetlerin uyandırdıkları kötü telkinlerin etkisi altında bulunan avam halk; reis, şeyh, bey ve ağanın esir ve oyuncağıdır. </i><br />
<br />
<i>(...) 400 seneden beri Dersim'e hükümet nüfusu girmemiş ilmi anlam ve kapsamı ile bir otorite kurulamamıştır.</i>" <span class="dipnot">{Faik Bulut, Devletin Gözüyle Türkiye'de İsyanlar, s. 219.}</span><br />
<br />
Hamdi Bey'in raporundan yapılan bu küçük alıntıda, Dersim'in devletin hükümranlığı dışında olduğu, giderek devlet için tehlike yaratma noktasına geldiği belirtilmekte ve Dersim sorununun köklü biçimde çözülmesi gerektiği önerilmektedir.<br />
<br />
Askeri ve sivil makamların da buna benzer raporlar hazırlattıkları biliniyor. Tüm bu bilgiler esas alınarak 1935'ten itibaren Dersim'de halkın tepki gösterip ayaklanmasına yol açan tedip, tenkil ve Türkleştirme politikası uygulamaya konmuştur.<br />
<br />
Önce 1935'te Tunceli Kanunu olarak adlandırılan hukuk dışı özel bir kanun çıkarıldı. Bu kanunla Tunceli (<i>Dersim</i>) vilayetine Korgeneral rütbesinde bir askeri vali ataması öngörülüyor. Aynı zamanda Dördüncü Umumi Müfettiş unvanını taşıyacak olan askeri valiye geniş idari, askeri ve adli yetkiler tanınıyor.<br />
<br />
Bu hazırlıklardan sonra 1937 yılının Nisan ayında başlayan tedip hareketi Mayıs ayından itibaren yoğunlaşarak sürdürüldü. Kara kuvvetlerinin ulaşamadığı dağ köyleri uçaklarla bombalandı. Bölge sakinleri saklandıkları mağaralarda hayvanlarıyla birlikte yok edildiler.<br />
<br />
Harekat Temmuz ayı sonunda tamamlandı. Tedip hareketinin başından beri hedef alınan 6 büyük aşirete bağlı köyler yakılıp yıkılarak boşaltıldı. Aşiret reislerinden ikisi öldürüldü, üçü yakalanarak Elazığ'da hapsedildi.<br />
<br />
Dini otoritesi olan en güçlü aşiret reisi Seyit Rıza ise 10 Eylül 1937 günü 2 arkadaşıyla birlikte Erzincan Jandarmasına teslim oldu ve yargılanmak üzere Elazığ'a gönderildi. Yerinde infaz edilenlerle biçimsel olarak yargılanıp idam edilenler dışında kalanlar '<i>Mecburi İskan Kanunu</i>' uyarınca Batı illerine sürgüne gönderildi.<br />
<br />
Dersim tedip harekatı çok kanlı bitti. Ayaklanma fiilen bastırıldıktan sonra aylarca devam eden arama tarama faaliyeti çerçevesinde pek çok insan öldürüldü. Ayaklanmanın lideri olarak bilinen Seyit Rıza 7 arkadaşıyla birlikte alelacele yargılanarak Elazığ'da asılmak suretiyle infaz edildi. Başbakan İsmet İnönü infazdan sonra 15 Kasım 1937'de ayaklanmanın bastırıldığını ve harekatın son bulduğunu resmen açıkladı.<br />
<br />
Dersim ayaklanması olarak anılan tedip harekatı aslında Dersim aşiretlerinin geleneksel, görece özerk, yaşam biçimlerine son vermek ve onları devlet otoritesine boyun eğmeye zorlama hareketidir.<br />
<br />
Bölgenin ekonomik, sosyal ve kültürel açılardan kalkınarak gelişmesini amaçlayan bir özelliği yoktur. Büyük ölçüde boşaltılan, neredeyse insansızlaştırılan bölgenin zapturapt altına alınması eylemidir.<br />
<br />
Çok sayıda kışla ve karakol inşası dışında bölgede hiçbir yatırım yapılmamıştır. Köylünün topraklandırılması, hayvancılığın ıslahı, tarım ve hayvancılık temelinde bir sanayileşme girişimi düşünülmemiş ve de düşünülmek istenmemiştir.<br />
<br />
Ayaklanma sürecinde Seyit Rıza'nın yanında yer alan kimi aydınların milliyetçi talepleri olmasına karşın, kalkışma tümüyle aşiretlere dayanan feodal nitelikli savunmacı bir hareket biçiminde devam etmiştir.<br />
<br />
Aşiretlerin, eski yaşam biçimlerini sürdürmenin dışında ortak 'milli' ve kültürel talepleri olmamıştır. Kimi önderlerin özerklik olarak formüle ettikleri istemler yeni bir ortak yaşam biçimi, yani, özerk milli bir yönetim kurulması anlamında değil, Osmanlı döneminden beri devam ede gelen aşiret yaşamını koruma anlamında kullanılıyordu.<br />
<br />
Tüm bu nedenlerle Dersim ayaklanmasını milliyetçi amaçlarla gerçekleştiren bir kalkışma olarak nitelemek gerçekçi olmadığı gibi '<i>milli</i>' bir hareket olarak değerlendirmek de doğru değildir.<br />
<br />
<i><b>Feodal Nitelikli Kürt Kalkışmalarının Sonu ve Kürdistan'da Sessizlik Yılları</b></i><br />
<br />
Dersim tedip ve tenkil hareketinden sonra uygulamadaki 1925 tarihli Şark Islahat Planı ile 1934 tarihli Mecburi İskan Kanunu uyarınca Dersimli feodaller de akraba ve taallukatlarıyla birlikte topluca Batı illerine sürgün edildiler. Kanunda belirtildiği gibi bu yığınsal sürgün asimilasyon amaçlıydı.<br />
<br />
Sürgünler tamamlandıktan sonra Şark Vilayetleri yıllarca Umumi Müfettişlikler eliyle ve demir yumrukla yönetildi. Umumi Müfettişliklerin her biri birkaç ili kapsayan özerk yönetimlerdi. İdari, inzibati ve adli yetkilere sahip Umumi Müfettişler yetkilerini merkezdeki bakanlıklara tekabül eden müşavirlikler eliyle kullanırlardı.<br />
<br />
Bunların ilki1925'te Diyarbakır'da kurulan Birinci Umumi Müfettişlikti<i>.</i> Bağlı iller Elazığ, Diyarbakır, Urfa, Mardin, Siirt, Bitlis, Van ve Hakkari illeriydi. Dersim tedip ve tenkil hareketinden sonra 6 Ocak 1936'da merkezi Dersim (Tunceli) olmak üzere Tunceli, Elazığ ve Bingöl illerini kapsayan IV. Umumi Müfettişlik kuruldu.<br />
<br />
Uzun yıllar boyunca Fırat'ın doğusunda kalan bölge resmiyette önceleri Şark, sonra da Doğu bölgesi olarak anıldı. Bu deyimler kullanılması yasak olan Kürdistan anlamına geliyordu. Şark bölgesi yasak bölge ilan edildi. Her türlü turistik, kültürel ve siyasi faaliyetlere kapalıydı.<br />
<br />
Bölgede ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal içerikli incelemeler yapmak, kitap yazmak yasaktı. Bölge vilayetleri, Umumi Müfettişler ve devletçe muteber yüksek memurlar tarafından yönetilirdi. Merkezin Kürt politikası da bu şahsiyetlerin hazırladıkları güvenlikle ilgili raporlara göre oluşturuluyor ve kararlar alınıyordu.<br />
<br />
Bölgenin ekonomik kalkınması için rapor hazırlanmaz yatırım yapılmazdı. Resmi raporlarda sadece askeri kışla ve karakol yapılmasına ilişkin yatırım önerilerine yer verilir ve bunlar anında gerçekleştirilirdi.<br />
<br />
Sürgündeki Kürt feodallerinin toprakları köylüye dağıtılmadı, genelde onlara yakın ama devletçe muteber kimseler tarafından kullanıldı. Kimi bağımsız köylülerin kullandıkları topraklar da güç dengesine bağlı olarak sonradan sahiplerine iade edildi.<br />
<br />
Kalkışmalara katılmış ya da katılmamış olsun, hatta devlete yardımcı olanlar da dahil olmak üzere nüfuzlu ailelerin hemen tümü sürgün edilmişlerdi.<br />
<br />
Bölgede ticari etkinlikler durmuş ekonomik yaşam gerilemişti. Bölgenin az sayıdaki liseleri kapatılmış, eğitim asgari düzeye indirilmişti. Eğitimli insan yok denecek kadar azdı. Sınırlı sayıdaki muteber aydın devlet hizmetindeydi.<br />
<br />
Bir örnek olmak üzere 1930-1946 yılları arasında Lice ilçesinin nahiye ve köyleriyle birlikte toplam nüfusu 30 bini aşkın olmasına karşın biri Lice'de diğeri Hani nahiyesinde sadece iki ilkokul vardı.<br />
<br />
Liceli olup Özalp'ta savcılık yapan tek bir üniversite mezunundan söz ediliyordu. Diyarbakır merkezinde avukatlık yapan ya da serbest çalışan üniversite mezunu parmakla sayılacak kadar azdı. Bunlar da ya Halkevi ya da CHP yöneticisi olarak rejimin hizmetinde çalışırlardı. Diğer illerin durumu Diyarbakır'dan daha parlak değildi. İşçi çalıştıran işyeri yok denecek kadar azdı.<br />
<br />
Yıllarca Kürt aşiret reisi, şeyh ve beylerinin peşinden giden ve onların uğruna büyük acılar çeken köylü yığınları ise doğası gereği kaderci ve sessizdi. Toplumsal yapı, egemen sınıf konumundaki Kürt feodalleriyle, bağımlı konumdaki topraksız ve az topraklı köylülerden oluşuyordu. Kürt feodalleri ya sürgün edilmiş, ya yurtdışına kaçmış ya da bastırılmışlardı.<br />
<br />
Cumhuriyet öncesi milliyetçi Kürt örgütleri tasfiye olmuş, aydın küçük burjuva hareketi sönümlenmişti. 1946'ya kadar tek parti yönetiminin ağır baskısı altındaki bu illerde CHP dışında açık ya da gizli hiçbir siyasal etkinlik yoktu.<br />
<br />
Bölgede tam bir 'mezar sessizliği' egemendi. 1936-1946 arası dönem Kürdistan'da siyasal yaşamın felç olduğu, tarihin suskun olduğu yıllardır.<br />
<br />
<i><b>Kürt Feodallerinin Devletle Uzlaşarak İttifak Kurması</b></i><br />
<br />
1946 seçimlerinden sonra Mecliste temsil edilen Demokrat Parti Mecburi İskan Kanunu'nun kaldırılması konusunu gündeme getirdi. Hükümette de sürgünlerin özgürleştirilmesi ve Mecburi İskan Kanunu'nun kaldırılması konusunda bir yumuşama oluşmuştu.<br />
<br />
Sonuçta aynı yıl Mecburi İskan Kanunu kaldırıldı ve Kürt feodalleri ile bu kanunun mağduru olan sürgündeki Kürtler bir süreç içinde Doğu ve Güneydoğu'ya döndüler.<br />
<br />
Uzun yıllar bölge dışında kalan Kürt feodalleri artık eski özerkliklerini sürdürmenin mümkün olmadığını yeni koşullara uyum sağlamak zorunda olduklarını anlamışlardı.<br />
<br />
Çok partili yaşama geçmiş olmanın sağladığı yeni avantajlardan yararlanmanın ve yeni ittifaklar oluşturmanın koşulları oluşmuştu. Artık, rahatça, devletle kuracakları örtülü bir ittifak çerçevesinde eski yerleşim alanlarına dönebilirlerdi. Bu ittifaka göre Kürt feodalleri, yerel devlet otoriteleriyle işbirliği yapacak ve devlete itaat edeceklerdi. Karşılığında ise eski topraklarına kavuşacak ve nüfus alanlarında bulunan köylüler üzerindeki egemenliklerini sürdüreceklerdi.<br />
<br />
Özellikle çok partili yaşamın canlılık kazanmasından sonra bu zımni anlaşma, açık bir işbirliğine dönüştü. Rekabet içindeki CHP ve DP'nin örgütlenmek için güçlü yerel önderlere ihtiyaçları vardı. Bunu da ancak deneyimli feodaller yapabilirdi. Böylece, siyasi partilerin il ve ilçe yönetimleri, mahallin belediye başkan ve üyelikleriyle il genel Meclisi üyelikleri Kürt feodallerinin ellerine geçti.<br />
<br />
Hatta güçlü feodaller bu partilerden seçilerek parlamentoya girdiler. 1950'ye kadar devleti temsil eden CHP, başlangıçta Kürt beylerinin favorisiydi. DP'nin geleceği hakkında henüz kesin bir yargı oluşmamıştı. Buna karşılık 25 yıl süreyle jandarmanın ve yerel memurların baskısı altında inim inim inleyerek büyük acılar çeken köylü yığınları CHP'yi alaşağı etmekte kararlıydı.<br />
<br />
Artık, beylerin devleti temsil eden CHP'ye yakın durmalarının zorunluluğu kalmamıştı. Ancak, karşıt konumda olan feodallerin aynı partide çalışmaları mümkün değildi. Bu nedenle CHP'yi tercih edenlerin karşısında olanlar genel eğilimi de gözeterek DP'ye geçtiler. İktidar değişikliği gerçekleşince DP merkez yöneticileri, daha önce karşı tarafta yer almış olsa bile en güçlü Kürt beylerini kendi saflarına almakta tereddüt göstermediler.<br />
<br />
Bu durumda rakip konumdaki feodaller eski partilerini bırakmak ve karşı partiye geçmek zorunda kaldılar. Diyarbakır'da bu gidiş-gelişlerin pek çok örneğini gördük. Örneğin, uzun yıllar ailesiyle birlikte Malkara'da sürgün yaşayan Dr. Yusuf Azizoğlu 1946'da CHP'den Silvan Belediye başkanı oldu. 1950'de halkın eğilimine bakarak DP'ye girdi ve milletvekili seçildi.<br />
<br />
Yine ilin güçlü isimlerden Şeyh Abdürrezzak Ensarioğlu 1946-50 arasında CHP'nin Dicle ilçe başkanı ve aktif bir üyesi iken 1950'den sonra yandaşlarıyla birlikte DP'ye geçti. Siverek ilçesinin en güçlü liderlerinden Bucak Aşiret reisi Hasan Oral sürgünden dönünce 1946 ve 1950'de CHP'den milletvekili seçildi. İktidar değişikliğinden hemen sonra da DP'ye transfer oldu. Bunların DP'li olan karşıtları da CHP'ye geçmek zorunda kaldılar.<br />
<br />
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak Kürt kamuoyunun çok yakından bildiği bu örnekler Devlet-Ağa ittifakının siyasal ve sosyal muhtevasını tüm açıklığıyla gösterdiği için anlamlı ve yeterlidir.<br />
<br />
<i><b>Kürt Feodallerinin Kapitalistleşmesi ve Ağalık Sistemine Geçiş</b></i><br />
<br />
Çok partili yaşamın ilk yıllarında devletle örtülü ittifaka giren Kürt feodal sisteminde 1950 seçimlerinden sonra niteliksel bir dönüşüm başladı. Liberal bir politika izleyen DP'nin Amerikan emperyalizmiyle işbirliği içine girmesi ve Marshall Yardım Planı'ndan yararlanması bu dönüşümde önemli bir etkendi. Kürt feodalleri DP'nin sağladığı imkanlardan yararlanarak traktör, biçerdöver ve kimyasal gübre kullanmayı ve tarım zararlılarıyla mücadele etmeyi öğrendi.<br />
<br />
Artık hayvan gücünü kullanarak yarıcılık ve marabacılık sistemiyle ilkel tarımcılık çağı kapanıyor, modern kapitalist işletmecilik dönemi başlıyordu. Bu dönüşüm aynı zamanda bölgedeki sosyal ilişkilerde de köklü değişikliklere yol açtı.<br />
<br />
Köylünün emeğine olan ihtiyaç büyük ölçüde azalmıştı. Köyden şehirlere doğru bir göç başladı. Büyük şehirlerin etrafında kırsal değer yargılarının sürdürüldüğü gecekondular kuruldu. Bu dönüşüm iç dinamiklerle gerçekleşmediği için eski feodallerin yeni kapitalist ağaların şehirleşen köylüler üzerindeki otoritesi bir ölçüde devam etti.<br />
<br />
İlkel yöntemlerle tarımcılık yapan Kürt feodalleri kendi özgür iradeleriyle tarımda <i>Jünker</i> tipi kapitalist ilişkiler kurmuşlardı. Aşiret reisliğinin ya da dinsel liderliğin (tarikat şeyhliği) halk üzerindeki manevi etkileri devam eden eski feodaller tarım sektörünün yeni kapitalistleri olarak ağalık unvanını aldılar.<br />
<br />
Artık aşiret reisleri, şeyhler ve beyler 'toprak ağası' olmuşlardı. Bu yeni sınıf, hem feodal geleneklerden güç alıyor hem de kapitalist ilişkileri kullanarak zenginleşiyordu. Kazandıkları ekonomik güç yanında siyasal bakımdan da güçlenmişlerdi.<br />
<br />
Ağalar, devletten aldıkları tarım kredileri, destekleme primleri ve çeşitli sübvansiyonlarla düzen partilerine bağımlı bir sınıf haline geldiler. Daha önce özerklik peşinde koşan ve devletle çekişmeli bir süreç yaşayan Kürt feodalleri, 1950'den sonra, devlete bağımlı kapitalist işletme sahibi toprak ağalarına dönüştüler.<br />
<br />
Bu yeni sınıf için G. Hoell şu tespiti yapıyor: "<i>Feodalizmden gelen büyük toprak sahipleri sınıfı</i> (ağalar -TZE) <i>en karanlık gericiliğin kalesini meydana getirir. Bu sınıf iktidar ve mülkiyet üzerinde tarihçe aşılmış hak ve iddialarına tüm olanaklarıyla sarılarak her türlü demokratik gelişmeye karşı var güçleriyle savaşırlar.</i>" <span class="dipnot">{G. Hoell, Tarımda Kapitalizmin Gelişmesi ve Toprak Rantı, Bilim Yayınları, 1975, s. 18.}</span><br />
<br />
Kapitalist Kürt toprak ağalarının devletle ilişkileri ve oluşturdukları ittifak çok yönlüdür. Ağalar devletten aldıkları ekonomik destekle birlikte siyasi nüfusla da takviye edilmektedirler. Örneğin 21 Temmuz 2008 seçimlerinde Doğu'da Kürt ağa ve şeyhlerini temsilen AKP'den 75 milletvekili seçildiği halde Kürtlerin ulusal demokratik hakları için mücadele eden DTP ancak 22 milletvekili çıkarabilmiştir.<br />
<br />
Pekişerek devam eden ağa-devlet ittifakından ötürü Kürt köylü yığınlarının bağımsız ve özgür konuma gelmelerini sağlayacak toprak ve tarım reformu artık Türk siyasetinin gündeminden çıkmıştır. Tarımda kapitalistleşme olgusunun itici etkisine ve güvenlik nedeniyle köylerin boşaltılarak sakinlerinin göçe zorlanmasına karşılık bugün hala Kürtlerin %70'i tarım sektöründe yaşamaktadır. Buna karşılık toprak mülkiyetindeki adaletsizlik devam ediyor.<br />
<br />
Örneğin Türkiye'de 500 dekardan büyük araziye sahip işletmelerin oranı %0,7 ve işledikleri arazi miktarı %11,4 iken Güneydoğu'da bu oranlar %2,1 ve %25,4'tür. Keza Güneydoğu'da topraksız köylülerin oranı %40'tır. 50 dekardan küçük araziye sahip az topraklı küçük mülk sahiplerinin oranı ise %53,1'dir. İşledikleri toplam arazi miktarı ise sadece %9,9'dur. <span class="dipnot">{Doç. Bülent Gülçubuk, Cumhuriyet, Tarım-Hayvancılık Eki, 11 Ocak 2005, s.9.}</span><br />
<br />
Başbakanlık aile araştırma kurumu adına Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji bölümünden Dr. Şevket Ökten GAP bölgesinde yaptığı araştırma sonunda; "<i>Hiç toprağı olmadığını belirten aile reisi oranının %59, toprak sahibi olanlardan %67'sinin ise toprağı 50 dönümden daha küçüktür. Başkasının toprağında kiracı ve yarıcı olarak çalışanların oranı %47,8'dir. 51-100 dönüm arası toprağa sahip ailelerin %27, 101-200 dönüm arasındakiler %3,1, 200 dönümden büyük toprak sahibi olduklarını belirten ailelerin %2,5 olduğunu</i>" belirtmiş ve "<i>[...] bu işletme biçimleri beraberinde sosyal bağımlılık ilişkileri de getiriyor. Bu durum bireyselleşme ve demokratikleşmenin önünde ciddi engeller oluşturuyor</i>" <span class="dipnot">{Tarık Işık, Ağalık Aynen Devam Ediyor, Radikal Gazetesi, 08 Ağustos 2006, s.1-18.}</span> yargısına varmıştır.<br />
<br />
<i><b>Toprak ve Tarım Reformu Kürt Sorununun Çözümünde Belirleyici Bir Etkendir</b></i><br />
<br />
Toprak ağalarının devletle kurdukları ekonomik ve siyasal ittifak Doğu ve Güneydoğu'daki çarpık mülkiyet ilişkilerinin devamını sağlamaktadır. Bu da Toprak ve Tarım Reformu'nu engelleyen en büyük etkendir.<br />
<br />
Kürt köylü yığınları bağımsız ve özgür üreticiler konumuna gelemedikleri ve bağımlı kaldıkları için statüko devam ediyor. Bu nedenle de baskı rejimi kalıcılaşıyor ve Kürt sorunu çözümsüz kalıyor. Son derece olumsuz sosyal ve politik sonuçları olan bugünkü mülkiyet ilişkileri karşısında düzeni korumak ve devlet-ağa ittifakını sürdürmek için toprak reformunun gündemden çıkarılmış olması doğaldır.<br />
<br />
Buna karşılık, Kürtlerin ulusal demokratik hakları için mücadele ettiklerini iddia eden Kürt siyasetçilerinin '<i>Kürdistan'da dağıtılacak toprak yoktur</i>' diye reforma karşı çıkmalarını anlamak mümkün değildir. Bu davranış ancak küçük burjuvazinin değer yargılarıyla açıklanabilir. Her halde '<i>Kürtlere ne gerekiyorsa onu da ancak biz biliriz!</i>' diye düşünmektedirler.<br />
<br />
Tarımda bugünkü mülkiyet ilişkileri değişmeden ve Kürt köylü yığınları özgür üreticiler konumuna gelmeden kendi yazgılarını belirlemeleri söz konusu olamaz. Toprak reformuna karşı çıkan Kürt siyasetçiler statükoyu koruyucu konumuna düşmekte ve objektif olarak ağa-devlet ittifakının destekçisi olmaktadırlar. Bu da demokratikleşmeyi engelleme k suretiyle Kürt sorununun çözümsüz kalmasına neden oluyor.<br />
<br />
Türkiye'de 1945'ten başlayarak toprak reformu girişimleri olmuştur. Her seferinde bu girişimler toprak ağalarının karşı durmasıyla engellenmiştir.<br />
<br />
Örneğin 1945'te çıkarılan '<i>Toprak ve Tarım Reformu Kanunu</i>' ağaların tepkisi karşısında uygulanamadı ve 1950'den sonra kaldırıldı. 1972'de Ecevit döneminde çıkarılan '<i>Toprak ve Tarım Reformu Ön Tedbirler Kanunu</i>' da Kürt ağalarının ağır saldırısına uğradı. Urfalı toprak ağaları Cumhurbaşkanlığına sundukları şikayet dilekçesinde "<i>Toprak Reformu kanununun uygulanması Kürtçülük hareketine canlılık kazandıracak ve Kürt bölgesinin Türkiye'den koparak Kuzey Irak'la birleşmesine yol açacak</i>" diye ihbarda bulunmuş ve uygulamaya karşı çıkmışlardır.<br />
<br />
Kanun Urfa'da başlatılan kısa süreli uygulama yaygınlaşmadan Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Demirel'in kurduğu İkinci MC Hükümeti döneminde MHP'ye bağlanan müsteşarlık kaldırıldı ve kamulaştırılan topraklar sahiplerine geri verildi.<br />
<br />
Bu tarihten itibaren toprak reformu düşüncesi hem Türk hem de Kürt siyasi partilerinin gündeminden çıktı ve ağalık kurumu anayasal güvenceye kavuştu.<br />
<br />
Ekonomik ve siyasal bakımdan devlete bağımlı olan Kürt tarım burjuvazisi doğal olarak ayrı bir Kürt ulusal pazarının oluşmasına karşı çıkmaktadır.<br />
<br />
Bu nedenle de Kürtlerin ulusal demokratik haklarının tanınması mücadelesinde ikircikli davranmaktadır. Bir yandan halk yığınlarına ters düşmemek için Kürt ulusal demokratik hareketine yandaş görünmekte.<br />
<br />
Öte yandan varlık nedeni olan devletle ihtilafa girmemeye özen göstermekte ve statükoyu korumak suretiyle Kürtlerin ulusal demokratik mücadelesini dolaylı yoldan engellemektedir.<br />
<br />
<i><b>Bağımlı Kürt Ticaret Burjuvazisinin Oluşması</b></i><br />
<br />
Çok partili dönemde Kürt tarım burjuvazisi oluştuktan sonra Türkiye'deki kapitalist gelişmeye paralel olarak bir Kürt ticaret burjuvazisi de gelişti. DP'nin iktidar yıllarında karayolları siyasetine ağırlık verildi.<br />
<br />
Tek parti döneminde yasak bölge olduğu için büyük ölçüde ticaret yaşamından uzakta kalan Doğu bölgesi yasaklı olmaktan kurtuldu. Bölgede karayolları yapımına hız verildi.<br />
<br />
Tarımdaki kapitalistleşmeyle birlikte ticaret yaşamında da bir canlanma oldu. Giderek Batı'daki sanayi burjuvazisine bağımlı bir Kürt ticaret burjuvazisi oluştu.<br />
<br />
Genelde ticaret alanında da öne çıkan güçlü toprak ağalarıydı. Bunlar tarımdaki etkinlikleri yanında hem aktif siyaset yapıyor hem de artan tarımsal kazançlarını ticaret alanında değerlendiriyorlardı.<br />
<br />
Başlangıçta kendi ihtiyaçları için traktör, biçerdöver, suni gübre, tarım ilaçları ve akaryakıt ticaretine giriştiler. Sonraları kamyon, binek arabaları, otobüs vb., ulaşım araçlarının temsilciliklerini aldılar.<br />
<br />
Ulaşım olanaklarının yaygınlaşmasıyla bölgede üretilen ve ihtiyaç duyulan malların sınırlı biçimde ticaretini yapan eski dönemin esnaf tipi tüccarları da artan iş hacminden yararlanarak büyük çaplı ticari faaliyetlere giriştiler.<br />
<br />
Bu gelişmenin doğal sonucu olarak Kürt bölgesinde Batı'daki tekelci sanayi ve ticaret burjuvazisinin ürünlerini pazarlayan bağımlı bir Kürt ticaret burjuvazisi oluştu.<br />
<br />
Gücünü Türk tekelci burjuvazisinden alan Kürt ticaret burjuvazisi de doğal olarak bağımsız bir Kürt ulusal pazarının oluşmasına karşı çıkıyor.<br />
<br />
Aksi halde kendi varlık nedenini yadsımış olur. Kürt ticaret burjuvazisinin de tarım burjuvazisi gibi kredi bulmada ve yeni temsilcilikler elde etmede bölgedeki düzen partilerinde siyaset yapmaya ihtiyacı var.<br />
<br />
Bunlar aynı zamanda değişimi başaramayan çürümüş Kürt feodallerinin topraklarını satın alarak toprak ağalığına da giriştiler. <i>Jünker</i> tipi ağalığın ekonomik ve siyasal çekiciliği karşısında ticaret burjuvazisinin de tarım alanına yönelmesi Kürdistan'da ağalık kurumuna güç kattı.<br />
<br />
Böylece, Kürdistan'da bir yandan devletle öte yandan tekelci burjuvaziyle bütünleşen demokrasi karşıtı bir burjuva sınıfı oluştu. Artık siyaset sahnesinde Osmanlı döneminin özerklik yanlısı ve çatışmacı Kürt feodalitesinin yerinde ve onun değer yargılarını kullanan devletle işbirliği içinde bir Kürt burjuva sınıfı vardır.<br />
<br />
Bu sınıf geniş halk yığınlarının yükselen ulusal demokratik taleplerine karşı statükoyu korumakta ve değişime dolaylı yoldan karşı çıkmaktadır.<br />
<br />
<i><b>Kürt Aydın Küçük Burjuvazisinin Oluşumu ve Yeni Çatışmacı Siyaset</b></i><br />
<br />
Doğu'da kapitalizmin gelişmesi ve eğitim kurumlarının açılmasına paralel olarak eğitimli bir toplumsal katman oluştu.<br />
<br />
1940'larda Türkiye'de yüksek eğitim olanağı sağlayan tek kurum İstanbul Üniversitesiydi. Bu üniversitede eğitim gören Kürt öğrenciler Birinci Umumi Müfettişliğin koruması altındaki Dicle Talebe Yurdu'nda kalıyorlardı.<br />
<br />
O yıllardaki Kürt öğrenci sayısı 50 civarındaydı. 1930lu ve 40'lı yıllarda Kürdistan'da eğitimin geriliğini ve yetişmiş kadroların yetersizliğini göstermek için Lice'deki durumu bir örnek olarak yinelemek yerinde olur. Anılan yıllarda Lice'nin tek bir ilkokulu ve tek bir üniversite mezunu vardı.<br />
<br />
1950'den sonra günümüze kadar geçen süreçte pek çok köyde okul açıldığı gibi birkaç ortaokul ve bir de lise açıldı. İstanbul Üniversitesi'ne, Ankara, İzmir ve çeşitli Anadolu Üniversitelerinden sonra Doğu ve Güneydoğu'daki üniversiteler de eklenince yüksek öğretime devam eden Kürt öğrenci sayasında büyük artış oldu.<br />
<br />
Her il için Dicle Yurdu'na benzer ayrı öğrenci yurtları açıldı. Üniversitelerde okuyan Kürt öğrenci sayıları giderek on binlere ulaştı. Üniversite eğitimi gören çeşitli 23 meslek sahibi pek çok Kürt aydını yetişti.<br />
<br />
Özellikle yurtlarda kalan ve çeşitli fakültelerde bir arada bulunan öğrenciler, içinden çıktıkları toplumun dramını ve Kürt halkının acılarını birebir gözlemlemiş ve yaşamış gençlerdi. Çoğunluğu varlıklı ailelerden gelmiş olmalarına karşın eğitimli olmalarından ötürü bağımsız düşünme yetisini kazanmış ve devlet ağa ittifakının dışına çıkmışlardı.<br />
<br />
Geldikleri ortamın farklı kültürü, farklı değer yargıları ve bölgeye özgü şiveleriyle Batılı gençlerle kaynaşamıyor, psikolojik olarak da ayrı bir topluluk oluşturuyorlardı.<br />
<br />
Tüm bu faktörler Doğulu gençliğin ortak bir Kürtlük bilinci etrafında bütünleşmesinde etkili oldu. Başlangıçta ortak kültürel etkinliklerde bulunan bu gençler kendi aralarında Kürtçe türküler söylüyor, kamuya açık folklor gösterileri düzenliyor ve farklılıklarını göstermeye çalışıyorlardı.<br />
<br />
Giderek bölge sorunlarını tartışma evresine gelindi. Ama henüz ortak bir ideolojileri yoktu. Onları bir araya getiren tek öğe Kürtlüktü.<br />
<br />
Ne yapacaklarını nasıl bir siyasal davranış sergileyeceklerini hatta ne istediklerini bilmiyorlardı. Bu aşamadaki ortak eylemleri, farklılıklarını sergilemek ve kimi haksızlıklara karşı ortak tepki göstermekle sınırlıydı.<br />
<br />
Gençliğin bu masum ve duygusal davranışları bile Milli Emniyet Hizmet Reisliği'nin takip ve provokasyonlarına konu oluyordu.<br />
<br />
Kürt öğrenci gençliğinin ilk önemli tepkisi 49'lar Hareketi ile patlak verdi. 1959'da CHP Milletvekili Asım Eren, Irak'taki bir olay münasebetiyle Meclise sunduğu bir önergede Kürtlerce öldürüldüğü söylenen Türkmenlere karşılık Türkiye'de bir mukabele-i bil misil talep ediliyordu.<br />
<br />
Kürt gençliğinin tepkisini çeken bu girişim CHP Genel Merkezine gönderilen telgraflarla protesto edildi.<br />
<br />
Milli Emniyet Hizmet Reisliği hükümete, Kürt öğrenci gençliğinin duygusal tepkilerini siyasal amaçlarla kullanmak için Kürtçü komünist bir tehlike olarak göstermeyi önerdi. Hükümetin oluru alındıktan sonra birbiriyle bağlantısı olmayan 50 Kürt aydını ve üniversite öğrencisi bir anda tutuklanarak büyük bir sansasyon yaratıldı.<br />
<br />
Bu tutuklama eylemi o günkü Kürt gençliği tarafından toplu bir tepki gördü. Bir anda yığınsal bir Kürt aydın hareketi oluştu. Bu, Kürt siyasal hareketinde yeni bir dönemin başlangıcıydı. Kürt küçük burjuva aydınları tutucu düzene karşı yeni bir özgürlükçü hareket başlatıyordu.<br />
<br />
Böylece, 1937 Dersim tedip ve tenkil hareketinden sonra sessizlik içine giren, kimine göre tamamen sönümlenen Kürt özgürlük hareketine öncülük edecek yeni bir toplumsal katman çıkmıştı tarih sahnesine. Bu, Kürt aydın küçük burjuvazi hareketiydi.<br />
<br />
<i><b>49'lular Olayı</b></i><br />
<br />
49'lular olayı, 17 Aralık 1959 tarihinde önceden belirlenen 50 Kürt aydınının ani bir baskınla toplanmalarıyla gerçekleştirilen bir siyasal tutuklama olayıdır. Tutuklananların büyük çoğunluğu üniversite öğrencisiydi.<br />
<br />
Bir bölümü de üniversiteyi yeni bitirmiş meslek sahibi gençlerden oluşuyordu. Tutuklu gençlerden bir öğrencinin tabutluklarda yaşamını yitirmesiyle sayıları 49'a indi.<br />
<br />
Kürt kökenli ve öğrencilikten gelen arkadaşlıkları dışında aralarında ideolojik bir birlik olduğunu söylemek mümkün değildi. Tek özellikleri birey olarak Kürt olduklarının bilincinde olmalarıydı.<br />
<br />
Mahkemeye sunulan kanıtlardan anlaşıldığına göre 49'lulara yüklenen suçların özü "<i>Kürt varlığının inkar edilmesine, Kürtlerin dil, kültür ve anadilde eğitim haklarının reddedilerek asimilasyona zorlanmasına karşı tepki göstermiş olmalarıdır.</i>"<br />
<br />
Aralarında kurulan tek bağ CHP Niğde Milletvekili Asım Eren'in 1959'da Irak'ın Kerkük kentinde Kürtlerle Türkmenler arasındaki bir çatışmada birkaç Türkmen'in öldürülmüş olmasını gerekçe göstererek hükümetin 'bir mukabele-i bilmisil' düşünüp düşünmediğini, konu alan soru önergesine gösterdikleri tepkiydi.<br />
<br />
Gençler, Asım Eren'i sergilediği Kürt düşmanlığından ötürü gruplar halinde ya da birey olarak gönderdikleri telgraflarla protesto etmişlerdi. Ayrıca, Diyarbakır'da çıkan '<i>İleri Yurt Gazetesi</i>'nde başta Musa Anter olmak üzere kimi gençler olayı protesto eden yazılar yazmış ve mektuplar yayınlatmışlardı.<br />
<br />
O yıllarda dönemin Başbakanı Adnan Menderes bozulan ekonomik durumu düzeltmek için dış krediye ihtiyaç duymaktadır. Hükümetin kredi talebi için ABD nezdindeki girişimler sonuçsuz kalmıştır. Önce 'meçhul kalan' kimi güçler tarafından Kızılay'daki ABD Kültür Merkezi'ne patlayıcı bomba konuldu ve Türkiye'de bir komünizm tehlikesi olduğu mesajı verilmek istendi.<br />
<br />
Bu sonuç vermeyince Ortadoğu'da, özellikle de Türkiye'de komünist bir Kürt hareketinin geliştiği ve tehlikeli boyutlara ulaştığı haberi yayıldı. Bazı iddialarla da pekiştirilen haberler gazetelerde yayımlandıktan sonra kültürel etkinliklerde ön plana çıkan Kürt gençlerinin tutuklanmasına karar verildi.<br />
<br />
Menderes hükümetinin arzusuyla Milli Emniyet Hizmet Reisliği önce bir tutuklama planı hazırlıyor. Başbakana sunulan plan mahkeme tutanaklarında şöyle özetlenmiştir: "<i>Ankara ve İstanbul'daki üniversite gençleri arasında Kürtçülük faaliyetleri sezilmektedir. (...) Elde yeterli inandırıcı delil yoksa da, ani ve başarılı bir baskınla sanıkların evlerinde ve işyerlerinde yeterli delil bulunabilir. (...) Sonuç olarak 40-50 kişi tutuklanırsa Kürtçülük faaliyetleri uzun bir süre durdurulabilir.</i>"<br />
<br />
Başbakana sunulan raporun sonunda şu öneriler sıralanıyor:<br />
<ul><li><i>Bu tutanaklar ABD'den gerekli yardımların elde edilmesi için argüman olarak kullanılmalıdır.</i><br />
<br />
</li>
<li><i>ABD'ye ve Batı'ya bu tutuklamalar 'Komünist bir Kürt hareketi' olarak sunulmalıdır.</i><br />
<br />
</li>
<li><i>Türkiye genelinde ve Batı Anadolu'da yaşayan vatandaşlara ise bu tutuklamalar bölücü Kürtçü değil de 'komünist' oldukları şeklinde yansıtılması yararlı olacaktır.</i><br />
</li>
</ul>Bu raporun varlığını ve içeriğini kamuoyuna açıklayan haftalık Yön Dergisi, '<i>devlet sırlarını açıklamaktan</i>' ötürü yargılanmış ancak sonunda beraat etmiştir. <span class="dipnot">{Naci Kutlay, 21. Yüzyıla Girerken Kürtler, s.533-534.}</span><br />
<br />
49'lular olayının Milli Emniyet Hizmet Reisliği'nin bir tertibi olduğuna ilişkin Yön Dergisi'nde yayımlanan belgeyi, tarihe tanıklık etmek için, TİP grubu adına Meclis kürsüsünde açıklayarak tutanaklara geçirdim.<br />
<br />
49'lular hakkında hazırlanan iddianamede sanıkların ülke topraklarının bir bölümünü ayırıp bağımsız bir devlet kurma suçlamasıyla TCK'nın 125. maddesinden idamla yargılanmaları talep edilmişti. 49'lular olayında yapılan bu suçlama daha sonra hangi nedenle olursa olsun haklarında kovuşturma açılan Kürt aydınları ile Kürtlerden söz eden Türkiyeli yazar ve bilim adamları hakkında yıllarca 'demirbaş bir suçlama' olarak kullanıldı.<br />
<br />
İdamla yargılanan gençler, 14 ay tutuklu kaldıktan sonra tümü birden tahliye edildi ve yargılanmaları tutuksuz devam etti. Yargılama 30 Nisan 1964'te 51 sanığın tümü hakkında verilen beraat kararıyla sonuçlandı. Ancak askeri savcının itirazı üzerine bunlardan 15'i hakkında 'ırk mülahazasıyla milli duyguları zayıflatmaya matuf cemiyet kurmaktan' ötürü 16'şar ay hapis cezası verildi.<br />
<br />
49'luların tutukluluk döneminde 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi yapıldı. Darbeyle birlikte asker ya da sivil bütün siyasi tutuklular tahliye edildikleri halde Kürt gençlerinin tutukluluk halleri devam etti. Darbecilerin kurdukları Milli Birlik Komitesi de, devletteki egemen Kürt düşmanlığına bağlı kalmış ve tutuklu Kürt gençlerinin tahliye edilmelerini engellemişti.<br />
<br />
MBK, ayrıca, Kürtlerin asimilasyonu için Devlet Planlama Teşkilatı'nda kurdukları 'Doğu Grubu' aracılığıyla 1925 tarihli 'Şark Islahat Planı'na benzer bir plan hazırlattı. Plan gereğince, ilk etapta 550 Kürt siyasetçi Sivas'ta aylarca enterne edildi ve bunlardan 55'i hakkında sürgün kararı çıkarıldı. Raporun tam olarak uygulanmasına zaman kalmadığı için 1961 Anayasası'na göre kurulan Birinci İnönü Hükümeti'ne devredildi.<br />
<br />
Bu rapor, Başbakan İnönü tarafından Ecevit'e havale edildi. Uzun yıllar onun gizli arşivinde saklı kalan belge, ölümünden sonra, Can Dündar ve Rıdvan Akar tarafından bulunarak 28 Ocak 2008 tarihli Milliyet Gazetesi'nde yayınlandı. Baskın Oran, Radikal İki'deki yazısında, MBK'nın asimilasyoncu amaçlarla hazırladığı Kürt raporu ile 1925 tarihli Şark Islahat Planı'nın tam bir benzerlik içinde olduğunu karşılaştırmalı olarak ortaya koydu.<br />
<br />
Yazar, bu gözlemine dayanarak devletin Kürt politikasının 35 yıl boyunca değişmediğini belirtmekte ve şaşkınlığını dile getirmektedir.<br />
<br />
<i><b>49'lularda Siyasal Bilinçlenme ve Ayrışma</b></i><br />
<br />
49'lular olayı, Kürt aydın küçük burjuvazisinin siyaset sahnesine çıkmasının sembol bir hareketi olduğu için tarihsel önemi vardır. Bu nedenle, gençlerin cezaevi yıllarında geçirdikleri siyasal ve ideolojik dönüşümlerin değerlendirilmesi gerekir.<br />
<br />
27 Mayıs Askeri Darbesi'nden sonra ülkede görece bir demokratikleşmenin başlaması ve sol düşüncelerin tartışılabilir olmasıyla yeni bir döneme girildi.<br />
<br />
Basında sol içerikli düşünceler tartışılıyor ve sosyalist kalkınma yolunu öven yazılar yayınlanıyordu. Sol nitelikli dernek ve siyasi partiler kuruluyor. Sosyalizme ilişkin tartışmalar yaygınlılaşıyordu. Haftalık Yön Dergisi'nde solcu aydınların kurulu düzeni eleştiren yazı ve yorumları çıkıyordu.<br />
<br />
Yıllarca yasak kapsamında tutulan sol siyaset ve sosyalizm konuları açıkça konuşulur olmuştu. 1960 öncesinin her türlü düşünceye düşmanca yaklaşan ortamından görece özgür bir ortama gelinmişti. Bu gelişmeler cezaevindeki Kürt gençlerini de etkilemişti.<br />
<br />
Gençler kendi aralarında Kürt sorununun çözümüne ilişkin yöntem tartışması başlatıyor. Okudukları sol içerikli yayınlardan ve basında çıkan kurtuluş savaşlarının öykülerinden etkilenen gençler sol düşünceleri benimsiyor. Gelenekçi olanlar ise sola karşı muhafazakarlıkta direniyor. Bu bir ayrışma nedeni oluyor.<br />
<br />
Başlangıçta ortak bir komünde toplanan gençler iki ayrı komüne bölünüyor. Çoğunluğu sosyalizmi ve ulusal kurtuluş hareketlerini savunurken görece daha yaşlı olanlar ise muhafazakar bir çizgide kalmayı ve ağalık düzenini savunmayı yeğliyorlar.<br />
<br />
Tahliyeden sonra bunlardan sol düşünceyi benimseyenler Türkiye İşçi Partisi'nde politika yapmayı yeğlediler. Muhafazakar konumlarını koruyanlar ise Adalet Partisi'yle Yeni Türkiye Partisi'ni seçtiler.<br />
<br />
<i><b>Kürt Küçük Burjuva Aydınlarının Siyasal Mücadelesi</b></i><br />
<br />
1960'lı yılların ikinci yarısından başlayarak aydın kamuoyunda sıkça tartışılan ve öğrenci gençliği bir bütün olarak etkisi altına alan sosyalist düşünce Kürt aydınlarıyla öğrenci gençliğini de etkilemişti. Özellikle öğrenci gençlik sosyalizmi, hem sınıfsal sömürüye hem de sömürgeciliğe karşı olduğu için destekliyordu.<br />
<br />
Ayrıca, başarılı bir ekonomik kalkınma modeli olduğu için sosyalizmi cazip buluyorlardı. Kürt aydınları için de sosyalist ülkelerin sömürge halkların kurtuluş mücadelesini desteklemeleri ve 'ulusların kendi yazgılarını belirleme hakkını' savunmaları ufuk açıcıydı.<br />
<br />
Keza, başta Sovyetler Birliği olmak üzere, sosyalist devletlerin kendi ülkelerindeki farklı ulusal toplulukların kimlik, dil ve kültür haklarını özgürce kullanmalarına ve özerk sosyalist cumhuriyetler biçiminde örgütlenmelerine olanak tanıdıklarının Türkiye'de de öğrenilmesi, Kürt sorunu için çözüm arayan gençleri heyecanlandırıyordu.<br />
<br />
Kürt olmayan sosyalist gençlerin de Kürtlerin kendi yazgılarını belirleme hakkını savunmaları ve Kürt öğrencilerle birlikte aynı doğrultuda mücadele etmeleri aydın Kürt küçük burjuvazi için yeni bir dönemin başlangıcıydı.<br />
<br />
1960'larda Kürt aydın küçük burjuvazisi ve gençlik henüz nicel ve nitel bakımdan kendi ayakları üzerinde duracak bir güce ulaşmamışlardı. Bağımsız bir stratejileri yoktu. Tüm sol öğrenci gençlik gibi TİP'te ve onun paralelindeki Fikir Kulüpleri Federasyonu'nda (<i>FKF</i>) örgütlendiler.<br />
<br />
Zamanla Kürtlerin dışındaki öğrenci gençliğin önemli bir bölümü TİP'in Sosyalist Devrim Tezi'ne karşı Demokratik Devrim Tezi'ne yöneldi. TİP, işçi sınıfı öncülüğünde ve demokratik yoldan sosyalizmi kurmanın mümkün olduğunu savunuyordu.<br />
<br />
Demokratik Devrim Tezi'ni benimseyenler ise ordu içinde oluşacak solcu bir kadronun darbe yaparak iktidara gelmesinden başka bir yoldan devrim yapmanın mümkün olmadığını savunuyorlardı.<br />
<br />
27 Mayıs Askeri Darbesi'nden sonra ordu içinde hareketlilik devam ediyor, birbirini izleyen başarısız darbe girişimleri yapılıyordu. Sol görüşlü subayların o günkü deyimle 'zinde kuvvetlerin' sol bir darbe yapacakları inancı yaygındı.<br />
<br />
Kestirme yoldan 'devrim yapma' düşüncesi öğrenci gençler için çekiciydi. Gençler, TİP'ten ve FKF'den koparak Demokratik Devrim Tezi'ni benimseyen Dev-Genç'te örgütlendiler. Ortadoğu Üniversitesi ve Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencilerinin öncülük ettiği büyük yığınsal gösteriler ve protesto eylemleri darbe beklentileri için ortam hazırlıyordu. Hareket halindeki öğrenci gençliğin 'ordu-gençlik el ele' sloganı her tarafta yankılanıyordu.<br />
<br />
Batı ülkelerinde de gençlik hareketlenmişti. Başta Fransa olmak üzere bu ülkelerin pek çoğunda öğrenci gençliğin yaptığı yığınsal eylemler hükümetleri köklü reformlar yapmaya zorluyordu. Bu, Türkiye'de kimi sol çevrelerin savundukları gençliğin devrim yapacak öncü bir güç olduğu düşüncesine güç katıyordu.<br />
<br />
Kürt öğrenci gençliğin ve sol görüşlü Kürt aydınların askeri darbe yanlısı bir politika izlemeleri mümkün değildi. Niteliği ne olursa olsun Türkiye'de gerçekleşecek her askeri darbeden sonra Kürtlerin büyük zarar gördüklerini yaşayarak öğrenmişlerdi.<br />
<br />
Yaşamın öğrettiği bu gerçek karşısında Kürt gençliğinin askeri darbe yanlısı olması mümkün değildi. Bu nedenle Dev-Genç'e katılmadılar.<br />
<br />
Bağımsız örgütlenme aşamasına gelinceye kadar FKF ve TİP saflarında siyaset yapmayı yeğlediler. Bir sonraki aşamada Devrimci Doğu Kültür Ocakları'nda (<i>DDKO</i>) örgütlenerek TİP paralelinde mücadele etmeye devam ettiler. 12 Mart Askeri Darbesi'yle birlikte soldaki örgütlerin tümü tasfiye edildi. Yönetici ve üyeleri tutuklandı.<br />
<br />
Diyarbakır Askeri Cezaevi'nde toplanan DDKO üyesi gençlerle solcu Kürt aydınları geçirdikleri acılı bir tutukluluk döneminden sonra ancak genel afla tahliye edildiler.<br />
<br />
<i><b>Kürt Aydınlarının Bağımsız Örgütlenme Evresi</b></i><br />
<br />
Cezaevi koşullarında Kürt aydınları arasında farklı siyasal eğilimler uç vermeye başladı. Savunmalarda oluşan gruplaşmalar bu ayrışmanın ilk belirtileri olarak ortaya çıktı. Tümünün ortak düşüncesi bağımsız örgütlenmeydi.<br />
<br />
Eskiden TİP'te üye ya da parti yandaşı olan Kürt gençlerinin tümü Marksist-Leninist düşünceye bağlı kalarak ayrı Kürt örgütlerinde mücadele etmenin gerekliğini benimsemişlerdi. Nitekim, cezaevi dönemi bittikten kısa bir süre sonra içerideki gruplaşmalara koşut değişik Kürt örgütlerin kurulduğuna tanık olduk. Değişik adlarla kurulan yasal derneklerin arkasında yasadışı Kürt partilerinin bulunduğu herkesçe biliniyordu. Derneklerde yapılan yasal çalışmalar yanında her örgütün bir yayın organı vardı.<br />
<br />
Örneğin, Devrimci Halk Kültür Derneği'nin (<i>DHKD</i>) yayın organı '<i>Özgürlük Yolu</i>' dergisi, arkasındaki siyasal parti de Türkiye Kürdistanı Sosyalist Partisi (<i>TKSP</i>) idi. Bir diğer dernek de Devrimci Demokratik Kültür Derneği (<i>DDKD</i>) idi. Bunun da arkasında '<i>Kürdistan Devrimci İşçi Partisi</i>' (<i>PPKK</i>) olarak adlandırılan yasadışı bir siyasi parti vardı. Bu hareketin o yıllarda atılım yapan TKP ile güç birliği içinde olduğu söylentisi yaygındı.<br />
<br />
Rızgari Örgütü de aynı adı taşıyan dergi etrafında toplanan bir grup Kürt aydını tarafından kurulmuştu. Bu da diğerleri gibi Marksist-Leninist çizgide mücadele eden bir Kürt siyasal örgütüydü. Türkiye Kürdistanı Demokrat Partisi'nden (<i>T-KDP</i>) ayrılan başka bir grup da sol eğilimli olduğu söylenen Kürdistan Ulusal Kurtuluş Hareketi (<i>KUK</i>) adını almıştı.<br />
<br />
1965'te kurulan sağ eğilimli Türkiye Kürdistanı Demokrat Partisi (<i>T-KDP</i>) de yasadışı etkinliğini sürdürüyordu. Maocu çizgide örgütlenen Kürt aydınları da KAVA adında bir siyasal parti kurmuşlardı.<br />
<br />
Kürt aydınlarının kurdukları yasadışı sol partilere karşılık Türkiye'de yeniden yasal sosyalist partiler kuruldu.<br />
<br />
Bunların başlıcası Türkiye İşçi Partisi (<i>TİP</i>), Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (<i>TSİP</i>), Türkiye Emek Partisi, Sosyalist Devrim Partisi (<i>SDP</i>), Maocu çizgide Türkiye Köylü İşçi Partisi (<i>TKİP</i>) idi. Varlığını sürdüren yasadışı TKP ise yeni bir atılım yaparak etkin bir konuma gelmişti.<br />
<br />
Kürt aydınlarının sayıca fazla olmayan bir bölümü de bu partilerde çalışmayı yeğlemişlerdi.<br />
<br />
<i><b>12 Eylül Darbesine Giden Yol Ve Sonrası</b></i><br />
<br />
Sol eğilimli Türkiye öğrenci gençliğinde 12 Mart'tan önceki siyasal hareketlilik yeniden canlandı. 12 Mart askeri diktası altında tavsayan silahlı gençlik hareketi yeni dönemde farklı liderlerin öncülüğünde ve değişik yöntemlerle yeniden başladı. Örgütlü sağ gençlerle sol örgütler arasında sonu gelmez bir kanlı mücadele başladı.<br />
<br />
Sağ ve sol gençlik arasındaki kanlı mücadele sürecinde, devletle bağlantılı örgütlerin kışkırtıcı rol oynadığı sıkça dile getirilmekteydi. Sivil hükümetlerin önünü alamadıkları olaylar rayından çıkmıştı. Sağ eylemcilerin örgütledikleri, özellikle Alevi vatandaşları hedef alan toplu cinayetler büyük ses getiriyordu.<br />
<br />
Kahramanmaraş'ta yapılan toplu katliam, Malatya, Çorum, Sivas vb. illerde işlenen cinayetler toplumda büyük infial yaratıyordu. Tanınmış şahsiyetleri hedef alan cinayetler de aynı oranda yankı yapıyordu.<br />
<br />
Kamuoyunun yakından tanıdığı eski başbakan Nihat Erim'in, eski milletvekili Derya Sazak'ın, tanınmış gazeteci Apti İpekçi'nin öldürülmeleri, TİP'li 7 gencin bir arada katledilmesi vb. olaylar siyasi iktidarları aciz bırakan ve toplumda huzursuzluk yaratan etkili terör eylemleriydi.<br />
<br />
Ardı arkası kesilmeyen bu terör olayları hükümetlerin çabalarına karşın önlenemiyordu. Sıkıyönetim ilanından sonra da bu olaylar aralıksız devam etti.<br />
<br />
Nihayet, 12 Eylül 1980'de ordu yönetime el koydu. Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren'in başkanlığında kuvvet komutanlarından oluşan Milli Güvenlik Konseyi (<i>MGK</i>) kuruldu. Askeri cuntanın yönetime el koyduğu anda terör eylemleri son buldu. Bu ani değişim terörün darbe yapmak için, özel olarak kışkırtıldığı yorumuna haklılık kazandırıyordu.<br />
<br />
12 Eylül döneminde yüzbinlerce insan gözaltında ve cezaevlerinde işkence gördü. Mamakta, İstanbul askeri tutukevlerinde, Diyarbakır askeri cezaevinde ölümle biten sayısız işkence olaylarından söz edildi.<br />
<br />
Özellikle Diyabakır'da yapılan toplu işkenceler ve onur kırcı uygulamalar Kürt gençlerinde, onarılamaz travmalara yol açtı. Cezaevinden çıkanlar tekrar, tekrar tutuklanıyor ve aynı işkence tezgahlarından geçiriliyorlardı. Artık onlar için tek kurtuluş yolu kalmıştı: Dağa çıkmak.<br />
<br />
12 Eylül'den kısa bir süre önce kimi Kürt gençleri PKK adında bir örgüt kurmuş, darbeden sonra da silahlı mücadele kararı almışlardı. Diyarbakır zindanlarından kurtulanlar dağa çıkmak için bu örgüte katılıyorlardı.<br />
<br />
<i><b>PKK'nın Kuruluşu</b></i><br />
<br />
12 Eylül Darbesi'ne giden süreçte Güneydoğu'da sıkıyönetim makamlarını büyük ölçüde rahatsız eden önemli olaylardan biri de PKK'nın kurulması ve şiddet eylemlerini başlatmasıydı. Abdullah Öcalan ve 17 arkadaşı tarafından Kasım 1978'de Lice'nin Fis Köyü'nde Marksist-Leninist temellere dayalı bir örgüt kuruldu.<br />
<br />
İlk aşamada silahlı mücadeleyle bir Kürdistan devleti kurmayı amaç olarak belirlediler. Partiye 'Partiya Karkeren Kürdistan' (<i>PKK</i>) adı verildi. Genel Sekreterliğe Abdullah Öcalan seçildi. Parti 1980 Darbesi'ne kadar geçen süreçte varlığını kabul ettirmek ve Stalinci çizgisini tescil ettirmek amacıyla kendi dışındaki Kürt örgütlerini tasfiye etmek için içe dönük bir silahlı mücadele başlattı.<br />
<br />
Kürt sorununda duyarlı olan öğeleri saflarına kazanmak için az da olsa güvenlik güçlerini hedef alan silahlı eylemleri de ihmal etmiyordu.<br />
<br />
Kürt örgütleri arasında özellikle hedef aldığı Kürdistan Ulusal Kurtuluş (<i>KUK</i>) örgütüydü. TKSP'ye, Peşenge ve bölgedeki Kürt asıllı TKP üyelerine karşı da silahlı saldırı eylemlerini gerçekleştiriyordu.<br />
<br />
Parti yöneticilerinden Selim Çürükkaya bu stratejinin ideolojik dayanağını şöyle açıklıyor: "<i>Sosyalizme inanıyorduk ve bu Stalin tarzı sosyalizmdi. (...) 1920'lerin genel havası, Rus Komünist Partisinin öteki partileri yasaklayışı, kliklerden nasıl kurtulduğu bizim için bir model niteliğindeydi. Bunu tamamen olumlu görüyor ve aynısını yapmak istiyorduk.</i>" <span class="dipnot">{Nakleden, Aliza Marcus, Kan ve İnanç, PKK ve Kürt Hareketi, S: 64}</span><br />
<br />
PKK militanları diğer Kürt örgütlerine dönük eylemlerini sürdürürken çoğu kez yakalanıyor göz altına alınarak tutuklanıyorlardı. 1980'e gelinceye kadar yüzlerce PKK militanı tutuklanmıştı. Askeri darbeden sonra Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Cezaevi'nde onlarla aynı hücrelerde daha sonra da aynı koğuşta tutuklu kaldım.<br />
<br />
PKK'nın devam eden eylemleri sıkıyönetim tarafından sürekli izleniyor ve yakalanan militanların ifadelerinden yönetici kadronun zor duruma gireceği anlaşılınca Abdullah Öcalan 7 Temmuz 1979 günü Türkiye'den ayrılarak Suriye'ye geçti. Oradan da Lübnan'a giderek Suriye'nin denetimindeki Bekaa Vadisi'ne yerleşti.<br />
<br />
12 Eylül Darbesi'nden sonra Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'in liderliğinde kurulan Milli Güvenlik Konseyi (<i>MGK</i>) 3 yıl süreyle emsali görülmemiş bir baskı rejimi kurdu. Artan baskılar karşısında yurtdışına çıkan örgüt belli bir güce kavuştuktan sonra mücadeleyi yeniden Türkiye'ye taşıma kararı aldı.<br />
<br />
12 Eylül'den sonra kurulan cunta yönetiminde yurtdışına çıkan PKK merkez komite üyeleriyle önde gelen militan kadrolar Bekaa'ya giderek Türkiye'de yapacakları silahlı eylemlerin hazırlıklarına başladılar. 20 Ağustos 1982'de yapılan ikinci kongrede Hakkari, Van ve Siirt'te silahlı mücadele kararı alındı. Alınan karar doğrultusunda PKK, 1984'te ses getiren eylemini yaptı. Ve 15 Ağustos gecesi Eruh ve Şemdinli ilçelerini bastı.<br />
<br />
1985 yılında ERNK (<i>Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi</i>) adı altında cephe oluşturan örgüt, eylemlerinde köy baskınlarına ağırlık verip köy korucularına yönelik sistemli bir saldırı kampanyası başlattı. Ardından toplu katliamlar geldi.<br />
<br />
Güneydoğu'yu kendisine mekan edinen ve burada örgütün ihtiyaçlarını karşılamak için altyapı oluşturan PKK, Şırnak, Siirt ve Kuzey Irak'ın Türkiye sınırına yakın kesimlerinde, dağlık bölgelerde yer altı sığınakları, askeri kamplar, tüneller ve hastaneler inşa etti.<br />
<br />
Kent merkezinde başlatılması düşünülen ayaklanmaların ilk denemesi 1992 Nevruz kutlamalarında Cizre'de gerçekleştirildi. 4 kişinin ölümüyle sonuçlanan olaylardan sonra ilçede sokağa çıkma yasağı ilan edildi.<br />
<br />
PKK, 1993'ten itibaren siyasi faaliyetlere ağırlık vermeye başladı. Bu dönemde meslek kuruluşları, demokratik kitle örgütleri ve sendikalara sızmak için çaba gösterildi. Almanya'da Kürdistan Ulusal Meclisinin temelleri atıldı. Böylece PKK'ya bağlı bir Meclis oluşturuldu.<br />
<br />
DEP'in kapatılmasından sonra yurtdışına çıkan bazı milletvekilleri aracılığıyla 12 Nisan 1995'te Hollanda'nın Lahey kentinde DEP Eski Başkanı Yaşar Kaya'nın başkanlığında '<i><b>Sürgündeki Kürdistan Parlamentosu</b></i>' kuruldu.<br />
<br />
PKK, Avrupa ülkelerinin büyük çoğunlunda kendisine bağlı sivil toplum örgütleri kurdu. Kürtçe ve Türkçe yayın yapan televizyon kurumları oluşturdu.<br />
<br />
PKK televizyonu, önce Belçika'dan sonra Hollanda ve İngiltere'den de Güneydoğu'da rahatlıkla izlenen Kürtçe ve Türkçe yayınlar yaptı. Ayrıca, kendisiyle irtibatlı sivil toplum kuruluşları aracılığıyla haber ajansları kuruldu, Türkçe ve Kürtçe yayın yapan gazete ve dergiler çıkarıldı. Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Batı Avrupa ülkelerinde de günlük gazeteler yayımlandı.<br />
<br />
Bir yandan şiddet olaylarını sürdürürken öte yandan yurtdışında konferanslar ve toplantılar tertipleyerek Kürt sorununa uluslararası bir boyut kazandırmayı başardı. Giderek kurumlaşan ve bağlı sivil örgütleri ile PKK bugün uluslararası etkinliği olan önemli bir siyasal örgüt haline gelmiştir.<br />
<br />
<i><b>Proleter Kürt Küçük Burjuva Hareketi</b></i><br />
<br />
Kürt aydın küçük burjuva unsurların öncülük ettikleri Kürt hareketinin tabanı proleter Kürt küçük burjuvazisinden oluşmaktadır. 1950'den itibaren Tarımda kapitalistleşme sürecinin artarak devam etmesine paralel olarak büyük köylü yığınları şehirlere akın etmek zorunda kaldı.<br />
<br />
Bunlar eski maraba, yarıcı, kiracı konumundaki topraksız ya da toprağı yetmeyen köylü aileleriydi. Bölgede sanayi yoktu.<br />
<br />
Devlet-ağa ittifakından kopan bu insanların işçi olarak çalışma koşulları mevcut değildi. Ya işsizler ordusuna katılıyor ya da geçici yarı-işsiz bir yaşam sürdürüyorlardı.<br />
<br />
Köylülük değerlerine bağlı kalarak geldikleri şehirlerin etrafında büyük gecekondu mahalleleri oluşturdular. Zamanla hem sayıları arttı hem de ayırıma uğradıkları için Kürt olmanın bilincine vardılar.<br />
<br />
Birinci kuşaktan sonra ikinci,üçüncü kuşak nesiller yetişti. Bunlar inşaat işçiliği, berberlik, ayakkabı tamirciliği, boyacılık, sıvacılık, terzilik, bakkallık, tuğlacılık vb. meslekler edindiler.<br />
<br />
Bu yığınlar ağanın baskısından, jandarma ve tahsildarın zulmünden kurtulmuş özgür ama yoksul, proleter nitelikli Kürt küçük burjuva katmanını oluşturuyorlardı. Bunlar, köylülükten farklı olarak maruz kaldıkları ayırımcılığın ve ötekileştirmenin bilincine varmış ve ulusal demokratik haklar konusunda son derece duyarlı hale gelmişlerdi.<br />
<br />
Kürt proleter küçük burjuvazisi olarak adlandırdığım bu yeni sosyal katman Aydınların öncülük ettikleri Kürt siyasal hareketinin tabanında aktif rol aldılar.<br />
<br />
1984'ten itibaren hızlanarak devam eden iç savaş sürecinde güvenlik güçlerince boşaltılan 3000'i aşkın köyün eski sakinleri de tarım sektöründen kovulan yığınlara katılınca Kürt proleter küçük burjuvazisi yığınsallık kazandı. Eski Kürt köylülerinin soyundan gelen ve ulusal demokratik haklar için son derece duyarlı olan ikinci, üçüncü kuşak Kürtler Türkiye'nin her tarafına yayılmışlardır.<br />
<br />
Büyük çoğunluğu proleter küçük burjuva niteliğini korumakla birlikte, aralarında gerçek sanayi işçisi, hatta orta boy kapitalist işletmecilik yapanlar da az değildir.<br />
<br />
Bulundukları mahallerde ağır bir ayırımcılığa tabi tutulmakta, kimi zaman fiili saldırılara da maruz kalmaktadırlar. Günden güne artan ırkçı-Türk milliyetçiliğinin ağır baskısı karışında, bunların Kürtlük bilinçleri yükselmektedir.<br />
<br />
Türkiye'de hukuk devleti normlarının benimsenmesi,eşit haklı vatandaşlık, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü ile kimlik, dil, kültür ve anadilde eğitim haklarının tanınması isteğini kapsayan demokratikleşme talepleri de aynı oranda yükselmektedir. Bu katmanlar, her türlü baskıya göğüs germek suretiyle örgütlü Kürt siyasal hareketini militanca desteklemektedirler.<br />
<br />
Artık, Kürtlerin özgürlük mücadelesi aydın küçük burjuvazinin öncülük ettiği Kürt proleter küçük burjuva hareketine geçmiştir. Bu yeni sosyal katmanlar aynı zamanda Türkiye'nin demokratikleşmesinin de temel dinamiklerinin başında yer alıyor.<br />
<br />
Bu nedenle Türkiye'nin bilinçli demokratları, ilerici ve devrimci sosyal güçleri ülkenin demokratikleşerek kalkınması için yükselen Kürt siyasal hareketini desteklemektedirler. Ne var ki, düşünsel planda kalan bu destek henüz ortak bir siyasal harekete dönüşemedi.<br />
<br />
Bugünkü Kürt siyasal hareketinin başarısı Türkiye demokrasi güçleri ile bütünleşmesine ve ileri bir demokrasi için ortak bir siyasal mücadeleyi örgütlemesine bağlıdır. Keza Türkiye demokrasi güçlerinin özledikleri çağdaş bir demokrasinin kurulabilmesi de Kürt siyasal hareketiyle ortak siyaset yapma olanağını gerçekleştirmelerine bağlıdır.<br />
<br />
Aksi halde, her iki hareket de sönümlenmeye mahkumdur. Çünkü bugünkü nesnel tarihsel koşullarda Türkiye'nin demokratikleşmesinin temel dinamiği Kürt sorunudur. Bu gerçek taraflarca kavranmadığı sürece Türkiye'de ne asker-sivil bürokrasinin kurduğu vesayet rejimi son bulur, ne demokrasi kurulur, ne de Kürt sorunu çözülür.Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-19088081.post-44177814203749427182010-06-05T23:42:00.005+03:002018-11-26T23:30:51.445+03:00'Üç Şınanay Şırfıntı' değilmiş..Nereden nereye..<br />
<br />
İki sene önce, 'Üç Şınanay Şırfıntı' başlıklı bir yazı yazmıştım. Yazının kendisini <a href="http://muzminanonim.blogspot.com/2008/08/nanay-rfnt.html">şurada</a> okuyabilirsiniz; özetleyecek olursam, '<i>Gençlik Marşı</i>' (ya da '<i>Dağ Başını Duman Almış</i>') diye bildiğimiz eserin orjinalinin İsveçce olduğu ve --<i>dahası</i>-- o orjinalinin oldukça 'muzır' olduğu hakkındaydı..<br />
<br />
Ama, galiba Selim Sırrı Tarcan'ın günahını almış oldum...<br />
<br />
Kazın ayağı öyle değilmiş çünkü.<br />
<br />
İzin verirseniz anlatayım:<br />
<br />
Bestekar Felix Körling'in torunu olan <a href="http://annemariekorling.blogg.se/2009/january/trace-to-felix-korling.html">Anne Marie Körling</a>'in sitesine, Sven Danielsson ismiyle [2009-04-17 @ 10:35:15 tarih ve saatte] eklenen bir yorum konuyu azıcık daha ilginçleştiriyor.<br />
<br />
Yorumun İsveçce orjinalini aşağıya alıntıladım. (<i>İsveçce bilen birisi okursa, tercümesini yapabilsin diye. Yapar da bana da göderirse müteşekkir olur, memnuniyetle yayınlarım.</i>) <br />
<blockquote style="color: #660000;">
<b>Att melodin till Tre trallande jäntor är spridd i Turkiet och har anknytning till idrott beror antagligen på att den på tjugotalet togs till Turkiet av Selim Siri Tarcan, som sänts till Sverige för att lära sig gymnastikutbildning, och att han hört den med en helt annan text än Frödings, nämligen en som som börjar: "<span style="color: #cc0000; font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Gymnastiken skall ge oss tillbaka den styrka vi svenskar har haft. Den skall göra oss friska och raka, till ett folk utav hälsa och kraft.</span>" </b><br />
<br />
<b>Den texten var nog ganska spridd i Sverige; jag hörde min mor på fyrtiotalet med en viss ironisk ton sjunga den i södra Lapplands inland när lagårdsarbetet frestade på. </b><br />
<br />
<b>Att melodin den spritts i Turkiet via gymnastiklärare stöds också av en av dödsannonserna i Kerstin Vinterheds nya bok.</b></blockquote>
İsveçce bilmediğim için, bunu '<i>Google Translate</i>' yardımıyla önce Türkçeye cevirtmeği denedim, pek olmadı. Daha sonra İsveçce bilen birisinden --<i>İngilizce üzerinden</i>-- yardım aldım.<br />
<br />
Bu yardım sonucunda, Türkçe çevirisi aşağıdaki gibi bir şey oluyor:<br />
<blockquote style="color: #20124d;">
<b>'<i>Üç şınanay şırfıntı</i>'nın melodisinin 1920'lerde Türkiye'de spor bağlamında meşhur olmasının sebebini --<i>daha önceleri İsveç'e jimnastik (beden eğitimi) eğitmenliği okumak için gelmiş olan</i>-- Selim Sırr Tarcan'ın, muhtemelen, Frödings'in </b><b>melodisini </b><b>orjinal sözlerden çok daha farklı bir güfte ile duymuş olmasına bağlayabiliriz. </b><br />
<br />
<b>O sözler şöyle bir şeydiler: "<span style="color: blue; font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Beden eğitimi sayesinde İsveçliler eski gücünü kazanacak. Sıhhat ve kudret edinip sağlıklı ve gürbüz bir millet olacak</span>". </b><br />
<br />
<b>Bu haliyle o yıllarda İsveç'te hayli yaygındı. </b><br />
<br />
<b>1940'lı yıllarda, Lapland'ın güneyindeki çiftliğimizde, bizi işe koşmadan önce hevesimizi artırmak için, biraz da matrak bir ses tonuyla, annemin bu şarkıyı söylediğini hatırlıyorum. </b><br />
<br />
<b>Bu melodinin Türkiye'de de beden eğitimi (<i>jimnastik ve spor</i>) aracılığıyla yaygınlaşmış olabileceği hususu, Kerstin Vinterheds'in hatırasına yazılmıs yeni kitapta da desteklenmektedir.</b></blockquote>
Şimdi... <br />
<br />
"Kerstin Vinterheds kimdir?", "yeni kitap neyin nesidir?", "ne içeriyor?" gibi sorulara işe yarar bir cevap bulabilmiş değilim --İsveç edebiyatı hakkında hiçbirşey bilmediğim gibi, edebiyatçı da değilim.<br />
<br />
Anne Marie Körling, sitesine gelen yorum üzerine kısa bir yazı yazarak yeni <a href="http://annemariekorling.blogg.se/2009/april/om-farfars-sang-och-hur-den-kom-till-turkiet.html">bir sayfa oluşturmuş</a>. Şöyle diyor:<br />
<blockquote style="color: #4c1130;">
Dünya ne garip.. Dedemin melodisi o devirde Türkiye'ye kadar gitti ve sevildi; hala daha da seviliyor. Bunu çok heyecan verici buluyorum. Notaların bir kopyasını almak için kalem ve kağıttan başka bir şey yoktu; yine de dünyaya yayıldı. Benim mavi dedem.. böyle yaşıyor olması ne güzel.</blockquote>
Dedesinden kalan yegane belge olan, 1917'de Birinci Dünya Savaşının en yoğun zamanlarında, dedesinin babasına yazdığı bir telgrafı da eklemiş oraya ve şunları söylüyor:<br />
<blockquote style="color: #4c1130;">
Dedem Felix Körling'den babama gelen telgraf. Birinci Dünya Savaşı.. sene 1917.. her taraf yangın yeri. O zamanlar Avrupa'yı kasıp kavuran cehennemî karalık ve gürültü arasından bu melodinin nasıl kurulabildiğini bilmediğim gibi; Türkiye'ye nasıl ulaştığı hakkında hiç bir fikrim yok.</blockquote>
Şimdi.. konumuza dönersek:<br />
<br />
<span style="font-size: large;"><b>Evet, yanılmışım: '<i>Gençlik Marşı</i>' (ya da '<i>Dağ Başını Duman Almış</i>') diye bildiğimiz eser ile, '<i>Üç Şınanay Şırfıntı</i>'nın ('<i>Tre trallande jäntor</i>'ün) alakası yok. </b></span><br />
<span style="font-size: large;"><b><br /></b></span>
<span style="font-size: large;"><b>İkisi de aynı melodi üzerine yazılmışlar; <u>fakat</u>, farklı zamanlarda söylenmişler. </b></span><br />
<span style="font-size: large;"><b><br /></b></span>
<span style="font-size: large;"><b>Merhum Selim Sırrı Tarcan, bu melodiyi duyduğunda, orjinal güftesi İsveç'te de unutulmuş, yerine, sözleri bir tür '<i>beden eğitimi marşı</i>' olan bir versiyonu meşhur olmuştu...</b></span><br />
<br />
Evet.. neredeeen nereye..Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-19088081.post-38087116755159062642010-06-02T20:32:00.005+03:002010-06-02T20:40:22.112+03:00Bir senaryom var çocuklar..SSCB'nin çökmesi iyi olmadı.<br />
<br />
Olmadı, çünkü SSCB büyük bir boşluk dolduruyordu.<br />
<br />
Mesela, Batı tarafından oraya bir ileri karakol olmak amacıyla yerleştirildiği için, normalde sömürgeci Batı'ya karşı olmasını bekleyeceğiniz Arap ahalisinin düşmanlığını bir paratoner gibi kendi üzerine İsrail çekiyor; buna karşılık İsrail'i destekleyen Batı'yı dengelemiş görünmek için de sahnede --<i>aradabir</i>-- SSCB arz-ı endam ediyordu.<br />
<br />
İyi de oluyordu. <br />
<br />
Böylece, Arap ahali kendisini sahipsiz hissetmiyor, cok can acıtıcı noktaya varıncaya kadar sömürüye başkaldırmak ihtiyacı duymaksızın yuvarlanıp gidiyordu.<br />
<br />
Sonra SSCB çöktü.<br />
<br />
Arapların kurtuluş ümitleri ile birlikte..<br />
<br />
Ama, ümitsiz ve sahipsiz insanlar çok tehlikelidir; en olmadık şeyleri gözlerini kırpamadan yapabilirler --yani, fena halde başkalarının keyiflerini kaçırmak potansiyelleri vardır.<br />
<br />
En '<i>sahipsiz ve ümitsiz</i>' ödülüne de --<i>her zaman olduğu gibi</i>-- Filistin ahalisi müstehaktı.<br />
<br />
Ve, bıraksalar keyfi gıcır olacak olan İsrail ahalisinin emdiğini burnundan getirmeğe başladılar.<br />
<br />
Daha da beteri, içi boş da olsa, türlü çeşitli tehditlerle İsrail'e ve ABD'ye kafa tutabildiğini dünya aleme ispatlamak peşinde olan İran, tüm zamanların sahipsizlik ve ümitsizlik timsali olan Filistinlileri de sahiplenmeğe başlamış; üstüne üstlük, bu sayede, İran diğer Arap ahalinin sempatisini de kazanır olmuştu.<br />
<br />
Bu durum, Ortadoğu dediğimiz gayya kuyusundan istenen evsafta ve kova kova barış suyu (<i>yani, petrol</i>) çıkarmağı arzulayan Batı'nın işini giderek aşırı derecede zorlaştırıyordu.<br />
<br />
İsrail denen ileri karakolun durumu ise daha da berbattı. Etrafına duvar örmüş, yetmemiş; kendi içinde mi yoksa dışında mı saydğı artık belli olmayan bazı Arap (<i>Filistinli</i>) bölgelerini işgal etmiş olmamış; abluka altına almış fakat o da yetmemişti.<br />
<br />
Bunca cepheleşme sonucunda da, bir taraftan İsrail'de olağanüstü aşırı sağ (<i>ırkçı</i>) eğilimler çoğunluk haline gelmiş; dğier taraftan da karşı tarafta (<i>Filistin/Arap cephesinde</i>) inanılmaz bir kin ve garez ahaliye hakim olmuştu.<br />
<br />
Yani, sonuç olarak, hem İsrail'deki hem de çevrelerindeki siyasi figürler (<i>partiler, vekiller vs</i>) bir açmaza hapsolmuş, bir kördöğüşüne saplanmış kalmıştılar.<br />
<br />
Batı'nın durumu da aşağı yukarı benzerdi: İstedikleri barışı sağlayacak şiddeti uygulamak iradeleri kalmamıştı artık. Irak'taki beceriksizlikleri bu konuda da cesaretlerini kırıyordu.<br />
<br />
Tam bir açmazdan bahsediyoruz, yani.<br />
<br />
Bu açmazdan çıkış için ya '<i>deux ex machina</i>'ya, ya da yeni bir oyuncuya ihtiyaç vardı. Birincisi tecelli edecek gibi görünmediğinden, ikincisini tercih etmek gerekti.<br />
<br />
Yani Türkiye'yi.<br />
<br />
Aslında, Türkiye eskiden de bu role soyundurulabilirdi; ama, ona bir şeyler vermek gerekecekti. Eskiden böyle bir masrafa gerek yoktu; şimdi masrafa bakmanın zamanı değil pek --çünkü, böyle giderse dünya bir hayli karışacak ve keyifler bozulacak.<br />
<br />
Peki, şimdi Türkiye'nin rolu ne olacak?<br />
<br />
Bence şöyle bir şey:<br />
<br />
Öncelikli olarak, İsrail'e (<i>ve arada bir de Batı'ya da</i>) kafa tutmak tekeli kontrolsüz İran'ın elinden alınacak. Başka bir deyişle, '<i>buralarda ABD/Batı ve İsrail düşmanlığı lazımsa onu da biz yaparız</i>' yaklaşımı benimsenecek.<br />
<br />
Böylece, sırf Batı'ya hörelendiği için Arap ahali tarafından sempatiye mazhar olan İran'ın denklem dışına çıkmasını sağlayacak şekilde bir kayıkçı kavgası sahnelenecek.<br />
<br />
Bu sayede, "bakın, bölgedeki son ve kadim dostumuzu da kaybetmek üzereyiz, artık aklımızı başımıza alalım" diyebilmek cesaretini edinecek '<i>sahne siyasetçileri</i>'nin türemesi sayesinde, İsrail isimli ileri karakolun ahalisinin de Filistinlilerle belli bir noktada buluşması sağlanacak.<br />
<br />
Bölgedeki Arap ahali de, artık kendilerine sahip çıkmış bir adil güçün varlığının vereceği ümit ve huzurla, eskiden olduğu üzere, sömürülmeğe devam edecek...<br />
<br />
Böyle bakınca, şu son flotilla olayının İsrail'in <i>(sahne siyasetçilerinin değil</i>) devlet adamları tarafından onaylanmış bir operasyon olduğunu düşünmek mümkün ve bence hayli de açıklayıcı oluyor.<br />
<br />
Bundan böyle, bu bölgede İsrail'in tek düşmanı --<i>çok şükür ki</i>-- artık ne Araplardır ne de İran.. Türkiye'dir.<br />
<br />
Doğal olarak, bölgedeki bütün önemli problemler de, haliyle, bu iki '<i>düşman</i>' arasında çözülecektir.Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-19088081.post-88848397292207503302010-03-16T15:40:00.002+02:002010-03-16T17:12:30.644+02:00Sivil Toplum Örgütü olunacak! Ol!İnternet'in bür ücra köşesinde (<i>her yeri 'ücra' değil mi zaten</i>) bir site dikkatimi çekti. Medyada çalışan bir grup kadın tarafından kurulmuş. Aynı paydada buluşan insanların beraberliği olduğunu söylüyorlar '<i><a href="http://medyasofa.blogcu.com/biz+kimiz">biz kimiz</a></i>' yazılarında; ama, bu paydanın '<i>kadın olmak</i>' ve '<i>medyada calışmak</i>' dışında başka bir bileşeninin olup olmadığını yazmamışlar. <br />
<br />
Yani, bu haliyle '<i>Medyada Çalışan Kadınlar Sendikası</i>'nın ilk nüvelerini mi görüyoruz, yoksa '<i>Biraraya Gelip Muhabbet Eden Kadınlar</i>' oluşumunu mu; belli değil.<br />
<br />
Ama, amaçlarını hayli anlaşılır bir dille yazdıklarını söyleyebilirim: "<span style="color: #660000;">Medyada daha etkin olabilmek, hakim medya dilinin hatalarını bir doğru üç yanlışı götürür mantığıyla en aza indirebilmek</span>"..<br />
<br />
Güzel.<br />
<br />
İlk olarak, kendilerine verildiğini söyledikleri "Feminizm ve kadın hakları" başlıklı seminerin moderatörlüğünü yapan Fatma Karabıyık Barbaroğlu’nun soyadını düzelterek başlayabilirler.<br />
<br />
Yok yok. Bu işin esprisi... Benim asıl merak ettiğim başka bir şey:<br />
<br />
Yazının hemen girişinde "<span style="color: #660000;">‘Gel’ dediler her birimize, '</span><i style="color: #660000;">biraraya geliyoruz</i><span style="color: #660000;">'. Davet '</span><i style="color: #660000;">güzel</i><span style="color: #660000;">' insanlardan olunca fazla soruya ne hacet.</span>" deniyor.<br />
<br />
İşte. Benim merakımı uyandıran kısım tam da burası.<br />
<br />
Kim '<i>gel</i>' demiştir acaba?<br />
<br />
O '<i>güzel</i>' insanlar kimler olabilir; ve dahası, '<i>gel</i>' diyen o '<i>güzel</i>' insanlar acaba kimden almıştır bu '<i>getirin</i>' talimatını.<br />
<br />
Sırf merak ettiğim için soruyorum:<br />
<br />
Birbirini hiç tanımayan insanların böyle sorgusuz sualsiz apansız bir araya getirilmesini yadırgadığımdan değil --emir-komuta düzeninde sık olur bu--; ama, giysileri '<i>sivil</i>' olsa da '<i>örgüt</i>' haline getirilmiş olsalar da, bu tür yapılara '<i>sivil toplum örgütü</i>' diyebilir miyiz?<br />
<br />
<span style="font-size: xx-small;">{Not: Olur a, site kaybolur filan diye, tedbiren, ilgili '<i>biz kimiz</i>' yazısını aşağıya alıyorum.}</span><br />
<blockquote>MEDYASOFA BİR YAŞINDA ! <br />
<br />
Bir yıl önce yine böyle bir bahar vaktiydi… '<i>Gel</i>' dediler her birimize, '<i>biraraya geliyoruz</i>'. Davet '<i>güzel</i>' insanlardan olunca fazla soruya ne hacet. Kimimiz mikrofon, kimimiz klavye başından kalktık geldik. Bazılarımız kamera önünü bırakıp iki anons arası katıldı toplantılarımıza. Sevgili Meryem Akbal ve sevgili Saniye Öztürk, camiamızın '<i>hizmet ve gönül</i>' erlerinden Gülsen Ataseven'in teşvikleriyle yola koyulmuşlardı, yalnız bırakmak olmazdı. <br />
<br />
Bir masa etrafında toplanıp neden bir araya geldiğimizi konuşmaya başladığımızda aslında pek çoğumuz ihtiyaç duyduğumuz, eksikliğini hissettiğimiz bir birliktelik olduğunu fark ettik bu oluşumun. <br />
<br />
İsmimiz de saatler süren keyifli bir beyin fırtınası sonrası ortaya çıktı. Sevgili Yıldız Ramazanoğlu'nun da değerli katkılarıyla bizi en güzel tanımladığına inandığımız, hemen hepimize sıcak gelen bir isim olan MEDYASOFA'da karar kıldık. <br />
<br />
"Sofadaki boy aynasında kendi hakikatimizle buluşmayı ve bir güç birliği oluşturmayı hedefledik" <br />
<br />
Farklı iletişim mecralarında ve yayıncılık kulvarlarında '<i>iyi</i>'nin, '<i>güzel</i>'in ve '<i>doğru</i>'nun yayılması için emek üreten dostların kimini ismen tanıyorduk, kimine göz aşinalığımız vardı. Ama pek çoğumuz birbirimizle uzun boylu sohbetler etmiş değildik. <br />
<br />
"Bu dayanışma sofasında medya mensubu kadınlarla işbirliği ve haberleşmeyi sağlayabilirsek ne mutlu bize!" diyerek kolları sıvadık ve önce birbirimizi tanıyalım istedik. Kim, nerede, ne yapıyor haberdar olduk… Aynı paydada buluşan ne çok medya mensubu '<i>kadın</i>' olduğunu fark ettik. Birbirimizin '<i>iş</i>'lerine daha çok dikkat eder olduk. Birbirimize omuz vermeye, altında dostlarımızın imzası olan başarıları daha bir gönülden alkışlamaya, sahiplenmeye başladık. <br />
<br />
Mümkün olan sıklıkta toplanmaya devam ettik. Zira medya ve yayıncılık sektöründe '<i>zaman</i>' çok ciddi bir problemdi, herkes çok yoğun bir tempoda çalışıyordu. Ancak buna rağmen sofaya dahil olan arkadaşlarımızın pek çoğu bu önemli oluşum için pek çok şeyden fedakarlık edip bir yıl boyunca toplantılarımıza katıldılar. <br />
<br />
Fakat '<i>zaman</i>' problemini aşmak için bir çözüm yolu ürettik ve Medyasofa'yı bir mail grubu olarak konumlandırdık. Mail üzerinden yaptığımız yazışmalar, paylaşımlar ve hatta hararetli tartışmalarla tanışıklıklarımız daha da pekişti. Dostluklar kavileşti… <br />
<br />
Elbette Medyasofa'n ın tek amacı bu değildi. Bu birliktelik ciddi bir '<i>güç</i>' ve potansiyel anlamına geliyordu aynı zamanda. Biz de bu potansiyeli en anlamlı şekilde değerlendirmek için ortak projeler üretmeye başladık. Bugün bizlerin medya ve iletişim alanında bir şeyler yapıyor olmamızı sağlayan, yol açıcılarımız ve öncülerimize '<i>vefa</i>' ziyaretlerimizi gündemimize aldık. <br />
<br />
Şule Yüksel bu açıdan çok anlamlı bir başlangıçtı. Onun yazı hayatında verdiği mücadeleyi, çektiği sıkıntıları ve tüm o meşakkatlere rağmen yaptığı hizmetleri onun ağzından dinlemek hepimize yeni sorumluluklar yükledi. <br />
<br />
Sevgili Ayla Ağabegüm hocamızla kısa ve dar zamanlı bir buluşma gerçekleştirebildik ancak daha uzun ve kapsamlı bir sohbet için de söz aldık.<br />
<br />
Bir süre sonra buluşmalarımızı iletişim ve medya sektöründeki kurumlarda gerçekleştirmeye başladık. Sivil toplum kuruluşu ya da sektörel çalışmalarıyla bilinen kurumlara yaptığımız bu ziyaretlerle de karşılıklı bilgi alışverişi ve istişarelerde bulunma fırsatımız oldu. <br />
<br />
Medyasofa'n ın da fikir annelerinden Meryem Akbal'ın göreve başlamasının ardından Yumurcak TV'ye bir nevi '<i>hayırlı olsun</i>' ziyaretinde bulunduk. <br />
<br />
Hanımlar İlim Kültür Derneği, sevgili büyüğümüz Dr.Gülsen Ataseven'in himayelerinde kapılarını bizlere açtı. <br />
<br />
BSF Akademi'n in medya ve iletişim sektöründe kazandırdıklarını kurumun yöneticilerinden Bilal Arıoğlu'ndan dinleyerek yerinde görme şansımız oldu. Medyasofa'n ın çalışmaları konusunda önemli kararlar alınan bu toplantıda aramızda bulunan Yıldız Ramazanoğlu, o günlerde seyahat ettiği Cibuti ile ilgili izlenimlerini anlattı. Yıldız Abla gibi toplantılarımıza çok sık gelemese de bütün içtenliğiyle Medyasofa ailesinde sevgisini ve muhabbetini hissettiğimiz Binnur Feyizli de o gün aramızdaydı. <br />
<br />
İsmini daha çok internet üzerinden yayın yapan Peygamber Efendimiz ile ilgili en nitelikli ve kaliteli başvuru kaynağı olan <a class="linkification-ext" href="http://www.sonpeygamber.info/" style="background-color: #fff9ab; color: #006620;" title="Linkification: http://www.sonpeygamber.info">www.sonpeygamber.info</a> sitesi ile tanıdığımız Meridyen Destek Derneği'ni ziyaretimizde de sevgili Fatma Ekinci'den yaptıkları hizmetlerle ilgili değerli bilgiler aldık. <br />
<br />
Medyasofa'nın '<i>Ne yapabiliriz?</i>' sorusuyla başlayan beyin fırtınalarının bir sonucu olan seminerlerin ilki ise BİSAV'da gerçekleşti. Alanındaki uzman isimlerden biri olan sosyolog Nazife Şişman, sosyolog Fatma Karabıyık <b>Barbaroğlu</b>'nun moderatörlüğünde Medyasofa'ya "Feminizm ve kadın hakları" konulu bir seminer verdi. <br />
<br />
Alt alta sıralandığında bir yıl gibi kısa bir zaman diliminde yeni kurulan bir topluluk olarak hiç de azımsanmayacak çalışmalara imza attığımızı görmek geleceğe dair umutlarımızı arttırıyor. <br />
<br />
Bundan sonraki süreçte medya, iletişim ve yazın alanında öncülük etmiş büyüklere ziyaretlerimiz artarak devam edecek. Seminerlerimiz daha geniş katılımlı toplantılara dönüşecek. Hazırlıklarını sürdürdüğümüz web sitemiz de en kısa sürede yayına geçecek. <br />
<br />
Bütün bunları yapabilmek için hepinizin desteğine, fikrine, eleştirilerine, katkılarına ve duasına ihtiyacımız var. <br />
<br />
Medyada daha etkin olabilmek, hakim medya dilinin hatalarını bir doğru üç yanlışı götürür mantığıyla en aza indirebilmek için Medyasofa çatısı altında yaptığımız gönül birliğinin uzun yıllar sürmesi dilek ve duasıyla… </blockquote>Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-19088081.post-88444910230814529372010-03-11T14:13:00.004+02:002010-03-11T14:33:47.982+02:00İki tane Şubat.. bir Kanlı Pazar..<p>Aşağıdaki yazı, 02 Mart 2010 tarihinde, Nuray Canan BEZİRGAN imzasıyla velfecr.com isimli sitede "<i>28 Şubat'ın palazlandırdıkları</i>" başlığıyla <a href="http://www.velfecr.com/28-subat-in-palazlandirdiklari-778-yazisi.html">yayınlandı</a>.</p><p>Yazı, bence birkaç açıdan önemli.</p><p>Öncelikle, şu sıralarda sesleri pek duyulmayan '<i>öteki Müslümanlar</i>'ın '<i>beriki Müslümanlar</i>'la ilgili düşüncelerine bir pencere açıyor olması önemli, benim için.</p><p>Bir diğeri de, o dönemlerde öğrenci olan birisinin, üstüne üstlük, bir hanım öğrencinin --<i>o günlerde bir ve aynı gibi görünen bir camiada</i>-- birebir gözlemlerini yansıttığı için önemli.</p><p>Bir de, en az yukarıdakiler kadar, bugün geriye dönüp baktığında --<i>hem bugün için, hem de o günler için</i>-- yaptığı değerlendirmeler önemli.</p><p>Yazının kendisi bu:</p><p><span style="font-size: xx-small;">{İçeriği aynı kalmakla beraber, daha kolay okunması amacıyla, yazının formatında basit değişiklikler yaptım. Ayrıca, birkaç yerdeki dizim/yazım/imla yanlışlarını da düzelttim.}</span></p><blockquote>28 Şubat'ın 13nc yıldönümündeyiz.</p><p>Memleketimiz 28 Şubatlar üzerine inşa edilmiş demokrasivari bir şekilde yönetiledursun, darbelerin mantığını anlamamız açısından yapılacak analizlerin önemli olduğu kanaatindeyim.</p><p>28 Şubat, o dönemin Başbakanı Erbakan'ı alaşağı edebilmek için tezgâhlanmıştı.</p><p>Çünkü Erbakan Türkiye'yi ABD ve batının kölesi olmaktan azad edip Afrika'dan Uzak Doğu'ya uzanan bir İslam Birliği Projesinin peşindeydi. Erbakan'ın izlediği siyaset ABD onaylı olmayınca kollar sıvandı, içte ve dışta bu darbeyi destekleyecek işbirlikçiler bulundu ve 28 Şubat karanlığı ülkenin üzerine çöktü.</p><p>28 Şubat'ta Erbakan Hükümeti devrilirken "düşene bir tekme de sen at" mantığındaki Gülen cemaatinin, bugün AKP'ye Ergenekoncular bir zeval getirmesin diye olayları bire on katar yorumlarıyla haberleştirdiklerini görünce insan ister istemez düşünmeye başlıyor.</p><p>Sormak gerekir, sizin millet iradesi deyip de mangalda kül bırakmayan tavrınız 13 yıl önce neredeydi?</p><p>Bugünlerde, konjonktür gereği, "Darbelere dur de", "Darbelere karşı 70 milyon adım" dedikleri aldatmasın sizi.</p><p>28 Şubat'ta başörtü yasağının üniversitelerde başlamasıyla beraber "emir büyük yerden" deyip de koca koca pardesülerini bir günde bırakan kızları, başörtülerini attıktan sonra direnenlere "'<i>enaniyet</i>' yapıyorsunuz; asıl fedakârlık bu dönemde bunu gerektirir" diyorlardı. Önceleri "Cebrail gelip de bir parti kursa ona oy vermem" diyerek siyasetten 'Allaha sığınan' bu cemaat[in mensuplari], sonrasında "AKP'ye oy vermeyen vebale girer" çizgisine gelerek partinin gizli kurmayları arasında yerlerini almışlardı.</p><p>Hatta o dönemde kartel medyası olarak nitelendirilen ne kadar basın yayın organı varsa, Gülen onlara demeçler verip darbecileri desteklercesine Erbakan iktidarı için "Beceremediniz çekin gidin" demiştir.</p><p>Başörtüsü yasağına karşı takınacakları tavrı öğrencilerin tercihine bırakmak bir yana, onlara açılmamalarının '<i>İslam'a hizmetten kaçış</i>' ve '<i>enaniyet</i>', açılarak eğitimlerini sürdürmelerinin ise '<i>fedakarlık</i>' olduğu görüşünü İslam'ı alet ederek empoze etmişlerdi.</p><p>Sonra, o dönemlerde Müslümanların hakları gasp edilirken verilen tepkilere "aman aralarda ajanlar var" diyerek, geri durup, haber bültenlerinde "kara çarşaflı erkeklerin provoke ettiği gösteride..." diye verilirdi.</p><p>Zaman gazetesinde, '<i>peruk fetvası</i>'nın yerinde olduğunu yazılırken, bütün Türkiye ayakta ilden ile '<i>el ele eylemi</i>' yapıyor, milyonlarca insan yasağı protesto etmek için sokaklara dökülüyordu. Ama, onlar, katılmak bir yana, haberini dahi yapmıyorlardı.</p><p>Yani, başörtüsü yasağı da bu kesim için bir sorun teşkil etmedi. Zira onlar '<i>Hocaefendileri</i>' için '<i>her şeyi</i>' yapmaya hazırlardı. Ellerindeki sözde fetvalarıyla, okullarını da bitirdiler, iş sahibi de oldular. Olan, bu konuda hassasiyet sahibi olan Milli Görüş tabanına ve diğer İslami cemaatlere olmuştu. Dillendirildiği gibi 28 Şubat'ta hiçbir zarara uğramadılar. Katlanarak büyüdüler.</p><p>Ne hazindir ki, bedel ödeyen Erbakan iken, bugün yavuz hırsız misali, cemaat, 28 Şubat'ın faturasını Erbakan Hoca'ya keserek, onu töhmet altında bırakıyor ve cemaate yeni katılan genç dimağlara bu anlatılıyordu.</p><p>Üzerlerine vazifeymiş gibi, sözde '<i>sırat köprüleri</i>' kurarak, üzerinden papazları, hahamları hoplatarak yine sözde '<i>cennet</i>'e sokanlar, sıra şuurlu Müslümanlara gelince aslan kesiliyorlardı. Kısacası, yedi düvele gül dağıtarak, hoşgörü kavramını sömürenler, bazılarına karşı öyle öfkeliydiler ki, kinleri akıllarını başlarından alıyor ve olmadık çirkinliklerle gerçek yüzleri meydana çıkabiliyordu.</p><p>Alın size bir örnek: samanyoluhaber.com sitesinde '<i>Erbakan Çok Hızlı Başladı</i>' başlıklı bir haber var... Aslında, bu tür yorumlara her '<i>Erbakan</i>' haberin altında rastlayabilirsiniz. Yorumlar arasında, bazı yaratıklar tarafından '<i>çakal</i>', '<i>ihtiyar moruk</i>', '<i>koltuk hırsı</i>', '<i>imza atan korkak</i>', '<i>Ergenekon figüranı</i>', '<i>hırsız</i>', '<i>din taciri</i>', '<i>Müslümanların yüzkarası</i>', '<i>derin devletçi</i>' vs.. hakaretleri yazılmış ve editörlerce onaylanmış.</p><p>Yukarıda anlattığım üzere, malum cemaatin cesareti, tevekküllerinden ya da teslimiyetlerinden değil, cehaletlerinden, dünyaperestliklerinden geliyor.</p><p>Netice açık, 28 Şubat olmasaydı AKP olmayacaktı; AKP olmasaydı, Gülen cemaati bu kadar büyüyemeyecekti.</p><p>Onun için bu "aman AKP'ye bir zarar gelmesin" vesveseleri ve iktidara muhalif herkesi '<i>Ergenekoncu</i>' ilan etme halleri..</p><p>Çünkü, ne bir zamanlar İslam düşmanı Ecevit'e yaktıkları yağlar, ne de Demirel'e dizdikleri methiyeler, onları AKP iktidarı gibi palazlandırmamıştı da ondan.</p><p>Şimdi onlar da yürümeye başladılar meydanlarda.</p><p>Taksim'de darbelere karşı yürümeye başladı '<i>ışık evlerinin eylem bilmez altın nesli</i>' birden bire.</p><p>Samimi olmadıklarını bildiğimiz halde, olumlu bir gelişme addedebileceğimiz bu değişimlerinin konjonktürel olduğunu gözden kaçırmamak gerekir.</p><p>Başka bir siyasi hareketin güçlendiğini gördükleri anda, AKP'yi de anında satabilecek bu oluşumu izleyin ve agâh olun.</p><p>Her kademede kendi derin devletlerini oluşturduklarını ve dünya gemisinin kaptanı dedikleri Amerika'nın ümmet içine sızmış Ergenekon'u olabileceklerini de göz ardı etmeyin.</p><p>Sadece Rabbimizin emir ve yasaklarına amade, düzenin tüm baskı ve dayatmalardan azade günlerin gelmesi dileğiyle...</blockquote><p>Süreci içinden yaşamış, süreç devam ederken ayrışmayı yaşamış fakat --<i>anlaşılan</i>-- ya pek farkedememiş ya da farketmiş ama, sesini çıkaramamış/duyuramamış birisinin gözlemleri ve duyguları bunlar.</p><p>Benim baktığım yerden ise, fevkalade ustaca yürütülmüş bir süreç bu --şapkam olsa, şapkamı çıkarttıracak kadar ustaca...</p><p>Her ne kadar, ilk bakışta, '<i>Fethullah Gülen Cemaati</i>'e şapka çıkartmak gerekir gibi gelse de, bence asıl ustalık orada değil; daha yukarılarda bir yerde.</p><p>Yok yok. "Daha yukarılarda" diyerek manevi anlamda '<i>ilahi</i>' bir varlığın dahline işaret ediyor değilim: ABD'den bahsediyorum.</p><p>"Ustalıkla oynandı" deyişim de şundan:</p><p>Taa (<i>kabuk değiştir<b>til</b>miş</i>) 'Türkiye Milli Talebe Federasyonu' (TMTF), '<i>Millî Türk Talebe Birliği</i>' (<i>MTTB</i>) günlerinden, yeniden kurdurulan '<i><a href="http://tr.wikipedia.org/wiki/Kom%C3%BCnizmle_M%C3%BCcadele_Derne%C4%9Fi">Komünizmle Mücadele Derneği</a></i>' devrinden, '<i><a href="http://tr.wikipedia.org/wiki/Kanl%C4%B1_Pazar_%281969%29">Kanlı Pazar</a></i>' olaylarından beri, belli bir çekirdek kadroyu usul usul yetiştirmek, stratejik noktalara yerleştirmek, "aman, başlarına bir kaza gelmesin" endişeleri ile üzerlerine titreyerek koruyup kollamak.. bunlar, öyle herkesin kolay kolay altında kalkabileceği projeler olmasa gerek..</p><p>Şimdi.. bir önceki paragrafta saydığım dernek ve olay isimlerine açıklık getirmek lazım. Bunu da, en iyi o günleri içinden yaşamış birisi yapabilir ancak: O günlerde Türkiye Milli Talebe Federasyonunda (<i>İstanbul</i>) yönetimde olanlardan biri, Yaşar Okuyan.</p><p>HaberTürk TV'de, 10 Mart 2010 tarihinde canlı yayında izlediğim, Balçiçek Pamir tarafından yönetilen sohbet programında, Yaşar Okuyan şunları söyledi:</p><blockquote>Biz o tarihlerde Türkiye Milli Talebe Federasyonundayız (<i>TMTF</i>). Bu federasyon, bizim, yani ülkücü-milliyetçi diye nitelendirdiğimiz grubun yönetimindeydi.</p><p>Milli Türk Talebe Birliği (<i>MTTB</i>), o tarihlerde --<i>yani 1968-69'lardan bahsediyorum</i>--, daha ziyade İslami düşüncenin kontrolündeydi. Biz o tarihlerde onlara '<i>Ecmain</i>' ismini vermiştik. Daha sonra bunlar kendilerini '<i>Akıncılar</i>' diye adlandırdılar. Milli Türk Talebe Birliği de onların yönetimindeydi, fakat milliyetçi grup olarak biz de Milli Türk Talebe Birliğinin faaliyetlerine katılıyorduk. Biz, Milli Türk Talebe Birliğindeki faaliyetlerin bazılarına da katılıyorduk. Orayı 'ele geçirmek' istiyorduk.</p><p>O sürecin içerisinde bir gün ortaya bir söz atıldı; "Komünistler yürüyüş yapıyor, Taksim'i işgal edecekler, biz buna karşı eylem yapacağız", deniliyordu.</p><p>Bu bilgiyi bize getirdiler. Biz de merak ettik; "ne yapacaklar; bir inceleyelim bakalım" dedik. Cumartesi günü MTTB'deki arkadaşlarımız, yöneticiler, "grup olarak sizden kaç kişi katılır?" diye TMTF'ye sormuş. TMTF'den da gelip bize sordular. Ben de, "Ne olacak, niye soruyorlar" dedim.</p><p>"Orada kalabalık olunsun isteniyor" denildi. "Kaç kişiyseniz size sopa dağıtacağız" dediler. Ben bu sefer daha da tedirgin oldum. O zaman arkadaşlara, "beş yüz kişi deyin" dedim. Katılacağımızdan değil de, "bakalım, ne olacak" diye...</p><p>Yanılmıyorsam "Cumartesi günü, akşam saat beşte temsili olarak MTTB'ye gelin" denildi. Bizim arkadaşlardan yedi sekiz kişi gitti oraya. Şeref Efendi sokak var hemen MTTB'nin yanındaki sokaktı. Oraya iki kamyon yanaştı. Orada, keser sapı gibi tornadan çıkmış sopalar çıktı, balyalar halinde.</p><p>Bizim çocuklara dedim ki, "Sopaları alın. Gitmeyeceğiz, ama gitmeyeceğimizi söylemeyin." Sonra aynı yerde ayrıca bir mavi kurdele dağıtıldı. "Kurdeleler ne olacak" diye sorduk. Dediler ki, "bu mavi kurdeleleri Taksim'de komünistler meydana girerken yakanıza takın; bu iki şeyi gösterir: Birincisi orada bir kargaşa çıkarsa siz birbirinizi tanımış olursunuz. İkincisi de --<i>polislerin de bilgisi var</i>-- mavi kurdeleyi takanlar antikomünistler olacak".</p><p>Nitekim biz ertesi günü oraya yedi sekiz kişi gittik. Yani, ülkücüler olarak katılmadık. Uzaktan bakıyoruz. En az yirmi otuz bin kişilik bir kalabalık vardı. Hatta sabah namazından sonra gelenler vardı. Fikir Kulüpleri Federasyonu (<i>FKF</i>) da Gümüşsuyu'ndan giriş yaptı. Tam Marmara Oteli'nin önüne doğru geldiklerinde daha önce alanda ellerinde sopalarla bekleyenler, gelenlere hücum ettiler.</p><p>Polis bakıyor, mavi kurdela varsa '<i>dost</i>' dokunmuyor; kurdele yoksa, elindeki copla girişiyor. Biz de dedik ki "kurdelelerimizi takalım", çünkü uzak olmamıza rağmen bir grup da bize doğru geliyordu.</p><p>Komünizmle Mücadele Dernekleri vardı. Onların birlikte organize ettiği bir şey. Bundan günler öncesinden beri, Mehmet Şevki Eygi diye bir gazeteci var, Bugün gazetesinden çağrılar yapıyordu. "Komünistler, Moskova uşakları geliyor, dinimize küfrediyorlar" gibi yazılarla belki 10-15 gün boyunca tahrik etmişti. Toplu olarak sabah namazları organize ediyordu.</p><p>Böyle bir alt yapı oluşturulmuştu.</p><p>'Kanlı Pazar'da, Hürriyet gazetesinde 6–7 sütunu kaplayan bir resim gözümüzün ödündedir hâlâ...</p><p>Bir şahıs oradaki sol görüşlü bir genci --<i>elinde bıçakla</i>-- polisin gözünün önünde öldürüyor ve polis seyrediyor. Katiyen müdahale etmediler.</p><p>İki insanımız orada maalesef bu şekilde öldürüldü. Bu tabi çok derin iz bırakan bir olay.</p><p>Ben '<i>Kanlı Pazar</i>'ı kitlesel bir organizasyon olarak değerlendiriyorum ve bundan sonraki süreci çok önemsiyorum.</p><p>Nitekim, o hadiseden üç gün önce de, polis, 8 üniversiteyi bastı. Vedat Demircioğlu isimli bir kardeşimiz bir iddiaya göre polis tarafından dövülerek üst katlardan aşağı atıldı ve hayatını kaybetti. Bazılarının da kaçarken düştüğü iddiası var ama sonuç olarak polisin orayı basması sonucu maydana gelen bir mücadelede hayatını kaybetmiştir.</p><p>Bu Kanlı Pazar olayında o tarihlerde acaba Milli Türk Talebe Birliği'nde aktif faaliyetlerde bulunanlardan; Ankara'da en tepe noktalarlarda bulunanlardan kimler var?</p><p>Bu sorunun cevabının ortaya çıkması lazım. Ergenekon soruşturmalarında her ne hikmetse her şeye bir bağlantı kurularak soruşturuluyor ama '<i>Kanlı Pazar</i>'ın hiç üzerine gidilmiyor.</p><p>Ümit ederim ki bu sorunun cevabını -–<i>ki bunlar kendilerini biliyorlardır</i>-- Ankara'nın en tepe noktalarında görev yapanlar verirler.</p><p>O organizasyonlara katılmışlar mıdır?</p><p>O pazar günü Taksim meydanında çağrılara uyarak yasal bir mitingi sabote etmek üzere gelenlere saldıranların arasında yer almışlar mıdır?</p><p>Bu tornadan çıkmış sopaları taşımışlar mıdır?</p><p>Yakalarına mavi kurdele takılması için kimlere bu talimatı vermişlerdir?</p><p>Madem ki '<i>Gladio</i>'yu ve geçmişteki bütün olayları ortaya çıkaracağız bu soruların cevaplarının verilmesi lazım.</p><p>Birazcık düşünülürse bu arkadaşlarımızın kimler olduğu ortaya çıkabilir.</p><p>Ben şimdi 40 yıl önceki bir ismi elbette verebilirim; ama isim verdiğim vakit, karşı tarafın size ilk vereceği cevap "hayır, yalan söyleniyor", olacaktır.</p><p>Halbuki hükümetin inisiyatifinin dışında kalan medya bunların üzerine biraz gitse bunu Türkiye'nin gündemine taşımış oluruz.</p><p>Gündeme taşınırsa da projektörler yanar, aydınlık ortaya çıkar.</blockquote><p><span style="font-size: x-small;">Not: Yukarıdaki metin hem benim hafızamda kalan, hem İnternet'te aynı programı seyredenlerin yazdıkları/aktardıkları, hem de Yaşar Okuyan'ın daha önce konuştuklarınan derlenmiştir. Benim hayli ilginç bulduğum bir nokta da, Yaşar beyin --değişik zamanlarda da olsa-- bu konuda anlattıklarının neredeyse birebir aynı oluşu.. Cidden sağlam bir hafızası var, anlaşılan.</span></p><p>Yine aynı programda, Yaşar bey, başka ilginç bir konuya değindi:</p><p>'<i>12 Eylül</i>' darbesi olur; ve diğer partilerin ileri gelenlerine de yapıldığı gibi, MHP'nin de ileri gelenleri içeri alınır. Yaşar bey de, MHP'nin 'Genel İdare Kurulu' (<i>GİK</i>) üyesi olduğundan, otomatik olarak içeri alınmıştır (idamla yargılanır ve sonra da beraat eder). Fakat, MHP'nin GİK'ini 40 kişi teşkil ediyor olmasına rağmen; sadece 39 kişi içeri alınmıştır. Bir kişiyi --<i>tesadüfe bakın ki</i>,-- hem Savcı hem de Mahkeme '<i>sehven</i>' (<i>farkında olmayarak</i>) unutmuştur...</p><p>Bu kişinin adı (<i>KarşıtGörüş'te özellikle söylemedi, ama <a href="http://209.85.135.132/search?q=cache:oqjhjkjN8rUJ:www.aksiyon.com.tr/wap.do%3Fload%3DwapDetay%26link%3D24939+%E2%80%9CBurada+sopa+ama+%C3%B6b%C3%BCr+tarafta+silahlar+var%E2%80%9D&cd=2&hl=tr&ct=clnk&gl=tr&client=firefox-a">Net'te söylediğini</a> görebiliyoruz</i>) İhsan Karaçam...</p><p>Bu isim de ilginç..</p><p>1970'li yıllarda önce MSP'de, daha sonra da etkin konumlarda bulunmuş --<i>her ikisinde de birer dönem milletvekili olmuş</i>-- birisi.</p><p>Burası o kadar ilginç değil; asıl ilginç olan, Yaşar beyin İhsan Karaçam'ı nasıl hatırladığı...</p><p>MHP'nin GİK'inde grev yaparken, İhsan Karaçam, en aşırı (<i>hatta şiddet yanlısı/teşvikçisi da denilebilecek</i>) önerilerde bulunan isimmiş.. Dahası, emekli bir Binbaşı imis..</p><p>Yaşar bey, İhsan Karaçam'ı 12 Eylül'den sonra bir daha görmediğini söyledi.</p><p>Fakat, Net'te biraz bakınınca, İhsan Karaçam, evet, aktif siyasetten ayrılmış; ayrılmış ama, nerede ondan bahsediliyorsa hep '<i>emekli Albay</i>' diyorlar..</p><p>Bir insan, Binbaşılıktan emekli olduktan sonra, nasıl olur da '<i>muvazzaf </i><i>Kidemli Binbaşı</i>', '<i>muvazzaf Yarbay</i>', '<i>muvazzaf Albay</i>', '<i>muvazzaf Kidemli Albay</i>' ve sonunda da '<i>emekli Albay</i>' olabilir?</p><p>Normal olarak, bildiğimiz haliyle, normal TSK mensupları için, fizik kanunlarına bile aykırıdır bu...</p><p>Böyle olunca, emekli Binbaşı ve emekli Albay ve emekli Milletvekili İhsan Karaçam, olsa olsa, (<i>Yaşar beyin de işaret ettiği gibi</i>) bir MİT mensubu olabilir. (<i>MİT mensubu olmanın kötü bir şey olduğunu söylemiyorum; herkes gibi, bir MİT mensubunun 'iyi' mi yoksa 'kötü' mü olduğuna ne yaptığına bakarak karar vermek gerekir; bence de.</i>)</p><p>Burası ilginç olduğundan, İhsan Karaçam bey hakkında biraz Google yardımı almak faydalı olabilir diye düşündüm.</p><p>İlk bulduğum link, İhsan beyin geçmişteki meşgalesiyle pek de alakalı olmayan, rekreatif bir faaliyet ürünü.. Bir kitap yazmış. 87 yaşında, gördüğü lüzum üzerine, '<i><a href="http://www.tumgazeteler.com/?a=1156555">Karı-Koca Geçimsizlikleri ve Çareleri</a></i>' isimli bir kitap. E, olur; neden olmasın; onca senelik gözlemleri vardır --<i>kendi katkısı olmaksızın da yıkılan nice yuvalar görmüştür</i>-- muhakkak; okuyanlar istifade etmişlerdir eminim.</p><p>Fakat, istifade etmek '<i>noktasında</i>', sadece evlilikler üzerine söyleyecek sözü olduğunu düşünmek de doğru değil. Doğru olmayacağının teyidini de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın İhsan Karaçam beyin evine (<i>2005'in Ağustosunda</i>) <a href="http://www.tumgazeteler.com/?a=982581">misafir oluşundan</a> çıkarsayabiliyoruz..</p><p><a href="http://www.tgrthaber.com.tr/news_view.aspx?guid=70388fc1-e626-4be4-90d2-2ecbb17515b5">'Siyasetçilerin ağabeyi' olarak da, 'efsane milletvekili' olarak da bilinen</a> birisini Başbakanın evinde ziyaret etmesinden daha doğal ne olabilir?</p><p>Tabii ki, son derece doğaldır; ben de, laf lafı açtı, konu dallanıp budaklandı da ondan dolayı buraya geldim. Yoksa, '<i>Kanlı Pazar</i>' ile İhsan Karaçam Binbaşımın/Albayımın ne alakası olacak ki.. hiç işte.</p><p>Orası öyle de, benim aklıma Yaşar Okuyan'ın şu soruları takıldı kaldı:</p><blockquote>Bu Kanlı Pazar olayında o tarihlerde acaba Milli Türk Talebe Birliği'nde aktif faaliyetlerde bulunanlardan; Ankara'da en tepe noktalarda bulunanlardan kimler var?</p><p>Bu sorunun cevabının ortaya çıkması lazım. Ergenekon soruşturmalarında her ne hikmetse her şeye bir bağlantı kurularak soruşturuluyor ama 'Kanlı Pazar'ın hiç üzerine gidilmiyor.</p><p>Ümit ederim ki bu sorunun cevabını -–ki bunlar kendilerini biliyorlardır-- Ankara'nın en tepe noktalarında görev yapanlar verirler.</p><p>O organizasyonlara katılmışlar mıdır?</p><p>O pazar günü Taksim meydanında çağrılara uyarak yasal bir mitingi sabote etmek üzere gelenlere saldıranların arasında yer almışlar mıdır?</p><p>Bu tornadan çıkmış sopaları taşımışlar mıdır?</p><p>Yakalarına mavi kurdele takılması için kimlere bu talimatı vermişlerdir?</blockquote><p>İstanbul'un Taksim'i nere?.. Ankara'nın en yüksek tepesi nere?..</p><p>Bugünlerle 16 Şubat 1969'un Taksim'indeki '<i>Kanlı Pazar</i>'ın, veya 16 Şubat 1969'daki '<i>Kanlı Pazar</i>'ın '<i>28 Şubat</i>'la ne alakası olabilir ki..</p><p>Hiç.</p><p>Tabii ki, koskoca bir hiç.</p><p>Benimki de boş laf iste.. neredeyse tıpkı Yaşar Okuyan'ın ve Nuray Canan BEZİRGAN'ınkiler gibi..</p>Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-19088081.post-75458458339380378852010-01-29T09:32:00.000+02:002010-01-29T09:32:31.792+02:00Notayı filan..<div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><img border="0" src="http://4.bp.blogspot.com/_JPKqDqb78z4/S2KOHEHDFzI/AAAAAAAABYU/gab3nvgGiHA/s320/otsuz_olmaz.jpg" tooltip="linkalert-tip" /></div><br />
.. boşver; ot koy şunlara.Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-19088081.post-25850555278844645402010-01-29T09:22:00.000+02:002010-01-29T09:22:40.471+02:00Fakat..<div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><img border="0" src="http://3.bp.blogspot.com/_JPKqDqb78z4/S2KLsty8IxI/AAAAAAAABYM/rt-YSd60YdI/s320/ismimi_unutuna_olmaz.jpg" tooltip="ismimi unutan pek cikmaz" /></div><br />
... adımı herkes hatırlar..Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-19088081.post-32360357721867854902009-11-15T02:51:00.002+02:002009-11-15T02:57:48.221+02:00Kurtlar Vadisi: Kalleşlik... Sitemli İfşaat..Aşağıdaki yazı, Taraf gazetesinde, 'Kurtlar Vadisi: GDO' başlığıyla, <a href="http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=emrullah+uslu" tooltip="linkalert-tip">Emre (Emrullah) Uslu</a> imzasıyla 07 Kasım 2009 tarihinde <a href="http://taraf.com.tr/makale/8364.htm" tooltip="linkalert-tip">yayınlandı</a>.<br />
<br />
Bugüne kadar 'Kurtlar Vadisi'ni (<i>filmi de dahil</i>), YouTube'daki bir iki kısa kırpık hariç, hiç seyretmedim.<br />
<br />
O yüzden, aşağıdaki yazıda Emre beyin bahsettiği dizi/film karakterlerinin ne olduklarını, gerçek hayatta kimi temsil edecek şekilde tasarlanmış olduklarını filan bilmiyorum.<br />
<br />
Beni o kadar da ilgilendirmiyor.<br />
<br />
Fakat, benim ilgimi çeken, Emrullah beyin bu yazıda hem açıkca hem de imâen söyledikleri... Bu ilginçlikleri, daha kolay farkedilsinler diye, kalın harflere dönüştürdüm.<br />
<br />
Emre bey, bu yazısına hem bir tür sitem yerleştirmiş sanki; hem de bir tür ifşaat/ihbar: "<i>Bir zamanlar benim de desteklediğim şekilde/istikamette yönlendirme yapıyorlardı; ama, şimdi benim de içinde olduğum gruba yönelik yönlendirmeler yapıyorlar; ayıp ediyorlar</i>" diyor sanki..<br />
<br />
Ya da, ben mi öyle anladım?<br />
<br />
Emin değilim, tabii ki.<br />
<br />
İsterseniz, bir de siz okuyun:<br />
<blockquote>Bu sütunda, <b>demokrat <i>Taraf</i> okurlardan gelebilecek eleştirileri de göze alarak, iki defa Kurtlar Vadisi dizisine destek veren yazı yazdım.</b> <br />
<br />
Bu yazılarda diziyi desteklememin nedenini şu şekilde açıklamıştım: <b>Bu ve benzeri diziler, toplumu, sorgulayan bir toplum haline getiriyor. Bu dizilerin de katkısıyla insanlar, siyasi cinayetlerin ve entrikaların "arkasında bir bit yeniği" arıyor. Bu dizler insanların olaylara kuşkucu bir şekilde bakmasına yardımcı oluyor.</b><br />
<br />
Bizim gibi ülkelerde toplumların kuşkuculuğu iyidir. Bu sayede, etnik veya mezhepsel fay hatlarını harekete geçirerek, toplumsal çatışma çıkarmak isteyen Ergenekon tipi yapılanmaların işleri zorlaşıyor.<br />
<br />
Ancak, Kurtlar Vadisi dizisine özellikle <i>Star TV</i>'ye geçtikten sonra bir haller oldu. Doğrusu şimdiye kadar bu yorumu yapmamak için kendimi çok tuttum. Erken bir yorum yapmak istemediğimden biraz bekledim. <br />
<br />
Dizinin yeni kanalında yayınlanmaya başlamasının ertesinde Şamil Tayyar'ın yazdığı "Kurtlar Vadisi Para" yazısındaki diziye yönelik eleştirilerini de aceleci bulmuştum. Ancak geçen zaman içerisinde Tayyar'ın yanılmadığını gördüm. <br />
<br />
Dizinin oturmuş karakteri Davut Tataroğlu'nun "kötü medya patronu" imajını yok etmek için senaryoda her türlü numara çevrilmiş. Tataroğlu iyi bir adam olarak yansıtılmıyor ama medya patronu vurgusu neredeyse yok olmuş durumda. Artık Tataroğlu'nun gazetelerinden söz edilmiyor, onun gazeteleri ekranlarda gösterilmiyor.<br />
<br />
Belli ki "dizi ekibi <i>Star TV</i>'ye geçtikten sonra, dizideki kötü medya patronu Tataroğlu'nu temize çıkarmak istiyor" eleştirilerinden de sakınmak için Tataroğlu'nu doğrudan temize çıkarmıyor. <br />
<br />
O'nu Gladio'nun adamı olarak gösteriyor ama onun medya patronu olduğuna hiç vurgu yapılmıyor. Öyle ki diziyi <i>Star TV</i>'den itibaren izlemeye başlayan bir seyircinin Tataroğlu'nun medya patronu olduğunu anlaması neredeyse imkânsız. Aksini ispat etmek için yaptıkları açıklamalarda Tayyar'ı topa tutan dizi yapımcılarının argümanları hiç de ikna edici değil.<br />
<br />
Buraya kadar olanlar bir nebze kestirilebilir durum. <b>Ancak dizideki asıl sürpriz <i>Taraf</i>'a yapılan saldırı.</b> Dizide <i>Taraf</i> Polat'ın baş düşmanı İskender ile ortak çalışmaya başlayan ve rakibi Tataroğlu'nu bitirmek için İskender'den gelen belgeleri yayımlayan Turan Bey'in gazetesi gibi gösteriliyor. Bunu sağlamak için de <i>Taraf</i>'ın <i>NTV</i>'den özür dilediği "Kayıtlar Yanlış" manşeti seyircinin gözüne sokacak şekilde ekrana yansıtılıyor.<br />
<br />
Bu senaryoya göre Turan Bey'in gazetesi <b>Görüş (<i>Taraf</i>) İskender'in ortalığı karıştırıp ülkeyi kan gölüne çevirmek için başlattığı yeni savaşta belge yayımlayarak İskender'e yardım ediyor.</b><br />
<br />
Bir sahnede İskender, Turan Bey'e şöyle diyor: "<b>Türkiye'yi anarşiye boğacağım. Elimdeki belgeleri senin gazeten küçük küçük yayımlamaya başlayacak. Tataroğlu, suikast işine beni karıştırıyor. Sen yarın ‘Vurulmadan önce Başbakan'la en son kim görüştü ve Başbakan'dan ne istedi' diye bir manşet at."</b><br />
<br />
Tabii ki o '<i>manşet</i>' <i>Taraf</i>'ın '<i>Kayıtlar Yanlış</i>' manşetiyle çıktığı günkü gazeteye yerleştirilmiş. <br />
<br />
Böylece bir yandan Tataroğlu aslında İskender ve Turan Bey tarafından kötülenen medya patronu imajı veriliyor (<i>Şamil Tayyar'ın dediği gibi dizinin Star TV'ye geçmesinden sonra asli görevi bu olsa gerek</i>) bir yandan da <b><i>Taraf</i>'a mide boşluğundan bir yumruk sallanıyor</b>.<br />
<br />
En azından son bölümde iyice ortaya çıkan manzara şu: <b>Kurtlar Vadisi ekibi <i>Taraf</i>'ın çeteler, Ergenekon, cunta ve tabii ki derin yapılarla olan mücadelesinden fevkalade rahatsız olmuş. </b><br />
<br />
<b><i>Taraf </i>gibi bir gazeteyi bile ülkeyi "anarşiye boğmak" isteyen İskender'in hizmetinde bir gazete olarak yansıtmak istiyorlar.</b><br />
<br />
<b>Kurtlar Vadisi için şimdiye kadar destek yazıları yazmış biri olarak, geldikleri noktayı belirtmek zorundayım: misyonlarına, duruşlarına ve seyircilerine kalleşlik.</b><br />
<br />
<b>Hem de, yapımcıların muhafazakâr duruşları ve geniş muhafazakâr izleyici kitlesine rağmen yeni misyonları bu memlekette demokrasiyi savunan <i>Taraf'</i>ı arkadan vurmak olsa gerek.</b><br />
<br />
<i><b>Taraf</b></i><b>'ı hem de seyircinin gözünün içine sokarcasına çetenin gazetesi gibi lanse etmek bir tesadüf eseri olamayacağına göre dizi yapımcılarına bir haller olmuş olmalı.</b><br />
<br />
<b>Kime ve neye hizmet ettiklerini çok anlamış değilim ama <i>Taraf</i>'a saldırmak için mahcup ve sinsi bir yöntem kullanmak en azından dizinin kişiliği ve duruşuna uymuyor.</b> <br />
<br />
<i>Taraf</i>'ı çok destekleyen ve aynı zamanda Kurtlar Vadisi dizisini de izleyen muhafazakâr izleyiciyi kaçırmamak için, sinsi bir yöntem benimsemişler.<br />
<br />
Ama benim anlamadığım dizi ekibini, kendi değerlerine ters düşerek ve geniş izleyici kitlesini kaybetme riskini bile göze alarak, böylesi bir saldırı yapmaya yönlendiren dürtü ne? <br />
<br />
Bu noktada Şamil Tayyar'ın '<i>para</i>' argümanına katılmıyorum. <b>Başka bir itkisel durum olmalı... </b><br />
<br />
Bu memleketin kayıtsız ve koşulsuz çetelerle savaşan belki de tek gazetesini, bu memlekette barış isteyen en önemli gazeteyi, <i>Taraf</i>'ı, anarşi planlarına yardım eden gazete gibi göstermek için hin yöntemler kullanmak nasıl açıklanabilir?<br />
<br />
Bu haliyle Kurtlar Vadisi Pusu, <b>Genetiği Değiştirilmiş Organizma</b> gibi...</blockquote>İlginç.. değil mi?<br />
<br />
Hem.. bir dizi için '<i>Genetiği Değiştirilmiş Organizma</i>' benzetmesi biraz abes değil midir?<br />
<br />
Bütün diziler, belgesel olanlar hariç, sanal ve yapay değil midir?<br />
<br />
Bu dizinin başka ticari amaçlı dizilerden farkı ne olabilir ki; Emre bey, "<b>misyonlarına, duruşlarına ve seyircilerine kalleşlik</b>" ettiğini düşünüyor..<br />
<br />
'<i>Kalleşlik</i>' gibi ağır sayılabilecek bir kelimeyi bu kadar rahat kullanabiliyorsa, Emre beyin bir bildiği olduğunu varsaymak çok da zor olmasa gerek..<br />
<br />
Peki de, '<i>Kurtlar Vadisi</i>'nin "<b>misyonları</b>" neydi?<br />
<br />
"Keşke, Emre bey, bunları da yazsaydı" demeden edemiyorum..Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-19088081.post-30819737570842964572009-10-25T03:27:00.000+02:002009-10-25T03:27:09.638+02:00Kısa piyes: Tek sahne.İki kişi. <br />
Biri erkek, biri dişi.<br />
Yüzleri birbirine dönük.<br />
Aralarında şu konuşma geçer:<br />
<br />
-- Seni seviyorum.<br />
-- Seni tanıyorum.<br />
<br />
ৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄৄ<br />
<br />
Two persons.<br />
A male and a female.<br />
Facing one another.<br />
This is the conversation:<br />
<br />
-- I love you.<br />
-- I know you.Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-19088081.post-78516899478339301862009-10-22T18:41:00.002+03:002009-10-22T19:04:46.027+03:00İsrail laiktir laik kalacak!..Şu "<i>van minıt</i>" vakasından beri İsrail medyasını (<i>İnternet gazetelerini</i>) biraz daha yakından takip etmeğe karar vermiştim.<br />
<br />
Hamdolsun ;) o günden beri, İsrail-Türkiye arasındaki muhabbet bir zenginleşti.. bir zenginleşti ki, sormayın gitsin..<br />
<br />
İsrail'in askeri tatbikata katılmalarını reddetti bizimkiler.. ardından da, diplomasi dilinin sınırlarını zorlayan karşılıklı atışmalara şahit olduk.<br />
<br />
Bütün bunlar cereyan ederken, İsrail gazetelerinde ve gazetelere gelen yorumlarda aşağı yukarı hep aynı tür analizlere şahit oldum.<br />
<br />
Bu noktada, gözlemlerimin arasında ilginç bulduğum ilk nokta şu: İsrail ahalisi, Türkiye'yi iki ayrı dünya olarak görmek istiyor.<br />
<br />
Türk Silahlı Kuvvetleri sözkonusu olduğunda, Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu laik Cumhuriyetin sahibi olduğu vurgulanıyor.. Mustafa Kemal Atatürk'ü ve laikliği özellikle öne çıkardıklarını söylemek istiyorum.<br />
<br />
Buna karşılık, Hükümet sözkonusu olduğunda, '<i>İslamcı</i>' etiketi ile birlikte anılıyor..<br />
<br />
Hal böyle olunca, son krizin analizi de şöyle özetleniyor:<br />
<br />
"Türkiye'de Hükümetler atar-tutarlar; ama, önemli olan TSK'dır."<br />
<br />
Yani, "Türkiye'de Hükümetler ne derse desin, ordu, İsrail'i korur ve kollar" demeğe getiriyorlar.<br />
<br />
Ve, anladığım kadarıyla, özellikle şu '<i>tatbikat iptali</i>' sonrasında Hükümet'in dediklerini ciddiye almadılar. TSK'nın çıkıp, Hükümet'in ağzının payını vermesini beklediler.<br />
<br />
Bu gerçekleşmeyince, işte o zaman, İsrail'de bir tür panik havası başladı.. <br />
<br />
Nasıl olurdu da, ("Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu laik Cumhuriyetin temel değerlerini temsil eden") TSK, '<i>İslamcı Hükümet</i>'in İsrail'e haksızlık/saygısızlık yapmasına izin verirdi?..<br />
<br />
Olacak şey değildi.. <br />
<br />
'<i>İslamcı Hükümet</i>'e acaba boyun mu eğmişti TSK?<br />
<br />
Telaşlanılmayacak gibi değil tabii..<br />
<br />
Bir taraftan "acaba, sahi, biz Gazze'de yanlış bir şeyler mi yaptık?" diyenler olsa da, öte taraftaki kafalar daha da karışık..<br />
<br />
Kimileri, '<i>İslamcı Hükümet</i>'in etkisinden TSK'yı kurtarmak için ne yapılabileceğine kafa yorarken; kimileri de '<i>şok tedavisi</i>' öneriyorlar: "'Ermeni Soykırımı'nı tanıyalım, Kürtlere arka çıkalım; Türklere hadlerini bildirelim" filan diyorlar..<br />
<br />
Bütün bunlar söylenirken, arka planda hep aynı tema var: Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyetin laikliğine ve Ordunun da buna sahip çıkacağına yönelik yoğun beklentileri hissetmemek, okumamak mümkün değil.<br />
<br />
Hal böyle olunca, ben de, İsrail ahalisinin Türkiye'nin laikliğini neden bu kadar önemsediğini merak eder oldum.<br />
<br />
Acaba Türkiye ile İsrail arasında laiklik açısından ne kadar benzerlik var ki, İsrailliler Türkiye'nin laikliğinin muhafazasını bu kadar önemsiyorlar?<br />
<br />
Bunu anlamak için, İsrail'deki siyasi hayata biraz bakınmak ihtiyacı duydum; çeşitli kaynaklara başvurup kısa bir özet çıkardım:<br />
<br />
İsrail'in, Türkiye ile benzer şekilde, her yetişkinin oy kullanabildiği bir seçim sistemi ve parlamenter demokrasisi var. <br />
<br />
O da bir cumhuriyet. <br />
<br />
Meclisinde (<i>Knesset'te</i>) 120 milletvekili var. <br />
<br />
Bizde % 10 olan seçim barajı, İsrail'de % 2; bu yüzden de İsrail neredeyse hep koalisyon hükümetleriyle yönetilir olmuş. <br />
<br />
Buraya kadarıyla çok benziyoruz.<br />
<br />
İlk farklılık, İsrail'in anayasasında ortaya çıkıyor. Henüz kesinleşmiş, resmen kabul edilmiş bir anayasası yok; var olan, ilerde kabul edilmek üzere hazırlanmış bir taslak. <br />
<br />
Fakat, mahkemelerde bu taslak kesinmiş gibi işlem görüyor ve boşlukları da içtihatlarla kapatılıyor. Bu bakımdan, kısmen Birleşik Krallık'a benziyor.<br />
<br />
Yazılı ve resmi anayasasının olamayışının sebebi ilginç: <br />
<br />
İsrail Kurucu Meclisi, 1949'da, anayasa yapmak için yola çıkmış ama becerememiş. <br />
<br />
Dindar Yahudiler, Tevrat (<i>Tanakh</i>), Talmud (<i>Museviliğin Medeni Kanunu, şeriatı</i>) ve benzeri dinî metinlerden daha yukarıda bir anayasayı kabul etmemişler. Yani, İsrailin dinci çevreleri işin en başında ağırlığını koymuş.<br />
<br />
Bu sorunu çözmek için, anayasayı bir bütün olarak hazırlamak yerine, kısım kısım (<i>bap'lar/fasiküller halinde)</i> hazırlayıp Meclise getirip oylamak konusunda anlaşmışlar; ama, bu bile, resmi bir anayasanın kabul edilmesi için yeterli olmamış.<br />
<br />
Kısacası, ta başından itibaren, İsrail Devleti, dincilerin (<i>Musevilik Şeriatı taraftarlarının</i>) engelini geçememiş.<br />
<br />
Şimdi gelelim İsrail'deki siyasi partilere..<br />
<br />
Toplam 12 parti varmış. <br />
<br />
Knesset'teki temsil sırasına göre, partiler listesi şöyle:<br />
<ul><li>Kadima (<i>İleri</i>) partisi. Laikçi, merkez, liberal. Aryel Şaron tarafından kuruldu.</li>
<li>Likud (<i>Birlik</i>) partisi. Merkez sağ, Filistin Devleti fikrine temelden karşı. İşgal altındaki bölgelerde Yahudi yerleşimlerinin artmasına taraftar. Anti-Arap.</li>
<li>Yisrael Beiteinu (<i>İsrail Vatanımız</i>) partisi. Milliyetçi/Siyonist. '<i>Ya sev ya terket</i>'çi. Anti-Arap ve anti-Filistin.</li>
<li>İşci partisi. Sosyal demokrat ve siyonist.</li>
<li>Şas partisi. Haredi Sefarad ve Mizrahilerin partisi. Aşırı dinci ve Musevi Şeriatçısı.</li>
<li>Birleşik Torah Museviliği partisi. Haredi. Aşırı dinci ve Musevi Şeriatçısı.</li>
<li>Milli Birlik partisi. Dört partinin koalisyonu. Milliyetçi/Siyonist. Militarist. Filistin'le her türlü barışa karşı.</li>
<li>Hadaş (<i>Yeni</i>) partisi. Komünist-Sosyalist. Yerleşimlere ve işgallere karşı. Filistin Devletinin kurulmasına taraftar.</li>
<li>Birlesik Arap partisi. İsrail'de yaşayan Arapların partisi.</li>
<li>Yahudi Vatanı partisi. Milliyetçi, dinci ve siyonist.</li>
<li>Yeni Hareket (<i>Meretz</i>) (Canlılık-Birliktelik) partisi. Siyonist. Sosyal demokrat. Çevreci.</li>
<li>Balad (<i>Milli Demokratik İttifak</i>) partisi. İsrail'deki Arapların partisi. Arap milliyetçisi.</li>
</ul>Bu partilerde de, tıpkı kuruluş sırasında anayasa konusunda gördüğümüz üzere, din/tarikatler ve Siyonizm bariz bir öncelik gösteriyor.<br />
<br />
Şimdi, hemen, doğru anlaşılması için '<i>Siyonizm</i>'i kısaca bir tanımlamak gerekiyor:<br />
<br />
Siyonizm, Yahudi halkının Filistin'de '<i>yeniden</i>' bir vatan sahibi olması için ortaya çıkmış bir politik hareket. Hareketin ortaya çıkışı 1800'lerin sonlarıdır ve kurucusunun da Theodor Herzl olduğu kabul edilir. Filistin'deki bu '<i>vatan</i>'a Tevrat'taki atıftan yola çıkarak '<i>İsrail Toprağı</i>' denir. Bugünkü İsrail devletinin kuruluşundan beri en aktif destekçilerinden biridir bu hareket.<br />
<br />
Şimdi gelelim 'Haredi'nin tarifine..<br />
<br />
Museviliğin en '<i>aşırı dinci</i>' şeklidir. '<i>Haredi</i>' kelimesi '<i>Allahtan, tir tir titreyerek, korkan</i>' anlamına gelir. '<i>Allahtan ödü patlayan</i>' da diyebiliriz. Modern şeylerin çoğuna karşıdırlar. Televizyon, telefon, elektrikli aletler vb şeyler ancak şeriata uydurulduğu kadarıyla kabul görür. Kadınlar kamusal alanda parklarda banklara bile oturamaz. Kamusal ulaşım araçlarına da ancak en arkada ve uygun şekilde tesettür içinde olmak şartıyla binebilirler.<br />
<br />
İsrail Devletinin varlığını kabul etmezler. Allahın emirlerine aykırı olduğu kanaatindedirler; çünkü, inançlarına göre, Musevilere bir devlet ancak ve ancak Mesih tarafından kurulabilir; henüz Mesih gelmemiş olduğundan, İsrail Devleti Allahın emirlerine isyan anlamına gelir.<br />
<br />
İsrail Devletinin Allahın emrine aykırı olduğunu iddia ettikleri için, Harediliğin daha da katı yorumlandığı tarikatlerde, İsrail devletine asker verilmez, vergi verilmez, nüfus kağıdı reddedilir, mahkemeleri yok sayılır. Kısacası, devletin hiç bir veçhesini kabul etmezler...<br />
<br />
Bazan birbiri ile catışan, bazan da çakışan yorumlar yapan hahamların başını çektiği tarikatlerin oluşturduğu bir mezhepten bahsediyoruz.<br />
<br />
İşin ilginç tarafı, Haredilik, İsrail'de giderek yaygınlaşmakta. Şu anda, toplam nüfus içinde % 10 civarında oldukları tahmin edilmektedir.<br />
<br />
Şimdi... dönelim konunun Türkiye ve TSK ayağına..<br />
<br />
Sizin şöyle bir şeyi aklınız, hafsalanız alabiliyor mu?<br />
<br />
Din, mezhep ya da tarikat emrediyor diye, Devleti kafir kabul eden, askere gitmeyen, vergi vermeyen, nüfus kağıdını, mahkemeleri ve mahkeme kararlarını reddeden birileri Türkiye'de olabilir mi?<br />
<br />
Bırakın öyle İsrail gibi % 10'ları, binde bir veya milyonda bir bile olabilir mi?<br />
<br />
Olamaz.<br />
<br />
Neden olamaz?<br />
<br />
Çünkü, bu devlet hem '<i>devlet gelenekleri</i>' olan bir devlettir; hem de laik bir devlettir.<br />
<br />
Türkiye bu ise, peki, o zaman İsrail ne oluyor?<br />
<br />
Harediler bir yana; ordusunda, kadın sesiyle anons yapılmasını dahi reddeden subaylarının varlığına bakarsak, İsrail'in laiklikle bir alakasının olmadığını kolayca söyleyebiliriz.<br />
<br />
E.. Bu durumda, İsrail'in Türkiye'nin laikliği konusundaki bunca titizliğini, Türk ordusunun da bunun sarsılmaz koruyucusu olması yönündeki bu ısrarını nasıl yorumlayacağız?Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-19088081.post-27096598570935850622009-10-18T13:34:00.000+03:002009-10-18T13:34:11.551+03:00..lenecek ...Halkedilişten beri<br />
Beden denen çemberi<br />
Reddinin isyan feri<br />
Sönünce ünlenecek<br />
<br />
Hayat hatt-ı zatında<br />
Şüpheydi firkatında<br />
Ruhu Allah katında<br />
Dinince dinlenecek<br />
<br />
<span id="imza">Müzmin Anonim</span>Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-19088081.post-34859378852294382652009-10-02T06:15:00.005+03:002009-10-02T06:33:54.031+03:00Başörtülü DarwinciŞaka şaka.. başlığı sırf provokatif olsun diye öyle seçtim. Kazın ayağı öyle değil.<br />
<br />
Aşağıdaki yazı Emine Karahocagil Arslaner imzası ve '<i>Evrim, Darwin vesaire...</i>' başlığıyla Haber10 isimli sitede 07 Eylül 2009 tarihinde <a href="http://www.haber10.com/makale/16640/">yayınlanmış</a>. [<span style="font-size: xx-small;">Yazının başındaki bir iki paragrafı, konuyla doğrudan alakalı olmadığını düşündüğüm için kırptım. Bir iki yazım yanlışını düzelttim ve yazının biçemini okunabilirlik açısından azıcık değiştirdim.]</span><br />
<br />
Yazarın bir iki yazısını daha okumuştum; ve, bunlardan en az <a href="http://www.cemilmeric.net/forum3/index.php?action=printpage;topic=926.0">bir tanesini</a> okuduğum zaman "buyrun işte bir tane daha; haybeye militanlıktan başka bir şeye yaramayan, sivri diliyle çözmeğe kalkıştığndan daha fazla problem yaratmağa namzet birisi daha" dediğimi itiraf etmeliyim. Her ne kadar o yazı hakkında hala daha öyle düşünüyorsam da, aşağıdaki yazısı farklı.<br />
<br />
Uzun zamandır, hele de '<i>inanan</i>' genç nesilden, Darwin hakkında bu denli dürüst ve soğukkanlı değerlendirme okumuş değilim.<br />
<br />
Hani, "niye bunu ben yazmadım" diyerek gıpta bile ettim diyebilirim.<br />
<br />
Yazı bu:<br />
<blockquote>Diyebiliriz ki, bütün bir insanlık tarihinde, bu kadar az tanındığı halde; bu kadar taşa tutulan, hırpalanan, yanlış anlaşılan, yanlış yorumlanan ve nefret toplayan başka bir isim yok... <br />
<br />
Durum o kadar vahim ki, Darwin lanet bir adam olarak yaşamış ve ölmüş olsa dahi; aleyhinde yapılan bütün bu haksız propagandalar, yerli yersiz suçlamalar, yanlış bilgiye dayalı yargılamalar yüzünden, bütün günahlarından sıyrılıp ilahi mahkemede rahatlıkla beraat edebilir. <br />
<br />
Darwin hakkında çok tekrar edildiği için çok doğru olduğu sanılan galat-ı meşhurları teker teker sıraladım ve karşıma şu tablo çıktı;<br />
<br />
<h7>Darwin evrim teorisini ileri süren isimdir.</h7><br />
<br />
<b>Yanlış... </b><br />
<br />
Darwin sadece evrim teorisinin duyulmasını sağlayan isimdir. <br />
<br />
Darwin'in bazı çağdaşları --<i>Darwin'den bağımsız olarak</i>-- evrim teorisini dile getiren makaleler kaleme almışlardır. <br />
<br />
Alfred Russel Wallace, Darwin'den çok önce, dogal seleksiyonla ilgili bir makale yazmıştır. <br />
<br />
Darwin'in ve evrimi anlatan diğer Avrupalı bilim adamlarının, kendilerinden çok önce yaşayan; Ibn Haldun, El Biruni gibi Islam alimlerinin metinlerinden etkilenmiş olmaları da kuvvetle muhtemeldir.<br />
<br />
<h7>Darwin, Galapagos adalarında yaşayan Ispinoz kuşlarının gagaları ve gıda kaynakları arasındaki uygunluğa bakarak, doğal seleksiyon yoluyla değiştiklerini ve evrim geçirdiklerini düşündü.</h7><br />
<br />
<b>Yanlış... </b><br />
<br />
'<i>Darwin kuşları</i>' olarak da bilinen bu kuş türü, Darwin'in '<i>HMS Beagle</i>' gemisiyle yaptığı ve beş yıl süren araştırmasında topladığı 32 adet kuş türünden yalnızca biridir. <br />
<br />
Darwin'in getirdiği örnekleri araştıran Londralı Ornitolog John Gould, Darwin'in başka türlere ait olduğunu düşündüğü kuşlardan 12 tanesinin birbirine çok benzeyen yeni bir ispinoz türü olduğunu açıkladı. <br />
<br />
Darwin sadece Galapogos adalarından değil, beş yıl boyunca dolaştığı bütün adalardan çeşitli kuş türü örnekleri toplamıştır.<br />
<br />
<h7>Darwin, ilkelden başlayıp daha iyiye, daha medeniye doğru bir gelişmenin olduğunu iddia eder.</h7><br />
<br />
<b>Yanlış... </b><br />
<br />
Bilim, bulgulardan hareket ederek ulaştığı sonuçları ortaya koyar, yorum yapmaz. Evrim teorisinde de böyle bir yoruma rastlanmaz. <br />
<br />
Doğa bilimleri, eldeki delillere dayanarak insanoğlunun ve diğer tüm mahlukatın geçirdiği biyolojik merhaleleri anlatır ve bir teori ortaya koyarlar; '<i>Evrim Teorisi</i>'. <br />
<br />
Kâinatın bundan sonra nasıl bir yol takip edeceği (<i>Islamî ifadeyle söylemek gerekirse: 'Sünnetullah'ın nasıl işleyeceği</i>) konusunda yorum yapmazlar.<br />
<br />
<h7>Darwin, "insan maymundan geldi" dedi.</h7><br />
<br />
<b>Iki kere yanlış... </b><br />
<br />
Darwin; insanın insandan, şempanzenin de şempanzeden geldiğini söyler. <br />
<br />
Darwin, milyonlarca yıl önce yaşayan insanların şekil ve şemal olarak bizden biraz daha farklı olduklarını anlatmaya çalışan adamdır. <br />
<br />
Darwin'i goril şeklinde karikatürize eden Ingiliz gazetelerinin attığı iftira çamurunun yıllardır temizleneMEmesinde ise --<i>hiç kuşkusuz</i>-- kilisenin büyük katkısı vardır.<br />
<br />
<h7>Darwin güçlüden yanadır.</h7><br />
<br />
<b>Yanlış, yanlış, yanlış... </b><br />
<br />
'<i>Survival of the fittest</i>', yani '<i>güçlü olan kazanır</i>' sloganı Darwin'e değil, Darwinizm'in öncülerinden Herbert Spencer'e aittir ve Darwinle hiçbir alakası yoktur. <br />
<br />
Evrim teorisinin çeşitli zorlamalarla '<i>Ateist</i>' düşüncenin hizmetine verilmesinde ve bu karışımdan ortaya çıkan '<i>Darwinizm</i>' ideolojisinde Darwin'in bir payı yoktur. <br />
<br />
Darwin, yaşadığı ortama en iyi şekilde uyum sağlayan türün yaşamaya devam ettiğini, bunu başaramayanların nesillerinin tükendiğini savunmuştur. <br />
<br />
Evrim kendi bulgularıyla çelişen bir sloganı, kavramı veya iddiayı savunmaz. <br />
<br />
Evrime göre örneğin, '<i>dinazorlar</i>' çok güçlü hayvanlardır ancak soyları tükenmiştir.<br />
</blockquote><br />
<div style="color: #660000;"><span style="font-size: x-small;">Not: Bu noktada kısa bir açıklama/düzeltme girmek eklemek isterim. '<i>Survival of the fittest</i>' sözünün daha doğru yapılmış tercümesi '<i>atik olan hayatta kalır</i>' olmalı; fakat bunun kabahatini bunu Türkçeye ilk çevirenlerde aramak gerekiyor.</span><br />
</div><blockquote><div style="color: #660000;"><br />
</div>Bu liste daha da uzatılabilir... <br />
<br />
Bu yazılanlardan dolayı yazı sahibini Darwinci veya evrimci ilan edebilirsiniz ancak, Darwinist veya Ateist ilan edecekleri –-izninizle-- şimdiden Allah'a havale etmek istiyorum. <br />
<br />
Az veya yanlış bilgi, taştan heykellerin dikilmesi için zihinlerde müsait ve münbit bir zemin hazırlar. Beynindeki taştan heykellerin darmadağın edildiğini gören insan için yegane savunma taktiği saldırmaktır... <br />
<br />
Saldırgan uslup sahiplerinin acılarını anlıyorum ancak burada belirtmeden geçemeyeceğim çok mühim bir nokta daha var:<br />
<br />
Özellikle benim yurdumda evrim teorisinin çok az bilindiğini müşahede ediyorum. <br />
<br />
Evrimle ve Darwinle ilgili araştırmalarımda genellikle Almanca kaynaklardan istifade ettiğim için yazılarımda referans gösteremedim. <br />
<br />
2009 yılının Darwin yılı ilan edilmesi de, ilgi duyan herkesin Evrim teorisi ve Darwinle ilgili daha fazla bilgi kaynağına, çok daha uygun fiyatlarla ulaşmasını sağladı. <br />
<br />
Türkiye'de ise öteden beri, evrimle ilgili objektif ve bilimsel kaynaklar, Adnan Oktar ve avanesinin güçlü gayretleriyle sansüre uğramakta, hatta hiç basılamamakta, dolayısı ile piyasada bulunamamaktadırlar.<br />
<br />
Gelecek nesillerin tarafsız ve bağımsız bir vicdana sahip hakikat yolcuları olmalarını istiyorsak, onların sınır tanımayan tecessüslerine kelepçe vurmaktan, yollarına çıkan işaretlerin istikametlerini değiştirmekten vazgeçmeliyiz... <br />
<br />
Lütfen bu toprakların altını kazımaya ve geleceğimizi, dinimizi kullanarak çalmaya çalışanlara artık fırsat vermeyelim.<br />
</blockquote>Dedim ya.. bu yazı, Darwin/Darwinism hakkında benim okuduğum en derli toplu Türkçe metinlerden birisi...<br />
<br />
Şimdi..<br />
<br />
Yazarın kim olduğunu da merak ettim; ama çok fazla bilgi edinebildiğimi söyleyemem. Diğer yazılarından anladığım kadarıyla, başörtülü olduğundan dolayı Türkiye'de üniversiteye kaydolması engellenmiş, bunun üzerine (<i>zannedersem</i>) Almanya'da üniversitede okumuş. Ne okuduğunu bilmiyorum.<br />
<br />
Öteki yazılarından anladığım kadarıyla, başörtüsü meselesini kişisel olduğu kadar kitlesel eylem açısından da destekliyor. Bunu da anlayışla karşılıyorum: Ben de olsam, hakkım olduğunu düşündüğüm bir şeyin elimden alınmasına tepki koyardım; ve bu da --<i>ne olduğuna bağlı olarak</i>-- gereğinde bir ömür sürerdi.<br />
<br />
Fakat, belki garip gelecek; ama, Emine hanımın affına sığınarak, başörtüsü yüzünden onu Türkiye'de üniversiteye kabul etmeyenlere müteşekkir olduğumu söylemek isterim...<br />
<br />
Sebebi çok basit: Eğer Emine hanım Türkiye'de okumuş olsaydı, Darwin veya Darwinizm hakkında bu tür tarafsız bilgiye ulaşamazdı --hele de İslamî camia içinden hiç..<br />
<br />
Dolayısı ile, ben de '<i>her şerde bir hayır vardır</i>' diyebiliyorum.<br />
<br />
Fakat, bu kadarla kalmıyor..<br />
<br />
Bir de, Emine hanımın yazdıklarına gelen yorumlara bakmak lazım.<br />
<br />
İçlerinde, Emine hanımın yazdıklarını takdir eden yok değil; ama ezici çoğunluğu --açıkça değilse bile, zımnen-- Emine hanımı tekfir ediyor ('<i>dinden çıkmış', 'kafir olmuş' sayıyor</i>). Ya da, en azından, yazdıklarının Ateistlere (<i>ya da, diğer 'öteki'lere, Yahudilere filan</i>) hizmet ettiğini düşünuyor..<br />
<br />
Başka bir deyişle, bu yorumları okuduğum zaman, neden "beni Müslümanlar dinden çıkardı" dediğime cevaplar da buluyorum.<br />
<br />
Emine hanımın da akibetini farklı görmüyorum desem acaba çok mu abartmış sayılırım.. bilemem.<br />
<br />
Neyse.<br />
<br />
Şimdi yorumlar..<br />
<br />
<div style="color: #660000;"><span style="font-size: x-small;">{Elimden geldiğince yazım hatalarını düzeltmeğe çalıştım. Yazan kişilerin isimlerini ve yazış vakitlerini kaldırdım. En son yazılan yorum en üsttedir.}</span><br />
</div><blockquote><ul><li>Allah VAR: Zamanımız ahir zaman ve bu zamanda fitnelerin çoğaldığına şahit oluyoruz. Darwin de bu fitnelerden bir tanesidir. Allah yoktan, örneksizce varedendir. Darwin'i de örneksiz ve yoktan vareden Allahtır. Buna karşı Allahın bizden istediği tek şey Zatının yüceliğini kabul edip gereği gibi kulluk etmektir.<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Ahir zamandayız ve Mehdi'nin ortaya çıkışı yakın. O yüzden inançlılarla inançsızların fikir tartışmalarının çoğalması şaşılacak bir şey değil. Ayrıca en üst düzeyde insanlık tarihini yönlendiren masonların masum olduğuna inanmak ve günahlarının affedileceğini söylemek dinimize uygun değildir. Darwin teorisini masumane bir şekilde ortaya atmadı. Üstad masonlardan aldığı emirlerle ve yöntemlerle ortaya attı.<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Dünyada bilimadamlarının ürettiği en sağlma madde ne? İnsanların bulduğu en sağlam madde kevlar, bugün kurşun geçirmez yeleklerde kullanılıyor. Ama bundan çok çok daha sağlam bir madde var: örümcek ipeği. Bunun formülü daha keşfedilemedi. Örümcek bunu milyarlarca yıldır yapıyor. Sonra en büyük haznesi olan geometrik şekil ne? Altıgen. Ben üniversite mezunuyum ama bunu bir kitapta okuyuncaya kadar bilmiyordum. Ama arı biliyormuş. Balını altıgenlere dolduruyor. Cetvel kullanmadan. Duvarlarını da 13 derece eğimle yapıyor ki bal akmasın. Balın akışkanlığını engellemek için tam gerekli açı. Açıyı da aletsiz hesaplıyor. Sonra neden büyük kuşların kanatlarının uçları hafif kıvrık biliyor musunuz? Bu onların daha az enerjiyle daha uzun mesafe uçmalarını sağlıyor. Bu detayı farkeden mühendisler, aynısını günümüz uçaklarına da modernizasyon olarak eklediler. Arı, örümcek, kuş bunların matematik, kimya, aerodinamik, fizik yani bilmedikleri yok. Yüksek bir medeniyet sergiliyorlar adeta. Hatta bizimle alay eder gibiler. Bize bakın da biraz teknoloji öğrenin der gibiler. Tamam, evrim teorisinin iddiasına göre diyelim ki bunları mütasyon, doğal seleksiyon ve bol tesadüf bu şekil ve şemale getirdi. Tamam. Peki hangi ünivirsitede eğitim gördüler de bu bilim ve teknolojiyi öğrendiler? Mesela Amerika'da bir üniversitede geometri, astronomi, kimya, jeoloji eğitimi alan bir arıya rastlandı mı hiç? Çünkü bu eğitimleri alan bilim adamları daha arının balını yapamıyor.<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Bir Müslümanın en önemli görevlerinden biri, Allahın yaratmasını delilleriyle ortaya koymak ve Allahın, Kuran ayetlerinde bildirdiği gibi "düşünen insanlardan olmak", doğruları araştırıp ortaya koymaktır. Sizin yazılarınızda bu önemli sorumluluğun aksine görünen bir üslup var. Darwin'in ortaya attığı evrim teorisinin temelinde, maddeye ilahlık verme iddiası vardır. Materyalistlerin, Ateistlerin şuursuz atomlara güç atfetmesidir. Bu şekilde tüm evrendeki kusursuz dengeleri Allahın yarattığı gerçeğini inkar ederler. Darwin'in öne sürdüğü mekanizmalar bilimle çürütülmüştür, fosil kayıtlarında sadece kusursuz canlılar bulunmaktadır. Dolayısıyla, Darwin yalan söylemiştir, bu gerçeği açıkça ortaya koymamız bir Müslüman olarak hepimizin sorumluluğudur.<br />
<br />
<br />
</li>
<li>evrim teorisinin mantığı ve felsefesi tabii ki Darwin'den eski. Bir pagan dini aslında. Ne kadar detaylandırırsanız detaylandıralım, temelinde yalaşmın kökeninin raslantısallık, tesadüf olduğunu bulursunuz. Bilim de canlılığın tesadüfen oluşamayacağını ortaya koydu. Müslümanlar bu konuda saf olmamalı.<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Emine Hanım, Darwin'i sempatik gösterebilmek için çok uğraşmış. Onu adeta masum, zavallı, hep yanlış anlaşılan bir bilim adamıymış gibi göstermeye çalışmış. Ama nafile, evrim teorisi de Darwin de artık bir masal, bir tarih oldu. Yaratılışı ispatlayan 250 milyon tane fosil zaten bu teoriyi kökünden bitirmiş durumda. Hala neyin savunuculuğunu yapıyorsunuz anlamıyorum. Ayrıca Karl Marx, Engels gibi azılı komunist liderler komunizme dayanak olarak tamamen Darwin'i onun evrim kuramını örnek aldılar. Marx'ın bir cümlesi şu şekilde "Darwin'in kitabı çok önemli ve tarihteki sınıf savaşamını doğa bilimi açısında desteklediği için bana çok uygun düşüyor.". Ayrıca Marx, Darwin'e olan sempatisini en büyük eseri Das Kapital'i Darwin'e ithaf ederek de göstermiştir."Charles Darwin'e ateşli bir hayranı olan Karl Marx'tan"<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Emine Hanım, Allah bizlere Kuran'da yoktan, örneksiz yarattığını söylüyor mu? SÖYLÜYOR. Peki Darwin ne söylüyor? Canlılık Tesadüfen, Rastgele oluştu diyor. Bir Müslüman olarak Allahtan yana olmanız gerekmiyor mu?<br />
<br />
<br />
</li>
<li>www.evrimcilerinitiraflari.com sitesinden bu konuya ilgi duyan, merak eden herkesin sözde Evrimin nasıl geçersiz bir iddia olduğunu okumalarını tavsiye ediyorum. Göreceksiniz ki orada dile getirilen, ve hepsi Evrimi savunanlara ait olan çelişkiler teoriyi daha başından çökertmiştir. Adnan Bey www.harunyahya.org'tan hepsine erişebileceğiniz kitaplarında bu konuyu detaylı anlatmıştır. Herşeyi ve herkesi yoktan vareden Yüce Allahtır. Yüce Rabb'imizin Haşa Evrime ihtiyacı yoktur. Gördüğümüz görmediğimiz bütün alemleri yaratan, cennet ve cehennemi yaratan melekleri, cinleri, ahireti, şeytanları yaratan Yüce Allahtır."OL" demesiyle herşey olur.<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Emine Hanım, Sizin Müslümanlara fayda getirecek, Hakkı hatırlatacak, güzel ahlakı tavsiye edecek. Müslümanların imanını artmasına vesile olacak, iman etmeyenlerin hidayetine vesile olacak konuları işleyip Müslümanların billiğine, sevgisine, bağlılığına, kardeşliğine çalışmanız bu yolda kendinizi vakfetmeniz gerikmiyor mu? Sizce? Ancak ben sizi Allahı inkar eden bir sistemi savunurken Müslümanların gereksiz yanlış bilgilerle yanlış yönlendirirken buluyorum hep yazılarınızda. Müslüman samimiyetle, hep hayrı düşünüp insanları hayra yönelendirmesi ile şeref kazanabilir. Küfrün beğinisini kazanmaya çalışmak, çıkar sebebi ile yaranma mantığında olmak bazı cahil insanlar tarafından şeytanını telkini ile gösterilen bir çabadır. Bunu sizin için söylemiyorum ama, Allahın dinini yaymak ve yaşamak vazifemiz iken Amerikayı yeniden keşfedercesine küfrün mantıkları ile yorumlar yapmak bence Müslümanlara ve bizlere fayda vermez.<br />
<br />
<br />
</li>
<li>tesadüfen oluşmuştur deyip Allahın varlığını inkar eden evrim teorisinin savunulacak bir tarafı kalmamıştır artık. Herşey gün gibi açık, eğer Allaha inanıyorsa bir insan bunu savunamaz ama Allah inancı yoksa ona bir şey diyemeyiz. Allahın yaratılışını her yerde gördüğümüz halde hala tesadüfen oluşmuş diye inatlaşmak nereye kadar bir düşünün.<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Evrim teorisi Darwin'den önce ya da güçlülerin yaşaması onun sözdü değil, yok Galapagos'da ispinozların gagalarından etkilenmiş vs. gibi ifadeler önemli değil, önce sonra farketmez bunlar takılınması gereken konular değil, önemli olan evrim felsefesini anlayabilmek. Evrim felsefesinin temeli her şeyin tesadüfen olması, tesadüfen oluşmuş, tesadüfen gelişmiş, tesadüfen gelişmeye devam ediyor, herşey başıboş. Böyle bir mantıkta o zaman savaşlar, materyalizm, faşizm, açlık, zulüm herşey normal, ahiret, cennet cehennem maçhul (haşa). Oysa bu yanlış. Allah herşeyi bir hikmet ve kader üzerine yaratmıştır. Kuran'da da bu şekilde bildirmektedir. Her olay bir amaç üzerine yaratılmıştır. Bizim sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sanmıştınız? Diye belirtiyor Allah Kuran'da. Eğer evrimle yarattım deseydi Allah biz ona inanırdık. Ama o şekilde yaratmamış. Şu da kesin tabi. Herkes dileğine inanmakta serbesttir. Kuran'da bu konuda bir zorlama yoktur. Ama inanç sahibi bizler en azından insanları yanlış bir şeye yönlendirmemekten sorumluyuz. Sadece doğruyu tebliğ etmekle yükümlüyüz. Karşı taraf inanır veya inanmaz, inandırma, ikna etme ve zorlama asla olmaz. Ama Allaha inanan olarak bizim sorumluluğumuz Kuran'da anlatınlan gerçekleri tebliğ etmek.<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Emine Hanım açıkça ben Yaratılışa inanmıyorum diyerek dürüst davransın. Olabilir her insan imanlı olacak diyemeyiz. Allah Kuran'da inkarcıların olacağını, müşrikleri yani şirk koşanşarı, münafıkları yani inanmadığı halde inanıyorum diyerek Müslüman taklidi yapanları bize haber vermiş. Kimse de kalkıp niye Yaratılışa inanmıyorsun demez. O da bizim kardeşimizdir. Biz yine doğru yolu ona anlatmaya devam ederiz. Ama Darwinizmi savunuyor olması insanın kendi aklına zekasına bizzat kendisinin hakareti olmuyor mu? 250 milyon canlıya ait fosil bilimsel veriler evrimin çöplük yığını olduğunu ispatlıyor.<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Emine Hanım yazınızda Türkiye'de Darwin'le ilgili kitapların sansüre uğradığından basılmadığını yazmışsınız. Yanlış, dediğiniz gibi evrimle ilgili fazla kitap basılmaması sansüre uğradığından değil, artık evrime inanılmadığı içindir. Adnan Oktar beyin ellerine sağlık Darwinizmi bitirdi.<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Darwin evrenin tesadüfen bir Yaratıcı olmaksızın oluştuğu görüşünü ileri sürmüş ve her bir araştırmasını bu tezini destekleyecek sonuçlara bağlamıştır. Bu görüşün savunulacak hiç bir tarafı yoktur, ufacık bir böcek bile Allahın varlığına kanıtken hala bu adamın savunucularının olduğunu bilmek üzücü... Adnan Oktar'ın hemen her belgeselini izledim, kitaplarını okudum zaten orda makul cevaplar verilmiş bu zihniyete. O yüzden de fazla söze ne hacet. Yeter ki havale edileceğimiz makam her şeyi bilen ve gören Yüce Allah makamı olsun...<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Nazirecim öyle bir iftira atmışsın ki Allahın dinine ve Müslümanlara cevap vermeden edemeyeceğim. Kuran'dan ve Sünnetten 1 tane bilim karşıtı ayet veya hadis gösterebilir misin? Tersine Kuran bilime yol gösterir... Darwin'in doğmalarını bilim olarak kabul etmek zorunda değiliz. Darwin teorisi teori olmaktan bile çıkmıştır. Gelişen bilim Darwin'i yalanlamaktadır. Asıl sen bilime karşısın bu halinle. Avrupalılar dünya dönüyor dediği için bilim adamını yakarken Kuran'da çoktan haber verilmişti dünyanın döndüğü vs.<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Ugurcum Allah bu sorunun cevabını Kuran'da şöyle verir: "Yarattıklarından hiç biri onu aciz düşüremez."... Ben de sana bir soru sorayım: Bütün bilim adamlarını yanına toplasan, en son teknolojiyi kullansan en basitinden canlı bir sinek yaratabilir misin? Öyle ya tesadüf eseri olabildiğine göre akıllı birilerinin müdahalesiyle hayli hayli olur. Tüm canlı ve cansız varlıkların yaradılışında sonsuz bir ilim, irade ve kuvvet var.<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Evrim teorisi bu haliyle, imanın parlamasına ve onun anlaşılmasına, şüpheler denizinde sağlam adacıklar oluşmasına sağlamaktadır.. Bu teoriyi bilmeyen bir din adamıda kesinlikle İslamı bilmemekte ve anlamamaktadır. Nasıl İslamı bilmeyen aydınların, din hakkındaki saçmalıklarına güldüğümüz gibi.. Evet biz çocuklarımıza Kuran'ı öğrettiğimiz gibi evrim teorosinide öğreteceğiz. taki varlıkla tesadüf arasındaki ince çizgiyi anlasınlar, yaşamın kaynağının nerden geldiğini farketsinler.. Ünlü bir alim bile tabiatcıları anlatırken kelimelerini öyle nazik kullanır ki.. isyanı işmam ediyor biraz dikkatli kullan.. diye nazikce uyarır.. yoksa siz küfürdesiniz, isyandasınız, dinden çıkmışşsınız lafını hiç kullanmadığı gibi... Müslümanların kafir ilan ettiği ve asrın harikası ve tıbbın babası İbn-i Sina'yı kazanmak için İslam alimlerinin verdiği tüm ölüm fetvalarını iptal eder.. o halis muhlis bir Müslümandı der.. İşte Müslüman ahlakı budur ki kendi ilim adamını kafir ilan eder, yakar.. şimdikiler ise, biz Müslümanlar olarak böyle ilim adamları yetiştirmiştik diye 1000 sene önceki alimleriyle öğünürler.. behey Müslüman sen kendi elinle alimlerini yok ettin.. senin felsefen Bilime geçit vermiyor ki.. içinizde Pascal, Einstein ve Edison mu var da.. bu din çok başarılı oldu diyebiliyorsun.. Evrim düşmalığınla zaten senin dininin bilim düşmalığı o kadar ortada ki.. ayyuka çıkmış durumda.. daha ne yazılabilir ki... her şeyiniz sırıtıyor..<br />
<br />
<br />
</li>
<li>her insanın bir düşünme bandı vardır. bu bandın darlığı veya genişliği ve nasıl kullanılacağını kişinin mesleği ve inançları belirler. Bu band her türlü sorgulamanın yapıldığı, hiç bir şey kısıtlamaya tabi olmadan, sebepleriyle tartışıldığı bir bölgedir. Şimdi biz bu bandı, inanç böyle istiyor, inanç kendi kaidelerinin tartışılmasını istemiyor diye, bu bandın şöyle kullanımı isyana girer aman ha buna yanaşmayın diye iptal mi edeceğiz? Bu bandı atıl bırakıp, kendimizimi inkar edeceğiz. Varlık kendi eserlerinin tartışılmasını, keşfedilmesini, taklitlerinin yapılmasını istemiyor felsefesini körü körüne inanıp, İslam coğrafyasında milyonlarca örneği bulunan hiç bir şeye karışmayan, düşünmeyen, sorgulamayan, üretmeyen, tembel, insanlar sınıfına mı dahil olacağız? Varlığın bize verdiği bandın tasarrufu bir insan olarak bana mı aittir yoksa kendini Kuran'ın yerine koyan ve alim yada din büyüğü denilenlerin Allah adına icraatta bulunup, benim kafam hakkında, varlığa köle olun, ona isyan etmeyin hikayelerini mi dinleyeceğiz? Evet Kuran şüpheler okyanusundaki dalgıçlık görevini layıkıyla yapıyor ve hakikate aklı yakınlaştırıyor ve keşşafı kunuzu esmaiye görevini bilhakkın eda ediyor.. Kuran hiç bir zaman şüpheler denizinin yok olmasını istemiyor ki.. Şüpheler içindeki iman anlayışının esas olduğunu tüm ayetleri beyan etmiyor mu? tüm hakaikini şüphe üzerinden isimlendirmiyor mu? Şüphe Kuran'ın da asli kaynağıdır ve onun üzerine imanı inşa eder.. iman denilen şeyde.. şüphenin bir derecesidir.. biri iman der diğeri şüphe olarak adlandırır. Bu yüzden Kuran'a Eşyanın müfessiri, kainatın tılsımı muğlakını açan ve tefsir eden yani hipotezini eşya üzerine koyup kendini anlatan sayfalar yani Bilimin ta kendisidir diyoruz. Evrim teorisinin şüpheler denizinde varlığın olmadığını ve kendi kendine oluştuğunu iddiasında bulunuyor olması, insanoğluna ve özelde Müslümana beyin bandının serbestce her şeyin tartışıldığı olanağını öyle genişce sağlar ki.. ne bu isyandır ve ne de Ateistliktir..<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Emine hanim ben de sizin burada artik yazmayacaginizi dusunmus ve uzulmustum. Sizi burada gormek yeniden sevindirdi beni.. Evrim tartismalarina bu yazinizda usul acisindan cok onemli olan bir tesbitle devam etmeniz isabetli olmus. zira insanoglunun buyuk zaaflarindandir bildigini sandigi seyleri sonuna kadar savunmak. Imam-i Azamlara cok ihtiyac var bugun bilgeligiyle ogrenilmislerin deryadan bir damla bile olamiyacagini haykiracak kisiler olamli. Oluyor ve olacak da... InsAllah sizler de bu sevgi ve hikmet pinarindan esintiler sunmaya devam edersiniz. zevkle okuyoruz.. ben de bir arkadasimin sozunu hatirladim yazinizda. 'cehalet oyle zor ki; tahsil istiyor'. insan bilmedigini bilmek icin de cok bilmesi ogrenmesi lazim. Bildiklerini yeterli gorenler bilemediklerini gereksiz ya da yanlis gorme ihtimalini bir gozardi etmeselerdi...<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Evrimci ve kendisini müslim olarak tanımlayanlara son olarak diyorum ki! Kavramlara keyfinize göre anlam yükleyip savunma yapıyorsunuz. Batı dünyasında kabul gören evrim kavramı, salt bir değişimden ibaret değildir. Teorinin hedefi ise maddi varlığın orjinine ilişkin tutarlı bir açıklama getirmektir. Özetle; varlığın oluşumunda/değişiminde aşkın güç (akleden-tasarlayan-izleyen-değiştiren-yöneten-yokeden) bir yaratanın olmaksızın oluştuğunu kanıtlama hezeyanlarıdır. Seküler hayat görüşünün temel dayanağı olarak kullanılan bir dünya görüşüdür. Konunun aşamalılıkla bir ilgisi yoktur. Yine tartışmayı Harun Yahya ve cemaati ile eksenlemek sapla samanı birbirine karıştırmaktır. Bu konu Harun Yahyan'ın esamesi yok iken de vardı ve tartışılmaktaydı. Uğur isimli yorumcunun sorusu değil ama sorunu ciddidir.<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Emine hanım ve sayın yorumcular. Sizler elinizdeki cep telefonlarının tesadüfen oluştuğuna inanabiliyor musunuz? Allak Kuran'da biz Adem'i yarattık derken inanan insanlara ne oluyor. Allah yalan mı söylüyor ya da sizler mi inanmıyorsunuz? Bir Adnan Hoca'dır tutturmuş gidiyorsunuz. Yanlış bir adam yüzünden inancımızdan vaz geçip evet Yahudi olan bir adamın haince planlarını yutalım mı. Bana ne Adnan Hoca'dan. Bana ne Darwin'den kardeşim. Allahın yaratması varken evrim de ne oluyor. Uydurmuşlar bir kuram. Bunlar zaten varsayım neyi tartışıyor kocaman kocaman adamlar anlamıyorum. Canlı kendi varolmuş. Bu Allahı bizzat inkardır. Allah dilediği gibi yaratır. Şaşkınlarda kendiliğinden oluverdi derler. Hani Kuran'da ölülerin kemiklerini getirip de bunları mı diriltecek? Allah deyince inen Kuran ayetini hatırlayın. Sizi yoktan!!! var eden Allah bunlara mı can veremeyecek? Bu iş küfrün İslamı inanışı bozma gayretidir. Ve Adnan Hoca da masum kişi değildir. Onun yanlışlarından yola çıkıp İslamı inanışı kendinizce sulandırmayın.<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Adam uzun yıllar arastırma yaptı ve bu arastırma sonucunda ortaya bir teori attı ve siz kalkmıs adamın teroisini hiçbir akla matnıga sıgınmadan hiçbir bilimsel dayanak göstermeden insafsızca elestırıyorsunuz. Soruyorum, size Yaratıcının Yaratıcı gucune ınanıyorsanız tabii sorum su olacak Allah kendınden üstün birini yaratabılır mi?<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Biyoloji bilimi genetik bilimi evrim kuramını temel doğru kabul ederek işe başlar. Genetiğin olmazsa olmazıdır yani. Hala Darwin düşmanlığı.. Adamın tek suçu bilim adamı olması.<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Emine kardeşi yürekliliğinden ötürü kutluyorum. Evrimin din karşıtlığı sayılmaya başladığı bir ülkede böyle güzel bir makaleyi bizlerle paylaşmış. Allah ondan ve onun gibi yürekli müminlerden razı olsun.<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Bence evrim teorisi diye bir şey yok. Bunu icat eden Darwin uydurmuş. Nereden anladınız derseniz. Hepsi el çizimi resimler. Fotoğraf göstersin. Gösteremez. Evrim teorisini ıspetlayacak fotoğraf yok.<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Anlamayan ve anlamak istemeyenlere bir daha açıklayalım. Biz evrim derken ademoğlullarının evriminden değil ondan daha öncede yaşayan ve Kuran da insan suresinde de değinilen insan veya insanımsı varlıklardan bahsediyruz. Hatta yüce Allah insanı halife yapacağım dediğinde melekler kan dökücü bozguncu vahşi bir yaratığı mı halife yapacaksın demişlerdir. Demek ki ademoğulularından önce de insan türleri yaşamaktaydı işte Darwinin dediği bu türler içindir. Hz Ademe isimler öğretilmiş ve bir sıçrama yaşanmıştır. Şimdi su oksijen hidrojenden oluşur ama adı artık sudur. Fiziksel olarak nereden türendiğinin ne önemi var ki. Önemli olan türe ayırt edici özlelliğini kazandıran özelliklerdir. Yoksa Allah dışından bütün canlılar harekete değişime ve evrime tabidir. Ancak Allah müstesnadır o bu sürecin hakimi ve yöneticisi enerjisidir. Evren bir toz zerresinden yaratıldı denildiği zaman yok canım hep öyleydi bi andan oldu mu diyeceğiz. Allah katında bütün zamanlar aynı andadır. Ama biz varlıklar için bu değişimler bir süreç içinde cereyan eder ya da biz onu bir süreç ve zaman olarak anlarız olay bu kadar basittir. Ama Hz isa Allahın haşa oğludur tanrının kendisidir derseniz bunu kabul edemezsiniz işte Hiristiyanların evrimle ve bilimle derdi burdan başlar biz Müslümanların böle bir derdi yoktur. Biz materyalistler veya bir kısım evrimci gibi rastlantı ve tesadüf demiyoruz. Evrim Allahın yasası ve mucizesidir ve onun kontrolundedir diyoruz... Kuran da öyle diyor zaten. Doğrusunu Allah bilir...<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Evet kendisinde hiç bir noksanlık bulunmayan, sonsuz kudret sahibi Allah, ol deyip yaratabileceği gibi aşama aşama da yaratabilir ve yaratıyor da. Kainatın yaratılışına bakın milyarlarca yıl süren bir aşamada yaratılmamış mı? Toprağa atılan buğday tohumunun buğday oluşuna bakın aşama aşama yaratılmıyor mu? Bazıları aşama aşama yaratmayı Allahın noksanlığı gibi algılıyor. Yanlış. Sonra zaman yaratılmışlar için vardır, Allah için zaman yoktur. Allahın 4-5 milyar yıl önce ol demesi ile bu gün arasında onun için bir fark yoktur. Bu zaman bizim içindir.<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Evrim teorisi bilinmiyor, tıpkı Kuran'ın bilinmemesi gibi. Everim teorisinde rastlantı diye birşey yoktur. Buradan başlayın. Günümüz kaynaklarından istiyorsanız Richard Dawkins okuyun. Kör saatçi tükendi veya tükenmek üzere. Diğer kitaplarınıda elbette.<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Muhterem hanımefendi; öncelikle ortadoksi İslamın kırmızı çizgisini geçtiniz, tabiki "recm"edilmeniz kaçınılmaz. Buna hazırlıklı olunuz, Sizden önce; muhterem Peren hanım efendi, 'Darwin ve siyonizim abartılıyor mu?' adlı iki güzel yazı yazdı, aynı taklidi grup onada saldırdı, Harun Yahya müstear isimli bir zatın kerameti kendinden menkul, Kuran'dışı akıl tutulması ile izah edilecek, sohbetlerine, "Ahir zaman" hiçbir akademik kuruluşun, cevap vermemesi komplo terorileri karşısında yeri göğü inleten aktivistlerin, resmi ideolojinin kudretli bürokratlarının, bu kadar müsahamahakar olması, herhalde elden giden dinin tek koruyucusu, Harun Yahya olduğu gerçeğinde olmasa gerek, evet Darwin ile alakalı en son sohbetin, Prof Saim Yeprem hocamın, Darwin'in neyi söylediği ile Darwin'in neyi söylemediğini anlattığı akademik sohbet sizi ve Peren hanımı teyid etmekte ancak ne gam sanki Darwin'in bir tek kendine ait yazılı eserini okuyarak, "Hayır yalan söylüyorsunuz bakın şu sahifede bu adam tanrıyı tanımıyor, ve insanın maymundan geldiğini yazıyor" demeleri gereken bu taklidi guruh, sanki Darwin olmazsa biz ne yaparız, savaşacak ve imanımızı tazeliyecek başka materyalimiz yok dercesine size hakaret edecekler. Onlarca İslam aliminin bu konudaki görüşlerini devre dışı bırakarak, şu yorumların indirgemeci bakış açısını görünce, atalarından gelen herşeyi "bilgi" olarak anbarına atan Kuran'ın tel'in ettiği guruha ne kadar benzediğimiz dahada belirginleşiyor. "Yahu gerçekten biz Darwin'i Harun Yahya türü 10nc sınıf aktarımcılardan öğrendik işin gerçeği ya böyle değilse" diyebilecek bir toplum inşası şuan için mümkün değil, kendinizi yormayın, selam ve hürmetler...<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Darwin hiç değilse şantajcı bi cemaat kurmamıştır. Bu yönden bile gene iyi bizimkilerden.<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Melekler ve cinlerin evrimini nasil acikliyorsunuz?<br />
<br />
<br />
</li>
<li>1. TENKİT - "Doğa bilimleri, eldeki delillere dayanarak insanoğlunun ve diğer tüm mahlukatın geçirdiği biyolojik merhaleleri anlatır ve bir teori ortaya koyarlar; evrim teorisi." Doğa Bilimlerinden olan Paleontolojinin kayıtlarına göre insanoğlunun ve diğer mahlukatların biyolojik olarak merhalelerden geçmediği (evrim geçirmediği), on milyonlarca fosil kaydı tarafından ortaya konulmuştur. Bugün var olan türlerin milyonlarca yıl öncesinde de aynen (bugünkü halleriyle) var oldukları, sayısız fosil tarafından ortaya konulmuştur. TENKİT 2 - "Darwin, yaşadığı ortama en iyi şekilde uyum sağlayan türün yaşamaya devam ettiğini, bunu başaramayanların nesillerinin tükendiğini savunmuştur." Darwin'in söylediği bu olgu, zaten bilinen bir gerçektir. Önemli olan ise bu olgunun neticesinde kesinlikle "yeni (ve daha gelişmiş) bir türün" oluşmadığıdır. TENKİT 3 - "Adnan Oktar ve avanesinin..." Bir kişiye hakaret etmenin bu kadar ucuz bir yolu olmamalı, anılan kişiye bir yanıt verilmek ya da bu kişi tenkit edilmek isteniyorsa bu iş, ölçülü ve kanıtlarına dayandırılarak yapılmalıdır. Bu yorum yayınlansa da yayınlanmasa da tüm okurları ve yazarımızı tekrar düşünmeye davet ediyor saygılarımı sunuyorum.<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Emine hanım, buradaki yorumlara bakarsanız evrim teorisini benimseyenler sizi alkışlıyor. Bakın yanlış anlaşılıyorsunuz. Darwini bu kadar savunuyorsunuz. Darwin bir Yahudidir. Onu neden bu kadar savunuyorsunuz Yahudiler çok mu masum? İlahi adalette temize neden çıksın?.. Siz hiç Ateist gençlerin evrim teorisine sarılarak Allahı inkar ettiğine şahid oldunuz mu? Ben çok şahit oldum. Sizin buradaki söylediklerinizin Ateist evrimcilikle ilgisi olmadığını ben anlıyorum ama bakın onlar anlamıyor. Onları küfür ve inkar bataklığına sürüklüyorsunuz. Darwini savunacağım derken onun teorisini sizin söylediğiniz anlamda anlamayanlara, Ateist görüşe çanak tutmuş oluyorsunuz. Adnan Hoca'nın mücadele ettiği Darwinizm Ateist Darwinizmdir. Darwin ateizmle özdeşleşmiştir. Onu temize çıkarmaya çalıştıkça ateizmi de temize çıkarıyorsunuz..<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Aynen katılıyorum, Darwin yıllarını vermiş doğru veya yanlış bir teori ortaya atmış, bu konuda çok emek harcamış; Adnan Hoca ve ekibi bir anda doğru olup olmadığı belli olmayan bilgilerle kendilerince bu teoriyi çürüteceklerini sanıyorlar, üstelik adamın ne dediğine bakmadan, hiç bir bilimsel değeri de yok bana göre, eğer hakkatten bu teoriyi çürütmek istiyorlarsa, karşı bir teori ortaya atarsın ve bilim camiasında da itibar görür o zaman işini hakketten yapmış olurlar, da bunu yapabileceklerini sanmıyorum<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Kuran nasıl evrimle bağdaşır? Akıl var mantık var. Evrim herşey tesadüfen olmuştur diyor, İslam ise herşeyi belirli bir düzen içinde Allah yaratmıştır diyor. Kaldı ki herşeyi Allah yaratmıştır demek bilimsellikten çıkmak demek değildir ki.. Biz herşeyin Allah tarafından yaratıldığını nasıl anlıyoruz? Tabiki yine bilime bakarak. O yüzden, İslamı evrimle bağdaştırmaya çalışmak oldukça mantıksızdır.<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Aynen katılıyor ve tebrik ediyorum. Adnan Oktar ve ekibi hem çok cahil hem de çok saldırgan. Hiristiyanlar arası bir tartışmayı Müslümanlar arasına taşıyarak misyonerlere çalışıyolar sanki. Zaten İslam anlayışlarıda Hiristiyanlıktan çok etkilenmiş gibi mehdi gelecek mesih gelecek bütün dinler tek din olacak vs. Şaibeli paraları da cabası. Vahyin karşısında bu kadar dert varken kendine rakip olarak sosyalistleri evrimcileri vs alan bu zihniyetin parayla lüksle saltanatla arasının bu kadar iyi olmasıda ilginç. İslamı yaymak anlamında hayırlı hizmetleride var tabii ki filmlerle kitaplarla vs ama bu evrim Darwin vs tam bir kabus. Mevlana yüzyıllarca yıl önce madenden bitkiye bitkiden hayvana, hayvandan insana insandan muhammedi ruha doğru bir tekamülden söz eder o da mı evrimci materyalist yani. Evrim Allahın mucizesi ve yasasıdır. Her canlıyı sudan yarattık ayetinde onlarca ayette canlıların bir tekamül ve süreçle yaratıldığı anlatılır. Amam adanan oktar bunu kabul ederse Hiristiyanlarla yaptığı kutsal ittifak bozulcak tabii...<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Emine hanim evrim oldugunu kabul ediyor yazilarindan anladigimiz kadariyla. Hatta yaratilis fikrini savunanlara karsi Dawkins'in Allahin hasa varligini curutmek icin cabaladigi videoyu da okurlarina gondermeye cekinmiyor. Peki kendisine soruyorum, 1- Husn-u zan kufre mi olur mumine mi? 2- Melekler ve cinlerin evrimi hakkinda bilgi verebilir mi?<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Evrim teorisini bilmeyenler ve onu anlamayanlar asıl bu dine en büyük darbeyi vurmaktadırlar. Evrim prangaları çözmektir, muhkem zincirleri kırıp atmaktır. Hurafeyi yırtıp hakikata perdesiz yaklaşmaktır. Bin yıldır İslamı ve Müslümanları yerinde saydıran, batı karşısında bu utanç verici mağlubiyeti yaşatan gaz kafalı felsefeyi ve onun zincirlediği kafaları özgürlüğe kavuşturmaktır. Müminler öyle bir zindana sokulmuşlardırki, bu zindanın duvarları, kalaların surlarından daha muhkem, daha sert olarak çevrilidir. Müslümana ne kımıldayacak bir alan ve nede üretebileceği fikir dağarcığı bırakmaktadır. Azıcık sesi çıkanlar ise hemen külli kafir denilerek yakılmakta, İslamın kaidelerine karşı çıkanlar zümresine dahil edilmekte ve Allahın bahşettiği muazzam düzeni beğenmeyenler damgası yedirilerek toplumdan dışlandırılmakta, sürüm sürüm süründürülmektedir. Bu coğrafyada niye bir ilim adamı çıkmaz, niye bir aydın yetişmez, niye bir ekol üretilemeze evrime karşı çıkanların ve eleştirenlerinlerin cevabı yoktur. Kendi malları olduğunu iddia ettikleri İslamı, ilme ve akla, insana karşı bir silah kullananlar, Türkiye'de güçlenmeleri onların doğru yolda olduklarının değil, ülke insanın Allah tarafından hurafe bataklığında cezalandırılmasının bir işaretidir sadece. Biz Müslümanın sığınacağı iki adamız vardır. Biri imanın kaynağı Kuran diğeri ise özgürlüklerimize bize bahşeden, ufukta bir ışık gibi parlayan ve hakikat güneşlerinden biri olan Evrim adası. Bu parlayan güneş hiç sönmesin inşAllah. Allah onu nazarlarımızdan kaldırıp bizi cezalandırmasın. Yoksa Evrimi bıraktığımız gün bu ülke bitecektir. Hurafelere teslim olacağız. Evrim Müslümanların kurutulmuş çölündeki muhteşem saraydır, Tabiatın ve Sanatı Fihristei Rabbaniyenin ta kendisidir.<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Evrim teorisi birçok nedenden dolayı hep öcü kabul ediliyor muhafazakar kesimde. Galileo ve Bruno gibi bilim adamları Ortaçağda hep yaşadı buna benzer tepkileri. Sırf bu yüzden bugün dahi en az 50 yıl geriden takip ediyoruz bilimi ve gelişmiş ülkeleri. Size, her ne kadar dünya görüşüm sizinle aynı olmasa da, bu teoriyi cesaretle anlattığınız için teşekkür ederim. Aydınlanma sizin gibi cesur insanlar sayesinde olacaktır. Biz kabul etsek de etmesek de genetik gibi birçok bilimsel alanda evrim teorisinin ilkeleri ile hareket edilip gelişmeler ortaya çıkarılıyor. Mesele bizim bu durumu kaç yıl daha halının altına süpürüp görmezden geleceğimizle ilgili. Böyle giderse "eller gider aya biz kalırız yaya" deyişi bir kez daha doğrulanacak. Benimsemiyorsanız da en azından doğru anlayın şu teoriyi arkadaşlar.<br />
<br />
<br />
</li>
<li>Bir bütün halinde materyalistlerin ileri gelenlerinin kurtarıcı gözü ile baktıkları Darwin ne mübarek adammış. Türlerin Kökeni Üzerine olan kitabı ne kutsal bir kitapmış. (Marks Engelse yazdığı mektupta Darwinin biyoloji çıkmazını nasıl materyalizm lehine yorumladığını çok güzel anlatır). Ben Darwin'e küfr edelim demiyorum, ancak materyalist düşünceye hizmet üzerine şekillenmiş bir teoriyi savunmaya da soyunmayalım. Kaldı ki, İslam ve Materyalizm aynı şeyden söz etseler bile farklı cümlelerle söz ederler. Sayın yazar beni Allaha havale edin. Ama materyalistlerin biyoloji çıkmazını aşmaya çalışan bir adamı bana kutsamaya çalışmayın.<br />
<br />
<br />
</li>
</ul></blockquote>Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-19088081.post-19820515894792417262009-09-24T13:57:00.003+03:002009-09-24T14:07:20.740+03:00İstanbul'un Dua HaritasıAhalinin ikidebir Belediyelerin, Devletin, şunun bunun ihmalkârlığından şikayet edişinden ben de bıkmış usanmıştım...<br />
<br />
Neymiş efenim; Devlet/Belediyeler İstanbul için risk haritaları hazırlamamış, millet de bu yüzden risk altındaki yerlerde gafletle evler, işyerleri inşa edip yerleştiği için, sel baskınlarında, depremlerde ve dahi bilumum afetlerde telef oluyormuş..<br />
<br />
Her ne kadar bu iddialar bir yere kadar doğruysa da, tümden de geçerli olduklarını söylemek ne dine ne vicdana ne de insafa sığar.<br />
<br />
İste size örnek: 'Duâların sırrı' isimli değerli kitabın yazarı ve dahi imamefendi.com nâm İnternet sitesinin kurucusu ve üstelik de derin ilmî mevzularda eşşiz bir araştırmacı olan Burak Taha hazretlerinin hiçbir zahmet ve meşâkkatten sakınmaksızın yıllarını vererek çıkardığı <a href="http://imamefendi.com/news.php?readmore=22" tooltip="linkalert-tip">İstanbul'un semt-semt duâ haritası</a>.<br />
<br />
Lütfen bu listeyi en yüksek itinâ ile okuyunuz.<br />
<br />
Hangi semte yakınsanız orada o semtle ilgili duâyı okuyunuz.<br />
<br />
Veya, hangi derde düçâr iseniz, o derde müteallik semte bizzat giderek o duâyı okuyunuz ki yüce Rabbimizin rahmet, mağfiret ve şifasına nail olasınız.<br />
<blockquote><h5>İstanbul'un Duâ Haritası</h5><ul><li><b>AVCILAR</b><br />
<b> Depremden korunma duâsı</b>: Her türlü afetten korunma için. 'Secde' suresi okunur.</li>
<li><b>BAKIRKÖY</b><br />
<b> Salgın hastalıklardan korunma duâsı</b>: 'Domuz Gribi' gibi salgın hastalıklardan korunmak için 101 defa 'Tevbe' suresinin son iki ayeti okur.<br />
<b>Sigarayı bırakma duâsı</b>: Sigarayı ve diğer kötü alışkanlıkları bırakmak için duâ. Hergün 'Mümtehine' suresi okunur.</li>
<li><b>BAYRAMPAŞA</b><br />
<b> Borçtan kurtulma duâsı</b>: Kredi kartı ve benzeri her türlü maddi borçlarına Yaradanın ödeme kolaylığı vermesi için 'Mümtehine' suresi okunur.<br />
<b> Yaramaz çocuklar uslansın diye duâ</b>: 'Mutaffifin' suresi okunur.</li>
<li><b>BAŞAKŞEHİR</b><br />
<b> Nazar duâsı</b>: İnsanı ve eşyayı her türlü nazardan korumak için. 'Kalem' suresi 3 defa okunur.</li>
<li><b>BEYAZIT</b><br />
<b> Sahteyi ayırtetme duâsı</b>: Her çeşit para, altın değerlilerin, Sahtesini aslından ayırtetme. Kandırılmamak için.</li>
<li><b>BEYLİKDÜZÜ</b><br />
<b> Sapıklardan korunmak için duâ</b>: Kötü niyetli kimselerin şerrinden korunmak için. 'Casiye' suresi okunur.</li>
<li><b>ESENLER</b><br />
<b> Beladan uzak durma duâsı</b>: Belalardan uzak durma, korunma ve kurtulma için 'Fecr' suresi 7 Defa okunur.<br />
<b> Eşlerin birbirini sevmesi duâsı</b>: Karı koca arasında güzel geçim olması. Muhabbetin artması için. 'Kevser' suresi 71 defa okunur.</li>
<li><b>ETİLER</b><br />
<b> Zayıflama duâsı</b>: Şişmanlıktan kurtulmak için 'Allah' ismini devamlı tekrarlarsa çok faydasını görür.</li>
<li><b>EYÜPSULTAN</b><br />
<b> Derslerde başarı duâsı</b>: Talebe ve her çeşit sınavda başarı. Okuduğunu unutmamak için. 'Ankebut' suresi okunur.<br />
<b> Dilek duâsı</b>: Yüce Yaradandan her türlü istekte bulumak için. 'Haşr' suresi. 40 gün 40'ar kere okunur.<br />
<b> Çocuk sahibi olmak için duâ</b>: 'Yusuf' suresi 7 gün birer defa okunur.<br />
Şifa için duâ: 'Hucurat' suresiyle şifa için duâ edilir.</li>
<li><b>FATİH</b><br />
<b> Şeytandan korunma duâsı</b>: Ayetel Kürsi sabah akşam okunur. <br />
<b> Kalbin nurlanması için duâ</b>: Kalbin nurlanması için günde 256 kere "Ya Nur" esması okunur.</li>
<li><b>GAZİOSMANPAŞA</b><br />
<b> İşbulma duâsı</b>: Kadir suresi 36 defa okunur. <br />
<b> Hırsızlardan korunma duâsı</b>: Tevbe suresi 7 defa okunur.</li>
<li><b>KADIKÖY</b><br />
<b> Yemeklerin lezzetli olması için duâ</b>: Yemeklerin müsafirlerce beğenilmesi, lezzetli olması için. Yemek yaperken 7 defa 'Ettehiyyatü' duâsı okur.</li>
<li><b>KASIMPAŞA</b><br />
<b>Zengin olma duâsı</b>: Zengin olmak için 'Leyl' suresi 108 kere okunur.</li>
<li><b>LALELİ</b><br />
<b> Bol müşteri duâsı</b>: Dükkana bol müşteri gelmesi için. 35 Besmele okunur.</li>
<li><b>LEVENT</b><br />
<b> Hayaletleri kovma duâsı</b>: 'Tarık' suresi 3 defa okunur.</li>
<li><b>MERTER</b><br />
<b> Kriz duâsı</b>: Krizin aşılması. Malların satılması için. İnşirah suresi hergün okunur.</li>
<li><b>SARIYER</b><br />
<b> Bol balık avlamak duâsı</b>: Oltaya, ağa 'Besmele' yazılı levha asılırsa bol balık tutulur.</li>
<li><b>SİLİVRİ</b><br />
<b> Dargınları barıştırmak için duâ</b>: Aile arasında, ve akrabaların arasındaki dargınlıkların bitmesi.<br />
<b> Küskünlerin barışması için duâ</b>: 'Nebe' suresi okunur.</li>
<li><b>ŞİŞLİ</b><br />
<b> Şirinlik duâsı</b>. İnsanlar arasında hürmet, saygı görmek, onlara şirin görünmek. Her gitiği yerde kabul ve saygı görmek için. 'Yusuf' suresi her gün okunur.</li>
<li><b>ÜMRANİYE</b><br />
<b> Hayırlı kısmet duâsı</b>: Hayırlısıyla evlenme. Eşbulmak için. 18 defa 'Cuma' suresi okunur.</li>
<li><b>ZEYTİNBURNU</b><br />
<b> Geçim sıkıntısından kurtulma duâsı</b>: Cuma gecesi, sabaha karşı 16,641 defa 'Ya Latif' duâsı okunursa darlıktan kurtulur.<br />
</li>
</ul><b>Kaynak</b>: <i>Duâların Sırrı Kitabı</i><br />
<b>Yazar</b>: <i>Burak TAHA </i><br />
<b>İletişim</b>: <i>duâlarinsirri@gmail.com</i><br />
</blockquote><span style="color: #660000; font-size: xx-small;"><b>Not:</b> Muhterem hocaefendimiz, vakitsizliği yüzünden, bu faideli eseri kaleme aldırttığı müridinin cehaletinden kaynaklanan yazım ve imlâ hatalarını düzeltmek imkânı bulamamıştı.<br />
Kulunuz, fakir, haddi olmayarak bunları telafi etmek içün gayretler gösterdi.<br />
Bilhassa SMS yoluyla edeceğiniz duâlarınızda bu fakiri de ihmâl etmezsiniz ümmidi ile Allahın selamı üzerinize olsun, benim kıymetli dindârlarım.</span>Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-19088081.post-16197417314908726652009-09-16T10:15:00.000+03:002009-09-16T10:15:11.394+03:00Ben, kazak. Ve, dört kadın.Yıllar önceydi. Yaz tatillerinde, yılbaşılarda vs memlekete döndüğümde, aradabir arkadaşlarla buluşur bir yerlere giderdik.<br />
<br />
Gidebileceğimiz yerler de o kadar fazla değildi aslında. Sigara dumanı ile karışık çay buharlı atmosferleri yüzünden, kahve/kahvehane türünden yerleri sevmezdik; bar/meyhane türünden mekanlar da ya çok gürültülü olurdu, ya da çok sıkış-tıkış; restaurant/lokata gibi yerlerde de öyle uzun boylu oturup sohbet etmek mümkün olmazdı.<br />
<br />
Geriye, kala kala, klüpler/lokaller filan gibi mekânlar kalıyordu. Bu yerlerin sorunu da, hele o zamanlar, sohbetten maâdâ, kumara mekânları oluşuydu.<br />
<br />
Bütün bunlardan dolayı, beş yıldızlı otellerin lobilerini tercih eder olmuştuk çoğunlukla. <br />
<br />
Beş yıldızlı otellerin lobileri idealdi. Siz özellikle çağırıp bir şeyler ısmarlamazsanız, kimse gelip size burada ne arıyorsunuz filan demezdi. Galiba, hele de uygun bir şeyler giymişseniz, sizi otel müşterisi sandıklarındandı bu.<br />
<br />
Bu önyargı, anlaşılan, karşılıklıydı. Normal ahali de, bu otellerin ya çok aşırı pahalı olduğunu düşünür; ya da içeriye girenleri ciddi bir elemeden geçirdiklerini sanar; bu yüzden de bu otellere pek de giden olmazdı. Böylece, lobileri her zaman olağanüstü tenha ve sessiz olurdu.<br />
<br />
Hatta, o kadar ki; bir defasında ikinci kuşaktan bir kuzenimle birlikte Harbiye'ye bir iş için yolumuz düştüğünde, (Anadolu'nun küçük bir kasabasında doğmuş büyümüş ve İstanbul'a sadece alış-veriş için aradabir gelen) bu kuzenim sıkışmış ve bana etrafta bir cami filan olup olmadığını sormuştu. Orada öyle bir şeyin olmadığını söylediğimde de hayli telaşlanmıştı. Durumu acildi.<br />
<br />
Hemen yakındaki Hilton'a gitmeği önerdiğimde, telaşı büsbütün artmıştı: Sanki, Bulgaristan'a iltica etmeği önermişim gibi.. <br />
<br />
Onu teskin/ikna etmek için çok uğraşmam gerekmemişti --o kadar acildi. <br />
<br />
Fakat, ancak, Hilton'a girerken nasıl davranması gerektiği konusunda kısa bir kurstan sonra: Başını dik tut. Etrafa umursamaz gözlerle bak. Görevlilere bakma, bakarsan da tepeden bak ki seni müşteri filan sansınlar. Benim yanımda yürü, havadan sudan sohbet edelim..<br />
<br />
Sanki banka soymağa gidiyoruz..<br />
<br />
Sonunda başardık.. Hilton'un efsanevi (!) tuvaletine gitmekle kalmadık; çıkış yolunda, benim ısrarımla, lobide oturup bir şeyler de içtik...<br />
<br />
Aradan onca sene geçmiş olmasına rağmen, ne zaman karşılaşsak, bu gazamızı anlatır..<br />
<br />
Neyse; konumuza dönelim:<br />
<br />
İşte; yine böyle bir gün; içimizde arabası olan tek arkadaşımızın ve ona getirip hediye ettiğim 'kolon'ların (hoparörlerin) sayesinde cıstak cıstak diye cüml'aleme 'hava' (!) ata ata, geldik Hilton'un lobisine.<br />
<br />
Oturduk sohbet ediyoruz. Sohbet dediğimiz şey de, işten güçten ve siyasetten konuşmak.. karı-kız muhabbeti yok; sansür olduğundan değil tabii, ama huyumuz değil pek öyle kişiye özel şeylerden bahsetmek..<br />
<br />
Yerde, diz hizasında sehpamsı masamtrak bir şey ve etrafında karşılıklı iki koltukta oturan dört arkadaşız. Hepimizin erkek olduğunu söylemeğe gerek yok herhalde.<br />
<br />
'Cin tonik' içenimiz de var, viski içenimiz de, çay kahve içenimiz de..<br />
<br />
Aşağı yukarı yarım saatli oturmayız ki, yanımdaki koltukta oturan arkadaşım hafifçe bana doğru eğilerek usulca iledeki masamtrak şeyin etrafında oturan kadınlardan birisinin bana baktığını fısıldadı.<br />
<br />
Ben de, bana baktığını nereden çıkardığını, belki de kendisine baktığını söyledim; ama o öyle olmadığını ısrar etti. Nasıl yapmışsa, test etmiş. Bana bakılıyormuş...<br />
<br />
Başımı kaldırdım, kaçamak bir göz attım. Sekiz-on metre ötede, orada da dört kişi (kadın) oturuyordu. Arkası bana dönük ikisini tabii ki göremedim, ama gördüğüm ikisi otuzlarının ortalarında filan, eli yüzü düzgün denecek türden kadınlardı..<br />
<br />
O tür otellerde rastlanabilecek cinsten fahişelere filan da benzemiyorlardı giyim kuşamlarından. Tarz ve davranışları da son derece normal, hatta muhafazakar bile sayılırdılar. Aramızda da, en az, 10-12 yaş farkı olmalıydı. <br />
<br />
Döndüm yanımdaki arkadaşıma, "hadi canım sen de; garson filan bakınırken sen öyle sanmışsın" türünden bir fırça fısıldadım.<br />
<br />
Ama, o ısrar etti. Ben ise böyle bir ihtimalden dahi rahatsız olmuştum.<br />
<br />
Öyle ya, bir kadın tarafından taciz ediliyor olduğum anlamına gelecekti bu!<br />
<br />
Erkek adamın karizmasını çizerdi böyle bir muameleye tabi olmak!<br />
<br />
Şaka bir yana; böyle şeyler benim huyum değil, bana ters gelir. Öyle olmadık yerlerde birilerinin ilgisini öekmiş olmak ihtimali bile beni rahatsız eder. Zaten, aramızda makul sayılmayacak bir yaş farkı da var ki, hiç bir şekilde olacak şey değil.<br />
<br />
Fakat; her ne kadar inanmasam ve rahatsız olsam da; "acaba haklı mıdır?" diyerek, aradabir göz ucuyla kontrol de etmedim değil.<br />
<br />
Evet. Bakıyordu. Ve, ısrarla bakıyordu.<br />
<br />
O da yetmemiş, yanındakine de beni göstermiş, onu da baktırmıştı.<br />
<br />
O da yetmezmiş gibi, biraz sonra, bana sırtı dönük olan diğer arkadaşlarının da dönüp bakmasını sağlamıştı.<br />
<br />
İnanılmaz rahatsız edici bir durum!!<br />
<br />
Acaba bir yerden tanıdık birileri miydiler?<br />
<br />
Yok. Hiç birisini gözüm hiç bir yerden ısırmıyordu.<br />
<br />
Ben de, artık ne kadarsa, çaktırmadan arkama dönüp baktım: Olmaya ki, arkamda onların tanıdıkları birisi vardır...<br />
<br />
Arkamızda kimseler yoktu.<br />
<br />
La havle..<br />
<br />
Bizim grup hep bir ağızdan "hadi hadi iyisin!"ler fısıldıyorlar, benim tepem de daha da atıyor..<br />
<br />
Bu sırada, kadınlardan birisi yerinden kalktı; bize doğru geldi.. yanıbaşımda durur gibi yavaşlayarak geçti gitti..<br />
<br />
Tuvalete filan gitti dedik.<br />
<br />
Döndü; yine yanıbaşımızda durur gibi yaptıktan sonra, masasına gitti.<br />
<br />
Ardından, kısa fasılarla, diğer üçü de neredeyse aynı şekilde dururcasına yavaşlayarak geçti ve geri döndüler..<br />
<br />
Bizimkilerin hepsi de, ittifakla beni süzdükleri iddiasındalar..<br />
<br />
Tövbe tövbe..<br />
<br />
Ben bir tek kadının tacizinden rahatsız olmuşken, şimdi dört tane oldular..<br />
<br />
Ne yapabileceğimi düşünüyorum..<br />
<br />
Yok. Gidip sormak olmaz.<br />
<br />
Kalkıp gidelim dedim, bizimkiler kabul etmedi...<br />
<br />
Ben böyle düşünürken, onlar garsonu çağırdı ve hesabı ödeyip kalktılar.<br />
<br />
Ve, yine aynı şey.. Dördü birden, yanıbaşımda dururcasına yavaşlayarak geçip gittiler...<br />
<br />
Ben bir oh çektim, bizimkiler ise hala daha aynı havadalar.. böyle bir fırsatı nasıl kaçırırsın diye hem kızgınlar hem de makaraya alıyorlar..<br />
<br />
Ben ise, dedim ya, karizmayı hem çizdirmiş hem de çizdirmemiş olduğum için bir tür memnun; böyle garip bir şeyle muhatap olmuş olmaktan dolayı da hem kızgın hem de afallamışım..<br />
<br />
Neyse..<br />
<br />
Bir saat kadar sonra da biz kalktık.<br />
<br />
Beni eve bıraktılar.<br />
<br />
Üstümü başımı değiştirirken birden ne farkedeyim??..<br />
<br />
O gün annemin kendi elleriyle ördüğü özel bir kazak giyimişim meğer..<br />
<br />
Özelliği de şu: Parça parça değil, bilmemkaç tane şiş ile bir defa örülen, dikişsiz bir kazak.. Örerken ben de hesaplamalarda yardımcı olmuştum. Günler sürmüştü. Zor bir işti.<br />
<br />
O anda dank etti. <br />
<br />
Elimi alnıma nasıl da şiddetle şaklattığımı bir ben bilirim.<br />
<br />
Meğer bu kadınların derdi ben değilmişim...<br />
<br />
Giydiğim kazağımmış..<br />
<br />
Anlaşılan örgüye meraklıydılar ve bu kazağın özel bir şey olduğunu farketmişler; ve yanımdan gelip geçip kazağı süzmüş, incelemişler!<br />
<br />
Onlara ne kadar ne saydırdığımı buraya yazamam!<br />
<br />
Medeniyetsiz şeyler! <br />
<br />
Garsona söyleselerdi, çıkarıp onlara gönderirdim; istedikleri kadar incelerlerdi.<br />
<br />
O günden sonra bir daha o kazağı kamusal ortamda giymedim!Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-19088081.post-38151333180771529492009-09-08T18:54:00.000+03:002009-09-08T18:54:04.224+03:00Tutam dökem men seni..Mahir Kaynak, arka arkaya birkaç yazı yayınladı. Bu yazılar daha öncekilerle ilintiliydi tabii ki, fakat benim açımdan bu son yazıları resmi daha net görmeme yardımcı oluyor.<br />
<br />
<a href="http://www.stargazete.com/gazete/yazar/mahir-kaynak/dokumcu-ustasi-haber-211591.htm">Birinci yazıda</a>, Mahir Kaynak'tan hiç beklemediğim şekilde endüstriyel bir prosesten bahsediyor: Dökümcülük...<br />
<br />
Meğer, çocukluğunda bir dökümcünün yanında çıraklık yapmış..<br />
<br />
Tabii, o günlerden bugünlere dökümcülük de hayli gelişti.<br />
<br />
Eskiden, üretilecek olan şeyin tahtadan bir örneğini ('<i>model'ini</i>) kendi elleriyle günler haftalar süren itinalı ve hummalı bir faaliyet sonucunda ortaya çıkaran ustalar vardı.<br />
<br />
Usta ne kadar tecrübeli ve yetenekli olursa o kadar iyiydi de, '<i>model</i>'in karmaşıklığına bağlı olarak, üretilen ilk numunelerin hatalı olması neredeyse mukadderdi.<br />
<br />
Bunun da dünya kadar sebebi vardı. Model elle üretildiği için, istenildiği şekilde olçüsel açıdan hassas olamıyordu. Olabilse bile, döküm sırasında kullanılan eriyik metalin boşlukları nasıl dolduracağını, soğuma sürecinde nasıl davranacağını bilemiyorduk.<br />
<br />
Şimdi o günler çoğunlukla geride kaldı: Artık modeller elle değil, bilgisayar karşısında birilerinin ekranda oluşturduğu tasarımlardan doğrudan doğruya yine bilgisayarların kontrol ve kumanda ettiği makinelerde yapılıyor.<br />
<br />
Eriyiğin kalıpta nasıl davranacağına yönelik de hayli yetenekli simülasyon yazılımları var.<br />
<br />
Böylece, eğer doğru tasarlamışşsanız, ve elinizde yetenekli makina ve ekipman varsa, döküm yoluyla elde edeceğiniz ürünün ıskarta olmak ihtimali yok denecek kadar azdır.<br />
<br />
Dahası, çok daha kontrollü bir üretim süreci olacağından, hurda vb gibi üretim artıkları da azalır. Enerjiden de tasarruf edersiniz. Herşey çok daha uzuca çıkar ve daha da kaliteli ürün elde edersiniz.<br />
<br />
İyi de, dökümcülük de nereden çıktı şimdi.. <br />
<br />
Mahir Kaynak durduk yerde döküm konusuna neden eğilmiş olabilir ki?<br />
<br />
Hele de, konu 'Kürt Meselesi' iken?<br />
<br />
Var aslında bir ilgisi, tabii ki: Toplumları, pekala, döküm prosesinde kullanılan eriyiklere benzetebiliriz.<br />
<br />
Önce, kaç derecede eriyeceğini bilmek lazım. Fakat, yetmez. Eriyiğin hangi sıcaklıklarda ne kadar akıcı olduğunu (<i>viskozitesini</i>), soğuma hızını ve soğurken nasıl davranacağını vb hususları bilmek gerekir.<br />
<br />
Bu tür bilgiler elinizde yeterince sağlıklı olarak var ise, döküm prosesini kolayca simüle edebilirsiniz (<i>yani, gerçek hayatta yapmak yerine, bilgisayarda --bir oyun gibi-- süreci görüntüleyebilir, yavaşlatıp büyüterek detaylarını istediğiniz kadar inceleyebilirsiniz</i>).. beğenmediğiniz bir sonuç/ürün çıkacak gibi görünüyorsa, hemen geriye dönüp ya proseste ya da modelde gereken değişiklikleri yaparsınız. <br />
<br />
İyi de, dökümcülüğün toplum mühendisliğine benzer tarafları var mıdır?<br />
<br />
Olması lazım.<br />
<br />
Her ne kadar, dökümcülük çok daha eskilere dayanıyor ve hayli yoğun mühendislik de içeriyorsa da, hala daha bir sanattır. Tecrübe ve yetenek ister; kullanılacak malzemeyi ve prosesi çok iyi tanımak şarttır.<br />
<br />
Toplum mühendisliği --<i>ya da siyaset mühendisliği</i>-- tabii ki çok daha taze/genç bir uğraşı alanı.. <br />
<br />
Fakat, özellikle Türkiye sözkonusu olduğunda, eldeki mazlemenin artık yeterince tanındığı, bilindiği kanaatindeyim.<br />
<br />
Geçmişteki darbelere, darbe teşebbüslerine, ara rejimlere, demokrasiye geçişlere, demokratik hayatta ortaya çıkan gelişmelere toplumun değişik kesimlerinin verdiği tepkiler ve benzeri bir yığın bilgi oluşmuş olmalı..<br />
<br />
Eğer öyleyse, eriyiğin (toplumun) hangi şartlarda nasıl akacağı hakkında bilgimiz hiç de az olmasa gerek.<br />
<br />
Sıra, '<i>model</i>'i --<i>yani, toplumun gelecekte almasını istediğimiz şekli; geleceğimizi</i>-- tasarlamağa geliyor..<br />
<br />
Bu noktada, anladığım kadarıyla, şartlar eskisinden farklı: Eskiden olsaydı, model bizim elimize tutuşturulur; hatta, biz farkına pek de varmadan kalıba bile dökülürdük. Yani, olay bizim dışımızda olur biterdi.<br />
<br />
Şimdi o kadar değil; önümüzde bir fırsat penceresi var: Yabancı oyuncuların kendi dertleri başlarından aşkın. Daha doğrusu, onlar da yepyeni bir global model peşindeler.<br />
<br />
Bizim kendi modelimizi, kendi gelecek tasarımımızı yapmamızı bekliyorlar.<br />
<br />
Ve, biz de, uzuun zamandır ilk defa bu işe koşuluyoruz.<br />
<br />
Mahir Kaynak, bir <a href="http://www.stargazete.com/gazete/yazar/mahir-kaynak/uc-secenek-211944.htm">sonraki yazısında</a> da buna ışık tutuyor.<br />
<br />
Anlaşılan, bizim geleceğimiz 3 temel alternatiften oluşuyor --yani, şu ana kadar sergilenen tavırlardan ortaya çıkan bu.<br />
<br />
1) Türkiye, ne bir soy veya bir din devleti olacak. İnanç veya etnisite bakımından farklılıklar bireysel düzeyde kabul görecek. Bu nedenle, Kürtleri toplumun diğer kesimlerinden farklı olarak tanımlayacak hiçbir talep kabul edilmeyecek. Haklar bir soya ve inanca değil tüm bireylere tanınacak.<br />
<br />
Bu proje, bu tasavvur, Türkiye'nin, sadece Kürtlerle değil, Ermeniler, Rumlar ve diğerleriyle birlikte, çok daha geniş bir coğrafyaya yayılması anlamına da geliyor. <br />
<br />
Bu, anladığım kadarıyla, hem Hükümet, hem ABD'nin de istediği, hem de Rusların da razı olduğu bir gelecek modeli oluyor.<br />
<br />
Bu projede İslam'ın pek de başat bir rolünün olmayacağı aşikardır da; bunu inananlara henüz söylemek zamanı gelmiş değil.<br />
<br />
2) Türkiye, Kürtlere yönelik herhangi bir iyileştirici adım atmayacak; dahası, durumu daha da gergin hale getirecek. Kürtlerimizin yönlerini Kuzey Irak'a çevirmesine göz yumulacak. Fakat, ABD'nin Kuzey Irak'tan çekilmesi sonrasında ortaya çıkacak olan karmaşada desteksiz kalacak olan Kürtlerin, iki-üç ateş arasında kalması sonrasında, Kürtler(imiz) herhangi bir iyileştirme filana bakmaksızın veril(<i>mey</i>)enle yetinmek zorunda olacak.<br />
<br />
İlginç bir şekilde, bu projeye destek verenlerin başında radikal Kürtçü Kürtlerimiz geliyor. Bu radikallerin, yılların birikimiyle oluşmuş belli bir kamuoyu ve kendi tribünlerine oynamak zorunluluğu var. Aynı şekilde, Türkçü camia da bnzeri bir sonucu arzu ediyor.<br />
<br />
Eğer bu proje gerçekleşmek durumunda kalırsa, Türkiye'nin önünde çok kültürlü, çok etnisiteli bir yapı yerine, Türk dünyasına yayılmak kalıyor.<br />
<br />
Bu projeye ABD'nin soğuk bakmak isteyeceğini sanmıyorum; ama, Rusya ve Çin ile sorunlarımız olabileceğini sanıyorum.<br />
<br />
3) Kürtlerimizle tümden bir ayrışmaya gidip, sosyal sorunlar yaratan, ekonomik olarak büyük bir yük haline gelen Kürtlerimizden kurtulup homojen, daha zengin ve batılı değerlere sahip bir halkla Avrupa’yla bütünleşmek... <br />
<br />
Bu proje, halkın mübadele edilmesini de içeriyor: Kürtler oraya, Türkler buraya..<br />
<br />
Bu projenin temel destekçisinin AB olacağını kestirmek hiç de zor değil. ABD ve Rusya bu projeyi desteklemez ama doğrudan doğruya Türkiye'yi karşılarına da almak istemez. Yine de, yukarıdaki diğer iki projeden çok daha sancılı geçeceğini söylemek abartı sayılmaz bence.<br />
<br />
Şimdi.. dökümcülük teşbihine geri dönersek..<br />
<br />
Dökümcülük, teknoloji ne kadar gelişkin olursa olsun, pahalı bir iştir fakat gereklidir de.<br />
<br />
Modeli hatasız yapabilirsiniz, prosesi de ideal şekilde kontrol edebilirsiniz; fakat ortaya çıkaracağınız nihai ürünün --<i>sizin istediğiniz o olsa bile</i>-- pazarın istediği, pazarın kabul edeceği bir ürün olacağının garantisi yoktur.<br />
<br />
Bu durumda, ürünü ıskartaya çıkarıp yeniden eriyik haline getirmek, yeni bir model oluşturup yeniden dökmek gerekir: Acılı, sancılı, meşakkatli ve pahalı bir süreçtir. Dahası, eriyik haline gelen ıskartayı kayıpsız kullanamazsınız; bir kısmı hurda olur; azalan malzemenin yerine yeni malzeme eklemek gerekir..<br />
<br />
İyi düşünmek lazım.<br />
<br />
Yani, çok iyi düşünmemiz lazım --tekrar tekrar, toplu halde ıskartaya çıkıp yeniden kalıba dökülmek hem hiç de kolay değil hem de her defasında kendi modelimizi yapmak bize düşmeyebilir.Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-19088081.post-78816958057625886242009-08-23T00:40:00.013+03:002009-09-02T03:11:51.368+03:00Ne Adem, ne maymunHikmetinden sual olunmaz..<br />
<br />
Kiminin başına saksı düşer, hayatı kayar; kimisi de bir kitap okur, hayatı değişir.<br />
<br />
Bana ne o ne de öteki oldu --henüz.<br />
<br />
Fakat, "eee.. daa ne vaa ne yok?" mahiyetinden bir esneyişli merakla, aradabir baktığım, <a href="http://www.ted.com/">TED</a> sitesine bakındım yine.<br />
<br />
Konuya girmeden kısa bir tanıtım yapayım: '<i>TED</i>' kısaltması, '<i>Teknoloji</i>', '<i>Eğlence</i>' ve '<i>Dizayn</i>' (<i>Tasarım</i>) kelimelerinin İngilizce karşılığı olan '<i>Technology</i>', '<i>Entertainment</i>' ve '<i>Design</i>' üçlüsünün kısaltması. Kâr amacı gütmeyen, '<i>yayılmağa değer fikirler</i>'in yaygınlaştırılmasını amaç edinen bir tür dernek...<br />
<br />
Neyse.<br />
<br />
Kim ne demiş diye bakınırken, normalde her sunumcu ayakta meram anlattığı halde, bir kişinin oturduğu yerden konuştuğunu gösteren bir resim gördüm. Yaşlı bir tonton nineye benziyordu. "Allahalla.. yaw, acaba ne diyo bu?" dedim, ve merak üzerine dinlemek/izlemek için <a href="http://www.ted.com/talks/elaine_morgan_says_we_evolved_from_aquatic_apes.html">üstüne</a> tıkladım.<br />
<br />
Konu, '<i>aquatic ape hypothesis</i>' imiş.. <br />
<br />
Yani, 'su' (<i>H<span style="font-size: 85%;">2</span>O</i>) kelimesinden hareketle '<i><strike>susal</strike> sucul maymun hipotezi</i>' ya da eski dilden söyleyecek olursak, deniz veya deryaya ait anlamından yola çıkarak '<i>bahrî maymun hipotezi</i>' diye bir şey. [not: bütün Bahri'lerden özür diliyorum; kasdım onlara maymun demek değil]<br />
<br />
Tabii, ne olduğu, neden bahsettiği hakkında zerre kadar fikrim yok --'<i>bahrî maymun hipotezi</i>' denince de hiçbirşey anlaşılmıyor ki..<br />
<br />
"İyi de, TED'de hepten deli saçmasını dinlemek için bir sürü zeki/akıllı insan dünyanın parasını verip konferansların olduğu yere gelmiyor; dur şunu biraz izleyeyim" dedim.<br />
<br />
İyi ki de izlemişim..<br />
<br />
Bakın neler anlattı..<br />
<br />
İlk olarak bir soru ile başladı: "<span style="color: #660000;">Biz neden maymunlardan (</span><i style="color: #660000;">şempanzelerden</i><span style="color: #660000;">) o kadar farklıyız?</span>"<br />
<br />
Genetikçilere kalsa, maymunlarla insan arasında --<i>neredeyse fark yokmuşçasına</i>-- inanılmaz benzerlik olduğuna; DNA yapılarının tıpatıp denecek kadar yakın olduğuna inanmamız gerekecek..<br />
<br />
Halbuki, bir maymun ile bir insanı yanyana koyduğunuz zaman, birbirine ne denli benzemedikleri aşikâr değil midir?<br />
<br />
Kültür, psikoloji, davranış filan gibi muğlak şeylerden değil; açıkca ölçülebilen, gözle kolayca ayırdedilebilen farklardan bahsediyoruz.<br />
<br />
Bir tarafta, kıllı bir kürk içinde ve dört ayak üzerinde yürüyen bir mahlûk; diğer tarafta da anadan üryân ve iki ayak üzerinde duran bir mahlûk..<br />
<br />
Bu nasıl olabilir?<br />
<br />
İyi bir Darwinci, aynı atadan gelen bu iki yaratık cinsinin bu şekilde farklılaşmasını anlamlı bir şekilde açıklayabilmelidir..<br />
<br />
Bizler, yani insanlar, zaman içinde bu kadar değiştiysek, buna yol açan, bunu zorlayan çok ciddi bir sebep olmalı..<br />
<br />
İyi de nedir bu sebep?<br />
<br />
Elli sene önce bu sorunun cevabı çok kolaydı.. Duyacağınız hikaye şöyle bir şey olurdu:<br />
<br />
"<span style="color: #660000;">Maymunlar ağaçlarda sallanmağa devam ettiler, bizim atalarımız ise ağaçlardan inip orman kenarındaki tropik çayırlıklarda ('</span><i style="color: #660000;">savanna</i><span style="color: #660000;">'larda) yaşamağa başladılar.. Bu tropik çayırlıklarda bitki örtüsü (çayırlar filan) insan boyuna yakın olduğu için, atalarımız, kendi güvenlikleri ve av bulabilmek amacıyla, etrafı görebilmek için iki ayak üzerinde ayağa kalkmak zorunda kaldılar. O gün bu gündür ayakta yürüyoruz. Ellerimizi, kollarımızı da avlanmak için kullanmak zorundaydık. Onlar da bu nedenle farklılaştılar..</span>"<br />
<br />
Peki, ya kürk ne oldu?<br />
<br />
Onun da cevabı vardı..<br />
<br />
"<span style="color: #660000;">Tropik çayırlıklarda koşarken ısınıyor ve çok terliyorlardı. O yüzden, kürklerini sırtlarından atmak zorunda kaldılar..</span>"<br />
<br />
İyi.. bu hikaye kulağa uygun geliyor.. ta ki, bunu eski bir feminist duyuncaya kadar.. çünkü, bu anlatı erkek-merkezli bir masal.. kadınları gözardı ediyor da ondan..<br />
<br />
Bu seksenlik nine (Elaine Morgan), tam da aradığımız türden birisi: Eski bir feminist. Bu yüzden de, yukarıdaki hikayedeki yamuğu kolayca yakalayabiliyor.<br />
<br />
Hem de çok basit bir iki soru sorarak:<br />
<br />
"<span style="color: #660000;">Madem ki, ilk insan avcı-toplayıcı idi; yani kadınlar geride (</span><i style="color: #660000;">mağaralarda</i><span style="color: #660000;">) çocuk bakmak filanla uğraşıyordu; nasıl oldu da kadınlar da hem iki ayak üzerinde yürür oldular ve dahası, onlar da kürklerini attılar? Mağarada ne iki ayakla yürümeği zorunlu kılacak bir ortam, ne de kürkü attıracak kadar sıcak ve nemli bir atmosfer sözkonusu olabilirdi.</span>"<br />
<br />
Son derece mantıklı..<br />
<br />
Fakat, bu soru başka soruları da beraberinde getiriyor; yani, devamı var:<br />
<br />
Madem, savanna/çayırlık ortamı bizdeki bu değişikliklere yol açabiliyor; o zaman aynı ortamı paylaşan diğer canlılarda da benzer değişikliklerin olması gerekmiyor mu?<br />
<br />
En azından bir kısmı, zaman içinde kürklerinden arınmış, bir kısmı da iki ayak üzerinde yürür hale gelmiş olmalı değil mi? Hiç yoksa, '<i>babun</i>' maymunu (<i>baboon</i>) filan gibi --<i>ormandan savannaya indiğini bildiğimiz</i>-- türlerde bu tür değişikliklerin bir kısmı gerşekleşmeli değil midir?<br />
<br />
Böyle bir örnek yok.<br />
<br />
Hava sıcak diye kürksüz kalmış bir memeli de yok. Çöldeki develerde dahi --<i>daha az da olsa</i>-- kıllı bir post var.<br />
<br />
Dahası, kürklü bir canlının kürksüze dönüşmesi avantajdan maâda dezavantaj anlamına geliyor: Dişiler yavrularını elleriyle taşımak zorunda kalıyor. Halbuki, kürklü olanların yavruları annelerinin kürklerine tutunabildikleri için, hem daha güvenli bir yolculuk yapılabiliyor, hem de anne iki eliyle ağaçlardan, otlardan beslenebiliyor.<br />
<br />
Yani, durduk yerde, sırf hava sıcak diye kürkünü kaldırıp atmanın alemi yok --bunu yapmış tür de yok. Yüzlerce primat (<i>maymun, goril, şempanze vb</i>) cinsi arasında, kılsız kürksüz başka bir örnek mevcut değil.<br />
<br />
Çıplak memelileri sadece sulak ya da su ortamlarında görüyoruz: Balinalar, yunuslar gibi suda yaşayanlar; ve gergedanlar (<i>hippopotamus</i>), domuzlar ve tapirler gibi sulak ortamlarda yaşayanlar... Bunun tek istisnası, ömründe hiç toprak üstüne çıkmayan, Somali sıçanıdır.<br />
<br />
Öte yandan, genelleyerek şunu söyleyebiliriz: Kara memelileri, iklim değişikliklerine karşı korunmak için, kürk sahibidirler; buna karşılık, su memelileri ısısal izolasyon için yağ tabakası kullanırlar. İnsanlar da, diğer primatlarla kıyaslandığında, 10 defa daha fazla yağlı vücut sahibidirler.<br />
<br />
Şimdi de gelelim iki ayakla yürümek konusuna..<br />
<br />
Kara canlıları arasında sadece iki tür yaratık, hep ve sürekli iki ayak üzerinde yürür. Bunlardan birisi, bir tür <strike>susal</strike> sucul/bahrî kuş olan penguenler; diğeri ise insandır. İnsan, memeliler içinde tek örnektir.<br />
<br />
İki ayaklı yürüyen türlerin bu kadar nadir olmasının anlaşılır sebepleri vardır: Dört ayakla yürüme ya da koşmaya kıyaslarsak, iki ayaklı olmanın dezavantajı büyüktür. Çok daha yavaştır; denge kurmak çok daha zordur; bu yeteneği mükemmelleştirmek yıllar alır; hassas organları hücuma açık bırakır.. Yani, aklından zoru olmayan, veya şartların mecbur bırakmadığı bir memelinin yapacağı bir tercih değil.<br />
<br />
Peki, karada yaşayan başka iki ayaklı memeli var mı?<br />
<br />
Evet, hem varmış (<i>Oreopithecus isimli, şimdiki İtalya'nın Tuskanya bölgesinin olduğu yerde o zamanlar var olan bir adada bundan 9 milyon yıl kadar önce yaşamış, 2 milyon sene boyunca kendi bağımsız evrimi sonucunda iki ayak üzerinde yürümeğe başlamış bir bataklık maymunu türü</i>), ve şimdi de var: Bunlardan birisi, Borneo adalarında yaşayan, filin hortumuna benzer bir hortumu da olan, bir bataklık maymunu; diğeri de, bulunduğu ortamı mevsimsel olarak bataklığa çeviren su baskınları yaşayan bir tür cüce şempanze (<i>bonobo</i>).<br />
<br />
Kısacası, çıplak ve iki ayaklı yürümek için evrim baskısını sadece ya su içinde yaşayan memelilerde, ya da sulaklarda/bataklıklarda yaşayan memelilerde görüyoruz. Karada, savannalarda, dağlarda, bayırlarda yaşayan memelilerde değil.<br />
<br />
Bir başka ilginç nokta daha var: Diğer primat türlerinde değil; sadece yukarıda saydığımız iki ayakla yürüyen maymun türlerinde bir alışkanlık olarak yüzyüze çiftleşme görülmektedir. Bir de, malum, insanlarda.<br />
<br />
Fakat, başka önemli bir ayıraç daha var bizimle diğer kara memelileri arasında: Solunum sisteminin bilinçli kontrolü --ihtiyari nefes kontrolü..<br />
<br />
Diğer kara memelilerinde, nefes kontrolü --<i>tıpkı nabız gibi yani kalp atışları gibi</i>-- bilinç dışı gerçekleşir. İnsanlarda ve <strike>susal</strike> sucul/bahrî memelilerde, bu, bilinçle DE kontrol edilebilir. Yani, suya dalacak bir insan (balina, yunus) su altında ne kadar kalacağını dikkate alarak ciğerlerine gerektiği kadar hava doldurur.<br />
<br />
Karada yaşayan başka hiçbir memeli bunu yapamaz.<br />
<br />
Ve, nefesini kumanda edebilmek yeteneğine sahip olduğu için, insanların konuşmak yeteneği mümkün olabilmiştir. Mesela, maymunların bizim konuşmak dediğimiz işlemi yapmaları sözkonusu değildir --onlar, sadece belli frekanslarda karmaşık fakat nefes açısından kontrol edemedikleri sesler çıkarabilirler.<br />
<br />
Başka temel farklılıklarımız daha var.. <br />
<br />
Kısaca saymak gerekirse, insan cildinde yağ salgılama hücreleri vardır (<i>sivilce haline dönebilen hücrelerden bahsediyoruz</i>); başka kara memelilerinde bunlar ya yoktur, ya da işlevsizdirler. <strike>susal</strike> sucul/bahrî memelilerde ise sıklıkla görülürler.<br />
<br />
Duygusal sebeplerle gözyaşı dökmek --ya da toz-duman kaçması halinde salgılananın dışında sıvı salgılamak-- da sadece <strike>susal</strike> sucul/bahrî memeliler ve insanlara mahsustur.<br />
<br />
Büyük beyin.. İnsan ile şempanzeyi ayırdeden bir başka önemli fark da, insanın daha büyük bir beyin edinmesidir. Büyük beyin, insan için bir avantajdır. İyi de, şempanze için de avantajlı olurdu. Aynı branştan geliyorsak, şempanze neden büyük beyin edinmek yolunda evrim geçirmemiştir?<br />
<br />
Bunun bir sebebi olarak, beslenme rejimini öne sürebiliriz: Diğer vücut hücrelerinden farklı olarak, beyin hücreleri için yeterli miktarda Omega-3 yağ asitleri gerekir. Bu, deniz mahsullerinde bol miktarda mevcutken, karadaki gıda zincirinde daha azdır.<br />
<br />
Genel bir mukayese tablosu aşağıdaki şekilde olabilir:<br />
<br />
<table><tbody>
<tr><td style="text-align: left;"><b>Özellik</b></td><td align="center"><b>İnsan</b></td><td align="center"><b>Maymun</b></td><td align="center"><b>Savanna</b></td><td align="center"><b><strike>susal</strike> sucul/Bahrî</b></td></tr>
<tr><td style="text-align: left;">İki ayaklı yürüme</td><td align="center">Evet</td><td align="center">-</td><td align="center">-</td><td align="center">-</td></tr>
<tr><td style="text-align: left;">Kürksüzlük</td><td align="center">Evet</td><td align="center">-</td><td align="center">fil ve<br />
<br />
gergedan</td><td align="center">Evet</td></tr>
<tr><td style="text-align: left;">Deri altı yağ tabakası</td><td align="center">Evet</td><td align="center">-</td><td align="center">-</td><td align="center">Evet</td></tr>
<tr><td style="text-align: left;">Yüzyüze çiftleşme</td><td align="center">Evet</td><td align="center">bonobo</td><td align="center">-</td><td align="center">Evet</td></tr>
<tr><td style="text-align: left;">Koku salgı dokusu azalışı</td><td align="center">Evet</td><td align="center">-</td><td align="center">-</td><td align="center">Evet</td></tr>
<tr><td style="text-align: left;">Bekâret zarı</td><td align="center">Evet</td><td align="center">-</td><td align="center">-</td><td align="center">Evet</td></tr>
<tr><td style="text-align: left;">Yağ salgı dokusu</td><td align="center">Evet</td><td align="center">-</td><td align="center">-</td><td align="center">Evet</td></tr>
<tr><td style="text-align: left;">Duygusal gözyaşı</td><td align="center">Evet</td><td align="center">-</td><td align="center">-</td><td align="center">Evet</td></tr>
<tr><td style="text-align: left;">Duyusal bıyık kılları kaybı</td><td align="center">Evet</td><td align="center">-</td><td align="center">-</td><td align="center">Evet</td></tr>
<tr><td style="text-align: left;">İhtiyari nefes kontrolü</td><td align="center">Evet</td><td align="center">-</td><td align="center">-</td><td align="center">Evet</td></tr>
<tr><td style="text-align: left;">Terlemeyle ısıl kontrol</td><td align="center">Evet</td><td align="center">-</td><td align="center">-</td><td align="center">Evet</td></tr>
<tr><td style="text-align: left;">Geri çekik hançere (larynx)</td><td align="center">Evet</td><td align="center">-</td><td align="center">-</td><td align="center">Evet</td></tr>
</tbody></table><br />
Şimdi..<br />
<br />
Sizi bilemem, ama ben, hem buraya yazdıklarım kadarıyla, hem de daha fazlasını okuduğum için; insanın doğrudan doğruya maymundan (<i>şempanzeden, gorilden filan</i>) türediğini artık kabul edemiyorum.<br />
<br />
Evrim ağacımızda, maymunlarla yollarımız/dallarımız çok daha önce ayrışmış olmalı... Bundan 5 ilâ 7 milyon sene kadar önce insan/maymun ayrışımı olmuş. Fakat, elimizde o döneme ait fosil yok(muş) malesef --yani, bir fosil açığından sözediyoruz.<br />
<br />
O yüzden, bu hipoteze göre, klasik evrimcilerin iddia edegeldiklerinin aksine, insanın atası maymun değil de, maymunlardan daha önceki dönemlerden başka bir tür olabileceği ihtimali güçleniyor.<br />
<br />
Bu, her ne kadar, deniz kızlarının varlığını teyid etmiyorsa da; insanların atalarının ormanın derinliklerinde daldan dala sallanan maymunlar olmadığı; aksine, su baskını altındaki bölgelerde veya göl, ırmak ya da deniz kenarında yaşayan ve suya adapte olmuş başka (<i>başlangıçta dört ayak üzerine yürüyen ve kürklü</i>) bir türün bağımsız evrimiyle ortaya çıktığı anlamına gelebiliyor.<br />
<br />
Yani, atalarımız, maymunlar değil; sulak ortamlarda yaşamış '<i>hominid</i>' aşiretleri idi..<br />
<br />
Belki de, Adem ve Havva'nın göz açtıkları dünya, diz boyunu aşan su ve yeşillikler içindeki cennetsi ve vahşi bir ortamdı..<br />
<br />
Kim bilir..<br />
<br />
[<span style="color: #660000; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; font-size: xx-small;">Not: Yukarıdaki görüntü kirliliği için özür diliyorum. Benden başka herkes, anlaşılan, '<i>aquatic</i>' kelimesinin karşılığının '<i>sucul</i>' olduğunda mutabık görünüyor. O yüzden, '<i>susal</i>'ı '<i>sucul</i>' ile ikame ettim. </span><br />
<span style="color: #660000; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; font-size: xx-small;">Ettim de, hala daha içime sinmiyor; çünkü '<i>sucul</i>' bana '<i>su ile beslenen</i>'i çağrıştırıyor --'<i>etçil</i>', '<i>otçul</i>' der gibi. </span><br />
<span style="color: #660000; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; font-size: xx-small;">Halbuki, '<i>karasal</i>', '<i>hayvansal</i>' dediğimizde kasdettiğimiz üzere; '<i>bir şeye/yere/ortama ait</i>' anlamında, '<i>susal</i>'ın daha mantıklı olacağını düşünüyorum. </span><br />
<span style="color: #660000; font-family: Georgia,"Times New Roman",serif; font-size: xx-small;">Ama, neyleyim ki, herkesi düzeltmek elimden gelmiyor ;)</span>]Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-19088081.post-69881609803002177092009-08-19T08:51:00.004+03:002009-08-20T13:43:52.044+03:00Mustafa Muğlalı Kışlası, Topal Osman Heykeli..<span style="font-size:78%;">{dikkat: bu uzun bir yazıdır. vaktiniz ya da sabrınız yoksa hiç başlamasanız daha iyi olabilir.}
</span>
Hüseyin Çelik isminde bir siyasetçimiz var.
Bir önceki Milli Eğitim Bakanımız idi.
Şimdi de Başbakanlık Başdanışmanı.
Şimdi, bu zat-ı muhterem, çıkmış aşağıdaki sözleri <a tooltip="linkalert-tip" href="http://www.gazetevan.com/haber_detayi.asp?id=1974">söylüyor</a>.
<blockquote><i><b>Mesela Mustafa Muğlalı olayını biliyorsunuz (1943’te Van’ın Özalp ilçesinde 33 köylüyü kurşuna dizdiren General Mustafa Muğlalı’nın isminin aynı yöredeki bir kışlaya verilmesini kastediyor).
Onu oradan kaldırın.
Kaldıramıyorsanız kışlayı oradan kaldırın.
Tahrike yol açacak adımlar atılmamalı.</b></i><b></b></blockquote>Satır aralarını okumazsanız, söyledikleri iyi niyetli şeyler.
Sonuçta, oradaki kışlaya Mustafa Muğlalı isminin verilmesini TSK'nın bir provokatif davranışı olduğunu da ima ederek, bunun, Özalp (Van) ahalisini rahatsız ettiğini ve bu rahatsızlığa yol açan bu ismin ya da kışlanın oradan kaldırılması gerektiğini söylüyor --gibi görünüyor.
Fakat, işin aslı pek de öyle değil.
Aslının ne olduğunu anlamak için hem yakın tarihe, hem de azıcık daha eski tarihe bakmak lazım.
Kısaca özetleyeyim:
Wikipedia'daki <a href="http://tr.wikipedia.org/wiki/Mu%C4%9Flal%C4%B1_Olay%C4%B1">şu satırlarla</a> başlayabiliriz.
<blockquote>Muğlalı Olayı, 1943 yılında, Van'ın Özalp ilçesinde, 33 Kürt köylünün hayvan kaçakçılığı iddiası ve 3. Ordu komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı'nın emriyle yargısız olarak kurşuna dizilmesi ve 32'sinin ölümü, birinin kaçması ile sonuçlanan olay.[1]
II. Dünya Savaşı sırasında darlığı çekilen bazı maddeler dolayısıyla özellikle İran sınırında kaçakçılık olayları artmıştı.
Bölgedeki aşiretlerle güvenlik kuvvetleri arasında sık sık çatışmalara yol açan bu olaylardan biri de Van'ın Özalp ilçesinde patlak verdi.
Bir bölümü İran topraklarında yaşayan Milan aşiretinin Temmuz 1943'te büyük bir hayvan sürüsünü kaçırdığı yolundaki ihbar üzerine sınıra gönderilen jandarma birlikleri kaçakçıları yakalayamadı.
Ardından aşiretin Özalp'ta yaşayan 40 akrabası gözaltına alındı. Mahkemenin yalnızca 5 kişiyi tutuklayarak geri kalanları serbest bırakmasına karşın, Özalp'e gelen Mustafa Muğlalı'nın emriyle 33 köylü sorgulamaları yapılmak üzere iki asteğmenin komutasındaki bir askeri birliğe teslim edildi.
Köylüler sınıra yakın bir yerde kurşuna dizildi ve daha önce hazırlanan bir tutanağa dayanılarak kaçmaya çalışırken vuruldukları öne sürüldü.
Olaydan yaralı olarak kurtulan bir köylü durumu ilgili makamlara duyurmayı başardıysa da yapılan başvurulardan bir sonuç alınamadı.</blockquote>Bu özet '<span style="font-style: italic;">eh mertebesinde</span>' bir özettir.
Eksiktir.
Çok eksiktir.
Mustafa Muğlalı, o sırada, Üçüncü Ordu Müfettişidir.
Üçüncü Ordu'nun Komutanı değil, Üçüncü Ordu müfettişidir (<span style="font-style: italic;">denetçisidir</span>).
Bu, pek de öyle görünmese bile, önemli bir detaydır --çünkü, normal şartlarda bir müfettiş (<span style="font-style: italic;">denetçi</span>) teftiş ettiği (<span style="font-style: italic;">denetlediği</span>) orduya emir veremez.
Verebilmiş ise, bir fevkaladelik, bir olağanüstülük sözkonusu olmak zorundadır.
Peki, bu nedir?
Buna cevabı, Avni Özgürel imzası ile 16 Mayıs 2004 tarihinde Radikal gazetesindeki <a href="http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=116496">bir yazıdan</a>, düzelterek ve uygun gördüğüm içerik değişikliklerini de yaparak, yani değiştirerek alıntılıyorum:
<blockquote>Türk-İran hududunun kaçakçılık ve çapulculuğa bugünkünden daha açık olduğu yıllardan söz ediyoruz.
Doğu'da ardı ardına yaşanan Kürt ayaklanmalarına ilişkin anıların taze olduğu, İran Kürtlerinin isyan edip Mahabat Cumhuriyeti'ni kurduğu, SSCB'nin Kürtler üzerindeki nüfuzunun dorukta olduğu yıllardır bunlar.
Sınırın İran tarafındaki Kürt aşiretlerine mensup kişilerin sıklıkla Türk topraklarına girip çapulculuk yaptıkları, köylere zarar verip sürüleri çaldıkları haberleri üzerine Van valiliği zamanın İçişleri Bakanı Recep Peker'in de onayıyla gizli bir karar alır.
Askeri birliklerin her ne vesileyle olursa olsun İran'a geçip orada takip yapması Ankara'nın başını ağrıtacağı için, bölgede Jandarmanın kontrolünde, askerlerden oluşmayacak, Türkiye Cumhuriyeti devletiyle resmen ilişkisi gözükmeyecek şekilde bir çete kurulacak ve bu grup çapula karşı misilleme yapacaktır.
Aslında onay falan aramaksızın Özalp Kaymakamı Hilmi Tuncel çok önceden çeteyi kurmuştur zaten. İçişleri Bakanlığı'nın izniyle devlet arkadan istim basar sadece.
İddia edilir ki Kaymakamın maksadı hudut güvenliğini sağlamak değil maddi çıkar sağlamaktır, hatta bu amacı doğrultusunda kendisine yandaş ve ortaklar da bulmuştur.
Özalp Jandarma Kumandanı Yüzbaşı ve Hudut Tabur Kumandanı Binbaşı Kaymakamla birliktedir. Binlerce koyun ya da inekten oluşan aşiret reislerine ait hayvan sürülerinin gasbından söz ediyoruz.
Ankara izni verir vermesine, ama ardından da panikleyip iptal eder. Van valiliği Özalp Kaymakamı'na çetenin dağıtılması emrini tebliğ eder ama atı alanın Üsküdar'ı geçtiği bir ana denk gelir bu.
Kaymakam duymazlıktan gelir.
Zira hududun öte yakasında el konulan koyunların bir kısmı çeteyi oluşturan sivil köylülere bırakılmakta, bir kısmı da 'hayvanların satışından elde edilecek gelirle silah, cephane ihtiyacının karşılanması' maksadıyla Kaymakamın uhdesinde bırakılmaktadır.
Olayları tetikleyen gaspın İran tarafındaki Mehmedi Misto adındaki bir aşiret reisinin 2 bin koyununa el konulması olduğu söylenebilir.
Türk dostu olarak tanınan, Rus işgali sırasında Türklerden yana tavır aldığı, hatta Kürt isyanları sırasında Ankara'ya istihbarat desteği verdiği bilinen bir aşirettir Mistolar.
Mehmedi Misto hayvanlarını kimin gasp ettiğinin farkındadır ve doğrudan Özalp Kaymakamına mektup yazar, "gasp edilen hayvanlarımı bana geri verin. Ricamı kabul etmezseniz ben hayvanlarımı aynı usulle geri almasını bilirim, ama Türk hükümetinin haysiyeti rencide olur" der.
Kaymakam bu mektuba Misto'yu yatıştıracak cevap vermek yerine aşiret reisine, "gelip karını da koynundan alırız" diye haber yollar.
1943 Temmuzunda Mehmed Misto'nun adamlarını toplayıp Türk hududunu aşması ve birbuçuk kilometre içeri girip Özalp halkına ait 500'e yakın koyunu gasp etmesiyle tırmanır olay...
Kaymakam ve etrafında kümelenen çete böyle bir baskının Türkiye tarafında yardımcılar bulunmadan gerçekleştirilemeyeceğini düşünerek harekete geçmeye karar verir, ancak askeri harekâta gerekçe olmak üzere Van Valiliğine, "Rus askerleri Özalp yakınlarına kadar geldi" diye şifreli bir telgraf çekerler.
Aynı mealde bir rapor Ordu Kumandanlığına da iletilir.
Baskının öcünü almak için Kaymakam ve çevresinde kümelenen kadro ne yapacaklarını planlarken Rıfat adında bir arzuhalci, İranlıların işbirliği yaptığı kişilerin arandığını duyup fırsattan istifade arazi ihtilafı bulunan Milalengiz köylülerini ihbar eder. "Misto'ya adlarını vereceğim 40 kişi yardım etti" der.
Kaymakam hemen bu isim listesini alır ve Validen 'tutuklanmalarına izin' ister. Köylüler apar topar içeri alınır. Ancak sevk edildikleri Özalp Sulh Ceza Mahkemesi içlerinden sadece beş kişiyi, Kaymakamı küçük düşürmemek için tutuklar.
Ancak, bu sırada yangın bacayı sarmış "Özalp'e Rus askerinin girdiği" haberi üzerine Ankara ayaklanmıştır.
Genelkurmay, hemen Orgeneral Mustafa Muğlalı'ya, 3.cü Ordu Müfettişi ünvanı altında, özel yetkilerle de donatarak [bu noktada Özgürel yanılıyor, Muğlalı'nın Ordu Komutanı olduğunu söylüyor. Düzelttim.] bölgeye gitmesi emrini verir.
İçişleri Bakanlığı da hem Birinci Genel Müfettişini hem de Jandarma Komutanını Özalp'e yönlendirir. Tedbir çetenin maksadını aşmış çığın fitilini ateşlemiştir ama o andan sonra olacakları durdurmaya yerel yöneticilerin gücü yetmez.
Birinci Dünya Savaşında her cephede harp etmiş, işgal yıllarında Ankara'ya 'Yavuz Grubu' adı altında istihbarat ve cephane akıtan gruba komuta etmiş, Menemen Ayaklanması sonrasında kurulan İstiklal Mahkemesine Başkan arandığında ilk akla gelmiş kişidir Orgeneral Mustafa Muğlalı.
Özalp'te hem Kaymakam hem de yerel komutanlar, sertliğiyle tanınan generalin hışmından korkup ona bir isyan ve işgal tablosu çizerler.
Vatanın elden gitmesine, hâkim dahil, sivillerin sessiz kaldığını, ortada gizliden gizliye yürütülen planlı bir ihanetin var olduğunu anlatırlar paşaya. Ve "bunları yargılamaya lüzum yok, infaz etmemiz gerek. Silahtan başka dilden anlamaz bunlar. Gevşek davranırsak hududun öbür tarafında tetikte bekleyenleri yüreklendiririz" derler.
Paşa, onları dinledikten sonra Mahkemenin serbest bıraktığı 35 kişinin tekrar gözaltına alınması emrini verir. Biri kadın, biri 11 yaşında çocuk, ikisi askerden izinli gelmiş 33 kişi bulunur. İki kişi firar etmiştir.
İçişleri Bakanlığının müfettişi Avni Doğan, tutuklularla görüşüp onların suçsuzluğunu anlar ama Muğlalı, yerel yönetici Kaymakam ve subaylardan gelen, "bunlar bizim ordunun nasıl ve nerede konuşlandığını Ruslara bildirerek casusluk da yapıyorlar" bilgisinin doğruluğuna kanidir.
Onun için İçişleri Bakanlığı müfettişinin kulağını büker: "karışma, yoksa seni kırbaçlatırım." ardından da Özalp'ten ayrılır paşa.
Ama, geride, "bu kişileri hududa götürülerek kendilerinden bilgi alınmasını, İran hududunun çapulcuların kimseye görünmeden geçilmesine elverişli noktalarının öğrenilmesini faydalı buluyorum. Bu adamların her an kaçmalarının mümkün olduğu göz önüne alındığında askerlerin uyanık bulunması ve gerektiğinde silah kullanılması şarttır" mealinde bir resmi yazı bırakarak.
Mustafa Muğlalı Paşa, bu yazısının bir tür ölüm emri olduğunun farkına varmadığı söylenemez. Nitekim daha sonra yapılan yargılama sırasında askeri mahkeme de böyle algılar emri. Ve orgeneral muhtemel ki elini kana bulamayı istemediği için apar topar terk eder Özalp'i. Yerel yöneticilerin, "Paşam, siz sıkıntıya girmeyin biz hallederiz" dedikleri düşünülebilir.
Teferruatını anlatmak acı verir.
30 Temmuz 1943 günü gece yarısından sonra tutuklular jandarma tarafından cezaevinden alınıp Hudut Taburu Komutanına teslim edilir.
Komutan, tutuklular arasında bulunan bir kadını kimseye sormadan serbest bırakır, kalan 32 kişiyi Çilli Gediği denilen hududa yakın bölgeye götürür.
Hepsinin elleri bağlıdır.
Bir İşaret Mangasının havaya ateş açmasından sonra iki manga da kafilenin üzerine ateş açar.
Olaydan sonra tutulan tutanaklarda saldırıya uğranıldığı, saldırganlara açılan ateş neticesi 32 şakinin öldürüldüğü bilgisi yer alır.
Bir not daha... Rus casusu oldukları ve İranlı çapulculara yataklık ettikleri kuşkusuyla daha önce tutuklanan 5 kişi sevk edildikleri Van Ağır Ceza Mahkemesinde yapılan yargılamaları sonucu beraat ederler.
Olayın Ankara'da duyulmasından sonra tartışmaların başladığı biliniyor. Ancak CHP iktidarının Demokrat Parti baskısını hissettiği 1946 seçimlerine kadar olayı örtbas ettiği de. Seçimden sonra muhalefetteki DP'nin baskısıyla verilen soruşturma emri neticesi Mustafa Muğlalı, 1949'da Askeri Mahkemede yargılandı ve 32 kişinin öldürülmesinden sorumlu bulunarak idama mahkûm edildi.
Ancak, daha sonra yargıtay kararı bozup Orgeneralin cezasını 20 sene ağır hapse indirdi. Muğlalı Paşa astları tarafından kandırılmışlığın kahrıyla 1951 yılı sonunda cezaevinde öldü.</blockquote>Değiştireceğim, düzelteceğim dedim; ama pek de bir şey değiştirmedim aslında. Çünkü, Avni Özgürel'in yazdığı şekliyle de okunmasını istedim.
Fakat, hikaye tam da onun dediği şekilde cereyan etmiyor --bunu da, Avni beyin devlete yakınlığını dikkate alınca, pek de yadırgamıyorum.
Neyse.
Hikayenin önemli kısımları şöyledir:
Orgeneral Muğlalı'ya görevi tabii ki Genelkurmay vermiştir; ama yetkilendirmesini ve görevin kapsamını o günlerde Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü yapmıştır.
Yani, doğrudan doğruya Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından görevlendirilmiş ve yine İsmet İnönü'ye bağlı olarak faaliyet göstermiştir. Genelkurmay sadece görevi resmiyete kavuşturacak şekilde tebliğ etmiştir.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından verilen görevin resmi ünvanı 3'.cü Ordu Müfettişi' olmakla birlikte, komutan-üstü yetkilerle donatılmıştır.
Bu detay önemlidir.
Ardından da, geride bıraktığı yazıyı yazmadan önce bizzat İsmet İnönü ile görüşüp durumu anlatmış ve emirlerini sormuştur. Subayların şunun bunun dolduruşuna getirildiği yolunda Avni beyin dediklerini ciddiye almak durumunda değiliz.
Muğlalı, bu 33 kişinin aslında masum olduğunu biliyordu ve Cumhurbaşkanına da bunu telefonda söylemişti.
Buna karşılık, İnönü, (tıpkı MKA'nın '<span style="font-style: italic;">Menemen Olayı</span>'nda Mustafa Muğlalı'yı İstiklal Mahkemesi Başkanı yapıp, ibret-i alem olsun diye, ilgili-ilgisiz kişileri astırdığı gibi) oradakilerin infaz edilmesi emrini vermişti.
İşte, bu ikinci defadır ki, emre itaatsizlik edemeyen Muğlalı, bu gizli emirden hareketle, hem İçişleri Bakanlığı Müfettişlerini karışmamaları yönünde tehdit etmiş, hem de ardında o yazıyı bırakmıştı.
O yazı, aslında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün emirlerinin yerine getirilmesini emreden bir yazıydı.
Herhalde, bu uygulamaya aklı pek yatmadığı için olsa gerek, yazıyı yazıp Van'dan ayrılmıştı.
Ardından da, seneler sonra, muhalefetin diline düşen İsmet İnönü, emri kendisinin verdiğini inkar eder. Daha doğrusu, hiç bir zaman üstlenmez.
Muğlalı da, hem bunu açıklayacak delilden yoksundur --çünkü, emir telefonla, sözel olarak verilmiştir--, hem de itaat disiplinine, askerlik anlayışına aykırı bulur ve İnönü ile ilgili hiçbir ithamda bulun(a)maz.
Kısacası, Muğlalı, artık bir sivil siyasetçi olan İsmet İnönü tarafından yüzüstü bırakılmış, kurtların önüne atılmıştır.
Muğlalı, yukarıda da anlatıldığı üzere, hapse atılmış ve orada kahrından ölmüştür.
Bu noktada, yine yukarıdaki Wikipedia makalesine dönebiliriz:
<blockquote>[...] Ama askeri yargıtay kararı bozdu; Muğlalı yeni yargılama başlamadan 11 Aralık 1951'de (71 yaşında) hapiste öldü. CHP'nin 6-7 Eylül Olayları'nda "azınlıklara karşı ayrımcılık yapıldığı" iddiası üzerine, DP tarafından misilleme olarak, olay tekrar TBMM'de gündeme getirilmiştir.
Bu kez olayın geçtiği dönemdeki bütün TBMM üyeleri ve CHP'nin sorumluluğu iddiasıyla, bizzat İsmet İnönü için yargılanma istenmiştir.
12 Şubat 1956 ve 25 Şubat 1956 tarihlerinde Meclis'te görüşülen konu, 1958 tarihli Meclis Tahkikat Komisyonu raporu ve Meclis görüşmeleriyle zaman aşımı ve çeşitli af yasalarından dolayı tekrar kapatılmıştır.</blockquote>Evet. İsmet İnönü, bu şaibeden hiç aklanmamış; bu dosya --değişik hukuki savuşturma teknikleri ile-- kapatılmıştır.
Bu olayın TSK cenahında yol açtığı anafikir hep şöyle olmuştur: <b><i>Sivil makamlardan gelen herhangi bir sözlü/gizli/mahrem emre itimat etme; çünkü, başları sıkıştığında derhal seni satarlar.</i></b><i></i>
Şimdi... Gelelim, Mustafa Muğlalı'nın isminin Van'ın Özalp ilçesindeki bir kışlaya verilmesine.
Evet.
Muğlalı'nın isminin başka bir yere değil de, TSK tarafından, '33 Kurşun Olayı'nın yaşandığı ilçeye verilmesi gerçekten manidardır.
Manidardır ama neden onca sene değil de, 28 Şubat sürecinde bunun yapıldığını sormazsak, bu manidarlığı tam anlayamayız bence.
Şimdi, biraz geriye çekilip, 28 Şubat'a bakalım.
Sivillerin yaptığı taa o günlerde söylenen, bir 'post-modern' darbeden bahsediyoruz; öyle değil mi?
Peki, o 'post-modern' darbede önderlik edenlerin askerler değil de siviller olduğunu farzedersek ne ile karşılaşırız?
Askerleri bu darbeye zorlayarak, talimat vererek sivillerin kattığını söylemiş olmaz mıyız?
Peki de, hangi sivil (ya da sivil kadro) bu tür bir zorlamayı yapmış olabilir ki?
Bunu yapabilecek olan sivil kişi, hem çok güçlü bir makamda olmalı, hem de sözüne askerlerin kaşı çıkamayacağı kadar etkisi yüksek ve kidemli birisi olmak zorunda bence..
Kim olabilir diye uzun boylu düşünmek de gerekmiyor aslında.. Zamanın Cumhurbaşkanı, Süleyman Demirel bu eşkale tıpatıp uyuyor.
Buradan şunu çıkarıyorum: Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, askerlere 28 Şubat'ı başlatacak şekilde emirler vermiş, onları teşvik etmiş, sivil kadrolarla da destekleyerek yola çıkartmış olmalı.
Daha sonra da, muhalefetin baskısı yüzünden, askerleri yüzüstü bırakmış ve kurtların önüne atmış olsa gerek.
Bunun böyle olduğunu, 28 Şubat'ın önde gelenlerinin tamamının tasfiye edilmiş olmasıyla açıklayabiliriz.
Buna karşılık, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel pek de hasar görmemiş; 7 yıllık Cumhurbaşkanlığı süresini tamamlamış, hatta bu süre az kalsın uzatılmıştır da.
Bütün bunların bu süre uzatımı için sahnelen(diril)miş olabileceğini söylemek abartma olur mu; bilemem.
Neyse.
Dönelim, 28 Şubatçıların Van'ın Özalp ilçesindeki kışlaya neden '<span style="font-style: italic;">Orgeneral Mustafa Muğlalı Kışlası'</span> ismini verdiklerine..
Bilmem siz de farkettiniz mi?..
Sanki, 28 Şubatçılar, birisine "bizi sattın, namussuz!" diyor gibi..
Bunu da, o eski ve meşhur satış işine yol açan yerdeki bir kışlanın ismini değiştirerek yapıyorlar..
Yani, 28 Şubatçıların derdi, ne Van'dakilere, ne Özalp'tekilere, ne de Kürtlere mesaj vermek, meydan okumak olmasa gerek. Onların derdi, yukarıda --amiyane bir tabirle-- söylettiğim şekilde "bizi sattın, namussuz! seni de kurumsal hafızamıza yazdık!" demekti sadece.
Amma.. gel de şimdi bunu bir önceki Milli Eğitim Bakanımız ve şu an da Başbakanlık Başdanışmanı olan Hüseyin Çelik isimli siyasetçimize anlat..
Bu kadar cehalet okumakla olur derler ya.. dahası da ancak Milli Eğitim Bakanı olmaktan geçiyor.
Hayır. Gam değil.
Ama, bu cehalet bulasıcı da olabiliyor..
Ajan mı, gazeteci mi, yoksa somcahil mi, yoksa hepsi birden mi olduğu önemsiz olan <a href="http://www.stargazete.com/gazete/yazar/mustafa-akyol/33-kursunu-unutalim-mi-haber-208377.htm">kişilerin</a> diline dolanabiliyor..
Sadece meseleyi carpıtmakla kalmıyorlar; dahası, Orduyu Kürtlerle karşı karşıya getirmeğe gayret ediyorlar...
Ben bunun iyiniyetle bağdaşır bir yanını bulamıyorum.
Bu, sadece '<span style="font-style: italic;">satmak</span>' değil, daha çok bir '<span style="font-style: italic;">hainlik</span>' gibi duruyor.
Neyse.
Bu kadar uzun bir yazı olacağını tahmin etmemiştim.
Halbuki, daha Tuğgeneral Veli Küçük'ün neden Giresun'daki görevi sırasında --uzaktan bakanlara sanki durduk yerdeymiş gibi görünebilen bir şekilde-- 'Topal Osman Heykeli' diktiğini de yazmak istiyordum.
Hani, şu Topal Osman Ağa ki, aslında bir '<span style="font-style: italic;">Milis Yarbayı</span>'dır.
Yani, sivilden gelmiş olmasına rağmen, kendisine Yarbaylık rütbesi verilmiş; son derece güvenilir bulunduğu için de, kendisinin bizzat seçtiği sadık askerlerle, hem Cumhurbaşkanlığı sırasında hem de öncesinde, Mustafa Kemal'in Muhafız Alay kumandanıdır.
Daha sonra, nasıl olur bilinmez, durduk yerde (<span style="font-style: italic;">Mustafa Kemal'e karşı sert muhalefeti ile bilinen</span>) Ali Şükrü Bey isimli Trabzon Milletvekilini öldürür.
Meclis'te hemen dedikodular yayılır.
Bunu Topal Osman Ağa'nın kendi başına yapamayacağını, bu emri mutlaka Mustafa Kemal'in vermiş olduğu yolunda şaibeler.
Mustafa Kemal bu söylentileri şiddetle reddeder.
Meclis de, neyin ne olduğunun anlaşılabilmesi, Topal Osman Ağa'nın derhal yakalanması ve suçlu bulunduğunda Meclis önünde asılarak infaz edilmesi yolunda bir karar çıkartır.
Nedense, Mustafa Kemal, Meclis'in bu konuda bir karar çıkarmasını istemez, kişisel muhalefet eder; sanki yakalanmasını ya da sorgulanmasını istemez gibi bir intiba doğar.
Ama, emir çıkar.
Bu sefer de, emir çıktıktan sonra, Mustafa Kemal, Başbakan Rauf Orbay'a Topal Osman'ın çok tehlikeli bir kişi olduğunu, Jandarmanın onunla başa çıkamayacağını, bunun hallini kendi Muhafız Alayına bırakmalarını söyler.
Muhafız Alayının başına General İsmail Hakkı Tekçe geçer.
Ayrancı'da bir bağ evinde Topal Osman ve adamlarıyla çatışma yaşanır.
Topal Osman'ın kendi adamlarına "vurasıya atmayın!" (<span style="font-style: italic;">vurmak için ateş etmeyin</span>) emri verdiği bilinir..
Ardından, Topal Osman, kasığından aldığı (<span style="font-style: italic;">ölümcül olmayan</span>) bir yara sonucunda ele geçirilir.
Gecenin karanlığında, sedye ile götürülürken, duyulan bir kurşun sesiyle öldürülür; ardından da İsmail Hakkı Tekçe tarafından başı oracıkta vücüdundan kesilerek ayırılır... ve alelacele gömülür.
Daha sonra, öldürüldüğü ve gömüldüğü yetmezmiş gibi; sanki Meclis'e gözdağı verircesine, Meclis'in yakalama emri çıkartırken aldığı kararın içeriğnde asılması da geçtiğine dayanılarak, mezardan çıkarılır ve Meclis önünde başşız cesedi darağacına çekilir.
Bu konudaki spekülasyonlar o gün bugündür hiç sona ermemiştir..
Mustafa Kemal'in bir kuvvetli siyasi hasmını öldüren sadık bir adamını kim neden (<span style="font-style: italic;">konuşmasına müsaade etmeksizin</span>) öldürsün?..
Bimiyoruz --daha doğrusu, bilmediğimizi söylemek gerekiyor.
Fakat, olmaya ki, Tuğgeneral Veli Küçük, bizim bilmediğimiz bir şeyleri biliyordur?
Ve, kendisine <span style="font-weight: bold; font-style: italic;">yaptırtılan</span> infazların karşılığında kendisinin de ortadan kaldırılacağını düşünmüş olabilir mi?
Bilemem.
Ama, onca şeyi üniformalı iken yaparken kimsenin ses çıkarmayıp, daha sonra adamı apar topar içeri almalarını manidar buluyorum.
Ortadan kaldırmak illa bir kurşunla ya da başı kesilerek olmak zorunda mı?
Bir kişiyi apar topar içeri almak ve herşeyi ona yüklemek, ve her türlü itibarını yok etmek de o kişiyi ortadan kaldırmak anlamına gelir mi?
Bilmem.
Ama, Giresun'a Veli Küçük tarafından dikilen o heykelin bir anlamı olmalı..
Bir de şu aklıma takılıyor: Suçunun ne olduğunu tam anlayamadığım, fakat bir sebepten hapse atılmış olan Yarbay Korkut Eken, herhangi bir yere bir Muğlalı Heykeli dikmemekle bir eksiklik mi yaptı?
Veya, ilerde bir kışlaya Veli Küçük veya Korkut Eken ismi verildiğinde, biz hala daha bunların Kürtlere mesaj vermek için yapıldığını mı sanacağız?Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-19088081.post-53277846456595277712009-08-01T02:51:00.003+03:002009-08-01T03:22:46.039+03:00Oran'ın YarasıAşağıdaki yazı, 19 Temmuz 2009 tarihinde Radikal gazetesinde Baskın Oran imzasıyla <a href="http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetay&ArticleID=945652&Date=31.07.2009&CategoryID=42">yayınlandı</a>.<p></p><p>Yazının formatını --<span style="font-style: italic;">okunabilirlik açısından</span>-- biraz değiştirdim. Kendi kanaat ve yorumlarımı da yazının arasına yazacağım.</p><blockquote>Sayın Yargıçlar, meseleye hemen gireceğim. Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu üyesiyim. Kurul Yönetmeliği'nin 5. maddesinin amir hükmü gereği 2004'te Azınlık Raporu'nu yazdım. Bazı şahıslar, benim ve Kurul Başkanı Prof. İbrahim Kaboğlu'nun, adlı adınca söyleyeceğim sakın utanmayınız, anamıza babamıza sinkaf ettiler. Utanmayınız, çünkü bu sinkaflar mahkeme kararlarıyla teker teker aklandı.</blockquote><p>Şimdi.. Önce şu '<span style="font-style: italic;">amir hükmü</span>'nden bahsedilen '<span style="font-style: italic;">İnsan Hakları Danışma Kurulunun Kuruluş Görev ve İşleyişi ile İlgili Usul ve Esaslar Hakkındaki Yönetmelik</span>'in 5nc maddesine bir bakalım:</p><p></p><blockquote style="color: rgb(102, 0, 0);">Kurulun görevleri şunlardır:<p></p><p>a) İnsan haklarının geliştirilmesi ve korunmasına ilişkin konularda görüş bildirmek, tavsiyelerde bulunmak, öneriler ve raporlar sunmak,</p><p>b)Yürürlükteki mevzuatın ve yasa tasarılarının insan hakları temel ilkeleri, uluslararası belgeler ve mekanizmalarla uyumlu hale getirilmesi için uygun gördüğü konularda görüş bildirmek, idari önlemlerin alınmasını tavsiye etmek,</p><p>c)İnsan haklarına ilişkin olarak ilgili Devlet kuruluşları ile üniversiteler ve sivil toplum kuruluşları arasında iletişim sağlamak,</p><p>d) İnsan haklarını kapsayan ulusal ve uluslararası konularda danışma organı olarak görev yapmak,</p><p>e) Üst Kurul tarafından görüşülmesi istenilen hususları ele almak, gerekli çalışmaları yapmak ve görüş sunmak,</p><p>f) İnsan hakları ihlallerinin ulusal düzeydeki genel durumu ve işkence yasağı, ifade özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü ve diğer temel insan hakları konuları hakkında Bakana ve Üst Kurula raporlar sunmak,</p><p>g) Irkçılık, her türlü ayrımcılık ve yabancı düşmanlığı dahil insan haklarına ilişkin uluslararası konularda Bakana ve Üst Kurula görüş bildirmek.</p></blockquote><p>Bu maddedlere baktığım zaman, kurul üyelerinin kendi başlarına raporlar yazmalarının sözkonusu olabileceğini söyleyen bir şey göremiyorum.</p><p>Dahası, bu maddeler arasında "Azınlık Raporu yazılacak; yaz!" türünden bir '<span style="font-style: italic;">amir hüküm</span>' de yok.</p><p>Bu durumda, Baskın bey, ya kendi kendine gelin-güvey olmuş; ya da durumdan vazife çıkarmış.</p><p>Her ne hal ise; '<span style="font-style: italic;">rapor</span>' yazmış diye, bu raporun Kurul'un resmi raporu olması da şart değil. Yani, bu '<span style="font-style: italic;">rapor</span>' önce Kurul tarafından okunmalı ve oylanıp benimsendikten sonra kamuoyuna (<span style="font-style: italic;">Üst</span>) Kurul Başkanı (<span style="font-style: italic;">ya da Bakan</span>) tarafından açıklanmalıydı.</p><p>Halbuki, öyle yapılmadığı aşikâr: Bir '<span style="font-style: italic;">korsan</span>' basın toplantısı yapılmış ve '<span style="font-style: italic;">rapor</span>' oradaki Kurul üyeleri tarafından dahi ilk defa duyulacak şekilde okunmağa başlanmış.. Bunun üzerine, bu oldu-bitti denemesi üzerine, Kurul üyelerinden birisi de '<span style="font-style: italic;">rapor</span>'u okuyanın elinden tutup almış ve yırtmıştır.</p><p>Sonuç olarak, Baskın Oran, (<span style="font-style: italic;">'rapor'u Kurul'a sunmak ve oylanarak benimsenmesini sağlamak gibi</span>) uyması gereken teamüllere uymadığı gibi, yarattığı '<span style="font-style: italic;">medya olayı</span>' sayesinde bir de mazlumları oynamıştır.</p><p>O hikâye bundan ibarettir.</p><blockquote>Yalnız, madem bunlar hakaret değildir, o zaman bunları birisi kalkıp da sizlere söylese ne olacak? İki olasılık var:<p></p><p>1) Sineye çekmek; çünkü "hakaret yoktur" kararı verdiniz;</p><p>2) Hakaret davası açmak. O zaman da kendinizle çelişeceksiniz, tutarlı olamayacaksınız.</p></blockquote><p>Nasıl yani?</p><p>Hakaret davası açmak (<span style="font-style: italic;">eğer kişinin prensipleri arasında 'hakaret etmek serbestir' yok ise</span>) neden kişinin kendisi ile çelişmesi olsun ki?</p><blockquote>Ama isterseniz önce bir hatırlatayım o lafların neler olduğunu.<p></p><p>1) Aslan Tekin adlı şahıs Yeniçağ'da yazdı: "Bence bu adamlar dövülselerdi, milletin yüreği soğurdu. Sevr'ciler tekme tokadı hak etmişlerdir".</p><p>Şiddeti açıkça savunuyordu. Ankara Asliye 2. Hukuk Mahkemesi'ndeki meslektaşınız bu adamı akladı. "Kendisi şiddetli eleştiri yapan bir kişi veya kurum, zora başvurulmadığı sürece aynı şiddette veya daha şiddetli eleştirilere katlanmak zorundadır" deyip. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi de onadı. </p></blockquote><p>Şiddeti açıkça savunuyor degil. "Şu herifi birisi eşek sudan gelinceye kadar dövse ne iyi olur" demek, "gidin onu dövün" ya da "gelin hep beraber şu herifi dövelim" demek değil.</p><p>Yani, ima yoluyla birşeyler olsa bile, "şiddeti açıkça savunuyor" diyemeyiz.</p><p>İma yoluyla bu tür şeyleri söylemenin yasak olduğunu da sanmıyorum. Öyle olsaydı, yakın zamanda Tayyip bey --<span style="font-style: italic;">hem de kürsüden</span>-- "söz ola, kestire başı" demezdi.</p><blockquote>2) Bircan Akyıldız adlı şahıs, Türkiye Kamu-Sen Gn. Bşk., İzmir'de konuştu: "Bu Rapor bizi ilmek ilmek bölmeye, parçalamaya yönelik bir düşüncenin sonucudur. Yemin olsun; toprağın bedeli kandır; gerekirse dökülür".<p></p><p>Bırakın şiddeti, açıkça kan dökmekten bahsediyordu. Ankara Asliye 7. Hukuk Mahkemesi'ndeki meslektaşınız bu adamı akladı. "Tepkinin eleştiri hudutları içerisinde kaldığı anlaşıldığından dava reddedilmiştir" diyerek. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi de onadı.</p></blockquote><p>Kan dökmekten bahsettiği doğrudur. Ama, "gidin kanını dökün" demedi. "Gerekirse" dedi...</p><p>Acaba, Baskın bey, gerekli olduğu kanaatinde midir ki bunu açık ve yakın bir tehdit addetmektedir..</p><blockquote>3) Emekli General Kemal Yavuz adlı şahıs Akşam'da yazdı: "Ekmek yediğin kapıya ihanet etme, sonra nimet çarpar. Bunlar bir avuç zibididir".<p></p><p>Ankara Asliye 5. Hukuk Mahkemesi'ndeki meslektaşınız bu adamı akladı. "Rapor hakkında, halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve devletin yargı organlarını alenen aşağılamak'tan dava açılmıştır. Bu nedenle davanın reddine" diyerek. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi de onadı. Oysa biz şimdi o davadan beraat ettik; ne olacak durum?</p></blockquote><p>Mahkemelerden birisinin yanlış karar verdiğini düşünmek zorundayız anlaşılan..</p><p>Eğer öyleyse, '<span style="font-style: italic;">halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve devletin yargı organlarını alenen aşağılamak</span>'tan değil de daha isabetli bir gerekçe ile dava açılması daha uygun olabilirdi. Mesela, en azından, '<span style="font-style: italic;">içinde bulunduğu Kurulun görev ve işleyişine yakırı davranmak</span>' filan gibi..</p><blockquote>4) Eski kültür bakanlarından Namık Kemal Zeybek adlı şahıs Halka ve Olaylara Tercüman'da (HOT) yazdı: "Siz o uydurma azınlıklarınızı alın da gidin Avrupanıza sokun".<p></p><p>Aile terbiyesi izin verdiği için bu kadar açıkça konuştu. Ama Ankara Asliye 11. Hukuk Mahkemesi'ndeki meslektaşınızın düzeyi de mümasilmiş ki bu adamı akladı. "Bu görüşlerin sert eleştirilere tabi tutulması olağandır" diyerek. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi de onadı.</p></blockquote><p>Baskın Oran'ın aile terbiyesinin o derecede dahi olmadığını aşağıda kullanmaktan imtina etmediği kelimelerde göreceğiz.</p><p>Orası öyle de, Namık Kemal Zeybek'in o sözlerinden neden Baskın Oran isimli şahıs alındı; bir türlü anlamıyorum.</p><p>Alınacak bir yer var idiyse, bundan Avrupa alınmalıydı sanki.</p><p>Yoksa, Baskın Oran isimli şahıs, Avrupa'nın buralardaki avukatı/temsilcisi filan mıdır?</p><p><span style="color: rgb(102, 0, 0);">Not: Görüldüğü üzere, isimlere '<span style="font-style: italic;">isimli şahıs</span>' eklemek alışkanlığını, sırf bu yazı için, ben de edinmiş bulunuyorum.</span></p><blockquote>5) Sırrı Yüksel Cebeci adlı şahıs HOT'da yazdı: "Bunlara Türkiyeli demek, Türkiyeli yılanlara, kurbağalara, çakallara haksızlık oluyor".<p></p><p>Ankara Asliye 15. Hukuk Mahkemesi'ndeki meslektaşınız bu adamı akladı. "B. Oran yazılacak olan eleştirilere katlanmak zorundadır" diyerek. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi de onadı.</p></blockquote><p>Giderek daha matrak oluyor bu..</p><p>Korkarım, çok geçmez, "yazılacak olan eleştirilere katlanmak zorunda" olduğu kendisine mahkemece tebliğ edilen Baskın Oran isimli şahıs, bu yazdıklarımı da mahkemeye filan verir..</p><blockquote>6) Selcan Taşçı adlı şahıs Yeniçağ'da yazdı: "Şu toprağa küfrederek basanlar var. Hain desen, işbirlikçi desen var. Köpek gibi, bir kemikle susan var".<p></p><p>Ankara Asliye 1. Hukuk Mahkemesi'ndeki meslektaşınız bu adamı akladı. "Yazının kaleme alındığı yayında kamu yararı bulunması nedeniyle hukuka aykırı olmadığı kanaatine varıldığından" diyerek. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi de onadı. </p></blockquote><p>Merak ettim şimdi.. Selcan Taşçı, acaba, "yarası olup gocunanlar da var" demiş miydi?</p><blockquote>7) Servet Kabaklı adlı şahıs Tercüman'da yazdı: "Çanağına yal konulunca ve etli kemik vaadini duyunca yaltaklanan, kuyruk sallayan kanişler, uyanık geçinen şapşallar, salak, tescilli hain, zavallılar. TC devletine-milletimizin birliğine kalleşçe ihanet hançeri sokanlar".<p></p><p>Ankara Asliye 2. Hukuk Mahkemesi'ndeki meslektaşınız bu sözleri hakaret kabul etti, tazminata mahkûm etti. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi'ndeki meslektaşlarınız kararı bozdu. "Dava konusu sözlerde kişiliğe saldırı amacı yok. Sözler, rapora yönelik düşünce açıklaması niteliğindedir" diyerek.</p></blockquote><p>Olamaz mı?</p><p>Belki, Servet Kabaklı'nın bir bildiği vardır..</p><blockquote>İlk mahkeme direndi. Böyle mahkemeler de olabiliyor şükür. Dosya Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'na gitti. Oradaki meslektaşlarınız, birkaç gün önce 20'ye 23, bu adamı akladılar. Sadece "Usul ve esas yönünden yerinde olan 4. Hukuk Dairesi kararına uyulması uygundur" diyerek.</blockquote><p>Demek "adamı akladılar".. hmmm.. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun aklamadığı kişinin adam olmadığını mı düşünmeliyiz?</p><blockquote>Şimdi düşünüyorum da, bütün bu kararlar sonuna kadar normaldi Sayın Yargıçlar. Çünkü meslektaşlarınız milletvekili Süleyman Sarıbaş'ı akladıktan sonra, bunlar haydi haydi aklanırdı.</blockquote><p>Vay vay vay..</p><p>Bunu Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, Baskın Oran isimli şahıs hakkında söylemiş olsa, eminim Baskın Oran isimli şahıs onları mahkeme mahkeme süründürürdü..</p><p>Ama, o-la-bi-le-mez.. çünkü, bu memlekette ima yolula istediğini söylemek ve hep de mazlum olmak imtiyazı sadece Baskın Oran isimli şahsa aittir. Onu kimse mahkemeye filan veremez --ya da kaale alamaz.</p><blockquote>Hatırladınız mı bu Sarıbaş'ı? Yanaklarınız kızarmasın, ellerinizle tutun iki yandan, aynen yazacağım: "Bu Rapor'u yazanlar her kimse, yazdıranlar her kimse, millet bunları tükürüğüyle boğar. Azınlık arayanlar, ANALARINA BABALARININ KİM OLDUĞUNU BİR KEZ DAHA SORSUNLAR".<p></p><p>Yani bize piç, annelerimize orospu (utanmayın, utanmayın lütfen!), babalarımıza deyyus diyordu. İlk ikisini bilirsiniz de, Deyyus'u bilir misiniz; pezevenk'in bizzat kendi karısını satan türü demektir. Utanmayın lütfen. Ben bunları gelip yemek odanıza yüksek sesle okumuyorum ki. Size yazıyorum sadece bilgi olarak. Etrafınızda çoluk çocuğunuz, eşiniz falan varsa yalnız başınıza sessizce okursunuz, gazeteyi de gizlersiniz, olur biter.</p></blockquote><p>Diyordum ya.. Baskın Oran isimli şahıs hayli matrak.. matrak bir laf anlama tekniği var...</p><p>"Anana, babanın kim olduğunu git sor" diyenin annesine orospu, babasına da deyyus dediğini söylediğini anlıyor..</p><p>Hadi, annesi hakkında haklı olabilir (<span style="font-style: italic;">yani, soruyu öyle yorumlayabilir</span>); fakat, o laftan otomatik olarak babasının deyyus olduğunu nasıl çıkarıyor?</p><p>Her '<span style="font-style: italic;">ororspu</span>' evli olmak zorunda mıdır; her evli '<span style="font-style: italic;">orospu</span>'yu da kocası (<span style="font-style: italic;">deyyus</span>) mı pazarlamak zorundadır?</p><p>Bir türlü anlamış değilim.</p><blockquote>Hatırlıyor musunuz ne yaptı meslektaşlarınız, Sayın Yargıçlar, bu davada? Ankara Asliye 3. Hukuk Mahkemesi bu Sarıbaş'ı tazminata mahkum etti. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi bu hükmü de bozdu. Gerekçe göstermeden. İlk mahkeme de ona uydu, bitti, gitti.</blockquote><p>Ne yapacaktı mahkeme?</p><p>Sırf, Baskın Oran isimli şahıs alınganlık gösterecek diye, gösterecek diye, cüml'âlemin ağzına kilit mi vurmalıydı?</p><blockquote>Sayın Yargıçlar,<p></p><p>Tekrar başa dönelim.</p><p>Aynı hakaretleri, yukarıda adını saydığım şahısların sizlere yapmasına izin verir miydiniz? Çok iyi düşünün.</p><p>Elbette vermezdiniz. Kıyametleri kopartırdınız. Davalar açar, mahkûm ettirirdiniz. Çünkü onurlu insanlarsınız siz.</p><p>Ama, ben de öyle, başkaları da öyle.</p></blockquote><p>Ne yana döülürse dönülsün; mugalâta mugalâtadır; ve yukarıda bunu denemenin iyi bir örneğini görüyoruz:</p><p>Sanki, yukarıda anlatıldığı şekilde bir '<span style="font-style: italic;">korsan</span>' '<span style="font-style: italic;">rapor</span>' yazana ve bunu da bir '<span style="font-style: italic;">basın olayı</span>' haline getiren Baskın Oran isimli şahıs değilmiş, durduk yerde hakkında birileri birşeyler yazmış gibi; kendini mazlum konuşlandırmak denemeleri yapıyor..</p><blockquote>Hakarete izin verince şu oluyor; insanlar diyorlar ki bu nasıl memleket, bu nasıl adalet. Bunları bir halka asla söyletmemek lazım değil mi sizce?<p></p><p>Bendenize gelince. Hayır. Sizin o "ifade özgürlüğüdür" dediğiniz adi kelimeleri hiç kimseye kullanmam ben, çünkü haysiyetli bir insanım. Size değil, hiç kimseye böyle rezillikler yazmayı aklımdan bile geçirmem. İnsanlığımdan utanırım, vicdanımdan korkarım.</p></blockquote><p>Baskın Oran isimli şahıs, tertiplediği o korsan basın toplantısı gösterisini ve akabinde yol açtığı skandalın rezilliğini yok sayıyor anlaşılan..</p><p>Olabilir.. herkesin meşrebi farklı.</p><blockquote>Sayın Yargıçlar,<p></p><p>Bütün bu adli süreçten sonra, ben kendimi daha az güvende hissediyorum artık. Bu tür melânetlerin rahatça yapılabildiği bir ülkede yaşamak o kadar hoş bir his değil. Eğer bir vatandaş, üstelik saçları ağarmış emekli bir profesör, bu tür bir huzursuzluk duyuyorsa, bitmiştir o ülke.</p></blockquote><p>'<span style="font-style: italic;">Ülke</span>' değil de, artık diline vurduğu aşikar olan bir emekli profesörün bittiğinden bahsedebiliriz zannedersem.</p><p>Olmayan bir azınlık meselesini, bireyselcilik saplantısıyla, birey bazına indirgenecek derecede azınlıklar halinde yaratmak melânetine yönelik gayretlerinin ödülünü/methiyesini çok yanlış yerlerden bakliyor bence.</p><blockquote>Çaresizim. Sizi, her insanda doğuştan mevcut vicdanlarınızla baş başa bırakmaktan başka çare yok elimde bu ülkede.<p></p><p>Tek çare, AİHM'ye başvurmak. Bu da bizatihi bir hüzün unsuru zaten.</p></blockquote><p>Evet. Bir '<span style="font-style: italic;">hüzün unsuru</span>' olabileceğine katılırım.</p><p>Büyük bir ihtimalle, AİHM de Baskın Oran isimli şahsa "yazılacak olan eleştirilere katlanmak zorunda" olduğunu (<span style="font-style: italic;">başka bir dilden</span>) yüzüne okuyacaktır.</p><p>Fakat, hüznünü gidermek için, bu bitkin profesöre, bir-iki vakıftan bir-iki parça iş verebilirler. O ayrı.</p><blockquote>(Prof. İbrahim Kaboğlu da bu yazının altına imzasını koymaktadır)</blockquote><p>Yah..</p><p>Bozacının şahidi şah idi; şiracı da şahbaz oldu böylece.</p><p>La havle, indeed..</p><p>Baskın Oran isimli şahsa kim nasıl prof.luk verdi bilemem; ama, böyle ipe sapa gelmez şeyleri yazdığı halde neden onu tekaütlüğünde olsun --<span style="font-style: italic;">o kadar istediği aşikâr olduğu halde</span>-- unutturmazlar; bilen varsa beri gelsin...</p>Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-19088081.post-73941034509360554132009-07-12T19:03:00.008+03:002010-05-18T20:55:01.447+03:00Asr-ı Saadet'te makam ve mevki sahibi kadınlar<p>Başörtüsü ve tesettür konusundaki tartışmalara artık bir nokta koymak gerektiği kanaatindeyim.</p><p>Cumhuriyet rejimi, evet, açıkça zulüm işlemektedir.</p><p>Bu zulmün ortadan kalkabilmesi için, ben de elimden geleni yapmak isterim.</p><p>Aktif bir şeyler yapmak, sokaklara dökülmek --<em>tabii ki</em>-- bana yakışmaz.</p><p>Bunun yerine, konuya terihsel gerçeklerden bakmak lazımdır bence.</p><p>'<em>Tarihsel gerçekler</em>' derken, benim yapmak istediğim şey, Kuran'ın ne dediği, Hadislerde neler söylendiği vb vs üzerinde sayfalar yazmak olmayacak.</p><p>Cünkü, bu tür şeyler --<em>malesef</em>-- her tarikat ve cemaatte farklı farklı yorumlanıyor ve bir birlik sağlamak hiç de kolay değil.</p><p>O yüzden, konunun teorik tarafıyla vakit harcamak yerine, Asr-ı Saadet'te (<em>yani, Peygamberin hayatta olduğu dönemde</em>) kadınların kamusal alanda ne denli yaygın yer edindiğine örnekler vereceğim.</p><p>Bunu yapmadan önce, şunu belirtmek gerekiyor: Bilindiği üzere, bir Hadis-i Şerif "<strong><em>İlim Çin'de de olsa gidiniz ve alınız</em></strong>" der.</p><p>Her ne kadar bu Hadis'in sahihliği tartışılır ise de, yine de gereğinin yapıldığına şüphe yoktur.</p><p>Buna örnek olarak, asr-i Saadet'te, her köyden, her kabilenin yerleşkesinden başlayarak ülkenin her tarafında hummalı bir eğitim faaliyetinin başladığını; ana okullarından tutunuz, ilkokul, orta okul, lise ve üniversite muadili (<em>eşdeğeri</em>) mekteplerin açıldığını; sağlık konusunda da benzeri bir çalışmayla, her köyden, her kabilenin yerleşkesinden başlayarak ülkenin her tarafında sağlık ocakları, klinikler, hastaneler açıldığını biliyoruz.</p><p>Bunca kamusal hizmetlerin verildiği bu kurumlarda da, yine hepimizin pekala bildiği üzere, sadece erkekler değil kızlar da okuyor; buralardan mezun olanlar yine aynı şekilde bu kurumlarda öğretmen, hoca, hemşire veya tabip (<em>doktor</em>) olarak çalışabiliyordu.</p><p>Kadınların kamusal hayata katılımları tabii ki bu kadarla kalmıyordu.</p><p>Köyler ve kabile yerleşkelerinin yönetimlerinden tutun, ilçelere kaymakam, illere vali olabiliyorlardı.</p><p>Zamanın polis teşkilatında da gerek alt kademede, gerekse de üst yönetimde kadınlar bilhakkın temsil ediliyorlardı.</p><p>Her ne kadar orduda daha az sayıda olsalar da, bugünün diliyle '<em>subay</em>' diyebileceğimiz mevkilerde de kadınları rahatça görebiliyorduk.</p><p>Kısacası, o mesut devirde, Asr-ı Saadet'te, yaşanan uygulamalar bugüne kıyasla fersah fersah ileriydi.</p><p>Zaten, İslam'ın kadın hakları konusunda önceki dinlerden en temel farkı, kadınlara layık oldukları yeri tanımasıydı.</p><p>Neyse.</p><p>Daha fazla söz ile uzatmadan, doğrudan doğruya somut örneklere geçeyim istiyorum.</p><p>Aşağıdaki 10 kişilik listede, Asr-ı Saadet'te öğretmen, doçent, profesör, hemşire, tabip, başhekim, subay, emniyet müdürü, kaymakam, vali ve diğer kamusal görevlerde bulunmuş kadınların listesini bulacaksınız.</p><p><b>01)</b> <em>{kayıt bulunamadı}</em></p><p><b>02)</b> <em>{kayıt bulunamadı}</em></p><p><b>03)</b> <em>{kayıt bulunamadı}</em></p><p><b>04)</b> <em>{kayıt bulunamadı}</em></p><p><b>05)</b> <em>{kayıt bulunamadı}</em></p><p><b>06)</b> <em>{kayıt bulunamadı}</em></p><p><b>07)</b> <em>{kayıt bulunamadı}</em></p><p><b>08)</b> <em>{kayıt bulunamadı}</em></p><p><b>09)</b> <em>{kayıt bulunamadı}</em></p><p><b>10)</b> <em>{kayıt bulunamadı}</em></p><p>Şimdi..</p><p>Evet, görüyorsunuz..</p><p>Bir de bugüne bakalım..</p><p>Bugünkü laik ve çağdaş (<em>dolayısı ile dinsiz de denebilecek</em>) Cumhuriyet rejiminde bırakın 10 tane önemli mevkilere gelmiş kadını, bir tane bile mevcut mudur?</p><p>Önemli mevkileri geçelim, kızlarımızın bir tanesinin okullarda okutulduğunu iddia edebilecek bir tane dahi olsun helâl süt emmiş insan bulabilir misiniz?</p><p>Bulamazsınız.</p><p>Çünkü, yoktur.</p><p>İşte.</p><p>Aradaki fark budur; ve, evet, Asr-ı Saadet ile kıyas götürmez şekilde, laik Cumhuriyet rejimi, çağdaşlık kısvesiyle, kadınlarımıza kızlarımıza açıkça ve dayanılmaz zulümler etmektedir.</p><p>Bu zulümü sona erdirmek için, bir an önce Asr-ı Saadet şartlarına dönmek gerekiyor.</p><p>Yetişir çektiğimiz Cumhuriyet'ten ve dahi modernite denen bu illetten!</p>Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-19088081.post-57842451677640437712009-07-11T05:45:00.008+03:002009-07-11T08:45:46.949+03:00Dokuz eşin tümüne birden ihanet etmenin faziletli yolları..<p>Hayata zor şartlar altında başlamış olan kahramanımız, küçük yaşta öksüz ve yetim kalınca, amcası tarafından büyütülmüş; yirmibeş yaşına geldiğinde bile kendi yuvasını kuracak kadar bir mal varlığı edinememiş; hayli zengin fakat kendisinden onbeş yaş daha büyük ve iki kere evlenip dul kalmış bir kadına içgüveysi gitmek zorunda kalmıştır.</p><p>Aileden ticaretle uğraşan zengin karısının sayesinde onbeş sene oldukça rahat ve mazbut bir hayat yaşamış, fakat ölen karısının ardından yalnız kalmıştır.</p><p>Yalnız kalmıştır da, artık hem zengindir hem de, aşiret reisi denebilecek bir mertebeye ermiş olduğundan dolayı, çevresi fevkalade derecede geniştir.</p><p>Yani, artık ne yalnız kalmak, ne öyle eskisi gibi mazbut, ne de tek eşli yaşamak zorundadır.</p><p>Sonuçta, her ölüm hem acıdır hem de yeni fırsatlar anlamına gelir.. </p><p>Kahramanımız da bunun farkındadır.</p><p>Ve, derhal, arkası arkasına tam dokuz karı alır...</p><p>Aşağıda, bu güçlü kudretli ağanın, dokuz karısını birden evin hizmetçisi ile aldattıktan sonra, başkaları için yüz kızartıcı olabilecek böyle bir durumdan nasıl alnının akıyla sıyrılıp çıktığını okuyacağız...</p><p>Kahramanımız, dokuz karısını iki gruba ayırmıştır. </p><p>Bir grupta 4, diğerinde de 5 karısı vardır ve bunlardan herbiriyle sırası geldiğinde yatmak alışkanlığındadır.</p>Gün gelir, sıradaki karısı, annesinin evine gider bir günlüğüne.<p>O gün yatacak bir karıdan mahrum olan kahramanımız, pek de güzel ve taze olan evin hizmetçisini çağırır ve yatağa atar.</p><p>Atar da, aksiliğe bakınız ki, annesinin evine gitmiş olan karısı durumdan şüphelenmiştir. Haber vermeksizin, ansızın, eve geri döner.</p><p>Döndüğünde ne göreceğini hepimiz biliyoruz: Diğer sekiz kuma ile paylaştığı yetmezmiş gibi, kocasını evin hizmetçisi ile aganigi durumlarında basar.</p><p>Üstelik de kendi yatağındadırlar!</p><p>Böyle bir ihanetle karşılaşan herkes gibi, kadın, haliyle, feveran eder; bağırır çağırır.</p><p>Buna karşılık, konu komşuya rezil olmak istemeyen uyanık koca, '<i>bir daha olmayacak</i>' anlamında, "bakma onunla yattığıma, artık onu kendime haram kıldım" filan der ve başka kimseye söylememesi için karısına sıkıca tembihler eder.</p><p>Fakat, karısı kaçın kurrasıdır; böyle tembihlere uyacak olsa, daha kimbilir kaç defa daha aldatılacağını bildiği için, hemen durumu öteki kumalara yetiştirir.</p><p>Bu sefer hepsi ayağa kalkmıştır.. çünkü, belki de öteki kumalar da bu azgın teke kocayı başka kadınlarla basmış fakat tembihlere kanarak üstünü örtmüşlerdir; bu sefer de öyle olmasını istemezler.</p><p>Bütün karılarına birden yakalanıp madara olan beyimiz, zeytinyağı misali, baskın çıkabilmek için, '<i>gücenmiş</i>' pozlarına yatar.</p><p>Hiç de '<i>anlayışlı</i>' çıkmadıklarını vurgulayarak, karılarıyla bir ay boyunca yatmamak kararını aldığını söyler.</p><p>Bu arada, karıları da ondan boşanmak istemektedirler.</p><p>Boşanmak isteyişlerinin birden fazla sebebi vardır.</p><p>Bunlardan birisi, kahramanımızın bu iflah olmaz azgın tekeliğinden bıkmış usanmış olmaları; diğeri de, onca nüfuz ve kudretine rağmen bir pinti hayatı yaşayan kahramanımızın karılarına zırnık koklatmayışı onları da sefil bir hayata mecbur edişidir.</p><p>Fakat, kahramanımız, elalemin kesesinden yaşadığı debdebeli hayatının kurulu düzenini bozmak anlamına gelecek bu boşanmak fikrine hiç de sıcak bakmaz.</p><p>Bakmaz, çünkü, bu, '<i>karizmayı çizdirmek</i>' anlamına gelir: fevkalade usturuplu bir şekilde halletmek gerekir.</p><p>Bu arada, kahramanımızın elemanları da durumu sezmiş, kendi geleceklerinden endişe eder olmuşlardır. Ağanın düzeninin bozulmasını onlar da istemezler, haliyle.</p><p>Ağanın sağ kolu, kahyası, devreye girer; kadınlarla konuşur. Onlara ağanın tehditlerini iletir..</p><p>Ağa, istedikleri takdirde tabii ki boşanabileceklerini; fakat, hem onlara tek kuruş mal ya da nafaka vermeyeceğini; hem de çok kudretli dostları olduğunu, boşanırlarsa, onlara bu dünyada da öteki dünyada huzur vermeyeceğini söyler.</p><p>Yani, kadınlar, aldatılmış olmak bir tarafa, boşandıkları takdirde, hem bir başlarına cascavlak ortada kalacak, hem de türlü çeşitli hücumlara hedef olacaklardır..</p><p>Kim korkmaz ki.. Kadınlar da, haliyle, korkarlar ve vazgeçerler...</p><p>Ağa da, bu olumlu sonuç üzerine, pozisyonunu daha da bir sağlamlaştırmak için, kadınlara yeni şartlarını bildirir.</p><p>Bunlar kabaca şöyledir:</p><p>1- Ağanın emirlerine boyun eğecekler, teslim olacaklar.</p><p>2- Diliyle de söylediği gibi, kalbiyle de tasdik ederek, içi dışı ağanın istediği şekilde olacaklar.</p><p>3- Can-u gönülden ağaya itaat edecekler.</p><p>4- En küçük bile olsa, ağanın kusur ve yanlışlarını görmezden gelecekler.</p><p>5- Ağanın koyduğu kuralları eksiksiz uygulayacaklar.</p><p>6- Ağanın malına mülküne ortak olmak iddialarını bırakıp, ağanın verdiği kadarıyla yetinecekler.</p><p>Kadınlar, elleri mahkum, bu şartları itirazsız kabul ederler.</p><p>Ağa ise, daha önce boş bulunup yemin billah elini sürmeyeceğini söylediği her ne varsa, bunları fakirlere üç kuruş kefaret vererek tek tek bozar; ve bir zaman sonra, hizmetçiden bir çocuk sahibi olur. Çocuğu da hizmetçiden alır ve bir süt-anneye verir.</p><p>Fakat, kaderin tecellisine bakınız ki, bu çocuk da --<i>tıpkı ilk karısından olan diğer iki erkek evladında olduğu üzere</i>-- yaşamaz; iki yaşına gelmeden ölür.</p><p>Ağa da, o kadar istemesine rağmen, ardında bir erkek evlat bırakamadan ölür gider.</p><p><b>Kıssadan hisse</b>: Eğer güçlü ve kudretli iseniz, istediğinizi becerebilirsiniz; ama, bu, her istediğinizin olacağı anlamına gelmez.</p><p><span style="font-size:50%;"><span style="color:#660000;">Not: Tahmin edebildiğiniz üzere, bu hikayenin <a href="http://muzminanonim.blogspot.com/2009/07/tahrim-suresinin-tefsiri.html">şu yazıyla</a> uzaktan yakından alakası yoktur. Dahası, bu hikayede ismi geçen ya da geçmeyen kim varsa hayal ürünüdür; yaşayan ya da yaşamış kişilerle ilişkişi, ilintisi yoktur.</span></span></p>Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-19088081.post-82317756566527684632009-07-11T05:38:00.001+03:002009-07-11T06:45:29.266+03:00Tahrim Suresinin Tefsiri<p>Aşağıdaki metin, hakikat.com isimli siteden, dili sadeleştirilerek ve formatı bir miktar yeniden düzenlenerek, <a href="http://www.hakikat.com/dergi/122/tahrim122.html">alıntı</a>lanmıştır.</p><p><h5>Tahrim Suresinin Tefsiri</h5><h6>Surenin Takdimi:</h6><p></p><p>Tamamı Medine'de nazil olan bu Sure; on iki ayet, iki yüz kırk yedi kelime ve bin altmış harften teşekkül etmiştir.</p><p>İsmini birinci ayetten almıştır. İlahi hükümleri konu alan Surelerdendir.</p><p>Bundan önceki Talak Suresinde mümine hanımların boşanması ile ilgili hükümler yer aldığı gibi; Tahrim Suresinde de Peygamberin nezih hanımları ile ilgili hükümler bulunmaktadır.</p><p><h6>Muhtevası:</h6><p>Bu Surede, Peygamberin hanımları ile arasında geçen birçok mühim hadiseye işaret edilmekte, onların Allah katındaki ulvi makamları, yüce mevkileri anılmakta ve bir örnek alınacak numune olarak beşeriyete duyurulmakta, Peygamber hanımlarında bulunacak vasıflar öz bir şekilde ifade edilmektedir.</p><p>Başkalarını memnun etmek için helal olan bir şeyi haram imiş gibi göstermenin doğru olmadığı belirtilmektedir.</p><p>Yapılması meşru olan bir şey terkedilip yapılan yeminde durulmadığı zaman kefaret verilmesi gerektiği açıklanmaktadır.</p><p>Aile sırrının gizli kalması hususunda çok dikkatli olmak gerektiği üzerinde durulmakta ve bir ahlaki özellik olarak tanıtılmaktadır.</p><p>Allahın nuru, alemlerin gurur ve sururu olan Peygamberin Allah katındaki en yüksek mertebesi en beliğ bir şekilde inanmış gönüllere zerkedilmektedir.</p><p>Peygamber, pak zevcelerini boşasa da, onlardan daha hayırlı zevcelere nail olacağı müjdelenmektedir.</p><p>Müminlerin hem kendilerini hem de aile halkını pek şiddetli cehennem ateşinden korumaları emredilmekte, bu mesuliyetin çok ağır olduğu ihsas ettirilmektedir.</p><p>Kafir ve münafıklar ahiret gününde her ne kadar yaptıkları azgınlıklar için özür beyan etseler de hiçbir zaman kabul edilmeyeceği, cezalarını mutlaka çekecekleri ihtar edilmektedir.</p><p>Müminlere merhamet kanatları açılmakta, nefislerine uyarak yaptıkları günahlardan, bilerek veya bilmeyerek işledikleri kusurlardan dolayı, acısını duyarak tevbe etmeleri istenmektedir.</p><p>Allahın Sevgilisini ve ona gönülden inanan, yolunda ve izinde yürüyen müminleri kıyamet gününde rüsvay etmeyeceğini, utandırmayacağını, nurlara gark edeceğini haber vermektedir.</p><p>Her türlü şartlarda kafirlerle ve münafıklarla cihad edilmesi, onlara sert davranılması, böylece küfrün ve nifakın önüne geçilmesi emredilmektedir.</p><p>Tahrim suresinin sonunda iki misal getirilmekte; Nuh ile Lut'un eşlerinin kocalarına ihanet ettikleri ve en kötü akıbete uğradıkları, Firavun'un Allaha gönülden iman eden karısı asiye'nin imanındaki sadakati ile iffet numunesi Meryem'in Allah katındaki ulviyeti beyan buyurulmakta, böylece aile yapısında kadının yerinin ne kadar önemli olduğu vurgulanmaktadır.</p><p><h6>Peygamber ve Muhtereme Hanımları:</h6><p></p><p>Hicretin dokuzuncu yılında İslamiyet artık maddi ve manevi kuvvet bulmuş, müslümanların eline birçok maddi imkanlar geçmiş, durumları oldukça düzelmişti.</p><p>Her türlü imkana kavuşmuş olmasına rağmen, Peygamber hiç iltifat etmiyor, sade ve mütevazi yaşayışına devam ediyordu.</p><p>Fakat Peygamberin eşleri, kadınlığın fıtratında bulunan ziynet ve dünya malına karşı meyil sebebiyle yiyecek ve giyecek hususunda Peygamberden bazı isteklerde bulundular. "Bizler de başka kadınların istedikleri ziynetlerden isteriz." dediler.</p><p>Her biri birtakım şeyler istiyordu. Onların bu teklifleri, uygunsuz tutum ve davranışları kalbinin kırılmasına sebep olmuştu. Çünkü kendisi sade yaşadığı gibi, onların da sade bir hayat sürmelerini arzu ediyordu.</p><p>Aişe'in bildirdiğine göre, eşleri iki gruba ayrılmıştı.</p><p>Grupların birinde; Aişe, Hafsa, Safiye, Sevde bulunuyordu.</p><p>Diğer grubu ise; Habibe, Seleme, Zeyneb, Meymune ve Cüveyriye teşkil ediyordu.</p><p>Peygamber, günlerini eşleri arasında taksim ederdi. Hafsa'nın günü geldiğinde, anne ve babasını ziyaret için Peygamberden izin istemiş ve gitmişti.</p><p>Bu arada Peygamber, cariyesi Mariye'ye haber gönderip yanına getirtti ve onunla beraber oldu.</p><p>Hafsa, dönüp onu kendi odasında görünce fevkalade gücenerek bir kıskançlık duydu. "Ben yok iken onu odama alıp, onunla birlikte mi oldun? Bunu sadece beni hakir gördüğün için yaptığın kanaatindeyim." dedi.</p><p>Peygamber bunun üzerine gönlünü almak için: "Mariye'yi kendime haram kıldım, fakat sakın bundan hiç kimseye söz etme!" buyurdu.</p><p>Fakat, Hafsa, daha sonra Aişe ile kendi arasındaki duvara vurarak Peygamberin sırrını ona duyurdu. Çünkü birbirleriyle çok sıkı-fıkı idiler. Bundan sonra diğer hanımları da durumdan haberdar oldu.</p><p>Peygamber bu duruma çok kızdı, onlardan bir ay uzak durmak üzere yemin etti ve "Meşrebe" diye anılan çardakta tek başına yatıp kalkmaya başladı.</p><p>Bu hususta nazil olan ayetlerde Allah şöyle buyurdu:</p><p>"Ey Peygamber! Eşlerinin hoşnutluğunu gözeterek Allahın sana helal kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun?" (Tahrim: 1)</p><p>Bu hitap, kınama için değildir. Zira, Peygamberin helal olan şeyi nefsine haram kılması, evlayı terk kabilindendir. Yoksa Allahın helal kıldığı bir şeyi hakikatte haram kılmak değildir.</p><p>"Allah çok bağışlayan, merhamet edendir." (Tahrim: 1)</p><p>Sana merhamet buyurarak bundan dolayı seni sorumlu tutmamıştır, hakkında rahmet tecelli edecektir.</p><p>"Allah yeminlerinizi çözmeyi meşru kılmıştır." (Tahrim: 2)</p><p>Yemin kefareti vermek suretiyle o terkedilen şey yine ifa edilebilir.</p><p>"Allah sizin Mevlanızdır." (Tahrim: 2)</p><p>Onun için kendi arzunuza göre değil, Onun emirlerine göre hareket ediniz.</p><p>"O ilim ve hikmet sahibidir." (Tahrim: 2)</p><p>Binaenaleyh, size verdiği emirleri ve hükümleri de sizin ihtiyaç ve menfaatlerinizi bilerek ilim ve hikmetiyle vermiştir. Onun bütün emirleri baştan sona hikmete dayalıdır.</p><p>Daha sonra Allah, Peygamber ile Hafsa'le arasında geçen hadiseyi açıklamak üzere şöyle buyurdu:</p><p>"Hani Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti." (Tahrim: 3)</p><p>Bu, Mariye'yi kendisine haram kılması sırrıdır.</p><p>"Fakat eşi o sözü başkasına haber verdi. Allah da bunu Peygambere açıkladı." (Tahrim: 3)</p><p>Hafsa, bu sırrı Aişe'ye açınca, Allah, Cebrail vasıtası ile onun bu sırrı yaydığını Resulune bildirdi.</p><p>"Bir kısmını bildirmiş bir kısmından da vazgeçmişti." (Tahrim: 3)</p><p>Peygamber, Hafsa'ya sitem ederek yaydığı bu sırrın bir kısmını ona bildirdi. Lütufta bulunarak bütün yaptıklarını kendisine bildirmedi, yüzüne vurarak utandırmak istemedi.</p><p>"Peygamber bunu ona haber verince eşi: 'Bunu sana kim haber verdi?' dedi." (Tahrim: 3)</p><p>Aişe'nın haber verip vermediğini öğrenmek istedi.</p><p>Buna karşılık Peygamber da:</p><p>"'Her şeyi bilen ve haberdar olan Allah haber verdi.' dedi." (Tahrim: 3)</p><p>Peygamber bu kadar söylemekle yetindi ve yine onların hoşnutluklarını düşündü.</p><p>Bu sebeple onlarda gördüğü bazı dilekleri ve birbirlerine arka çıkmaları karşısında da başka bir şey yapmayıp sırf bir ibret dersi olmak üzere, bir ay müddetle onları kendi hallerine bırakarak bir yeminle yakın alakadan mahrum etti.</p><p>Büyük bir irfan sahibi olan eşlerinın daha fazla ıslah olmaları için bu şekilde acı bir dersin olması gerekiyordu.</p><p>O kadının sıradan bir insanın hanımı olmayıp, kendisinin hassas bir mevkide olduğu yüce bir zatın hanımı olması sebebiyle, Allah kıyamete kadar okunacak olan Kuran'da bu hadiseyi anmıştır.</p><p>Bu ilahi beyandan sonra Allah, Aişe ve Hafsa'e hitaben ayetinde şöyle buyurdu:</p><p>"Eğer tevbe ederseniz, kaymış olan kalpleriniz düzelmiş olur." (Tahrim: 4)</p><p>Peygambere eziyet yapmış olmakla, Peygamberin kalbini rencide etmişlerdi. Binaenaleyh bu halden dolayı kalpleri kaymıştı, düzelmesi için tevbe etmeleri gerekiyordu.</p><p>Maksat yalnız iki hanımın değil, eşleri iki grup halinde toplandıkları için, iki grubun hepsinin de kalplerine tembihte bulunmaktır.</p><p>"Şayet onun aleyhinde birbirinize arka çıkarsanız, hiç şüphesiz ki Allah onun Mevlasıdır." (Tahrim: 4)</p><p>Peygambere karşı birlik olup cephe kurmak sadece kendilerine zarar verir.</p><p>Çünkü her şeyden önce onun sahibi ve yardımcısı Allahdır.</p><p>Hem de Ruh'ul-emin olan ve ona vahiy getiren Cebrail da onun yardımcısıdır.</p><p>O iki hanımın babaları Ebu Bekir ve Ömer'den her biri, müminlerin iyi olan her ferdi onun yardımcısıdır.</p><p>Allah Cebrail'ın şanını yüceltmek ve Allah katındaki makamını açıklamak için tek olarak andığı gibi; salih müminleri şereflendirmek ve salih olmanın faziletini yüceltmek için de onları meleklerden önce zikretti.</p><p>"Cebrail de, müminlerin salih olanları da, bunun ardından bütün melekler de ona yardımcıdırlar." (Tahrim: 4)</p><p>Allahın, Cebrail'ın ve salih müminlerin muhabbetle yardımlarından sonra, bütün melekler de onun yardımcısıdır.</p><p>Onu bizzat kendisi koruduğu gibi, Cebrail ve mukarreb meleklerle koruyacağını, salih kullarının da canı ve malı ile yardımcı olacağını bize duyuruyor.</p><p>"Bütün melekler" ibaresinden, her meleğin ondan haberdar olduğu ve onun hakkında emir beklediği ifadesi çıkıyor.</p><p>Bütün manevi ve maddi kuvvetlerin desteğine, sevgi ve yardımına kavuşan bir zata karşı çıkmanın nasıl bir felakete yol açacağını düşünerek, böyle bir durumdan bütün müminlerin erkek ve kadınları korunup sakınmalıdırlar.</p><p>Daha sonra, Allah, eşlerinı korkutmak için şöyle buyurdu:</p><p>"Eğer o sizi boşarsa, Rabb'i ona sizden daha iyi, kendini Allaha veren, inanan, gönülden itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan, dul ve bakire eşler verir." (Tahrim: 5)</p><p>Bu ilahi hitap hanımlarının hepsinedir.</p><p>Onlar 'Müminlerin anneleri' ünvanına sahiptirler. Peygamberin sevgili ve itaatli hanımları olmaları sebebiyle yeryüzünde onların dengi olabilecek, onlardan daha hayırlı kadınların olabileceği düşünülemez.</p><p>Eğer eziyet ve isyan ederler de, Peygamber onları boşayacak olursa; o zaman bu hususiyetleri kalmaz ve onların yerine gelecek, her hususta itaat edecek, onun rızasını ve sevgisini kazanacak olan hanımlar, onlardan daha hayırlı olmuş olurlar.</p><p>Ayette: 'Peygamber hanımları'nda bulunacak vasıflar öz bir şekilde ifade edilmiştir.</p><p>İlk vasıf; şirkten uzak olarak, Allahın birliğini ve Peygamberin hakikatini kabul edip, Allahın ve Peygamberin emirlerine boyun eğmek, teslim olmak.</p><p>İkincisi; diliyle de söylediği gibi, kalbiyle de tasdik ederek içi dışı müslüman olmak.</p><p>Üçüncüsü; can-u gönülden itaat etmek.</p><p>Dördüncüsü; en küçük bile olsa, kusur ve günahlardan daima tevbe edip sakınmak.</p><p>Beşincisi; gerek farz gerekse nafile ibadetlere devam etmek.</p><p>Altıncısı; dünya hayatını bir yolculuk bilip, geçim hususunda bir yolcu gibi olduğuna kanaat ederek oruç ve riyazeti ahlak edinip, Allahın mükafat ve cezasını düşünmek.</p><p>Peygamber 'Meşrebe' diye anılan çardakta bir ay kadar yalnız başına kaldı, sabah ve akşam yemeğini yalnız başına yedi.</p><p>Bu durumu öğrenen Peygamberin yakın çevresi telaşa kapıldı, Peygamberin hanımlarını boşadığını sandılar. İçlerinden bazıları Mescid'de mahzun mahzun oturuyor, küçük çakıl taşlarıyla oynayarak içlerindeki sıkıntıyı açığa vuruyorlardı, bazıları da ağlıyordu.</p><p>Ömer, izin alarak Peygamberin huzuruna girdi. Beline bir ihram bağlayıp hurma lifinden yapılmış bir hasır üzerine uzanmış olduğunu gördü, selam verdi. Vücudundaki hasır izlerini görünce dayanamadı, ağlamaya başladı.</p><p>Peygamber: "Niye ağlıyorsun ya Ömer!"</p><p>diye sorduğunda,</p><p>Ömer: "Ya Resulullah! Ne diye ağlamayayım ki? Kisralar, Kayserler dünyanın zevk ve sefasını sürerken, siz Allah katında en seçkin kul olduğunuz halde böyle bir hayat sürüyorsunuz!" dedi.</p><p>Peygamber buyurdu ki: "Ya Ömer! Dünya onların, ahiretin de bizim olmasına razı değil misin?"</p><p>Ömer: "Razıyım!" diye cevap verdi. Daha sonra hanımlarını boşayıp boşamadığını sordu.</p><p>Peygamber: "Hayır boşamadım." buyurdu.</p><p>Bu cevap karşısında,</p><p>Ömer: "Allahu Ekber!"</p><p>demekten kendini alamadı ve</p><p>Ömer: "Bütün Ashab üzüntü içindeler, gidip de kendilerine durumu haber vereyim mi?"</p><p>dedi.</p><p>Peygamber: "Olur!"</p><p>buyurdu ve simasından üzüntüsü dağılıncaya kadar konuştu.</p><p>Nihayet yüzü gülmeye başladı.</p><p>Ömer, Peygamberin huzurunmdan ayrılarak Mescid'in kapısına geldi ve yüksek sesle</p><p>Ömer: "Peygamber hanımlarını boşamamıştır!"</p><p>diye bağırdı.</p><p>Bir ay dolunca Peygamber inzivadan çıkarak hanımları ile görüşmeye başladı.</p><p>Bu sırada Ahzab suresindeki ilgili ayetler nazil oldu:</p><p>"Ey Peygamber! Hanımlarına söyle: Eğer dünya hayatını ve onun ziynetini istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerini vereyim de sizi güzellikle salıvereyim." (Ahzab: 28)</p><p>"Eğer Allahı, Peygamberini ve ahiret yurdunu istiyorsanız, bilin ki Allah içinizden güzel davranan hanımlara büyük bir mükafat hazırlamıştır." (Ahzab: 29)</p><p>Bu hadiseye 'Tahyir' adı verilir. Bir erkeğin hanımını boşanma veya yanında kalma hususunda karar vermede serbest bırakması demektir.</p><p>Bu duruma göre Peygamber hanımlarını dünya ziyneti ile Allah ve Resulünü tercih etmekte serbest bırakmaya memur edilmiş bulunuyordu.</p><p>İlk olarak meseleyi Aişe'ye açtı.</p><p>"Ya Aişe! Sana bir şey soracağım, cevap vermekte acele etme, anne-babana sor, sonra karar ver." buyurdu ve nazil olan ayetleri okudu.</p><p>Aişe ise derhal cevap verdi. "Ya Resulellah! Ben bu hususta anneme babama hiç danışır mıyım? Elbette Allahı, Allahın Resulünü ve ahireti tercih ederim." dedi.</p><p>Diğer eşleri da aynı şekilde Allah ve Resulünü, dünya ziynetine tercih ettiler. Böylece sadakatlerini ispat etmiş oldular.</p><p>30. ve 31. ayetlerde Allah, Peygamberin eşlerine bizzat hitap ederek onlara ikazlarda bulundu.</p><p>Onlar Allah ve Resulünü seçtikleri için, Allah da onlara böyle ikram ve lütufta bulunmuş, Peygamber da vefatına kadar sadece bu hanımlarla evli kalmış, vefatından sonra da onlar müminlerin anneleri olarak kalmışlardı.</p><p>Onun ümmetinin nikahlayabileceği azami hanım sayısı dört olduğu gibi, Peygamberin aynı anda nikahı altında tutabileceği hanım sayısı da dokuzdur.</p><p>Bu, hem onların şereflerini muhafaza etmek, hem de yaptıkları tercihlerine ve rızalarına bir mükafat olmak üzere verilmiş bir hükümdür.</p><p>Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-19088081.post-54013265637117398902009-07-04T04:56:00.002+03:002009-07-04T05:09:52.465+03:00En büyük mantık bizim mantık.."Allah var mıdır, yok mudur?" sorusunun kadim bir mesele olduğunu bilirdim de, bu meselenin --herhangi bir şüpheye veya itiraza mahal bırakmayacak kadar-- sağlam bir cevabının verildiğini bilmezdim.
Meğer öyle değilmiş.. Mesele, yıllaar ve yıllar önce, daha çocuk yaştaki birisi tarafından kemalen halledilmişmiş..
Keşke daha önce birisi bana bunu söyleseydi de, kendi gayretlerimle bulmak zorunda kalmasaydım..
Şimdi.. gençliğime yanmadım desem yalan olur.. keşke benim de sorularıma cevaplar veren bilginler, din alimleri olsaydı o zamanlar..
Fakat, neyse ki, şimdiki gençler çok şanslı.
<p></p><p>Nasıl mı?</p><p>Şöyle:</p><p>Bugün gazetesinde Ali İhsan Er isimli bir bilgin var; bu sayın alim 03 Temmuz 2009 tarihli mübarek bir Cuma günkü <a href="http://www.bugun.com.tr/haber-detay/73305-allah-in-varligini-ispatlayan-ornek-haberi.aspx">Ebu Hanife Hazretleri, Allah’ın varlığını nasıl ispatladı?</a> başlıklı yazısında (aşağıda) meselenin nasıl da şakkadanak halledildiğini nakletmiş bizlere:</p><blockquote>İmam-ı Azam Ebu Hanife daha küçük bir çocukken, yaşadığı Bağdat şehrine inançsız bir adam gelmişti.
Adam kendine çok güveniyordu. "Kim bana Allah’ın varlığını ispat edebilir?" diye sordu.
<p></p><p>Oradakiler İmam-ı Azam’ı gösterdiler.</p><p>İnançsız adam küçümseyen bakışlarıyla şöyle bir süzdü küçük bilgini ve dedi ki; "Hadi bakalım ispatlasın da görelim."
</p>Büyük bir meraklı kitlesi toplanmıştı etrafında.
Bu sırada İmam-ı Azam, "benim kitaplarım evde kaldı. Gidip onları getireyim önce" diyerek ayrıldı.
İmam-ı Azam uzun bir süre gelmedi. Ama herkes bu işin içinde bir gariplik olduğunu da seziyordu. Çünkü İmam-ı Azam dosdoğru bir insandır. Yalan söylemez ve sözünde durur. Gelmeyecekse mutlaka söyler, ya da haber gönderir, diye düşündüler.
Böylece bir hayli zaman geçtikten sonra çıkıp geldi küçük bilgin.
İnançsız adam İmam-ı Azam’a sordu, "Nerede kaldın? Yoksa Allah’ın varlığını ispatlayamam diye mi korktun?"
İmam-ı Azam gayet rahat ve soğukkanlılıkla cevap verdi, "Hayır, böyle bir korkum yok. Çünkü Allah’ın varlığını ispatlamak çok kolay bir konudur. Ancak benim gecikmemin bir sebebi var. Benim evim karşı kıyıda. Biliyorsunuz, Bağdat’ın ortasından kocaman bir ırmak akar. Karşıya geçtikten sonra büyük bir sel ve fırtına çıktı. Tekrar dönmek için ne bir sandal, ne bir köprü kaldı."
İnançsız adam sordu, "Peki, şimdi nasıl geçip geldin?"
<p>İmam-ı Azam cevap verdi: "İşte ben de onu anlatacağım. Geldim kıyıya, birde baktım ki, kocaman taşlar kıyıdan yuvarlanıp atladı ırmağın içine. Üst üste atlayan taşlardan köprü ayakları meydana geldi. Bu arada havada kendi kendine uçan uzun tahtalar bu ayakların üzerine örtüldü. Arkasından çiviler yine havada uçuşarak kurşun gibi saplanıp tahtaları ayaklara tutturdular. O sırada kıyıdaki toprak ayağımın altından kayarak bu tahtaların üstünü kapattı. Büyük ve rahat bir yol gibi, kocaman bir köprü meydana geldi. Ben de üzerinden yürüyüp geçtim ve geldim."</p><p>Herkes şaşkınlıkla bu sözleri dinlerken, inançsız adam dedi ki: "Karşıma küçük bir bilgin diye akılsız bir çocuk mu çıkardınız? Bir yığın saçma ile uğraşacak vaktim yok benim. Bu çocuk koskoca bir köprünün kendi kendine oluştuğunu anlatıyor. Hiç yapan, çalışan olmadan köprü oluşur mu?"
</p>Bunun üzerine İmam-ı Azam, adama bakmış ve şöyle konuşmuş:"Peki, bir köprü mü daha sanatlı ve büyüktür, yoksa dünya mı?"
<p>İnançsız adam: "Elbette dünya çok daha büyük ve sanatlıdır."
</p>İmam-ı Azam: "Öyle ise dünyaya göre çok daha küçük ve sanatsız olan bir köprünün kendi kendine olamayacağını söylüyorsun da, bu muhteşem dünyanın nasıl kendi kendine oluştuğunu söyleyebiliyorsun? Köprüyü bir yapan vardır, ustasız olmaz, diyorsun. Peki, bu dünyayı yaratan, yapan birisi olması gerekmez mi?"</blockquote>Gördünüz mü?<p>Bu kadar basitmiş işte..
</p>Miniminnacık bir köprünün dahi kendiliğinden ortaya çıkamayacağını kabul ettirdiğiniz anda, Allahın varlığını da kabul ettirmiş oluyorsunuz..
Tam o noktada, benim de aklıma "Yaw, iyi de, acaba şu anda ne işle meşguldur?" sorusu takılmıştı ki, aynı yazının yorumlar kısmında Ali Gonca isimli bir başka bilgin vatandaşın buna derhal açıklık getirmiş olduğunu sevinçle müşahade ettim: (yazım hatalarını düzelterek aktarıyorum)
<blockquote>Sn Ali İhsan Er, Ebu Hanife kıssanıza kısa bir eklenti yapmak istiyorum, izin verirseniz.
O olaydan sonra adam sorar: "Peki, senin Rabbin şu anda ne yapıyor?"
Cevap şöyle verilir...
Adam yüksek bir yerde oturmaktadır. Ona, "İn ordan da söyleyeyim" der İmam.
<p>Adam iner; İmam çıkar ve der ki: "Benım Rabbim senin gibi akılsızı indirip, benim gibi çocuğu yukarı çıkarır ve konuşturur. İşte, şu anda yaptığı iş bu."</p><p>Adam da mahcup olur ve İslamiyetle müşerref olur.
</p></blockquote><p>İşte böyle..</p><p>Bundan aşağı yukarı 1300 sene önce, daha Ebu Hanife olarak tanınmadan önce, henüz çocukken konuyu bir çırpıda halletmiş. Adamın akılsızlığını ispatladığı yetmemiş gibi adamın Müslüman olmasını da sağlamış..
</p><p>Yani, bu kadar olur.</p>Şimdi.. "olmadı, onun yaptığı 'bul karoyu al paroyu' bir cinsinden el çabukluğudur; bu ispat filan sayılmaz" diyebilecek münafıkları duyar gibi oluyorum; ama umurumda bile değil. El-Numan bin Sabit bin El-Numan Zuta (Ebu Hanife) bizimdir ve onun hilesi dahi mübarektir.
Şimdi, aranızdan başka münafıklar çıkıp, bana, "Peki, senin Rabbin şu anda ne yapıyor?" sorarsa, onlara vereceğim cevap çok basittir:
"Benim Rabbim, şu anda bu blog yazısını bana yazdırıyor. Yazıda hata filan görürseniz, sorumlusu ben değilim" derim ve sus-pus olurlar.Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-19088081.post-53882143883258270432009-06-27T15:15:00.008+03:002009-06-27T17:17:14.677+03:00Hayır da şer de..<p>Kaç gündür her tarafta hakkında bahsedilen bir '<em>belge</em>' ya da '<em>kağıt</em>' var. Daha doğrusu, bir fotokopinin kopyaları var.</p><p>Herkes bir şeyler diyor. Diyor da, bırakın orjinalini, fotokopinin kopyası ya da taranmış halini hiç kimse okumamış gibi duruyor.</p><p>Okuyanlar vardır belki, ama --<em>her nedense</em>-- metnin bilgisayar ortamına aktarılmış hali ya ortada yok; ya da ben bulamadım. </p><p>O yüzden, iş başa düstü. Oturdum metni aşağıya yazdım. Hatalı aktarımı olabildiğince engellemeğe gayret ettiysem de, hatasız aktardığım iddiasında değilim. Hatalı aktarım görürseniz ve beni haberdar ederseniz, düzelteceğim.</p><p>Orjinal kopyalar (<em>biliyorum, saçma bir ifadedir bu, ama ne yapayım, fotokopinin kopyasının taranmış haline başka ne diyebilirim?</em>) bu linklerde bulunabilir: <a href="http://2.bp.blogspot.com/_HkQ0gbiYm1Y/Sjzz5BRncKI/AAAAAAAAAXE/0UcJTj8AZv4/s1600-h/Belge+-+1.jpg">Sayfa 1</a>, <a href="http://2.bp.blogspot.com/_HkQ0gbiYm1Y/Sjzz-Mpr_LI/AAAAAAAAAXM/Ryvswe5HnNE/s1600-h/Belge+-+2.jpg">Sayfa 2</a>, <a href="http://1.bp.blogspot.com/_HkQ0gbiYm1Y/Sjz0YymrV_I/AAAAAAAAAXU/ERRCclB2bJI/s1600-h/Belge+-+3.jpg">Sayfa 3</a>, <a href="http://4.bp.blogspot.com/_HkQ0gbiYm1Y/Sjz0hpMDvAI/AAAAAAAAAXc/twA1mC8xU14/s1600-h/Belge+-+4.jpg">Sayfa 4</a>.</p><p>Metin hakkındaki kanaatlerimi alıntının altında yazacağım.</p><blockquote><span style="font-family:Courier New, monospace;"><p><span style="color:#dc2300;"><b>GİZLİ</b></span></p><p>İRTİCAYLA MÜCADELE EYLEM PLANI</p><p>1. DURUM:</p> <p> a. İrticai gruplar tarafından TSK başta olmak üzere devletin resmi kurumlarını yıpratmak üzere yoğun faaliyetler yürütülmekte, Ergenekon adı altında TSK'ya büyük emekleri geçmiş emekli ve muvazzaf askeri personele yersiz ithamlarda bulunularak lekelenmeye çalışılmaktadır.</p> <p> b. Düşman unsurlar:</p> <p> (1) Atatürk ilke ve inkılâplarını ortadan kaldırarak, laik, demokratik, sosyal hukuk devletini yıkmak ve yerine dini esaslara dayalı bir rejim kurma hedeflerini engelleyecek tek kurum olarak TSK'yı görmekte,</p> <p> (2) Elde ettikleri TSK'yı yıpratıcı bilgi ve belgeleri kendilerine müzahir medya organları kanalıyla yayınlamakta,</p> <p> (3) Halkın yoğun ilgi gösterdiği birlik ve beraberlik mitinglerini Ergenekon tarafından maksatlı olarak planlanmış gibi göstermekte,</p> <p> (4) TSK'nın Ergenekon çatısı altında, başta PKK terör örgütü olmak üzere çeşitli terör örgütleriyle işbirliği yaptığını iddia etmekte,</p> <p> (5) Üst düzey komutanlar hakkında, Yahudi, Ermeni, Sabetaycı vb oldukları şeklinde asılsız haberler yapılmakta,</p> <p> (6) Kamuoyunu meşgul etmek ve bilgi kirliliği yaratma üzere TSK personeline ait olduklarını iddia ettikleri ses ve görüntü kayıtlarını yayınlamaktadırlar.</p> <p> c. Dost Unsurlar:</p> <p> (1) Basın ve yayın organları kanalıyla irticai grupların iç yüzünü gösteren propoganda çalışmaları planlı bir şekilde yürütülmekte,</p> <p> (2) TSK personeli ve ailelerine yönelik bilgilendirme faalietleri icra edilmekte,</p> <p> (3) TSK içerisine sızdırıldığı değerlendirilen personel ve aileleri ile bunların irtibatta olabilecekleri kişiler takip ve kontrol altına alınmakta,</p> <p> (4) Bilgisayar ve döküman güvenliği konusundaki tedbirler artırılmaktadır.</p><p>2. VAZİFE:</p> <p> İrticai oluşumların içyüzünü göstererek, bu konudaki tereddütlere son vermek ve söz konusu örgütlere olan kamuoyu desteğini ortadan kaldırmak, Ergenekon kapsamında yapılan yıpratıcı kampanyaların etkisini azaltmak, TSK'ya yönelik olarak yapılan olumsuz propogandalara son vermektir.</p><p>3. İCRA :</p> <p> a. Harekât Tasarısı:</p> <p> (1) Genel Bilgiler:</p><p><span style="color:#dc2300;"><b>GİZLİ</b></span> -1- (paraf)</p><p><span style="color:#dc2300;"><b>GİZLİ</b></span></p> <p> Laik ve demokratik düzeni yıkarak, şeriata dayalı bir İslam devleti kurmak hayalinde bulunan AKP Hükümeti ve ona destek veren çeşitli gruplar ile Fethullah Gülen grubu başta olmak üzere radikal dinci oluşumlar hakkındaki gerçekleri gün yüzüne çıkarmak, kamuoyu desteğini kırmak ve faaliyetlerine son vermek üzere bilgi destek faaliyetleri icra edilecektir.</p> <p> (2) Faaliyetler birbiriyle senkronize şekilde üç bölümde icra edilecektir.</p> <p> (a) Planlama ve Genel Faaliyetler.</p> <p> (1) İcra edilen propogandalarda dine karşı olunmadığı teması işlenecektir.</p> <p> (2) Eylemler, Ergenekon davasının gündemi değiştiriliyor havası oluşmadan planlanacak, dinci medyanın bu konuyu işlemesine imkân tanınmayacaktır.</p> <p> (3) "Fethullah Gülen (FG)'ciler gemi azıya aldılar, doğrudan TSK'ya saldırıyorlar" teması işlenecek, bu kapsamda muhafazakar vatandaşların bile "Pes doğrusu biz de Elhamdülillah Müslümanız ama FG'ciler resmen TSK'ya saldırmak için provokasyon yapıyorlar" dedirtecek çalışmalar yapılacaktır.</p> <p> (4) Sakıncalı/Şüpheli kategorisindeki irticacı subay ve astsubayların irticai propoganda yaptıklarına dair ihbar çalışmaları yapılacak, müteakiben bu kişilerin ahlaki yönden olumsuzluklarıyla ilgili haberler yapılacaktır.</p> <p> (5) İrticacı TSK personeline yapılan operasyon kapsamında tespit edilememiş diğier irticai TSK personeline yönelik korkutucu propoganda geliştirilerek; bu kişilerin hata yaparak tespit edilmeleri veya kendiliğinden çözülmeleri sağlanacaktır.</p> <p> (6) Askeri suç kapsamında yapılacak ışık evleri baskınlarında, silahlı terör örgütü oluşturmak doğrultusunda; silah, mühimmat, plan vb. materyal bulunması sağlanarak, FG Grubu "Silahlı Terör Örgütü" Fethullahçı Silahlı Terör Örgütü (FSTÖ) kapsamına aldırılacak ve soruşturmaları askeri yargı kapsamında yürüttürülecektir.</p> <p> (7) Ilımlı İslam konusu özellikle vurgulanacak, FG'cilerin ABD güdümünde hareket ettikleri ve İslam'ın orjinalini bozmak istedikleri hususu yoğun olarak dile getirilecektir.</p> <p> (b) Medya Faaliyetleri:</p> <p> (1) İskender Evrenesoğlu, Ömer Öngüt gibi hazırda beklettiğimiz elemanlara medyatik eylemler ve söylemler yaptırılacak ve bu kişiler FG'ciler başta olmak üzere diğer irticai gruplarla özdeşleştirilerek, kamuoyunun tüm bu gruplar arasında benzerlik kurması sağlanacaktır.</p> <p> (2) Yakalanan veya çözülen TSK personelinin bizim belirlediğimiz temalar doğrultusunda beyanlarda bulunmaları ve bu açıklamaların basında geniş yer bulması sağlanacaktır.</p> <p> (3) Ergenekon kapsamında tutuklanan TSK personelinin masum olduğu, irticayla etkin şekilde mücadele ettikleri için üzerlerine iftira atıldğı şeklinde haberler yaptırılacaktır.</p> <p> (4) Nurettin Veren gibi isimlerin TV programlarında FG grubu hakkında bizim istediğimiz temalar doğrultusunda açıklamalar yapmaları sağlanacaktır.</p><p><span style="color:#dc2300;"><b>GİZLİ</b></span> -2- (paraf1)(paraf2)</p><p><span style="color:#dc2300;"><b>GİZLİ</b></span></p> <p> (5) Kurdoğlu cemaati ve benzeri diğer cemaatlere mensup TSK personelinin TSK ile ilişkileri kesilirken FG grubuna mensup oldukları için atıldıkları şeklinde haberler yaptırılarak, kamuoyunda FG grubunun büyük yara aldığının düşünülmesi sağlanacaktır.</p> <p> (6) PKK terör örgütünün Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölegeleri ile Irak'ın Kuzeyinde bulunan FG'cilere ait okul, dersane ve yurtlara eylem yapmıyor olmasının iki örgüt arasında bağ olduğu ve anlaştıklarının açık bir göstergesi olduğu yönünde haberler yaptırılacaktır.</p> <p> (7) Vatandaşlar tarafından yoğun olarak izlenen ve gündemdeki olaylar hakkında kamuoyunu yanlış yönelendiren, "Kurtlar Vadisi", "Kollama" ve "Tek Türkiye" benzeri diziler hakkında olumsuz haberler yaptırılarak söz konusu dizilerin güvenirliliğini yitirmesi sağlanacaktır.</p> <p> (8) Milli Eiğitim Bakanlığına bağlı okul öğrencilerine ait ibadet görüntü ve haberlerinin medyada yoğun olarak yer alması sağlanarak Milli Eiğitim Bakanı kamuoyu nezdinde yıpratılacaktır.</p> <p> (9) AKP mensuplarının ülkemizde ekonomik krizin etkisinin ciddi olarak hissedildiği bir dönemde, lüks yaşamlarından taviz vermedikleri yönünde haberler yaptırılarak, bu durumun hem "İslam anlayışıyla çeliştiği", hem de uygulamaya çalıştıkları "Halk adamı" yaklaşımlarının gerçeği yansıtmadığı konusunda kamuoyu bilgilendirilecektir.</p> <p> (10) Ermenistan ve Yunanistan ile ilgili kamuoyunda tepki uyandıracak haberler sürekli gündemde tutularak milliyetçi partilerin tabanının genişletilmesi sağlanacaktır.</p> <p> (c) Propoganda Faaliyetleri:</p> <p> (1) Son dönemde geniş yankı bulan ses kayıtları konusunda bilgi kirliliği yaratmak üzere irticacılar tarafından yayınlanmış gibi gösterilecek, ama dinleyenlerin bizi haklı bulacağı tarzda ses kayıtları düzenlenecektir.</p> <p> (2) Çeşitli bilgi ve belgeler ile ilgili ortaya yem olarak atılarak yakalanan personel hangi gruba ait olursa olsun FG'ci oldukları şeklinde ifade vermeleri sağlanacak ve bahse konu personelin adı basında duyulduktan sonra ahlaki açıdan olumsuzluklarıyla ilgili haberler yaptırılacaktır.</p> <p> (3) Yukarıda aöıklanan şekildeki personelini sıradan dahi olsa arkadaş çevresindeki en olumsuz kişi onların yakın arkadaşı gibi gösterilerek, FG'cilerin içyüzüymüş gibi düşünülmesi sağlanacaktır.</p> <p> (4) İhbara dayalı ev baskınları yaptırılarak, buralarda silah ve mühimmatın yanısıra FG'ciler ile irtibat kurulması istenen oluşumlara (Yahudilik, CIA, Mossad, Moon Tarikatı, Humeyni, vb...) ait objelerin aynı ortamda bulunması sağlanacaktır.</p> <p> (5) Ev baskınları kapsamında Alevi düsmanlığını körükleyici bilgi ve belgelerin bu evlerde bulunması sağlanacaktır.</p> <p> (6) İzleyici veya dinleyici kitlesi fazla olan radyo televizyon programlarına farklı bir kimlikle, canlı yayın esnasında telefonla bağlanılarak; FG'ci maskesi altında konuşmalar yapılarak tahrik olmuş bir FG'ci gibi; "Evet, kardeşim, bizimle uğraşan herkes Ergenekoncudur, onlarla uğraşmak bizim boynumuzun borcudur. Bizimle uğraşmaya kimsenin gücü yetmez" şeklinde açıklamalar yapması sağlanacaktır.</p><p><span style="color:#dc2300;"><b>GİZLİ</b></span> -3- (paraf1)(paraf2)</p><p><span style="color:#dc2300;"><b>GİZLİ</b></span></p> <p> (7) AKP mensubu kilit haberleşmeciler tarafından kamuoyuna çelişkili açıklamalar yaptırılarak, AKP içinde ciddi anlamda anlaşmazlık ve bölünmeler yaşanıyormuş şeklinde algılanması sağlanacaktır.</p> <p>
</p><p>İmza</p><p>Dursun Çicek</p><p>Dr.Dz.P.Kur.Kd.Albay</p><p>
</p><p>
</p><p>
</p><p>
</p> <p><span style="color:#dc2300;"><b>GİZLİ</b></span> -4- (paraf1)(paraf2)</p></span></blockquote><p>Metni olabildiğince dikkatle okudum.</p><p>İlk olarak, şekil itibariyle bazı gariplikler var gibi: </p><p>TSK'da yazışmalarda maddeler halinde paragrafları listelemek alışkanlığı vardır tabii ki; ama, her maddenin sonunda '<em>virgül</em>' değil, '<em>noktalı virgül</em>' kullanmak geleneği vardır. Bu yazıda o yok.</p><p>Bir başka gariplik de, kıslatmaların kullanımında var sanki. "TSK'ya", "TSK'yı" gibi, kısaltmanın kendisini bir kelimeymişçesine okumak ve yazmak alışkanlığı sivillerde vardır. Askeriyede bunlar "TSK'<strong>ne</strong>", "TSK'<strong>ni</strong>" şeklinde görülürler.</p><p>Bariz cümle düşüklükleri de var. Meselâ:</p><p> <p><span style="font-family:Courier New, monospace;"><span style="color:#660000;">[..] bu kapsamda muhafazakar <strong>vatandaşların bile</strong> [..] dedirtecek çalışmalar yapılacaktır.</span></span></p><p>Bu cümledeki "<span style="font-family:Courier New, monospace;"><span style="color:#660000;">vatandaşların bile</span></span>" yerine "<span style="font-family:Courier New, monospace;"><span style="color:#660000;">vatandaşlar<strong>ı</strong> bile</span></span>" olması gerekirdi.</p><p>Askeri iç-yazışmaları az çok bilen birisi olarak, böylesine ciddi bir konuda, isminin başında hem '<em>Dr</em>' hem '<em>Kıdemli</em>' hem de '<em>Kurmay</em>' olan bir Albayın bu tür hataları yapması bana hiç de makul gelmiyor.</p><p>Aynı şekilde:</p><p>Yazının yazıldığı ya da yayınlandığı tarihin yazıda mevcut olmayışı; yazışma referanslarının bulunmayışı; bazı sayfalarda bir paraf, bazılarında ise iki parafın oluşu; yazının dağıtım listesinin (<em>kimlere ya da başka hangi bölümlere gideceği bilgisinin</em>) mevcut olmayışı vb. gibi gariplikler var.</p><p>Sözkonusu Albayın bunları kendisi için özel notlar halinde yazdığı da söylenebilir tabii ki. Fakat, kendi özel notlarını kim daktilo ile yazar ve, üstüne üstlük, bir de imzalar?</p><p>Pek aklıma yatmıyor; ama, hadi diyelim bunlar normal ve yazı Albayın kendi elinden çıkmış imzaya da sahip.</p><p>Olamaz mı?</p><p>Tabii ki; pekalâ da olur.</p><p>Farzedelim ki öyle.</p><p>Yani, bu yazı Albayın kaleminden çıktı ve imzasını taşıyor.</p><p>Daha da öteye gidelim; ve bu yaklaşımın (<em>yani, 'darbecilik'</em>) TSK'da mevcut olduğunu da kabul edelim.</p><p>Bunların kimler olduğunu tek tek tespit etmek ve bunları ordudan atmak mümkün mü?</p><p>Hayır. Mümkün değil.</p><p>Ya da şöyle söyleyeyim: Hepsini tek tek tespit etsek ve ordudan atsak bile, mevcut haliyle kamuoyunu ordunun '<em>temizlendiği</em>'ne ikna etmek mümkün mü?</p><p>Hayır. Mümkün değil.</p><p>İlerde, Işık Evlerinde silah da mühimmat da bulunsa; veya Yahudilik, CIA, Mossad, Moon Tarikatı, Humeyni vb. gibilerle ilişki olduğuna veya Alevi düşmanlığı sergilendiğine dair bir şeyler bulunsa bile, bundan böyle kim bunların gerçek olduğuna inanır ki?</p><p>Veya.. </p><blockquote><a href="http://www.newsweek.com.tr/haberler/detay/30025/Devlet-sizar">"Camia eskiden tek merkezliydi. Şimdi bin merkezli". Artık kurumsallaştı, şirketleşti camia.</a></blockquote><p>dedikten sonra, haklı da olabilecek şekilde, "bunların dini imanı para oldu" diyebilecek başka cemaatlerin samimi olduğuna; '<em>devlet</em>' tarafından kullanılmadığına kim ikna olabilir ki?
</p><p>Dahası: Olur ya, ilerde bir gün, AKP'den birileri çıkar da AKP'nin temel yanlışlarını dile getirecek olur..</p><p>Bunların Ergenekon ajanı olduklarının '<em>belge</em>'si daha şimdiden hazır değil mi?</p><p>Daha sayabilirim.. ama, bu kadarı da yeterli bence.</p><p>Artık, nerede ve kaç tane oldukları bilinmeyen (<em>yani, hücre sistemi ile çalışan</em>) Işık Evleri sadece meşrulaştırılmakla kalmamış; ek olarak, istedikleri şekilde silahlanmaları, istedikleriyle derin ilişkilere geçmeleri vb. vs. ruhsata bağlanmış oluyor.</p><p>AKP'nin yanlışlarını da çıkıp söyleyebilecek cesarette bir babayiğitin sözkonusu dahi olamayacağının garantisi de artık olduğuna göre, söylenebilecek en isabetli sözün şu olacağını düsünüyorum:</p><p>"Hadi, koçum, kim tutar seni be! Artık, meydan senindir..."</p><p>Yani:</p><p>İster Albayın kendisi bizzat hazırlamış olsun, isterse de başka birileri tarafından hazırlanıp ilgili evrağın arasına çaktırmadan eklenmiş olsun; evet, galiba Türkiye bir daha eskisi gibi olamayacak.</p><p>Ne diyelim?</p><p>Ne diyebiliriz ki..</p><p>Hayır da şer de Allahtandır.</p>Müzmin Anonimhttp://www.blogger.com/profile/00772449881767528144noreply@blogger.com