Gerici yaşmak. İlerici yaprak..
Birilerine göre belli bir gericilik birikiminin, ya da başkalarına göre dini değerlerin bu derece ihmalinin veya kasıtlı olarak imhasına çalışılmasının bir sonucu olarak yavaş yavaş; bana kalsa, aniden sayılacak kadar hızlı bir şekilde ortaya çıkan bir sorun bu türban ya da başörtüsü sorunu.. Bir olguya bu isim, kisve ya da etiketin verilmesi –herkesi tatmin eder gibi dursa da– çok çabucak oldu demek istiyorum..
Aradan epeyi de zaman geçti, neyin neden kaynaklandığı üzerinde konuşmak bile neredeyse mümkün değil.. çoğunu hatırlamıyoruz bile.
Ama, çıktı çıkalı da zihnimi hep meşgul etti. Ne problemin tarifi ne de çözüm önerilerinin sağlaması tutuyordu.. Problemin tarifi tutmuyordu –bence–, çünkü ben ortada “Şeriat isterük!” türünden bir kalkışma göremiyordum.
Aslında, güya Şeriat ile yönetilen Osmanlı'nın duraklama dönemi itibariyle görülen “Şeriat isterük!”çilerin derdi şeriat istemek filan da değildi. Kendilerine bir şekilde haksızlık edildiğini düşündüklerinden, bu haksızlığın giderilmesi için yollara dökülüyorlardı. Çoğu zaman da, bu kitle, henüz küçük burjuvamız olmadığından, küçük burjuva rolündeki esnaf idi. Ya da Yeniçeri kalıntıları.. ki onlar da bir hayli esnaflaşmışlardı..
Neyse. Tarihte gördüğümüz “Şeriat isterük!” sloganlarının karşılığının daha yakın geçmişten hatırlayabileceğimiz “Ne ezilen ne ezen. İnsanca hakça düzen!” sloganlarının değişik versiyonları olduğunu düşündüm hep... Yani, eski/önceki benzerleri ne kadar Marksizm-Leninizm filan biliyor ve istiyorduysalar, bu yenilerin de dinsel talepleri aşağı yukarı o kadar.. Yani, pratik açıdan sıfır..
Bu sloganların okunuşu, bence, nerden baktığınıza bağlı olarak da değişir: Marksist gözle bakarsanız, sınıf mücadelesi, sınıflar arası çatışma; veya daha genellemeci ve klasik gözle bakarsanız, gelir dağılımın bozulması, gelir dağılımından hakettiği payı alamadığını düşünenlerin memnuniyetsizliği, bundan kaynaklanan kitlesel (ekonomik) huzursuzluk vb. vs. olabilir; ama dinle alakası pek yok.
Dinle pek alakası olmadığını şundan dolayı da düşünüyorum: Bu tür örnekleri yakın geçmişte de gördük, bir tür isyan sergilemek amacıyla sarığa cüppeye sarılanlar, kendi isyanlarının altyapısını teşkil eden ekonomik unsurların düzelmesiyle birlikte, hem sarığı, hem cübbeyi, hem de bunları savunan fikirlerini çıkarıp vestiyere bıraktılar; bunların önemli bir kısmı bugünkü 'sosyete'miz arasındalar ve eski 'sosyete'mizden pek de farklı olmayan bir hayat tarzıyla yaşıyorlar. Onlarla beraber yola çıkanların hepsi aynı mutlu sona eremediler tabii ki; ve hala daha ekonomik altyapıları sorunlu olanlar, bu yeni 'sosyete'mizi 'satılmış'lardan sayıyorlar. Bunu da anlayışla karşılıyorum; kendilerini satın alan henüz çıkmadığı için hala daha memnuniyetsizliklerinin devam etmesi şaşırtıcı değil..
Kısacası, varsıllarla yoksullar arasında hiç bitmeyecek olan bu çekişmede din bir örtü.. Bu örtüyü hem varsıllar hem de yoksullar kullanıyorlar... Varsıllar yoksulları itelemek, püskürtmek için; yoksullar da varsıllardan paylaşım taleplerini dile getirmek için dini kullanıyorlar. Başörtüsü, tıpkı yeşil sermaye gibi, bu mücadelede bir sembol... Hatırlanacağı üzere, yakın geçmişte, yeni parayı temsil eden Anadolu kaplanlarına (ya da yeşil sermayeye) karşı da bir operasyon düzenlendi, ve Anadolu sermayesinin yeterince büyüyebilimiş olanları da bu operasyonu düzenleyen eski para taifesine katıldı; Sermaye Meydan Muharebesini eski para, ya da büyük sermaye kazandı. Geriye kalanlar da seyreltik yeşilimsiler olarak ölmek ölmemiş ama yaşamaz teşhisiyle hayatta kalmağa çalışıyorlar..
Problem çözülmüş değil, hala daha gelir dağılımı çok bozuk, işşizlik had safhada. Bu kitle, benzer durumdaki seyreltik yeşilimsi sermaye ile ister istemez bir ittifak kuracak. Buna da, ister istemez mikromilliyetçilikler eklenecek.. Bu memnuniyetsizler, kendilerni siyasi platformda temsil edecek bir kaç sembol de bulacaklar.. bu, yeri geldiğinde, başörtüsü, yeri geldiğinde de Kürt Sorunu adını alacak. Benim analizim bu yönde.
Fakat, gidişat sadece sosyoekonomik sonuçlara değil, daha farklı ve belki de daha önemli sonuçlar doğurmağa gebe gibi görünüyor. Buna bu yazının ilerleyen kısımlarında değineceğim; şimdi eldeki problemin analiz ve çözüm teklifi yolundaki bir örneğe bakmak istiyorum. Aşağıdaki pasaj, 21 Ekim 1999'da (İran'ın ülkemizdeki uzantılarınca gerçekleştirildiği iddia edilen –fakat böyle bir şeyde İran'ın ne gibi bir çıkarı olduğunu bir türlü anlayamadığımız) bir bombalı suikast sonucu kaybettiğimiz, rahmetli Ahmet Taner Kışlalı'nın 19 Haziran 1998 tarihinde Cumhuriyet gazetesindeki 'Haftaya Bakış' köşesindeki yazısıdır.
'Türban' Sorununa Çözüm!
Öyle sorunlar vardır ki iki tarafı da doyuracak bir çözüm yoktur. Ya taraflardan birisini seçer, onun isteğini yerine getirirsiniz..
Ya da 'Ne şiş yansın ne kebap' yöntemini seçersiniz. Yani, ne bir yana yaranabilirsiniz ne de öteki yana..
Ama bazen de çözüm, Kristof Kolomb'un yumurtası kadar yalındır. Ama herkes karmaşık formüller peşinde olduğundan, bu çözüm kolay kolay kimsenin aklına gelmez.
'Türbanli öğrenci'lere izin verseniz, olayın orada durmayacağı belli... Çünkü perde arkasındaki 'siyasal İslam' için türban bir amaç değil, sadece bir araç!
İzin vermediğiniz zaman da konunun Fazilet ve benzeri çevrelerce 'istismar' edildiği ortada... ANAP sözcüleri bile, söz türbana gelince, karaya vurmuş balığa dönüyorlar.
Saçmalıyorlar.
Yolu Özal açmış bir kere.. Yılmaz mı kapatacak?!
Öyleyse ne yapmalı?
****
'Ne yapmalı' sorusunu yanıtlamadan önce.. konunun artık 'her açıdan', tartışmaya yer bırakmayacak kadar açık olduğunu vurgulamalıyız.
Bazı kız öğrenciler niçin başlarını örtüyorlar?
Kimisi inancı gereği... Kimisi siyasal amaçla.... Kimisi de kendisine bunun karşılığında maddi bir çıkar sağlandığı için...
Eskiden var olmayan böyle bir sorunun, 12 Eylül sonrasında ve özellikle de Özal döneminde ortaya çıkmasının nedenleri nelerdir?
Dinci güçlere verilen ödünler... 'Türk-Islam sentezi' nin resmi ideoloji yapılması... Devletteki kadrolaşma... Ve Özal'in tarikatçı eğilimleri...
Kadınlarin başlarını örtmesi, dinsel açıdan bir zorunluluk mudur?
Hayır! Kuran, kadınların başını örtmesini zorunlu kılmamış, sadece 'daha uygun' olacağını tavsiye etmiştir.
Bu tavsiyenin arkasında ne gibi gerekçeler var?
Arap erkekleri sokakta cariyelere sataşıyordu. Yanlışlıkları önlemek için böyle bir uygulama getirildi. Ve bu nedenle de Müslüman cariyelerin bile başlarını örtmesi yasaklandı.
Din adamlarının, dinsel 'cemaat önderi' konumundakilerin yakınları başlarını örtüyor mu? Fazilet Partisi'nin önde gelenlerinin eşleri başlarını örtüyor mu?
Örten de var, örtmeyen de!
Öğretmenlerin ve öğrencilerin başörtüsü ile derse girmelerinde ne gibi bir sakınca var?
Herkes dinsel inancını belli edecek biçimde giyinerek sınıfa gelirse, orada özgür bir eğitim ortamı kalmaz. Siyasal ve inançsal bölünmelerin sınıflara taşınması, giderek önlenemez olur.
Kamu görevlerinde ve üniversitede 'türban yasağı' demokrasiyle bağdaşır mi?
Benzer uygulamalar birçok demokratik ülkede de var. Her kurumun ve görevin gereği olan kurallar bulunur. Avrupa Insan Hakları Mahkemesi, bu yasağa karşı yapilan bir başvuruyu geri çevirdi.
Üniversitede 'türban yasağı' kalkarsa ne olur?
Yeni istemler başlar... Sırada ders ve sınav saatlerinin 'namaz saatlerine göre' düzenlenmesi isteği bulunuyor.
Perde arkasındakı güçlerin amacı 'din devleti'dir.
****
Ne yapmalı?
'Türban'ın yerine 'peruk' koymalı!
Böylece, hem başını örtmek isteyenler amaçlarına ulaşmış olacaklar.. hem de dinsel simgelerle üniversitelere girilmesinin sakıncalarina inananların içi rahat edecek! (Aynı çözümün tüm kamu çalışanları için geçerli olmaması için de bir neden yok!..)
Üstelik böyle bir uygulamanın örnekleri de var.
Fethullah Hoca'nin öğretmenleri, Orta Asya'daki okullarında derslere başörtüsü ile girmiyorlar... Peruk ile giriyorlar.
Çünkü yönetimler başörtüsüne izin vermiyor.
Işte çözüm!.. Işte uygulama!..
Eğer amaç 'üzüm yemek değil de bekçi dövmek' değilse tabii!
[Ahmet Taner Kışlalı – Haftaya Bakış – Cumhuriyet 19/06/1998]
Kışlalı'nın bu yazısı, bir analiz ve bir çözüm teklifi getirdiği için önemli. Fakat, hem analiznin hem de çözüm teklifinin yanlış olduğunu düşündüğüm için bence daha da önemli...
Amacım Ahmet Taner Kışlalı'yı hedef almak, ona dil uzatmak değil. Rahmetliyi tıpkı Uğur Mumcu'yu olduğu gibi, belli bir entellektüel dürüstlüğünü muhafaza ettiği için beğenir ve severdim.
Kışlalı, başörtüsü, ya da türban, meselesinin köklerini 12 Eylül'e bağlıyor. İsabetli olduğunu düşünüyorum.
12 Eylül'le birlikte, Türkiye, dünya sermaye sistemine gerçek anlamda entegre olmak/edilmek yolunda temel adımlar attı. Daha önceleri var olan sosyalistimtrak yapıyı terketmeğe başladı. Taban fiyatları, KİTler, sendikal faaliyetin devlet eliyle teşviki, kayıtsız ekonomiye göz yumma vb.. Tabii, yapılanlar sadece bunlar değildi, hemen aklıma gelenler bunlar.
Bu süreci gerçekleştirebilmek yolunda kitlelere ümit ve heyecan vermek gerekiyordu. Bu kapsamda, tabii ki, Evren Paşa'mızın laikliği Kuran'dan ayetlerle açıklama gayretlerini, Özal'ın varsıl bir hayatın pekala yoksulların söylemiyle yaşanabileceği yolundaki kendi hayatından örnekleri vb vs hatırlanabilir. Ama, sorunun temelinde bunlar olamaz, dolayısı ile bunların analizde de yeri olmaması gerekir.
Aynı şekilde, Kışlalı'nın, başörtüsü konusundaki hareketliliğin önemli aktörlerinden birisi olarak konumlandırdığı Fethullah (Fethullah hoca) Gülen de aslında pek de önemli bir oyuncu değil. Bildiğimiz üzere, meselenin en civcivli zamanlarında, apansız ortaya çıkan sağlık sorunları yüzünden ülkeyi terketti. Yokluğunun önemli bir fark yarattığını sanmıyorum –geride kalan uzantılarının kudretli etkilerinden bahsetmek de bence hala daha meseleyi anlamamak sayılır.
Başörtüsünün icad edilmesinin tarihsel gerekçelerine bakıp, “Arap erkekleri sokakta cariyelere sataşıyordu. Yanlışlıkları önlemek için böyle bir uygulama getirildi. Ve bu nedenle de Müslüman cariyelerin bile başlarını örtmesi yasaklandı” bugün bunlar artık yok, dolayısı ile başörtüsüne gerek yok demenin anlamlı olmadığını düşünüyorum. Başörtüsü takanlar, bunun böyle olduğunu eminim biliyorlar ve bu lafları takmıyorlar.
Tıpkı, bir zamanlar, parka giymekte ısrar edenlerin, soğuğa karşı parkanın normal paltodan daha etkin olmadığının bildikleri gibi.. Bıyıkların aşağı doğru ya da yana kıvrık bırakılmasının da kişisel açıdan yakışıklı görünmek endişesiyle bir alakasının olmadığı zamanlar gibi..
Bu tip şeyleri artık öğrenmiş olmalıyız –yani kıyafet seçiminin her zaman dinle, iklimle, yakışıklı ya da güzel görünmek arzusuyla alakalı olamayabileceğini.. Biz rasyonel bulmuyorsak, karşıdakine bu seçiminin neden irrasyonel olduğunu anlatmakla vakit kaybetmek yerine; karşıdakinin vermek istediği mesajı okuyabilmeli ve anlamlı bir çözümü beraber arayabilmeliyiz artık..
Kışlalı'nın baktığı yerden bakıp, Fazilet'in, ANAP'ın ve diğer partilerin, yani siyaset kurumunun, bu konuda pek de cesur olmayışını da sadece ve hep istismar olarak görmek yerine, bir realitenin farkındalığı olarak da görebilirdik... Uzun zamandır, belki de ilk defa, siyaset kurumu, gelecek için, bu meselenin ne derece derinlere gittiğini farketti, hissetti; ama, aydınlarımız için aynı şeyi söylemek kolay değil..
Kışlalı'nın korkularına bakıyorum.. Türban yasağı kalkarsa yeni istemlerin başlayacağını düşünüyor; buna katılıyorum: Toplum ve insan hayatında arzu ve istekler bitmez, hergün yeni bir şeyler istenir arzulanır...
Ama, “sırada ders ve sınav saatlerinin 'namaz saatlerine göre' düzenlenmesi” isteğinin olacağını söylemek?.. Bunu da anlamlı bir korku olarak dile getirmek?... Ardından da 'din devleti' ihtimalini eklemek?..
Kışlalı'nın bu korkuları dile getirdiğine de, bu korkuların gerçekleşeceğine ciddi ciddi inandığına ben inanamıyorum. 'Ders ve sınav saatlerinin namaz saatlerine göre düzenlenmesi' talebinin ne sebeple ortaya gelebileceğini –ama, hadi geldi diyelim, bunun nasıl olup kitlesel destek bulacağını göremiyorum. Kitlesel destekten kasdım bugün başörtüsü talebini dile getiren kitlenin desteğidir; namaz saatleri meselesine destek bu kitleden bile gelmeyecektir bence. Böyle bir talep o kitleye bir avantaj ifade etmiyor çünkü. Yeni tip öğrencilerin, Hz Muhammed zamanında üniverite de, ders geçmek de, diploma da yoktu, bunlar kaldırılsın filan diyebileceğini düşünebilirim ama kimsenin ciddiye alacağını sanmıyorum.
'Din devleti'ni ise üzerinde konuşmağa değer bile görmüyorum –şayet bundan, din devletinden, kasıt bugün başörtüsü taleplerini dile getiren sosyal kitlenin yönetime tırmanması değilse tabii. Ama, bu da bizi din devleti yapmaz; sadece, yönetici elitlerimizi daha yakın zamanda taşralı olanlardan yapar. Yönetici elitlerimizin taze taşralı olması 'din devleti' olmak anlamına gelmiyor; sadece aktörler değişecek demektir. Nitekim, AKP iktidarı ile bunun böyle olacağını az-çok gördük...
Kışlalı'nın önerdiği çözüme, türban yerine peruk takmak önerisine de biraz bakmak istiyorum... Kışlalı'nın espri anlayışını çok iyi bildiğimi iddia edemem; yakın çevresinde olamadım maalesef, fakat, bu öneri bana daha çok bir şaka denemesi gibi geliyor..
Sanki, bir kıyafet balosuna davetliyiz ve nedense balo salonuna çırılçıplak girmek için ısrar eden birileri var ve sırf bu sebepten dolayı kapıdan içeri alınmıyor.. ve biz de kestirme bir çözüm olarak, bu egzantrik kişiye, bir iki ağaç yaprağı uzatıp, Adem Baba (ya da Havva Ana) kıyafetine bürünmesinin meseleyi kökünden halledeceğini söylüyoruz..
Problemi, kıyafet balosunun yapıldığı salonun kapısında mızıkçılık yapan bir egzantriğe indirgemek bir şaka denemesi olabilir; ama bu espriye kimsenin gülecegini sanmıyorum. Espriden daha çok, çok vahim sayılabilecek yetersizliklere, eksikliklere işaret eden hatalar yapmış oluyoruz..
Toplumsal hayatta, tabii ki, sosyoekonomik çekişmeler, çatışmalar olacaktır. Bu tür şeyler –tabiri caizse– Allahın emridir... Ama, birileri bu gündelik olayların dışında, üzerinde düşünebilmeli, daha uzun vadeli hedefler için, bu toplumsal olayları iyi değerlendirmeli, gereğinde kullanmalı, gereğinde de yönlendirmelidir.
Bu birilerinden kasdım da Devlettir. Devlet, kendi bekası sözkonusu olduğunda, aptallık yapamaz; böyle bir lüksü yoktur. Hayati zararlar görür. Atmosfer ya da yerçekimi kadar temelden ve yaygın taleplerde, Devletin yapması gereken şey bu talepleri tehdit sayıp onların üzerine gitmek olmamalıdır. Böyle bir senaryoda Devletin kazanacağını varsaymak pek akıllıca olmasa gerek. Olsa olsa, herkesin kaybedeceği bir senaryodan bahsedebiliriz.
Örnek vermek gerekirse; 12 Eylül'e gelen yollarda da farklı fakat benzer yaygınlıkta talepler vardı. Ama, bu taleplere karşı, Devlet, bugünkünden çok daha akıllıca davrandı. Özellikle de TSK.
Sokağa dökülen işçi ile herhangi bir şekilde karşı karşıya gelmemeğe özel itina gösterdi. “Kahrolsun Faşizm!“, “Tek yol devrim!“, “Ne ezilen ne ezen. İnsanca-hakça düzen!”sloganları ortalığı inletirken, TSK kendini bu hengamenin dışında tutmağı becerdi. Bu sırada, oyuna el altından müdahale edilmediğini söylemiyorum tabii ki, ama, –edildiyse bile– bunu bir hayli mahir bir şekilde, usturuplu sayıalacak şekilde yaptılar. Son ana kadar TSK'nın rengi pek da belli değildi. Bıçak kemiğe dayandığında (ya da dayandırılğında –ki, benim baktığım yerden çok farketmiyor), müdahale neredeyse bütün taraflarca meşru görüldü.
Ama, bugün pek de öyle değil. TSK, bu hengamenin içinde bir taraf. Değilse bile öyle algılanıyor. İşin kötüsü, öteki taraf pek de tanımlanabilir değil artık. Sıradan vatandaşın öteki taraf olduğu hallerde TSK'nın beriki taraf olmasını potansiyel olarak çok riskli görüyorum. Risk, benim endişelerimi anlatmak için kullandığım bir kelime. Atmosferin ya da yerçekiminin varlığından habersiz ya da onu yoksayarak bir şeylerin yapılabileceğini düşünenlerin dümende olduğu ihtimalini bile hem orta hem de uzun vadede çok riskli buluyorum.
Ordusuz Devlet olamaz; halk desteğini, yani siyasi ağırlığını, kaybetmiş bir ordu da... TSK'nın böyle bir tufaya gelmemesi gerekirdi. Taraf olacaksa bile, taraf olduklarını hissettirmeksizin bunu yapabilmeleri gerekiyordu. Halbuki, şimdi mevcut olan ve epeyi zamandır devam eden görüntü bunun tersidir. Bu durumu ve işaret ettiği riskleri hayli iyi (fakat herzamanki uslubu ile, dolaylı anlatan) Mahir Kaynak'a kulak vermek gerekiyor:
Uzun vade
Güncel olayların çekiciliği, yarattığı heyecan ve endişeler uzun vadedeki eğilimlerin göz ardı edilmesine neden olur. Herkes olayları en ince ayrıntılarına kadar tartışırken bunun nasıl bir eğilimin işareti olduğunu fark edemez. Oysa güncel olaylar bir sel gibidir, geriye sadece kum ve molozlar kalır.
Yaşadıklarımız uzun vadeli gelişmelerin ip uçlarını veriyor mu? Hangi değerlerin egemen olacağı, çatışmaların ne için yapılacağı ve hangi araçların belirleyici olacağını biliyor muyuz? Ülkemiz dünya ölçeğindeki gelişmelerden mi etkileniyor yoksa sadece iç dinamikler mi belirleyici rol oynuyor? Uzun vadeli öngörülere ihtiyaç var mı yoksa karşılaştığımız sorunları çözerek bütünü istediğimiz yöne çevirebilir miyiz?
Şu anda egemen görüş çatışmaların hem amacının hem de aracının ekonomik güç olduğu yönünde. Geçmişte tek belirleyici olduğu sanılan askeri güç ve bu alanda üstünlük sağlamak için yapılan ittifaklar çok anlamlı sayılmıyor. Tüm karşılaştırmalarda iktisadi faktörler göz önüne alınıyor ve bu güç rakamlarla ifade ediliyor. Geçmişte asker sayısı, silahların kapasite ve miktarıyla yapılan karşılaştırmaların yerini ekonomiyi anlatan sayılar alıyor. Mesela Çin’in geleceğin en büyük gücü olacağı bu eğilimler ölçülerek hesaplanıyor ve üstüne bir de nüfus faktörü eklenerek geleceğin egemeni tahmin ediliyor.
Bu genel eğilimden ülkemiz de payını alıyor ve ekonominin tek belirleyici olduğu genel bir kanıya dönüşüyor. Üstelik ekonomi niteliği ve geleceğe yönelik performansıyla değil rakamlardan ibaret olarak algılanıyor.
Durum buysa ve bu anlayış doğruysa askerin konumunun giderek alt sıralara düşmesi hem olağan hem de gerekli oluyor. Sonucu belirleyemeyen neden ön saflarda bulunsun ki? Üstünlük ve amaçları gerçekleştirmenin kansız ve daha az masraflı bir yolu varken, ekonomik araçlarla istenilen hedeflere kolayca varılabiliyorsa bu vahşi gücü hala sürdürmenin anlamı ne?
Geçmişte ordularla yapılan savaş arkasında bir kan denizi ve harabeye dönmüş ülkeler bırakır ve hemen ekonomik sorunlar ön plana çıkardı. Şimdi ekonomiyle yapılan savaş sonunda harap olmuş ekonomik yapılarla karşılaşırsak yeni sorun ve önceliğimiz ne olacak?
Türkiye’de askerin siyasi gücünün azaltılması mücadelede etkilerinin azalmasının bir sonucu mu yoksa çatışmada hala belirleyici olacağını düşünenler onu saf dışı mı etmek istiyor?
Ben önümüzdeki dönemde askeri gücün, özellikle bölgemizde, hala etkili olacağını düşünüyorum ve askerin etkisizleştirilmesini demokrasinin savunulması olarak değil, bu gücün rolünün azaltılmasını amaçladığını sanıyorum. Bu nedenle askerin, çeteleşme iddiasıyla yıpratılmasının yanlış olduğunu, eğer ortada görüş ayrılıkları varsa, bunun taraflardan birinin yenilgiyle çözüleceğini düşünmenin gerçekçi olmayacağını düşünüyorum.
Uzun vadede değer yargılarının aynı kalmayacağını, başarının ve insanın değerinin zenginlikle ölçüldüğü dönemin sonuna yaklaştığımızı söylemek tarihin seyrine aykırı mı sayılmalı yoksa bu değer yargılarının da tarihi bir kategori olduğu ve değişmesinin zamanının geldiği mi düşünülmeli? Bence günümüz, biz farkına varmasak bile, böyle bir değişimin işaretlerini taşıyor. Bir silah olarak kullanılan ekonomik güç, uğradığı ve uğrayacağı yenilgiler nedeniyle, etkisini sürdürmekle birlikte, belirleyici olma vasfını kaybediyor. Türkiye sahip olduğu ve etkinlik açısından kimsenin göz ardı edemeyeceği askeri varlığını, ekonomik ve düşünce gücüyle destekleyerek önemli bir aktör konumuna gelme şansına sahip. Bunu iç politikanın ve güncel sloganların etkisiyle kaybetmesi ciddi bir hata olur.
Bu askerin her yaptığının doğru olduğu anlamını taşımaz. Yanlış düzeltilir ama bu yanlışlar nedeniyle sahip olunan bir değer yok edilemez.
[Mahir Kaynak – Akşam – 04/06/2006]
Ortada ciddi bir yanlış var; askerin başörtüsü gibi dahili ve geçici bir sosyoekonomik meseleye lüzumsuz yere ve yanlış şekilde çok fazla angaje olduğunu söylemek mümkün. Bedelini ağır ödemek istemiyorsak, bir şekilde bu meselenin dışına çıkması gerekiyor. Ve, elini çabuk tutması da şart bence. Arzu edilebilir en iyi çözümün böylece daha kolay ve daha az yan-etkilerle elde edilebileceği kanaatindeyim.
Not: 'yaşmak' TDK'ya göre, "kadınların ferace ile birlikte kullandıkları, gözleri açıkta bırakan, ince yüz örtüsü. [halk ağzında] başla birlikte yüzü, ağzı kapatan örtü".
Burada, halk ağzına uyarak, başörtüsü yerine kullanıldı. TDK tarifine bakılırsa başörtüsünden daha kapsamlı bir başörtüsü ortaya çıkıyor, ama bu doğru değil. Halk ağzında, bildiğimiz başörtüsü yerine kullanıldığıni biliyorum.