Vermen Usûlü
Aşağıdaki yazı, Hürriyet gazetesinde Pakize Suda tarafından 27 Mart 2007 tarihinde yayınlanmış.
İtiraf etmeliyim, Pakize Suda ismini ilk gördüğümde, kendi kendime “bak yine kimleri yazar etmişler; sahneye çıkardıkları onca yeteneksiz yetmemiş gibi” demiştim. Bu dediğim, Hürriyet'teki başka birçok 'yazar' için geçerli ama, Pakize Suda konusunda yanılmışım. Fırsat buldukça, rastladıkça okuduğum bir yazar oldu zaman içinde. Dobra uslûbun yanısıra, ince sayılabilecek bir de mizah anlayışı var.
Bu yazısı daha çok dobra uslûbuna bir örnektir ve benim de aklımın bir köşesinde –fırsat çıksa da yazsam diye– beklettiğim bir konuya değinmiş.
Hemcinslerime soruyorum...
Sevgiliniz sizin için para harcıyor mu?
Yani hediye alıyor mu?
Beraber yemeğe ya da tatile çıktığınızda hesapları o mu ödüyor?
Evet mi?!
Siz fahişe misiniz sorması ayıp?
"Ne demek şimdi bu?" diyorsanız eskilerde kalmışsınız. Kadına para harcamayan erkeğin 'centilmen' sayılmadığı yıllarda yani.
Şimdi hesapları erkek öderse kadın da etrafa hesap vermek durumunda kalıyor.
Bakınız Hande Ataizi - Fazıl Say.
Mesela, bu hafta Pazar Sabah'ta röportaj ustası Şebnem Akson adeta sorguya çekiyordu Hande Ataizi'ni.
Bu ilişkiyle ilgili duyduğu, okuduğu bir sürü yorum üzerine yapıyordu bunu gerçi. Zaten tırnak içindeydi hüküm içeren sorular.
"Zavallı Fazıl Say'ın parasını yiyen kadın mısınız?"
"İçine kapanık, şahane, dâhi piyanistin kazandığı paraları çatır çatır markalara harcatan kadın imajına ne diyorsunuz?"
Fakat röportajın tamamında Akson'un, 'bu ilişkinin ana temâsının aşk olmadığı'nı düşünenlerle aynı fikirde olduğu da açıkça görülüyordu.
Ama bu ilişkiyi ikinci defa bu köşeye taşımamın nedeni bu röportaj değil. O sadece bir örnek çünkü. Genelde Hande Ataizi'nin, Cem Yılmaz'ın o unutulmaz reklamındaki gibi, ilişkilerinin olsa olsa 'tamamen duygusal' olacağı yönünde bir inanış var. Özellikle basında. Buna takıldım.
Halbuki düşünüyorum da Hande'yi hiç 'para babası' denilen adamlarla yan yana görmedim bugüne kadar. Bir zenci vardı benim bildiğim, sonra o 'ana-baba kuzusu' avukat, bir iki genç adam.
Ha, avukatın babasının çok parası vardı.
Bu mudur damganın nedeni?
Bu kadar kolay mıdır?
Fazıl Say'dan çocuk sahibi olarak geleceğe yatırım yapacağı söyleniyormuş. Dünya çapında bir piyanistten çocuk yapmak isteyebileceği kimsenin aklına gelmiyor.
Evet, aşktan geberiyor olmayabilir Hande Ataizi. Fakat kim geberiyor ki bu devirde, söyler misiniz?
Peki hangimiz aşk çocuğuyuz?
Çoğumuzun annesi, babasına 'hali vakti yerinde' denilip verilmedi mi?
Hálá büyük bir kesimde önce buna bakılmıyor mu?
Bu adamla bu kadın birbirlerine iyi gelmişler işte!
Nesini kurcalıyoruz daha?
Nedir istediğimiz?
Bir kadının, sevgilisi olan bir erkeğe, parayla, bankada istiflemenin dışında başka işler de yapılabileceğini göstermesinin nesi kötü?
İyi giyinmeyi, iyi bir otelde kalmayı, iyi bir şarap içmeyi öğretmesinin mesela?
Geç bile kalmış Fazıl Say. İyi olmuş, Hızır gibi yetişmiş Hande Ataizi.
Ayıptır arkadaşlar!
Taşlayacaksınız neredeyse insanları.
Adamcağızın dişine bile laf ettiniz.
Ama haklısınız 'âdet'i bozmak istemiyorsunuz. Âdet, içimizden sivrilenin kafasına kürekle vurmaktır. Fazıl Say dünyaca ünlü bir piyanist olarak bunu çoktan hak etmişti!
Hande Ataizi bu hususta da Hızır gibi yetişti, vesile oldu!
Hande Ataizi üzerinden bu konuyu kanuşmak bence biraz talihsizlik olsa da, Pakize hanımın dediği gibi, iyi bir vesile sayılır.
Bu yeni 'moda' bana enaz bir açıdan garip geliyor. Hani, Nil Karaibrahimgil'in de seslendirdiği, sözlerinin en can alıcı kısmı da 'tek taşımı kendim aldım' olan 'Pırlanta' isimli o güzelim eserde işaret edilen moda..
Uzun zamandır dikkat edegeldiğim bir şey vardı zaten: Televizyon, radyo ya da diğer medyada kadının birisine ne iş yaptığını sorduklarında eğer cevap 'ev hanımıyım' ise, otomatik olarak o kadın önemsiz, köle ruhlu bir varlık gibi telâkki edilirdi..
Üstelik, bunu daha sıkça yapanlar da hep kadınlar olageldi; yani sunucu eğer kadınsa ve muhatabı da 'ev kadını' olduğunu söylüyorsa, o 'ev kadını' kıymetsiz bir mahlûk oluveriyordu aniden..
Daha sonra azıcık durum değişir gibi oldu ve eğer bu 'ev kadını' üstelik bir de başörtülü ise tamamen yok farzedilebiliyordu. Hem de, başörtülü olduğu halde bir işyerinde çalışanlar tarafından..
Bu çarpıklık yetmezmiş gibi, şimdi bir de, kimin kimin parasını yediği meselesi çıktı ortaya...
Aman yarabbi.. Neymiş efendim, eğer bir kadın sevgilisinin maddi ikramlarını kabul ediyorsa ona fahişe denilebilirmişmiş.. Herşey hep 'Alman usûlü' olmak zorundaymışmış..
Böyle saçma sapan şeyleri kim niçin moda eder, bir türlü anlamıyorum. Bu kadar izolasyonist bir hayat çekilir mi, yahu!
Kamera önünde dünya güzeli gibi görünmesine karşılık, gerçek hayatta karşılaşılabilecek en ukubetlerden birisi olması yüzünden (Nil Karaibrahimgil'den bahsediyor olmayabilirim), yüzüne bakan olmaz ve dolayısı ile kişi –mecburen ve kaderin bir sillesi olarak– 'tek taşımı kendim aldım' demeğe sürüklenmiş olabilir. Bir kısım insan da bunu acınacak bir durum kabul edebilir; ama bu, –bence– kesinlikle gönüllü izolasyonist bir tavır değildir ve öyle de görülmemelidir.
Pakize hanımın dediklerine katılıyorum: “Bir kadının, sevgilisi olan bir erkeğe, parayla, bankada istiflemenin dışında başka işler de yapılabileceğini göstermesinin nesi kötü? İyi giyinmeyi, iyi bir otelde kalmayı, iyi bir şarap içmeyi öğretmesinin mesela?”.. Kesinlikle hakıldır.
İnsanlık öldü mü, yahu!..
İnsan sevdiğine, sevgilisine, bir 'tek taş' yüzük, birkaç bilezik, bir 'beşi bir yerde', aradabir bir demet çiçek filan da alamayacaksa, insan olmanın ne kıymeti var?
O da –afedersiniz, ama– eşek değil ya.. karşılığında, onca zamandır hayal ettiğiniz o kırmızı Ferrari'yi size almak isteyecektir herhalde.. Bu durumda, siz tutup, “yok, hayatta olamaz; ben hediye kabul edemem!” triplerine girip elini mi tutacaksınız?
Hiç olur mu bu?
Sevgilinizin elini korkak alıştırmak olur mu?
Ben, kesinlikle böyle bir şey yapmazdım...
Ayıp denen bir şey var çünkü, ve hayat da sadece maddiyattan ibaret değil.