Men dakka makka...

Birbirimizi anlamsız yere tedirgin etmenin ne alemi var: Bu dünyaya insan bir defa geliyor...

Cihana bir daha gelmeyeceğimizin bilinciyle kısıtlı zamanı elde edilebilir olanların en iyilerinin tadlarına bakmak; yaşam denen süreçteki dert ve tasayı azaltmak; gam, kasavet ve kederi hayatına uğratmamak gibi gerçekten bilinçli eforlar isteyen gatretlere hasredebilir; ya da, bu geçici zamanı, ilerde karşılaşağımız söylenen o büyük İmtihana hazırlık için iyi şeyler yapmak, daha az zarar ve ziyana yol açacak şekilde tüketimini azaltmak yolunda sarf ya da feda etmek için burada değil miyiz zaten...

Sırf "bunları yeterince yerine getirebiliyor muyum?" sorusu bile yeteri kadar vesvese ve ehvam kaynağı iken, bunların üzerine bir de başka dertler eklemenin alemi mi var?!

Yok tabii. Hem zaten herkesin işi gücü var. Burası İnternet . İnternet erişimi için avuç dolusu paralar veriyoruz. Bunca parayı canımızı sıkacak vesvese detayları okumak, artırmak için vermiyoruz. Değil mi?

Orası öyle de; bizim gibi normal insanlardan apayrı bir grup daha var: Hariçten gazel çalanlar... Çok şükür ki, sayıları az; ama, gıcıklık katsayıları o kadar yüksek ki, malesef, sayılarının azlığı pek de teselli yerine geçmiyor.

Hariçten gazel çalan bu tiplerin varoluş gayeleri sanki sırf başka insanların hayatlarına nifak sokmaktır. Bunu da öyle dürüstçe, mertçe yapsalar neyse; tersine, fiyakalı ambalajlar içine gizlenmiş burgu gibi laflar ederler. İlk duyuşta kulağınıza hoş gelir, fakat tadı? tadı biraz farklıdır.

Biraz düşündüğünüzde, aslında bambaşka şeyler dediklerini görürsünüz. Yani, hem dürüst değildirler, hem de sizi ek bir düşünmek zahmetine sokarlar.

Buna bir örnek olarak şunu dikkate alabiliriz zannedersem:

"Türkiye’de lider olmanın birinci şartı geçmişinizde devletle çatışmış olmanız ya da çatışanları savunmanız. Eğer bunu lider oluncaya kadar beceremediyseniz daha sonra ya mahkemeler önünde hesap vererek, yasaklanarak veya asılarak bu eksikliğinizi tamamlarsınız. Bu nedenle politika üreterek, ülkenize yön çizerek siyasette bir yere gelemezsiniz. Başka ülkelerdeki lider olma süreci yani devletin çeşitli kademelerinde hizmet ederek ve adeta devletle özdeşleşerek yönetici olmak gibi ilkel bir yol bizi kesmez. Biz kahraman bir ulusuz ve bizi ancak kahramanlar yönetebilir ya da yönetenleri sonradan kahraman yaparak kuralı yerine getiririz." diyor bir yazısında, Mahir Kaynak, ve gördüğünüz üzre, metheder gibi yaparken, kahramanlar yaratan koskoca bir ırkın ahfadına dil uzatmağa yelteniyor.

O kadarla kalsa bir şey değil; kahraman olmak ya da kahramanları sevmek gibi, aslında rahatsız edici hiçbir tarafı olmayan güzel bir hasletimizden bizi kuşkuya dahi sürüklüyebiliyor.. Üstelik, bunu –bilmem dikkat ettiniz mi?– ilerde kesin birer kahraman olacak olan nice gencimizin kariyerlerine gölge de düşürmekten de sakınmaksızın yapıyor...

Bize böyle analiz-manaliz lazım değil. Neresinden bakarsanız bakın, bu insafsızlıktır; bu kadar dolambaçlı söylenen sözlerde dürüstlük var demek de mümkün mü?.

Bizim realitemiz bellidir: Biz kahramanlığı seven, duygusal bir milletiz. Bu realiteyi sanki bir hal-i pür melâl imiş gibi konumlandırmak bizi rahatsız eder.

Hayattan kâm almak isteyenlerimizi de, hayatı bir imtihan için yaşayanlarımızı da, yani ezici çoğunluğumuzu, luzumsuz vesveselere götürür; ya neşemizi ya da imanımızı zedeler.

Bunların hiç birisi hiç de hoş değil.

Bu tiplerin, bizim aşina olduğumuz bir dil ve bizim sevdiğimiz motiflerle dile getirdikleri fakat aslında birer burgu gibi olan laflarının şifrelerini anlamak açısından bir iki örnek daha vermek istiyorum.

Mesela, birisine "sevdiklerinin acısını görmeyesin" demiş olsunlar.. duyan da bunu iyi bir dilek ya da bir dua zanneder ve sevgi dolu gözlerle cevap verir çoğu zaman; halbuki, bu, "sevdiklerinden önce geberip gidesin" anlamında okkalı bir beddua da olabilir... Öte yandan, "sevdiklerin senin acını görmesin" demeleri de çok farklı değil; "bütün sevdiklerin senden önce geberip gitsin ve bir başına kalasın" anlamına da gelebilir...

Var olduğu aşikâr olan yaratıcılıklarını doğru yolda kullansalar, halen vargücümüzle mücadele ettiğimiz bunca dünyevi ve uhrevi canavara karşı nasıl daha başarılı olacağımız konusunda bize fikirler verebilirlerdi belki... Ama, bunlar onu yapmak yerine, utanmadan sıkılmadan, bize bu canavarların gerçek olmadığını, aslında birer yeldeğirmeni olduğunu, asıl meselenin çok farklı olduğunu; ya da yukarıda görüldüğü üzere, kahraman bildiklerimizin aslında bihude isyankâr, kutsal saydıklarımızın da bizi kontrol için uydurulmuş şeyler olduğunu filan söylemeğe yeltenirler.

Görüldüğü üzere, bizim gibi kalbi temiz ve hayatı dolu dolu yaşamak isteyen normal insanlar için, bu tiplerin tam olarak neyi kasdettiğini ilk bakışta anlamak çok zordur: İnsanı luzumsuz yere düşünmeğe zorlarlar. Yaptıkları işgüzarlık bile sayılmaz; alenen abesle iştigaldir.

İşin en garip tarafı da, bu tiplerin kendilerine zarar verdiklerinin bile farkında olmayışlarıdır. En az iki-anlamlı lafları söylemenin zorluğunu bir marifet sanıp, milletin gözünde ' kinayeli ve kem sözlerin sahibi' olarak damgalanmanın ne demek olduğunu bilmezden gelirler.

Bunların birer kahraman olmadığı belli; adi bir müfteri olduklarını da ispata bile gerek yoktur. Adları çıkar, aforoza uğrarlar ve dışlanırlar. Müstehaktırlar.

Bu tür lafları edenlerin ipliğini böylece pazara çıkardığıma siz de şahitsiniz. Dolayısı ile, benim, onlar gibi, öyle dolaylı ve anlamı daha sonradan anlaşılacak kem ve kinâyeli lakırdılar etmeyeceğimi de artık biliyorsunuz.

Ben, size, birden çok anlama gelecek şeyler söylemem. Herşeyin bir usulu vardır, ve en iyi usul da usul usul olanıdır.

Şimdi izninizle, ne yapmayacağıma dair bir iki örnek vereyim:

Geçtiğimiz günlerde, Nasreddin Hoca Şenlikleri vesilesiyle orada bulunan, Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç'un, kurumuş olduğu için susuz olan Akşehir Gölü yerine özel bir besi çiftliğine ait gölete, bugün bizi kahkahlara boğan muzipliğinden başka hatırlayacak bir şeyi hiç olmamış olan Nasreddin Hoca'yı temsilen katılan kişi ile birlikte maya çalarken söylediği, "Espri yapmak zekâ işidir. Ben de zekiyim. Espriyi çok severim. Espri zekânın zekatıdır. Her zeki insanın bu zekâtı mutlaka ödemesi gerekir." gibi, açıkça ne demek isteiği belli olan düzgün lafları alıp, yukarıda alattığım tiplerin çok kolayca yapabileceği gibi, ne tiye alacağım, ne de araya bu şenliğin bir kültür şenliği değil de bir turizm şenliği olduğunu ima edecek laflar sıkıştırıp canınızı sıkacağım.

Benzer şekilde, yine geçtiğimiz gün, AİHM'e (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) yapılan bir başvuru sonrasında, AİHM tarafından 'Alevi çocukların zorunlu din derslerine katılmalarının insan haklarına aykırı olduğuna' karar vermesi ile bağlantılı olarak Adalet Bakanı Cemil Çiçek'in "AİHM kansere de çare bulabilecek mi?" sorusunu kırk türlü anlama çekecek münafıklar arasında ben olmayacağım.

İlaveten, aynı mahkemenin –daha önce– başörtüsü hakkında verdiği kararın dayanakları ile esasen bu kararının çeliştiğini söylemeyeceğim.

Ayrıca, her ikisinin de insan hakkı olmak hasebiyle, hem Alevileri hem de Sünnileri aynı potaya yerleştirdiğini; böylece, hayli zamandır şikayeti dile getirilen –uğrunda nice erkek partilerin işbaşına getirildiği– bu anlamlı meselenin önünde duran laikçi Jakoben engelin arkasında olduğundan şüphelenilen Alevilerin artık ortak bir insan hakları davasında buluşmuş olmalarından dolayı, homolaicus nam bu gûruhun zevalinin çok yakın olduğunu söyleyen de ben olmayacağım.

Alevilerin, Cem evlerinde asırlardır yapageldiklerinin konser-konferans değil, ibadet olduğu gerçeğinin sonunda teslim edilmek fırsatının çıkacağını yazan da ben değilim.

Başörtüsüyle okumak isteyen kardeşlerimizin de bu vaka-yı hayriye ile bu çok önemli insanlık haklarına kavuşacağını; Alevilerin ibadet hakkına kavuşmalarının bedelinin Sünnilere başörtüsü serbestisi vermek olduğunu, Sünnilerin de başörtüsü takabilmenin Alevilerin Cem evlerinde ibadetlerini serbestçe yapabilmeleri olduğunu karşılıklı idrak etmeleri sayesinde daha demokratik bir ülke olacağımızı da yazmıyorum.

Kendi içimizde kolayca, sessiz sedasız, halledebilmemiz gereken bu kadar basit bir şey için, Avrupa bilmemnesini işe karıştırmamızdaki eblehliğimizi eleştirecek; Allahın gariplerini, bu örnekte olduğu üzere, önce eşşekliklerini kaybettirmek sonra da buldurmak yoluyla sevindirdiğini vurgulayacak filan da değilim.

Bu kadar önemli bir meselede nihayet çıkmış olan bu kahramanlık fırsatının değerlendirilmesi için, yurdumun güzel insanları arasında sayısız talipin mevcut olduğunun hepimizce bilinmesine karşılık, seçimlerin çoktan yapılmış ve kahramanın kim olacağının çoktan belirlenmiş oldugunu falan da dile getirecek değilim.

Neyse. Umarım bu örnekler yeterli olmuştur. Benim bunlarla vakit kaybetmeyeceğime emin olabilirsiniz. Bana ihtiyaç da yok; bütün bunları o münafıklar diyecek, yazacak zaten. Benim daha önemli işlerim var.

Şimdi dışarı çıkıp havaya bakacağım biraz; çünkü Aşık Veysel "havaya bakarsan hava alırsın, toprağa bakarsan dua alırsın" demişti.

Toprağa da bakacağım tabii, çünkü orada sizler varsınız ve sizlerin dualarınız ve şen-şakrak olmanız çok önemli.