Sivil Toplum Örgütü olunacak! Ol!

İnternet'in bür ücra köşesinde (her yeri 'ücra' değil mi zaten) bir site dikkatimi çekti. Medyada çalışan bir grup kadın tarafından kurulmuş. Aynı paydada buluşan insanların beraberliği olduğunu söylüyorlar 'biz kimiz' yazılarında; ama, bu paydanın 'kadın olmak' ve 'medyada calışmak' dışında başka bir bileşeninin olup olmadığını yazmamışlar.

Yani, bu haliyle 'Medyada Çalışan Kadınlar Sendikası'nın ilk nüvelerini mi görüyoruz, yoksa 'Biraraya Gelip Muhabbet Eden Kadınlar' oluşumunu mu; belli değil.

Ama, amaçlarını hayli anlaşılır bir dille yazdıklarını söyleyebilirim: "Medyada daha etkin olabilmek, hakim medya dilinin hatalarını bir doğru üç yanlışı götürür mantığıyla en aza indirebilmek"..

Güzel.

İlk olarak, kendilerine verildiğini söyledikleri "Feminizm ve kadın hakları" başlıklı seminerin moderatörlüğünü yapan Fatma Karabıyık Barbaroğlu’nun soyadını düzelterek başlayabilirler.

Yok yok. Bu işin esprisi... Benim asıl merak ettiğim başka bir şey:

Yazının hemen girişinde "‘Gel’ dediler her birimize, 'biraraya geliyoruz'. Davet 'güzel' insanlardan olunca fazla soruya ne hacet." deniyor.

İşte. Benim merakımı uyandıran kısım tam da burası.

Kim 'gel' demiştir acaba?

O 'güzel' insanlar kimler olabilir; ve dahası, 'gel' diyen o 'güzel' insanlar acaba kimden almıştır bu 'getirin' talimatını.

Sırf merak ettiğim için soruyorum:

Birbirini hiç tanımayan insanların böyle sorgusuz sualsiz apansız bir araya getirilmesini yadırgadığımdan değil --emir-komuta düzeninde sık olur bu--; ama, giysileri 'sivil' olsa da 'örgüt' haline getirilmiş olsalar da, bu tür yapılara 'sivil toplum örgütü' diyebilir miyiz?

{Not: Olur a, site kaybolur filan diye, tedbiren, ilgili 'biz kimiz' yazısını aşağıya alıyorum.}

MEDYASOFA BİR YAŞINDA !

Bir yıl önce yine böyle bir bahar vaktiydi… 'Gel' dediler her birimize, 'biraraya geliyoruz'. Davet 'güzel' insanlardan olunca fazla soruya ne hacet. Kimimiz mikrofon, kimimiz klavye başından kalktık geldik. Bazılarımız kamera önünü bırakıp iki anons arası katıldı toplantılarımıza. Sevgili Meryem Akbal ve sevgili Saniye Öztürk, camiamızın 'hizmet ve gönül' erlerinden Gülsen Ataseven'in teşvikleriyle yola koyulmuşlardı, yalnız bırakmak olmazdı.

Bir masa etrafında toplanıp neden bir araya geldiğimizi konuşmaya başladığımızda aslında pek çoğumuz ihtiyaç duyduğumuz, eksikliğini hissettiğimiz bir birliktelik olduğunu fark ettik bu oluşumun.

İsmimiz de saatler süren keyifli bir beyin fırtınası sonrası ortaya çıktı. Sevgili Yıldız Ramazanoğlu'nun da değerli katkılarıyla bizi en güzel tanımladığına inandığımız, hemen hepimize sıcak gelen bir isim olan MEDYASOFA'da karar kıldık.

"Sofadaki boy aynasında kendi hakikatimizle buluşmayı ve bir güç birliği oluşturmayı hedefledik"

Farklı iletişim mecralarında ve yayıncılık kulvarlarında 'iyi'nin, 'güzel'in ve 'doğru'nun yayılması için emek üreten dostların kimini ismen tanıyorduk, kimine göz aşinalığımız vardı. Ama pek çoğumuz birbirimizle uzun boylu sohbetler etmiş değildik.

"Bu dayanışma sofasında medya mensubu kadınlarla işbirliği ve haberleşmeyi sağlayabilirsek ne mutlu bize!" diyerek kolları sıvadık ve önce birbirimizi tanıyalım istedik. Kim, nerede, ne yapıyor haberdar olduk… Aynı paydada buluşan ne çok medya mensubu 'kadın' olduğunu fark ettik. Birbirimizin ''lerine daha çok dikkat eder olduk. Birbirimize omuz vermeye, altında dostlarımızın imzası olan başarıları daha bir gönülden alkışlamaya, sahiplenmeye başladık.

Mümkün olan sıklıkta toplanmaya devam ettik. Zira medya ve yayıncılık sektöründe 'zaman' çok ciddi bir problemdi, herkes çok yoğun bir tempoda çalışıyordu. Ancak buna rağmen sofaya dahil olan arkadaşlarımızın pek çoğu bu önemli oluşum için pek çok şeyden fedakarlık edip bir yıl boyunca toplantılarımıza katıldılar.

Fakat 'zaman' problemini aşmak için bir çözüm yolu ürettik ve Medyasofa'yı bir mail grubu olarak konumlandırdık. Mail üzerinden yaptığımız yazışmalar, paylaşımlar ve hatta hararetli tartışmalarla tanışıklıklarımız daha da pekişti. Dostluklar kavileşti…

Elbette Medyasofa'n ın tek amacı bu değildi. Bu birliktelik ciddi bir 'güç' ve potansiyel anlamına geliyordu aynı zamanda. Biz de bu potansiyeli en anlamlı şekilde değerlendirmek için ortak projeler üretmeye başladık. Bugün bizlerin medya ve iletişim alanında bir şeyler yapıyor olmamızı sağlayan, yol açıcılarımız ve öncülerimize 'vefa' ziyaretlerimizi gündemimize aldık.

Şule Yüksel bu açıdan çok anlamlı bir başlangıçtı. Onun yazı hayatında verdiği mücadeleyi, çektiği sıkıntıları ve tüm o meşakkatlere rağmen yaptığı hizmetleri onun ağzından dinlemek hepimize yeni sorumluluklar yükledi.

Sevgili Ayla Ağabegüm hocamızla kısa ve dar zamanlı bir buluşma gerçekleştirebildik ancak daha uzun ve kapsamlı bir sohbet için de söz aldık.

Bir süre sonra buluşmalarımızı iletişim ve medya sektöründeki kurumlarda gerçekleştirmeye başladık. Sivil toplum kuruluşu ya da sektörel çalışmalarıyla bilinen kurumlara yaptığımız bu ziyaretlerle de karşılıklı bilgi alışverişi ve istişarelerde bulunma fırsatımız oldu.

Medyasofa'n ın da fikir annelerinden Meryem Akbal'ın göreve başlamasının ardından Yumurcak TV'ye bir nevi 'hayırlı olsun' ziyaretinde bulunduk.

Hanımlar İlim Kültür Derneği, sevgili büyüğümüz Dr.Gülsen Ataseven'in himayelerinde kapılarını bizlere açtı.

BSF Akademi'n in medya ve iletişim sektöründe kazandırdıklarını kurumun yöneticilerinden Bilal Arıoğlu'ndan dinleyerek yerinde görme şansımız oldu. Medyasofa'n ın çalışmaları konusunda önemli kararlar alınan bu toplantıda aramızda bulunan Yıldız Ramazanoğlu, o günlerde seyahat ettiği Cibuti ile ilgili izlenimlerini anlattı. Yıldız Abla gibi toplantılarımıza çok sık gelemese de bütün içtenliğiyle Medyasofa ailesinde sevgisini ve muhabbetini hissettiğimiz Binnur Feyizli de o gün aramızdaydı.

İsmini daha çok internet üzerinden yayın yapan Peygamber Efendimiz ile ilgili en nitelikli ve kaliteli başvuru kaynağı olan www.sonpeygamber.info sitesi ile tanıdığımız Meridyen Destek Derneği'ni ziyaretimizde de sevgili Fatma Ekinci'den yaptıkları hizmetlerle ilgili değerli bilgiler aldık.

Medyasofa'nın 'Ne yapabiliriz?' sorusuyla başlayan beyin fırtınalarının bir sonucu olan seminerlerin ilki ise BİSAV'da gerçekleşti. Alanındaki uzman isimlerden biri olan sosyolog Nazife Şişman, sosyolog Fatma Karabıyık Barbaroğlu'nun moderatörlüğünde Medyasofa'ya "Feminizm ve kadın hakları" konulu bir seminer verdi.

Alt alta sıralandığında bir yıl gibi kısa bir zaman diliminde yeni kurulan bir topluluk olarak hiç de azımsanmayacak çalışmalara imza attığımızı görmek geleceğe dair umutlarımızı arttırıyor.

Bundan sonraki süreçte medya, iletişim ve yazın alanında öncülük etmiş büyüklere ziyaretlerimiz artarak devam edecek. Seminerlerimiz daha geniş katılımlı toplantılara dönüşecek. Hazırlıklarını sürdürdüğümüz web sitemiz de en kısa sürede yayına geçecek.

Bütün bunları yapabilmek için hepinizin desteğine, fikrine, eleştirilerine, katkılarına ve duasına ihtiyacımız var.

Medyada daha etkin olabilmek, hakim medya dilinin hatalarını bir doğru üç yanlışı götürür mantığıyla en aza indirebilmek için Medyasofa çatısı altında yaptığımız gönül birliğinin uzun yıllar sürmesi dilek ve duasıyla…

İki tane Şubat.. bir Kanlı Pazar..

Aşağıdaki yazı, 02 Mart 2010 tarihinde, Nuray Canan BEZİRGAN imzasıyla velfecr.com isimli sitede "28 Şubat'ın palazlandırdıkları" başlığıyla yayınlandı.

Yazı, bence birkaç açıdan önemli.

Öncelikle, şu sıralarda sesleri pek duyulmayan 'öteki Müslümanlar'ın 'beriki Müslümanlar'la ilgili düşüncelerine bir pencere açıyor olması önemli, benim için.

Bir diğeri de, o dönemlerde öğrenci olan birisinin, üstüne üstlük, bir hanım öğrencinin --o günlerde bir ve aynı gibi görünen bir camiada-- birebir gözlemlerini yansıttığı için önemli.

Bir de, en az yukarıdakiler kadar, bugün geriye dönüp baktığında --hem bugün için, hem de o günler için-- yaptığı değerlendirmeler önemli.

Yazının kendisi bu:

{İçeriği aynı kalmakla beraber, daha kolay okunması amacıyla, yazının formatında basit değişiklikler yaptım. Ayrıca, birkaç yerdeki dizim/yazım/imla yanlışlarını da düzelttim.}

28 Şubat'ın 13nc yıldönümündeyiz.

Memleketimiz 28 Şubatlar üzerine inşa edilmiş demokrasivari bir şekilde yönetiledursun, darbelerin mantığını anlamamız açısından yapılacak analizlerin önemli olduğu kanaatindeyim.

28 Şubat, o dönemin Başbakanı Erbakan'ı alaşağı edebilmek için tezgâhlanmıştı.

Çünkü Erbakan Türkiye'yi ABD ve batının kölesi olmaktan azad edip Afrika'dan Uzak Doğu'ya uzanan bir İslam Birliği Projesinin peşindeydi. Erbakan'ın izlediği siyaset ABD onaylı olmayınca kollar sıvandı, içte ve dışta bu darbeyi destekleyecek işbirlikçiler bulundu ve 28 Şubat karanlığı ülkenin üzerine çöktü.

28 Şubat'ta Erbakan Hükümeti devrilirken "düşene bir tekme de sen at" mantığındaki Gülen cemaatinin, bugün AKP'ye Ergenekoncular bir zeval getirmesin diye olayları bire on katar yorumlarıyla haberleştirdiklerini görünce insan ister istemez düşünmeye başlıyor.

Sormak gerekir, sizin millet iradesi deyip de mangalda kül bırakmayan tavrınız 13 yıl önce neredeydi?

Bugünlerde, konjonktür gereği, "Darbelere dur de", "Darbelere karşı 70 milyon adım" dedikleri aldatmasın sizi.

28 Şubat'ta başörtü yasağının üniversitelerde başlamasıyla beraber "emir büyük yerden" deyip de koca koca pardesülerini bir günde bırakan kızları, başörtülerini attıktan sonra direnenlere "'enaniyet' yapıyorsunuz; asıl fedakârlık bu dönemde bunu gerektirir" diyorlardı. Önceleri "Cebrail gelip de bir parti kursa ona oy vermem" diyerek siyasetten 'Allaha sığınan' bu cemaat[in mensuplari], sonrasında "AKP'ye oy vermeyen vebale girer" çizgisine gelerek partinin gizli kurmayları arasında yerlerini almışlardı.

Hatta o dönemde kartel medyası olarak nitelendirilen ne kadar basın yayın organı varsa, Gülen onlara demeçler verip darbecileri desteklercesine Erbakan iktidarı için "Beceremediniz çekin gidin" demiştir.

Başörtüsü yasağına karşı takınacakları tavrı öğrencilerin tercihine bırakmak bir yana, onlara açılmamalarının 'İslam'a hizmetten kaçış' ve 'enaniyet', açılarak eğitimlerini sürdürmelerinin ise 'fedakarlık' olduğu görüşünü İslam'ı alet ederek empoze etmişlerdi.

Sonra, o dönemlerde Müslümanların hakları gasp edilirken verilen tepkilere "aman aralarda ajanlar var" diyerek, geri durup, haber bültenlerinde "kara çarşaflı erkeklerin provoke ettiği gösteride..." diye verilirdi.

Zaman gazetesinde, 'peruk fetvası'nın yerinde olduğunu yazılırken, bütün Türkiye ayakta ilden ile 'el ele eylemi' yapıyor, milyonlarca insan yasağı protesto etmek için sokaklara dökülüyordu. Ama, onlar, katılmak bir yana, haberini dahi yapmıyorlardı.

Yani, başörtüsü yasağı da bu kesim için bir sorun teşkil etmedi. Zira onlar 'Hocaefendileri' için 'her şeyi' yapmaya hazırlardı. Ellerindeki sözde fetvalarıyla, okullarını da bitirdiler, iş sahibi de oldular. Olan, bu konuda hassasiyet sahibi olan Milli Görüş tabanına ve diğer İslami cemaatlere olmuştu. Dillendirildiği gibi 28 Şubat'ta hiçbir zarara uğramadılar. Katlanarak büyüdüler.

Ne hazindir ki, bedel ödeyen Erbakan iken, bugün yavuz hırsız misali, cemaat, 28 Şubat'ın faturasını Erbakan Hoca'ya keserek, onu töhmet altında bırakıyor ve cemaate yeni katılan genç dimağlara bu anlatılıyordu.

Üzerlerine vazifeymiş gibi, sözde 'sırat köprüleri' kurarak, üzerinden papazları, hahamları hoplatarak yine sözde 'cennet'e sokanlar, sıra şuurlu Müslümanlara gelince aslan kesiliyorlardı. Kısacası, yedi düvele gül dağıtarak, hoşgörü kavramını sömürenler, bazılarına karşı öyle öfkeliydiler ki, kinleri akıllarını başlarından alıyor ve olmadık çirkinliklerle gerçek yüzleri meydana çıkabiliyordu.

Alın size bir örnek: samanyoluhaber.com sitesinde 'Erbakan Çok Hızlı Başladı' başlıklı bir haber var... Aslında, bu tür yorumlara her 'Erbakan' haberin altında rastlayabilirsiniz. Yorumlar arasında, bazı yaratıklar tarafından 'çakal', 'ihtiyar moruk', 'koltuk hırsı', 'imza atan korkak', 'Ergenekon figüranı', 'hırsız', 'din taciri', 'Müslümanların yüzkarası', 'derin devletçi' vs.. hakaretleri yazılmış ve editörlerce onaylanmış.

Yukarıda anlattığım üzere, malum cemaatin cesareti, tevekküllerinden ya da teslimiyetlerinden değil, cehaletlerinden, dünyaperestliklerinden geliyor.

Netice açık, 28 Şubat olmasaydı AKP olmayacaktı; AKP olmasaydı, Gülen cemaati bu kadar büyüyemeyecekti.

Onun için bu "aman AKP'ye bir zarar gelmesin" vesveseleri ve iktidara muhalif herkesi 'Ergenekoncu' ilan etme halleri..

Çünkü, ne bir zamanlar İslam düşmanı Ecevit'e yaktıkları yağlar, ne de Demirel'e dizdikleri methiyeler, onları AKP iktidarı gibi palazlandırmamıştı da ondan.

Şimdi onlar da yürümeye başladılar meydanlarda.

Taksim'de darbelere karşı yürümeye başladı 'ışık evlerinin eylem bilmez altın nesli' birden bire.

Samimi olmadıklarını bildiğimiz halde, olumlu bir gelişme addedebileceğimiz bu değişimlerinin konjonktürel olduğunu gözden kaçırmamak gerekir.

Başka bir siyasi hareketin güçlendiğini gördükleri anda, AKP'yi de anında satabilecek bu oluşumu izleyin ve agâh olun.

Her kademede kendi derin devletlerini oluşturduklarını ve dünya gemisinin kaptanı dedikleri Amerika'nın ümmet içine sızmış Ergenekon'u olabileceklerini de göz ardı etmeyin.

Sadece Rabbimizin emir ve yasaklarına amade, düzenin tüm baskı ve dayatmalardan azade günlerin gelmesi dileğiyle...

Süreci içinden yaşamış, süreç devam ederken ayrışmayı yaşamış fakat --anlaşılan-- ya pek farkedememiş ya da farketmiş ama, sesini çıkaramamış/duyuramamış birisinin gözlemleri ve duyguları bunlar.

Benim baktığım yerden ise, fevkalade ustaca yürütülmüş bir süreç bu --şapkam olsa, şapkamı çıkarttıracak kadar ustaca...

Her ne kadar, ilk bakışta, 'Fethullah Gülen Cemaati'e şapka çıkartmak gerekir gibi gelse de, bence asıl ustalık orada değil; daha yukarılarda bir yerde.

Yok yok. "Daha yukarılarda" diyerek manevi anlamda 'ilahi' bir varlığın dahline işaret ediyor değilim: ABD'den bahsediyorum.

"Ustalıkla oynandı" deyişim de şundan:

Taa (kabuk değiştirtilmiş) 'Türkiye Milli Talebe Federasyonu' (TMTF), 'Millî Türk Talebe Birliği' (MTTB) günlerinden, yeniden kurdurulan 'Komünizmle Mücadele Derneği' devrinden, 'Kanlı Pazar' olaylarından beri, belli bir çekirdek kadroyu usul usul yetiştirmek, stratejik noktalara yerleştirmek, "aman, başlarına bir kaza gelmesin" endişeleri ile üzerlerine titreyerek koruyup kollamak.. bunlar, öyle herkesin kolay kolay altında kalkabileceği projeler olmasa gerek..

Şimdi.. bir önceki paragrafta saydığım dernek ve olay isimlerine açıklık getirmek lazım. Bunu da, en iyi o günleri içinden yaşamış birisi yapabilir ancak: O günlerde Türkiye Milli Talebe Federasyonunda (İstanbul) yönetimde olanlardan biri, Yaşar Okuyan.

HaberTürk TV'de, 10 Mart 2010 tarihinde canlı yayında izlediğim, Balçiçek Pamir tarafından yönetilen sohbet programında, Yaşar Okuyan şunları söyledi:

Biz o tarihlerde Türkiye Milli Talebe Federasyonundayız (TMTF). Bu federasyon, bizim, yani ülkücü-milliyetçi diye nitelendirdiğimiz grubun yönetimindeydi.

Milli Türk Talebe Birliği (MTTB), o tarihlerde --yani 1968-69'lardan bahsediyorum--, daha ziyade İslami düşüncenin kontrolündeydi. Biz o tarihlerde onlara 'Ecmain' ismini vermiştik. Daha sonra bunlar kendilerini 'Akıncılar' diye adlandırdılar. Milli Türk Talebe Birliği de onların yönetimindeydi, fakat milliyetçi grup olarak biz de Milli Türk Talebe Birliğinin faaliyetlerine katılıyorduk. Biz, Milli Türk Talebe Birliğindeki faaliyetlerin bazılarına da katılıyorduk. Orayı 'ele geçirmek' istiyorduk.

O sürecin içerisinde bir gün ortaya bir söz atıldı; "Komünistler yürüyüş yapıyor, Taksim'i işgal edecekler, biz buna karşı eylem yapacağız", deniliyordu.

Bu bilgiyi bize getirdiler. Biz de merak ettik; "ne yapacaklar; bir inceleyelim bakalım" dedik. Cumartesi günü MTTB'deki arkadaşlarımız, yöneticiler, "grup olarak sizden kaç kişi katılır?" diye TMTF'ye sormuş. TMTF'den da gelip bize sordular. Ben de, "Ne olacak, niye soruyorlar" dedim.

"Orada kalabalık olunsun isteniyor" denildi. "Kaç kişiyseniz size sopa dağıtacağız" dediler. Ben bu sefer daha da tedirgin oldum. O zaman arkadaşlara, "beş yüz kişi deyin" dedim. Katılacağımızdan değil de, "bakalım, ne olacak" diye...

Yanılmıyorsam "Cumartesi günü, akşam saat beşte temsili olarak MTTB'ye gelin" denildi. Bizim arkadaşlardan yedi sekiz kişi gitti oraya. Şeref Efendi sokak var hemen MTTB'nin yanındaki sokaktı. Oraya iki kamyon yanaştı. Orada, keser sapı gibi tornadan çıkmış sopalar çıktı, balyalar halinde.

Bizim çocuklara dedim ki, "Sopaları alın. Gitmeyeceğiz, ama gitmeyeceğimizi söylemeyin." Sonra aynı yerde ayrıca bir mavi kurdele dağıtıldı. "Kurdeleler ne olacak" diye sorduk. Dediler ki, "bu mavi kurdeleleri Taksim'de komünistler meydana girerken yakanıza takın; bu iki şeyi gösterir: Birincisi orada bir kargaşa çıkarsa siz birbirinizi tanımış olursunuz. İkincisi de --polislerin de bilgisi var-- mavi kurdeleyi takanlar antikomünistler olacak".

Nitekim biz ertesi günü oraya yedi sekiz kişi gittik. Yani, ülkücüler olarak katılmadık. Uzaktan bakıyoruz. En az yirmi otuz bin kişilik bir kalabalık vardı. Hatta sabah namazından sonra gelenler vardı. Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) da Gümüşsuyu'ndan giriş yaptı. Tam Marmara Oteli'nin önüne doğru geldiklerinde daha önce alanda ellerinde sopalarla bekleyenler, gelenlere hücum ettiler.

Polis bakıyor, mavi kurdela varsa 'dost' dokunmuyor; kurdele yoksa, elindeki copla girişiyor. Biz de dedik ki "kurdelelerimizi takalım", çünkü uzak olmamıza rağmen bir grup da bize doğru geliyordu.

Komünizmle Mücadele Dernekleri vardı. Onların birlikte organize ettiği bir şey. Bundan günler öncesinden beri, Mehmet Şevki Eygi diye bir gazeteci var, Bugün gazetesinden çağrılar yapıyordu. "Komünistler, Moskova uşakları geliyor, dinimize küfrediyorlar" gibi yazılarla belki 10-15 gün boyunca tahrik etmişti. Toplu olarak sabah namazları organize ediyordu.

Böyle bir alt yapı oluşturulmuştu.

'Kanlı Pazar'da, Hürriyet gazetesinde 6–7 sütunu kaplayan bir resim gözümüzün ödündedir hâlâ...

Bir şahıs oradaki sol görüşlü bir genci --elinde bıçakla-- polisin gözünün önünde öldürüyor ve polis seyrediyor. Katiyen müdahale etmediler.

İki insanımız orada maalesef bu şekilde öldürüldü. Bu tabi çok derin iz bırakan bir olay.

Ben 'Kanlı Pazar'ı kitlesel bir organizasyon olarak değerlendiriyorum ve bundan sonraki süreci çok önemsiyorum.

Nitekim, o hadiseden üç gün önce de, polis, 8 üniversiteyi bastı. Vedat Demircioğlu isimli bir kardeşimiz bir iddiaya göre polis tarafından dövülerek üst katlardan aşağı atıldı ve hayatını kaybetti. Bazılarının da kaçarken düştüğü iddiası var ama sonuç olarak polisin orayı basması sonucu maydana gelen bir mücadelede hayatını kaybetmiştir.

Bu Kanlı Pazar olayında o tarihlerde acaba Milli Türk Talebe Birliği'nde aktif faaliyetlerde bulunanlardan; Ankara'da en tepe noktalarlarda bulunanlardan kimler var?

Bu sorunun cevabının ortaya çıkması lazım. Ergenekon soruşturmalarında her ne hikmetse her şeye bir bağlantı kurularak soruşturuluyor ama 'Kanlı Pazar'ın hiç üzerine gidilmiyor.

Ümit ederim ki bu sorunun cevabını -–ki bunlar kendilerini biliyorlardır-- Ankara'nın en tepe noktalarında görev yapanlar verirler.

O organizasyonlara katılmışlar mıdır?

O pazar günü Taksim meydanında çağrılara uyarak yasal bir mitingi sabote etmek üzere gelenlere saldıranların arasında yer almışlar mıdır?

Bu tornadan çıkmış sopaları taşımışlar mıdır?

Yakalarına mavi kurdele takılması için kimlere bu talimatı vermişlerdir?

Madem ki 'Gladio'yu ve geçmişteki bütün olayları ortaya çıkaracağız bu soruların cevaplarının verilmesi lazım.

Birazcık düşünülürse bu arkadaşlarımızın kimler olduğu ortaya çıkabilir.

Ben şimdi 40 yıl önceki bir ismi elbette verebilirim; ama isim verdiğim vakit, karşı tarafın size ilk vereceği cevap "hayır, yalan söyleniyor", olacaktır.

Halbuki hükümetin inisiyatifinin dışında kalan medya bunların üzerine biraz gitse bunu Türkiye'nin gündemine taşımış oluruz.

Gündeme taşınırsa da projektörler yanar, aydınlık ortaya çıkar.

Not: Yukarıdaki metin hem benim hafızamda kalan, hem İnternet'te aynı programı seyredenlerin yazdıkları/aktardıkları, hem de Yaşar Okuyan'ın daha önce konuştuklarınan derlenmiştir. Benim hayli ilginç bulduğum bir nokta da, Yaşar beyin --değişik zamanlarda da olsa-- bu konuda anlattıklarının neredeyse birebir aynı oluşu.. Cidden sağlam bir hafızası var, anlaşılan.

Yine aynı programda, Yaşar bey, başka ilginç bir konuya değindi:

'12 Eylül' darbesi olur; ve diğer partilerin ileri gelenlerine de yapıldığı gibi, MHP'nin de ileri gelenleri içeri alınır. Yaşar bey de, MHP'nin 'Genel İdare Kurulu' (GİK) üyesi olduğundan, otomatik olarak içeri alınmıştır (idamla yargılanır ve sonra da beraat eder). Fakat, MHP'nin GİK'ini 40 kişi teşkil ediyor olmasına rağmen; sadece 39 kişi içeri alınmıştır. Bir kişiyi --tesadüfe bakın ki,-- hem Savcı hem de Mahkeme 'sehven' (farkında olmayarak) unutmuştur...

Bu kişinin adı (KarşıtGörüş'te özellikle söylemedi, ama Net'te söylediğini görebiliyoruz) İhsan Karaçam...

Bu isim de ilginç..

1970'li yıllarda önce MSP'de, daha sonra da etkin konumlarda bulunmuş --her ikisinde de birer dönem milletvekili olmuş-- birisi.

Burası o kadar ilginç değil; asıl ilginç olan, Yaşar beyin İhsan Karaçam'ı nasıl hatırladığı...

MHP'nin GİK'inde grev yaparken, İhsan Karaçam, en aşırı (hatta şiddet yanlısı/teşvikçisi da denilebilecek) önerilerde bulunan isimmiş.. Dahası, emekli bir Binbaşı imis..

Yaşar bey, İhsan Karaçam'ı 12 Eylül'den sonra bir daha görmediğini söyledi.

Fakat, Net'te biraz bakınınca, İhsan Karaçam, evet, aktif siyasetten ayrılmış; ayrılmış ama, nerede ondan bahsediliyorsa hep 'emekli Albay' diyorlar..

Bir insan, Binbaşılıktan emekli olduktan sonra, nasıl olur da 'muvazzaf Kidemli Binbaşı', 'muvazzaf Yarbay', 'muvazzaf Albay', 'muvazzaf Kidemli Albay' ve sonunda da 'emekli Albay' olabilir?

Normal olarak, bildiğimiz haliyle, normal TSK mensupları için, fizik kanunlarına bile aykırıdır bu...

Böyle olunca, emekli Binbaşı ve emekli Albay ve emekli Milletvekili İhsan Karaçam, olsa olsa, (Yaşar beyin de işaret ettiği gibi) bir MİT mensubu olabilir. (MİT mensubu olmanın kötü bir şey olduğunu söylemiyorum; herkes gibi, bir MİT mensubunun 'iyi' mi yoksa 'kötü' mü olduğuna ne yaptığına bakarak karar vermek gerekir; bence de.)

Burası ilginç olduğundan, İhsan Karaçam bey hakkında biraz Google yardımı almak faydalı olabilir diye düşündüm.

İlk bulduğum link, İhsan beyin geçmişteki meşgalesiyle pek de alakalı olmayan, rekreatif bir faaliyet ürünü.. Bir kitap yazmış. 87 yaşında, gördüğü lüzum üzerine, 'Karı-Koca Geçimsizlikleri ve Çareleri' isimli bir kitap. E, olur; neden olmasın; onca senelik gözlemleri vardır --kendi katkısı olmaksızın da yıkılan nice yuvalar görmüştür-- muhakkak; okuyanlar istifade etmişlerdir eminim.

Fakat, istifade etmek 'noktasında', sadece evlilikler üzerine söyleyecek sözü olduğunu düşünmek de doğru değil. Doğru olmayacağının teyidini de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın İhsan Karaçam beyin evine (2005'in Ağustosunda) misafir oluşundan çıkarsayabiliyoruz..

'Siyasetçilerin ağabeyi' olarak da, 'efsane milletvekili' olarak da bilinen birisini Başbakanın evinde ziyaret etmesinden daha doğal ne olabilir?

Tabii ki, son derece doğaldır; ben de, laf lafı açtı, konu dallanıp budaklandı da ondan dolayı buraya geldim. Yoksa, 'Kanlı Pazar' ile İhsan Karaçam Binbaşımın/Albayımın ne alakası olacak ki.. hiç işte.

Orası öyle de, benim aklıma Yaşar Okuyan'ın şu soruları takıldı kaldı:

Bu Kanlı Pazar olayında o tarihlerde acaba Milli Türk Talebe Birliği'nde aktif faaliyetlerde bulunanlardan; Ankara'da en tepe noktalarda bulunanlardan kimler var?

Bu sorunun cevabının ortaya çıkması lazım. Ergenekon soruşturmalarında her ne hikmetse her şeye bir bağlantı kurularak soruşturuluyor ama 'Kanlı Pazar'ın hiç üzerine gidilmiyor.

Ümit ederim ki bu sorunun cevabını -–ki bunlar kendilerini biliyorlardır-- Ankara'nın en tepe noktalarında görev yapanlar verirler.

O organizasyonlara katılmışlar mıdır?

O pazar günü Taksim meydanında çağrılara uyarak yasal bir mitingi sabote etmek üzere gelenlere saldıranların arasında yer almışlar mıdır?

Bu tornadan çıkmış sopaları taşımışlar mıdır?

Yakalarına mavi kurdele takılması için kimlere bu talimatı vermişlerdir?

İstanbul'un Taksim'i nere?.. Ankara'nın en yüksek tepesi nere?..

Bugünlerle 16 Şubat 1969'un Taksim'indeki 'Kanlı Pazar'ın, veya 16 Şubat 1969'daki 'Kanlı Pazar'ın '28 Şubat'la ne alakası olabilir ki..

Hiç.

Tabii ki, koskoca bir hiç.

Benimki de boş laf iste.. neredeyse tıpkı Yaşar Okuyan'ın ve Nuray Canan BEZİRGAN'ınkiler gibi..