Bağdat gibi diyar, Saddam gibi hıyar...

Durun, hemen celallenmeyin; bu başlık bana ait değil, aşağıdaki aynı başlıklı yazıdan apardım. Başlığı beğenmemiş olsam aparmazdım tabii; dolayısı ile, belki şimdi celallenmek isteyebilirsiniz :)

Yazıda katıldığım çok yer var, katılmadığım yerler de. Bilhassa katılmadığım yerleri renklendirdim, ve üzerinde bir iki kelam etmek isterim.

Bir ülkenin büyüklüğü veya küçüklüğü, yöneticilerinin veya memurlarının çapıyla yakından ilgilidir. Bir memleketin imkânları olup da, bu imkânları iyi kullanamayan veya kötüye kullananlar varsa yıkım yakındır. Bu çelişkiyi ifade etmek için, zamanında, örnek olsun diye; "Bağdat gibi diyar, Saddam gibi hıyar" derlerdi.

Kadim bir medeniyet, insan potansiyeli, petrol ile gelen zenginliğe rağmen, Saddam'ın içerde ve dışarıda herkesle kavgalı olması neticesinde; bugün viran bir ülke ve aşağılayıcı bir işgal ile karşı karşıyayız.

Saddam dönemi Irak'ında Kürd hain, Şii hain, komşusu İran düşman idi. Bir çapsızın yaptıklarından dolayı; zikrettiğimiz tüm taraflar çok maddi ve manevi zararlara/kayıplara uğrayıp, sıkıntılar yaşadılar. Dengeler hala da sağlanabilmiş değildir.

Bugünkü Irak; İşgalci ABD/İsrail, İngiltere ve diğer müttefiklerinin saplandığı bir bataklık, insanlık için yüz karası bir suç ve cinayet/terör batağı, bölge ve dünya barışının tehlikeye atılmasında en büyük amil olarak ortada durmaktadır.

Şiilerin ve Kürdlerin olumlu çabalarına rağmen, meşru direnişi de gölgeleyen bağnaz Vahhabi/tekfirci gurupların cinayetleri Müslümanlara ve Araplara ihanet derecesinde devam etmektedir. Baasçıların da bu fitnede yerlerini aldığını bilmemizde yarar vardır.

Pazaryerleri, camiler, caddeler, duraklar birer hedef olarak seçilmektedir. İşgalcilerin de bu fitneye bulaştığı, bazı gurupları yönlendirdiği, bazen de bizzat eylemlere giriştiği herkesin malumdur.

Basra'da İngiliz askerlerinin sivil kıyafetler içerisinde suçüstü yakalanmaları, Mossad tarafından Iraklı bilim adamları, din adamları, siyasetçi ve ileri gelenlerin katli sır değildir.

Her Allahın günü yüzlerce insan ölürken, bunu tabii karşılamak, özgürlük operasyonu kapsamında görmek vicdani değildir. Bu insanlık dışı gidişatı işgalciler ve onların çapsız liderleri durduramaz. Böyle bir niyetlerinin olup-olmadığı da şüphelidir.

Araplar ise zillet içerisindedirler. İran ise zaten hedef tahtasındadır. En ufak bir girişim, ABD ve İsrail'in saldırgan, vahşi iştahını kabartmaktadır.

Şiiler ve Kürdler ise bu olaya taraf olarak görüldüklerinden etkili olamamaktadırlar. Petrol, Kerkük, Federal Kürdistan'ın geleceği ve sınırları bir sır gibi dünya kamuoyundan saklanmaktadır.

Bize fazla ırakta olmayan Irak'taki bu insanlık dışı gidişata olumlu katkı sunabilecek yegâne ülke Türkiye'dir. Ancak mevcut siyaseti ve yöneticilerinin çapı bu olumlu katkıyı engellemektedir.

Ankara'nın yapması gereken şeyler kolay ve basittir.

Eğer Ankara; Kürdistan'ı kardeş bir ülke olarak tanır, Kerkük'ün de Kürtlere aidiyetini teslim ederse, sorunun büyük kısmı halledilmiş olur. Ortada yorgan kalmayacağına göre kavganın devamında da bir fayda kalmaz ve taraflar kolayca anlaşırlar.

Geriye kalan bir iki çaput için ise anlaşmak kolaylaşır. Türklerin şunu bilmesi lazımdır: petrol yıllarca Araplarda kaldı ve bunun bir yararını ne biz Kürtler ne Türkler ne de diğer Müslüman halklar gördü. Arapların kendileri de bunun yararını görmediler. Oysa güçlü bir Kürdistan İslam âlemi ve bu arada Türkiye için bir kazançtır.

Bu hedefe varmak kolay değildir. Birinci mani/engel işgalcilerin siyasetleridir. İşgalci ABD/İngiltere/İsrail ittifakı güçlü bir Türkiye veya Kürdistan istemez. İkinci engel ise Türk yöneticilerin zihniyetinden ve ufuk darlığından kaynaklanmaktadır.

Türkiye'de hükümet vesayet altında olduğundan, belirleyici olan askeri cenahtır. Bu cenahın da gelişmeleri hakkıyla/layıkıyla değerlendirebildiğinden şüpheliyim. Hatta memleket sevgilerinin tezahürüne bakılırsa; Türk'e ve Kürd'e yarar getirmekten de uzaktır.

Cizre ilçemizden yansıyan manzara bizi haklı çıkarmaktadır. Düşman kuvvetleri Kürd olarak tanımlamak veya Kürdistan bayrağını temsili hedef göstermek; Türk ve Kürd kardeşliğine hizmet etmediği gibi, düşmanlığı ve ayrılığı/gayriliği/ötekileştirmeyi daha da pekiştirir. Türk bayrağı nasıl hürmete layıksa, Federal Kürdistan bayrağı da o kadar hürmete layık ve kutsaldır.

Biz Türkiye'de yaşayan Kürdler de, Türklerle kardeşçe ve eşit şartlarda yaşamaya evet diyor, ama hakarete, aşağılanmaya asla tahammül edemeyiz. Biz Türkiye'de ne azınlık ne kiracı ne de sığınmacıyız. Kendi kadim toprağımızda (Cizre de buna dâhildir) binlerce yıldır yaşamaktadır.

Bizans, Sasaniler, Büyük İskender, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar bugün tarih sahnesinden çekildikleri halde Kürtler devletsiz de olsalar, yarınlarından emin olarak varlıklarını devam ettirmektedirler.

Sıdkı Zilan, Nasname, 2006-10-14

Yukarıda da dediğim gibi, katıldığım yerler çok, ama katılmadığım yerler de. Bunlara geçmeden önce, daha temel bir iki şeye değinmek istiyorum.

Yazar, bence, ırk meselesini çok fazla abartıyor. Kendi savundukları sözkonusu olduğunda da, karşı durdukları sözkonusu olduğunda da ırk nedense bir temel belirleyici anafikir olarak yazının ruhuna sinmiş gibi duruyor.

Yazarın ırkçı olduğunu söylüyor değilim –çünkü yazarı tanımıyorum, bu yüzden de bu bağlamda bir önyargıdan hareket etmiyorum– fakat, yazı ve dolayısıyla hem eleştirileri hem de önerileri ırk ekseni etrafında seyrediyor.

Irk ekseninin temele oturtulmasının tutarlı olmadığını da Sünni, Şii ve diğer inanç gruplarının da siyasi birer unsur olduğuna değinişinden çıkarsamak kabil.

Bu dediklerimden, yazıda ırk ekseni var dolayısıyla yazıyı okumak ya da dikkate bile almak gerekmez anlamı çıkarılmamalıdır. Bence yazı iyi bir yazı ve elden geldiğince çözüm önerisi sunmağa çalışıyor.

Fakat, öte yandan da, Türkiye'nin son 100-150 senedir yapageldiği yanlış, ırk bazlı siyasi blok oluşturma çabası, yazının ruhuna sinmiş. Dolayısıyla, nereden başlayıp nerede bittiğini bilmediğim (anladığım kadarıyla yazar da bilmiyor) sınırlar içinde, sırf Kürdlerden oluşacak bir yapı olacağını tasavvur ediyor.

Bunun çok iyimser, tozpembe, bir tablo olduğunu biliyoruz. Yani, dışarıdan birisi sorduğunda, herkes ben Kürdüm diyor olabilir, ama, kendi aralarında bunun bu derece monolitik olmadığını biliyoruz. Bu bağlamda, bu, bugünkü Türkiye'den pek de farklı değil. Başka bir deyişle, bu etnik monolitiklik zahiridir, zorlamadır, geçicidir.

Bir başka yanılgı da, yazarın Türk diyerek bir tarihsel ırkçılığa atıfta bulunması. Bunun geçerli bir değerlendirme olmadığını herkesten önce Kürdlerin bilmesini beklerim.

Öyle ya, Kürdler, Osmanlılar ve Safeviler gibi her ikisi de Türk olmakla beraber, birbirleri ile birlik olmak şöyle dursun, kıyasıya mücadele halindeki iki devletin tam ortasında yer aldılar. Tarihsel bir ırkçılık sözkonusu olsa, her ikisi de Türk olan Osmanlılar ve Safevilerin birleşip Kürdleri o coğrafyadan silmeleri beklenirdi. Bunun böyle olmadığını, tersine Osmanlılar ve Kürdlerin inanç bazlı vehayli de uzun ömürlü bir ittifaka gittiklerini görüyoruz.

Buradan, inanç bazlı ittifakların temel ve yegane çözüm olduğunu düşündüğüm anlaşılmasın; çünkü, şart değil. Ama, ırk bazlı çözümlerin de temel ve yegane olduğunu söyleyemeyiz. Sebebi de basittir aslında: Bu coğrafya, ne sadece iki ırktan, ne de sadece iki inançtan insanların coğrafyasıdır. Buralarda, sayısını kimsenin pek de bilmediği kadar değişik renk ve ton var.

Coğrafyamızı zengin kılan da, içinden çıkılmaz bir problem yapan da budur. Irk ya da inanç ekseninlerinden birini seçerek çözüm elde etmek ya hiç mümkün değil, ya da istenen sonuca varmaz. Irkları da inançları da birlikte dikkate almak gerekir.

Bu topraklardaki son 100-150 senelik tarihimize, ve o süreçteki deneylerimize bakıp, doğrularından örnek yanlışlarından da ibret almak zorunluluğu var. Bu bağlamda, Türkiye'de bazı olgunlaşma emmareleri seziyor olsam da, Türklerin yanlışlarını tekrarlamak için Kürdlerin bu denli heyecanlı olmalarını anlayamıyorum; siz ne karışıyorsunuz, şimdi sıra bizde mealindeki özgürlükçülüklerini de basiretli bulmuyorum. Önerdikleri çözümün de, az sayıdaki ateşli birkaç kişiden öteye, kimseye makul bir süre için dahi merhem olacağını düşünmüyorum.

Şimdi, dönelim yazıya tekrar.

Yazar, Ankara'nın (yani, Türkiye Cumhuriyeti'nin) Kürdistan'ı kardeş bir ülke tanıması halinde sorunların en önemli kısmının giderilebileceğini söylüyor.

Bir an için, Türkiye açısından, Kerkük diye bir bölgenin olmadığını, ya da önemsiz olduğunu düşünelim. Öyle bir durumda dahi, ben bu yaklaşımı da beklentiyi de hayalci bulurum; çünkü Kerkük olsun ya da olmasın, Kürdistan'ın ayakta kalması için çok ciddi harici ve yerel desteklere ihtiyacı var. Bu da, İran olabilir, Irak'ın geri kalanı olabilir, veya Türkiye olabilir. Bunlardan birisi olmazsa, ben bunun mümkün olabileceğini düşünmüyorum. Niçin böyle düşündüğümü izah etmek uzun sürer ve bence gerek de yoktur; bunu verili kabul edersek, bugünkü konjonktürde, bu harici ve yerel destek sadece Türkiye olabilir.

Dolayısıyla, bu, Pakistan'ı kardeş ülke ilan etmekten çok farklı. Burada, aslında Türkiye'nin hami olmak zorunluluğu çıkıyor.

Peki, Türkiye, Kürdistan'ın hamisi olamaz mı? Gerçekçi olacak isek, hayır, bu şu anda mümkün değil.

Bunu da ideolojik dürtülerle söylüyor değilim; Türkiye'nin hem imkanları buna elverişli değil, hem de kadrolarının ufku bunu kaldırmaz. Bu ikincisi, evet, ideoloji ile ilintilenebilir –ama ırkçı anlamda ideoloji değil, büyük düşüneMEmek, ufuksuzluk anlamında.

Bu durumda, Türkiye ile kardeş Kürdistan, birbirlerinden beklentileri arasında uçurumlar olan iki kardeş olur ve başkalarının manipulasyonu ile de kısa zamanda da hasım olur –bunu söylemek için falcı olmağa gerek yok, çünkü ufuksuzluk ve basiretsizlik her iki tarafta da yeteri kadar mevcut ve olacak.

Kerkük meselesi ise apayrı bir problem. Benim baktığım yerden de problem, ama farklı bir problem.

Kürd kardeşlerimiz Kerkük dolaylarında çıkan petrolün kendilerine refah ve kudret getireceklerini sanıyor... Halbuki, petrol eğer ekonomide bir girdi ise, refah ve kudret filan getirir; çıktı ise bunun tersidir. Bunu ya bilmiyor, ya da heyecanın verdiği sarhoşlukla bilmezden geliyorlar. Kerkük'e sahip olmağı bir gurur meselesi haline getirmişler; gururun en akıllıca çözümlere yol açmadığını bilmez gibi.

İşin aslına bakarsanız, Kerkük'ün petrollerine Türkiye de hazır değil. Yani, Kerkük, Türkiye'ye de çok fazla pozitif katkı yapamaz. Kürdistan'dan daha çok belki, ama, sahip çıkmağa uğraşmağı korutacak kadar olacağını sanmıyorum. Bunu da, örtülü bir Batı ajanı olduğum için filan değil, petrol ekonomilerinin haline bakarak söylüyorum.

Bütün bunlar, benim baktığım yerden, yazarın ümitleri ile çelişiyor. Yani, evet, "Güçlü bir Kürdistan, İslam alemi ve bu arada Türkiye için, bir kazançtır" demek doğrudur, ama, bu ihtimalin gerçekleşme (Kürdistan'ın güçlü olması) ihtimali gözardı edilebilir mertebededir.

Bu yüzden, bu söyleneni tersinden okursak, "Zayıf bir Kürdistan, İslam alemi ve bu arada Türkiye için, bir kayıptır" demek zorundayız. Bence olacağı da budur.

Bu bakımdan, Kürdistan konusunda herkesin mevcut heyecanı paylaşmıyor olması, bence, heyecanı paylaşmayanların ufuklarının darlığından kaynaklanıyor olmak zorunda değil. Heyecan sahiplerinin önce kendi ufuklarını da tartıp biçmeleri, ve nihai değerlendirmeyi bu mukayeseden sonra yapmaları daha doğru olur.

Cizre'de söylenelere gelince: Evet, bütün bayraklar, ait olduğu anlam çerçevesinde, kutsaldır. Fakat, bunun söylenmesine yol açan gelişmeleri de gelecekle ilgili bir işaret kabul etmemek için çok fazla sebep görmüyorum. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, zayıf doğmuş olmanın vereceği zorunluluk ile komşuların varlığına, bütünlüğüne göz dikmek (talip olmak) tabii olmakla beraber, evet, bir düşmalık alametidir de.

Son olarak, yazarın bitiriş cümlesinde, tarih sahnesinden çekildiğine işaret ettiği Bizans, Sasaniler, Büyük İskender, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlıların birer ırk olmadığını hatırlatmak isterim.