Oğul ağılı

Eskiden mumla arardım, iş dünyasından insanların kendi hayatlarını yazdıkları kitapları.. Vehbi Koç, Sakıp Sabancı, Asım Kocabıyık vb gibi insanların mahkeme duvarı misali, ya da bir vakanüvis elinden çıkmışçasına, tirit suyuna ekmek banmak bile sayılmayacak şekilde resmi ağızdan dile getirdikleri yavan ve yaban olmayan kitaplardan bahsediyorum.. Yoktu.

Daha sonraları, şimdi adını bir türlü hatırlayamadığım –simsiyah bir kapağı olan– bir kitap yazmıştı, borsacılıktan bezip daha farklı (normal?) bir hayat yaşamak için herşeyi terketmiş birisinin hayatını okumuştum. İlginç gelmişti. Çok ilginç. Sadece para kazanmak hayatın anlamı olamıyordu demek.. insan, içinde bulunduğu hengâme (rat race) ve çevreye de ansızın eleştirel bakabiliyor ve film kopabiliyordu..

Bu bağlamda okuduğum ikinci, daha farklı –hattâ daha da yetenekli birisi tarafından kaleme alınmış– bir kitap da Halil Bezmen'in 'Neden?' isimli kitabıydı. Halil Bezmen'le ilgili önyargılarım vardı ya da yoktu; o önemli değildi o kitabı okuduktan sonra. 'Neden?'de okuduklarım beni çok şaşırtmıştı.. hayat felsefesi açısından.. Kendisini, süratle gitmeğe koşullandırdığı ve sonu da bir mezbahada birtecek bir yarış atı gibi anlatmıyordu. Bu, benim tanıdığım işadamlarından farklıydı. Bir gün fırsat düşerse ona soracağım tek soru, 'iş hayatındayken de kitapta yazdıklarının farkında mıydı; eğer farkında idiyse, başarılı olamayışının sebebi acaba bu muydu?' sorusu olacak.. Başka bir deyişle, hayat, başarı ile hayat arasında bir tercih miydi acaba? Başarı ne demekti; hesabındaki meblâğın hane adedi miydi? Değilse neydi?

Neyse.

Aşağıdaki söyleşi, Ayşe Arman tarafından 1 Nisan 2007 tarihinde Hürriyet gazetesinde yayınlandı. Söyleşinin yapıldığı kişi de Hakan Karahan.. Kısa hayat hikayesi yazının içinde var.

"Babam nasıl bir insandı? Anlayışlı mıydı? Mantıklı mıydı? Şefkatli miydi? Katı mıydı? Bilmem. Çok tuhaf ama ben babamın nasıl bir insan olduğunu bilmiyorum..." Bu cümleler Hakan Karahan’ın 'Ama Öyle!' isimli kitabındaki babasıyla ilişkisini anlattığı öyküden. Ama eminim ki, birçok insanın hayatında bu cümlelerin karşılığı vardır. O yüzden ilgimi çekti, gittim ünlü bankacı Oğuz Karahan’ın, 21 yıl finans sektöründe çalıştıktan sonra en tepedeyken her şeyi bırakan oğlu Hakan Karahan’la görüştüm. Babalar ve oğullar arasındaki o ince ilişkiden ipuçları almaya çalıştım. Bakın bakalım, kendinizden izler bulabilecek misiniz... Biz sizi, iktidarı elinin tersiyle reddetmiş, önemli bir finans kuruluşunun başındayken istifa etmiş ve kendi istediği gibi yaşamayı tercih etmiş bir adam olarak tanıyoruz. Babanız Oğuz Karahan, bankacılığın duayenlerinden biriydi. Bu duruma karşı isyan etmedi mi? Sizinle tartışmadı mı? Sizi, hayatınızı mahvetmekle suçlamadı mı?

- Hayır. Babam ilginç adamdı. Küçükken Erzincan’da trenlerde kömür satıyor, o denli yoksulluktan geliyor, sonra bir bankaya giriyor ve adım adım yükseliyor, sonunda da bankacılığın duayeni haline geliyor. Ama yaşadığı fakirliği çok az anlatırdı. Arada, "Siz hiçbir şey görmediniz!" derdi. "İyi de, sen ne gördün?" Bu soru es geçilirdi...

Neden?

- Öyle. Kendi içerisinde bir heybetti o. Uğraşmazdı. Zaten sohbetlerimiz sadece cumartesi- pazara denk geliyordu, işten bu tür şeyleri konuşmaya fırsatı olmazdı. Bizde ilişki kopuktu. Annem bir gün, "Biliyor musun" dedi, "Baban, 7-8 yaşlarındayken sokakta oyun oynuyor. Sıhhi fenni sünettçiler de tesadüfen oradan geçiyor. Seninkini yakalayıp, zorla sünnet ediyorlar. Zavallı, kan revan içinde eve geliyor." Tuhaf olan şu; kendindeki hataları bende de devam ettirmeye gayretli bir adamdı. Ben de hastanede değil de, eve fenni sünettçi çağrılarak sünnet edildim. Yıllar sonra da üroloğa gittiğimde, yanlış sünnet edildiğimi öğrendim.

İlk soruya geri dönüyorum. Siz işi bırakınca tepkisi ne oldu?

- Ne olacak ki. Kariyerimi yan gelip yatmak için bırakmadım ki. Kitap yazmak için bıraktım. Diyebileceği bir laf yoktu. Ama yapacağı surat vardı! O surattan, onay almamanın 47. yılındayım ben. Bir kere de tebessüm et, "Sen bilirsin arkadaşım, bu senin hayatın, hayırlı olsun" de. Hayır, demedi. O hep kendi yaşadığı hayatı yaşamamı istedi. Ben de bana dayatılan bu hayatı kabul etmedim. 43 yaşında işi bıraktığımda, babamdan daha zengindim. 21 yıl eşek gibi çalışmıştım.

Daha zengindim derken, ne kadar büyük bir para sözünü ettiğiniz..

- Çok büyük değil. Koç ya da Sabancı ailesinin bir tekneye vereceği para aslında. Yani şu yorum doğru değil: 'O kadar çok para kazanmış olsam, ben de bırakırım!' Bırak o zaman, sıkar biraz! Babam, Beylerbeyi’nde, Bebek’te, Nişantaşı’nda üç ev almış, parasını gayrimenkule yatırmış, nakit olarak ondan daha zengindim diyorum...

Peki kariyerinizde yükselmenizde babanızın rolü ne?

- Tabii ki çok. Ama ben de iyi olmasam, Sabancı’da genel müdür yapmazlardı, kimsenin hatırına da bana trilyonlarca liranın sorumluluğunu vermezlerdi. Kaldı ki istifa ettiğimde, Aksigorta’nın, Akhayat’ın ve Akmenkul Değerler’in murahhas azasıydım. Ama elbette hayat boyu babamla kıyaslandım. Elimden geldiği kadar da, onu mahcup etmemeye çalıştım. Benimle gurur duysun istedim.

Duymadı mı?

- İşi bıraktığımda 4 kitap yazmıştım. 14 yıllık da siyah kuşak Aikidocu’ydum. Kolej’i bitirmiş, iyi bir eğitim almış, dünya görüşü olan, fit, heybetli bir adam... Elalem, tosun, toroman ve hatta kabiliyetsiz çocuklarıyla bile gurur duyar, benimki benimle hiç duymadı. Hep o "Akbank’ın Genel Müdürü olacaktı, kitap yazacağım diyor, ben n'apim" tavrı. Ama bunu dillendirmezdi, "Saçını filan kestir" de demezdi. İnce ince iğnelerdi. O yüzden aramızda aşk-nefret ilişkisi vardı.

Çocukluğunuzdan beri mi böyle?

- Hep. Çünkü kendi uzantısı olduğumu düşündü. Onun yaşadığı hayatı yaşamamı istedi. Oysa o benim nefret ettiğim hayattı. Ne kadar üst düzey olursa olsun, babamın bir gün memur olmaktan sıkılacağını, kendine başka bir hayat seçeceğini hayal ettim. Ajda Pekkan çalarken kendi kendine dans edecekti mesela, içkisini yudumlayacaktı, hayatını değiştirecekti, çalışkanlığını, üretkenliğini başka bir şeyde gösterecekti...

Bunları ona saldırgan olmadan söylediniz mi hiç? Bağırıp, çağırmadan...

- Hayır. Hepsini son derece saldırgan bir biçimde söyledim. Ben, bana deliler gibi bağırılmazsa anlamam. O da benim gibiydi.

Kişiliğiniz ne kadar farklıydı babanızla?

- Taban tabana zıttık. Biz aynı evde yaşayan iki narsistik. Ben çevre ve toplum olmasa da varım. Babam ise çevre ve toplum olmazsa yok.

Peki ne kadar tanıyordunuz onu?

- İşte mesele bu. Sadece benim değil, pek çoğumuzun. Kim gerçekten tanıyor ki babasını? Ben tanımıyordum. Liseye kadar evde kuralcı, otoriter bir baba görüyordum. Üniversiteyi bittikten sonra da, "Eşek kadar adam oldun, çalış, bize yük olma" diyen bir baba. Tabii tüm bunları benim iyiliğim için yapıyordu: "Oğlum iş öğrensin, iyi para kazansın, emniyette olsun!" Baba olarak bana bir kariyer çizmekle kendini mükellef hissediyordu. Ama benim gerçekten ne istediğimi hiç düşünmedi...

Babalar ve oğullarının bitmeyen savaşı... Ne kadar acılı, ıstıraplı ve kavgalı geçti?

- Hani, bir bakış vardır ya içini yakar, işte hep o bakışla geçti. Ben Robert Kolej’de sınıfta kaldım, bana kimse tokat filan atmadı ama babamın öyle bir bakışı vardı ki, keşke tokat atsaydı. Benim babam, kendi rahatı için toplumla beraber yükselen, yücelen bir hayatı seçmişti. Benimkini seçmek baş ağrıtır tabii. Benimkini seçtiğinde sevdiklerine elveda demek zorundasın. Bazı insanlarla ayrı düşmek zorundasın. Benimkinin ucunda korku var. Her şeyin bitebilir. Yarın hakkında iyi laf söylenmez, cebine düzenli para girmez. Bunlara razı olabilecek bir yaradılışta değildi babam.

Babanız sizi, içten içe küçümser miydi?

- Yok, hayır küçümsemezdi.

Siz onu küçümsemiş olabilir misiniz?

- Hayır ama ona acıdığım oldu. Orada gerçek bir hayat varken, beni üzen, onun hep hayatın suni tarafında yaşamış olması. İşten eve, evden işe giden bir adamdı. Ve sadece çalışırdı. İşin kötüsü, doğru olanın da bu olduğunu sanırdı.

Babanızın hayatı ıskaladığını mı düşünüyorsunuz?

- Düşünmüyorum, yüzde 100 eminim.

Peki sizin hayatı ıskalamadığınız ne malum...

- Ben babamın bilmediği şeyleri biliyorum. Onun bildiği sadece Erzincan’daki sefalet, sonra da çalışmak, çalışmak. Ben kravat takmamayı biliyorum. Kitap yazmayı da. Emir almamayı da. Boşanmayı da. Çok sevgili sahibi olmayı da. Aldığım kararlardan dolayı herkesin bana sırtını döndüğü, kimsenin selam vermediği günleri de biliyorum. Ben dostsuz ve arkadaşsız kalmayı da biliyorum. Ben çevremde kimse olmasa da, sıfırdan başlamayı biliyorum. Babam bunları yapamazdı. Benim babam, benim çocuğumdu. O yüzden, ben yetişkin bir adam olduğumda bütün kavgalarımızda, ben çocuğuna öğüt veren adam gibiydim. Onu kurtarmaya çalıştım. Ama o, öğüt almayacak kadar gururluydu.

Siz halâ ondan daha çok şey bildiğinizi mi iddia ediyorsunuz....

- Tabii. O, sadece hayatın ne kadar acı ve zor olduğunu bilirdi. Ben hayatın aslında ne kadar güzel ve keyifli olduğunu da biliyorum. Ben aşık olmayı biliyorum. O, aşk söz konusu olunca, "Bırak Allah aşkına!" derdi. Üzüldüğüm şu, ikimiz de aynı şeyi istedik: Babam, benden kendini yaratmak istedi. Ben ise babamdan, beni yaratmak istedim. Çarpıştık kaldık. Babam, benim oğlum olmaya izin vermedi, oysa verse, mutlu olurdu. Ben onu her şeyi konuşabileceği, birlikte gezebileceği, beraber maç seyredebileceği insandım. Ben, kız arkadaşım ve babamla içki içebilecek insandım. Kitaplarımı yazarken, onunla tartışabilecek insandım. Olmadı, olamadı. Bütün bu kapıları kapattı.

Peki, bütün bu itiş kakış içinde onu kaybettiğinizde ne oldu?

- Kötü oldu. Yaşlandıkça, babamın yavaş yavaş çöktüğünü gördüm. Ama o, hâlâ oralı değildi. Son ana kadar ofise gidiyor, üç işi birden kotarıyordu. Sonra bağırsak kanseri olduğu anlaşıldı. Tümor çıktı. Doktorun odasındayız, bekliyoruz, "Hadi doktor bey, ameliyat gününü söyleyin, benim gitmem gerekiyor. Toplantım var" dedi adama. O kadar işkolikti, cep telefonu sürekli elinde, hastanede bile. Şu havadaydı: "Basit bir ameliyat. Bir hafta sonra yeniden normal hayatıma döneceğim ve en sevdiğim şeyi yapacağım: Çalışacağım..." Kemoterapileri ve radyo terapileri bile toplantıların arasına serpiştiriyordu...

Bu durumu dehşetle karşılamıyor muydunuz?

- Babam öyle biriydi. Ameliyat günü hastanedeyiz, artık gelecekler, serumu bağlayacaklar, sonra da aşağı 6 saatlik ameliyata götürecekler. Serum bağlandıktan sonra gevşedi ve beni yanına çağırdı. En ciddi haliyle, "Bak oğlum" dedi. Allah’ım, belki de babamla o hiç yapamadığımız konuşmayı yapacağız diye düşündüm. Hata etmişim tabii, "Faizler düştü, parayı faize koyunca, hiçbir şey kazanmayız. Bitsin şu ameliyat faslı, gel bir iş hanı yaptıralım. Katları kiraya verelim. Faiz geliri üzerine, kira gelirimiz olsun. O zaman güzel bir aylığı garanti altına almış oluruz!" Kulaklarıma inanamadım, ölmek üzereydi ama hâlâ iş peşindeydi.

Belki de onun savunma mekanizması buydu? Böyle ayakta kalıyor, böyle hayata meydan okuyordu...

- Valla, ben bir insanın sürekli aynı hayatı yaşayarak, hayatını kazanmasına karşıyım. 48 yıl aynı iş mi yapılır? Ya da şöyle diyeyim, 76 yıllık hayatta sadece iş mi yapılır?

Onu kaybettikten sonra peki...

- Yıkıldım tabii. Ama şöyle de demeyi ihmal etmedim: "Rahmetli ne öğüt verdiysem dinlemedi, toprağı bol olsun!".

Oğuz Karahan yaşasaydı ve bu röportajı okusaydı ne düşünürdü sizce?

- Hayatını değiştirmek için geç kaldığını belki de fark ederdi, kim bilir...

Babanızın kahramanınız olmasını mı istediniz?

- Hayır, arkadaşım olmasını istedim. Ama beceremedik. Belki onun, belki benim yüzümden.

Hayatta en çok itişip kakıştığınız insan o muydu?

- Evet.

En çok onaylanmak istediğiniz insan...

- O da babamdı.

Peki onunla kurduğunuz ilişkide sizin hiç mi hatanız yok?

- Olmaz mı? Bin tane var. En büyük hatam da, onun değişmeyeceğini bir türlü kabul edememek. Ben onu hep düzeltmeye çalıştım Anlamadığım şuydu: Her varlığın kendi hayatı var. Bırak kaderini yaşasın, ne istiyorsa yapsın. Bana babamla tekrar yaşama şansı ver, yediği hiçbir halta karışmam. İsterse, yine ölene kadar çalışsın.

Siz yalnız değilsiniz. Pek çok insan babasıyla iletişim kopukluğu yaşıyor. Yapılabilecek bir şey yok mu?

- Çocuk olanlara 'Siz ne iseniz osunuz. Kendi hayatınız yaşayın' demek isterim. Çocuklarımız bizim uzantılarımız değil, onlar bizden ayrı ve farklılar. Onların hayatlarının önüne dikilmeyelim.

Sizin her şeyi reddetmenizde, babanızın güçle ilişkisinin payı ne kadar?

- Sebebi tamamen babam.

43 yaşında birtakım yerlerden ayrılırken, babadan da mı ayrıldınız ve onun temsil ettiği şeylerden...

- Yok, babadan, o ölünce ayrıldım. Ondan önce olmuyor. Biz birbirimizin kollarında gittik. Babam, iki avucumun ortasında öldü. Son ana kadar yanındaydım. O yüzden de babamla ilgili pişmanlık duyduğum bir şey yok. Biz birimize her tür eziyeti ettik, ama hep birbirimizin yanındaydık. Onu hiç bırakmadım. Baksanıza, bu yaşımdayım hâlâ bırakamıyorum...

Candan Erçetin’e yazdığınız 'Onlar Yanlış Biliyor' şarkısı Sinan rumuzlu. Kitaplarınızda bazı karakterlerin ismi Sinan. Sizin ölen küçük kardeşinizin de ismi de Sinan’mış. Ne oldu ona?

- Doğdu, eve geldi. Benim kucağıma koydular. Çok güzeldi. Yüzünü filan çok net hatırlıyorum. Sonra hastalandı. Ateşlendi. Ve öldü...

Bu, sizin hayatınızda nasıl bir travmaya yol açtı? - "Tek evladımız var, başka da bir şeyimiz yok!" Ailenin bütün iyiliğini de, her şeyini de ben aldım. Ondan hasarlıyım ben. Sinan’ı da bana yüklediler. O yüzden içkimin ilk kadehini onun için, ikincisi kendim için içerim. Kendimi çok uzun yıllar, çift karakterli biri olarak düşündüm. Her insanın içinde bir sürü insan var. Bende de var. Sinan, kara kaşlı, kara gözlü ve esmerdi. Benim babam da 1.74 ve esmerdi. Ben yeşil gözlü ve kumral olanım, boyum da 1.90. Yani Sinan yaşasaydı, babama benzeyecek olandı. Onu yetiştirmeleri, beni de azat etmeleri gerekiyordu. Olmadı.

Neden babanızla hiç aşk hakkında konuşmadınız?

- Konuşulmazdı ki bu tür şeyler bizim evde. Bizim evin gündemi sanayi odasınınkiyle aynıydı.

Sizce neden 19 yıldır yaptığınız Aikido antrenmanına bir kere bile gelmedi babanız?

- Aikido, onun için saçmalıktı. "Neden golf oynamıyorsun?" derdi bana. Kendisi de mesela briçe giderdi. Ben de brici aşağılardım. Ama aramızda şöyle bir fark var: Bana "Gelip, izlesene bir gün" demedi. Deseydi giderdim. Ama ben de ona demedim. Fakat için için gelmesini hep istedim. Peki siz nasıl bir babasınız?

- Baba olmayı bilmeyen bir baba. Oğlum 3 aylıkken, ayrıldık eski karımla. Şu an 13 yaşında. Son derece yakışıklı. İkimiz de sporcuyuz, ikimiz de film ve müzik hastasıyız. İkimiz de Kovayız. Ama tabii ben, sadece hafta sonu babasıyım. Babalık nedir bilmiyorum. Tek istediğim onun arkadaşı olmak. İnşallah beceririm.

O kadar kitap baktım, yazık ki bu gözüme çarpmamış.. ama, ilk fırsatta alacağım. Okurken, kitabın bir yerlerinde, arka planda, Orhan Gencebay'ın o klasiği, 'Batsın Bu Dünya' çalacak; buna eminim..

Ya da, isterseniz, şimdiden de dinleyebiliriz..