Kimler ve neler olmasaydı?
Aşağıdaki yazı, Açıkİstihbarat'ta, Behiç Gürcihan tarafından yazılmış. Okuduklarım arasından akla en yakın şeyleri sıralamış olduğu kanaatindeyim. İlginç çıkarımlara yol açabileceğini düşünüyorum. Yazının orjinalini okunamaz berbatlıkta bulduğum için, yeniden formatladım. Umarım böylesi biraz daha okunaklı olmuştur.
Danıştay senaryosunun vazgeçilmezleri – Behiç Gürcihan
Danıştay saldırısını öncesi ve sonrası ile Danıştay Senaryosunu bir bütün olarak incelediğinizde; sağlıklı bir analiz için sorulması gereken bir soru var karşımızda: Kim/Ne Olmasaydı Bu Senaryo Gerçekleşmezdi?
Gerçekleşmek fiili ile neyi kastettiğimizi açıp; bu sorunun cevabına yönelelim. Burada gerçekleşmekten kastımız; senaryonun yazarlarının amaçlarına hizmet edecek bütün maddi ve manevi koşulların oluşmasıdır. Yani; sadece bir tetikçinin Danıştayı basıp can almasını değil...
Bu olay öncesinde; Laiklik elden gidiyor atmosferinin yaratılmasından; olay sonrasında; 19 Mayıs tarihi ile denk düşecek şekilde önce hükümetin hedef tahtasına oturtulduğu bir kitlesel şovun düzenlenmesi ve sonra kamuoyuna fırlatılan topa kavis verdirilerek; hükümetin hedef tahtası olmaktan çıkartılıp; yarattığı kamuoyu baskısı ile Hükümeti; yarattığı taban baskısı ile Genelkurmayı; küresel senaryoya uymadığı için AB-D merkezli NATOyu; rahatsız eden emekli subay çekirdekli Ulusalcı/Kuvay-i Milliye dinamiklerinin hedef tahtasına oturtulmasını kastediyoruz. Gelin bu tablo kim/ne olmasaydı gerçekleşmezdi sorusunu masaya yatıralım :
Tayyip Erdoğan: Olay öncesinde bu ülkedeki laik kitlenin; laiklik elden gidiyor paranoyasını besleyecek hiç bir görüntüden kaçınmadı. Hem de bunu göstere göstere yaptı. Öyle ki; kartel medyasının; AKPde haremlik/selamlık toplantı gibi bildik kareleri özellikle büyütmeye başladığı; şeriatçı damgasının üzerine vurulmaya başlandığı günlerde; Meclise Eskişehir'den gelen onlarca türbanlı genç kızın arasında, poz vermekten bile çekinmedi. Kitlenin laiklik elden gidiyor paranoyasını beslemek için bundan daha güzel bir kare olamazdı. Suudi Arabistan imgesi anında hafızalara kazındı. Selanik'te Atatürk'ün evini ziyaretinde; bir defter sayfası arasında kalmaya mahkum bir metne; yırtıp atmadığı halde; yırtıp attı cümlesine zemin hazırlayacak şekilde tepki verip; bizzat Adalet Bakanının ağzından kamuoyuna cümle cümle okutma sureti ile meşhur ederek; laik/anti-laik cepheleşmesine çok değerli bir katkıda bulundu. Tayyip Erdoğan; keza Cumhuriyet gazetesine ilk bombalar atıldığında; bizim AKP binaları da bombalanıyor, ne var ki bunda söylemine bürünmeyip; Cumhuriyet'e samimi bir ziyaret gerçekleştirseydi; Danıştay senaryosunun faillerine hizmet eden psikolojik zemini hazırlamazdı. Bütün bunlara; Danıştay Başkanının konuşmasını dinlemeden çıkan ve Danıştaydan şikayetci olan bir Tayyip Erdoğan'ı eklediğinizde; Tayyip Erdoğan'ın; tetikçi Alpaslan Aslan'ın sıktığı kurşunun propaganda değerini nasıl yükselttiğini net bir şekilde görürsünüz.
Hilmi Özkök: Genelkurmay Başkanlığı makamında oturan Hilmi Özkök Bey'in ne kadar itidalli ve demokrat bir şahsiyet olduğunu bilirsiniz. O kadar ki; askerinin başına çuval geçirilirken; Kıbrıs ABye peşkeş çekilirken; Güneydoğu neredeyse eyaletleşirken; bir kere olsun sesini çıkarmayan bu mümtaz kişilik; ne olduysa; Danıştay saldırısı sonrasında halkı hatırladı ve halkın tepkisinin sürmesi gerektiğini vurguladı. Halbuki Hilmi Özkök olay sonrası istihbari ödevini iyi yapsaydı; cenaze törenindeki kalabalık arasında çok ilginç simalara rastlayacak; sözkonusu kalabalığın sadece samimi kitlelerden oluşmadığını ve özellikle bakanlara yönelik saldırıları gerçekleştirilenlerin arasında sivil giyimli bazı elemanların bulunduğunu tespit edecekti. Cenazedeki kalabalığın; laikler İslamcı başbakanın kabinesine saldırıyor, laikler başörtülü kadının başını açtırdı görüntüsüne hizmet edecek şekilde kışkırtılmasının arkasında gerçek değil, yapay bir dinamiğin olduğunu tespit eden bir Genelkurmay Başkanının ise bu oyunu görüp bozması sadece bir demecine bakardı. Ama yapmadı. Bir kaç ay öncesinden internete salınan; Askerle Tayyip'in arası bozuluyor imajını yaratacak abuk-subuk sözde tartışma metinlerinin yarattığı imajı pekiştirecek şekilde; o meşhur sessizliğini bozdu. Kıbrıs'taki satış; Güneydoğu'daki eyaletleşme; Irak'ın kuzeyindeki devletleşme; ve hatta iddialı konuşalım; BOP sürecini bile; bir kararlı demeçle rayından çıkartabilecek bir makamda oturan şahıs; demeç hakkını; Tayyip Erdoğan'ı demokrasi kahramanı yapacak bir konjonktürde kullandı. AKP'nin tabanı; Genelkurmay Başkanına; herkes konuştuğu sözün sorumluluğunu bilmeli diye fırça atan Tayyip Erdoğan'ın arkasında safları sıklaştırdı.
Tansel Çölaşan: Emin Çölaşan'ın eşi ve Danıştay Başkanvekili olan Tansel Çölaşan; Danıştay saldırısı sonrasında medyaya "Saldırgan, kapının nasıl açılacağına bakmış, kendine göre bir keşif yapmış. Bugün de Allah'ın elçisiyiz, askeriyiz diyerek odadan içeri giriyor. Bunlar türban kararından ötürü... Yapılanlar yanlış, bu sadece Danıştay’a yapılan bir saldırı değildir, lanetlemek yetmez. Toplumsal mutabakatı bozanlar suçludur. Onlar kendilerini biliyor." şeklinde demeç verdi.
Bu demeçte; bir yalan, bir de yönlendirme vardı. Yönlendirme; sanki Alpaslan Arslan'la önceden provası yapılmış gibi; hedefin türban kararı olduğu yönündeki yönlendirmeydi. Kamuoyu; o günden beri, bu yönlendirmenin de etkisi ile; türban süsü verilerek; son günlerde Oyak'tan AKP'nin müteahhitlerine; yerel müteahhitlerden; küresel baronlara kadar bir çok sermayedarın hesabını bozan Danıştay'a birileri mesaj vermiş olamaz mı? sorusunu hala soramadı; sormadı. Hadi; Tansel Çölaşan, bu yönlendirmeyi, bilinçsizce, kendince yaptı diyelim. Peki yalanı nasıl açıklayacağız... Çünkü saldırıya maruz kalan Danıştay üyelerinin bizzat kendileri; saldırganın hiç bir şekilde konuşmadan, bağırıp, çağırmadan ateş ettiğini açıkladılar. Bu tabloda; bariz bir katilin motivasyonunu gizleme suçu olduğunu görmek için CSI: NY gibi dizileri izliyor olmak gerekmez. Dürüst bir gazeteci veya memurun soracağı çok temel bir sorudur bu: Tansel Çölaşan niye yalan söyledi? Bir yalan; bir sonraki günün manşetlerini; o manşetler de; Anıtkabir ve Kocatepe kitlesel görüntülerinin zeminini oluşturdu.
Oyak Güvenlik: Olay günü; Oyak Güvenlik'in kameraları çalışıyor olsaydı; olay anını daha teknik olarak inceleme fırsatı doğacak ve medyaya daha fazla malzeme çıkacaktı. Olay günü ve öncesi; Oyak Güvenlik'in kayıt sistemi çalışıyor olsaydı; olay anı ve öncesinde binaya kimlerin girip çıktığı daha ayrıntılı etüd edilebilecek ve olayda Alparslan Aslan dışında başkalarının var olup olmadığı daha net araştırılabilecekti. Bunların çalışmıyor olmasını basit ve talihsiz bir kalitesiz servis sorunu olarak geçebilirdik; Oyak güvenlik düpedüz teknik bir yalan söylemeseydi. İşte bu noktada; kayıt sisteminin sabit diskinin silindiğini söylemek çok gereksiz ve acemi bir yalandı. Başında MİT'ten emekli olan bir albayın bulunduğu bir kurumun böyle bir yalana başvurması bir yana; Emniyet'in bu beyanın üzerine gitmeyip; silinen disklerden bile veriyi kurtarabilecek teknik donanım ve eleman kadrosu ile olayı araştırmaması ise bu yalanın niteliğini pekiştirdi. Tansel Çölaşan'ın yalanından sonra; Danıştay Senaryosuna ikinci bir yalan damgasını vurdu.
Cumhuriyet: Danıştay oskarlarlarının en nitelikli oyuncularından... Danimarka'da başlatılıp; İran'da sonlandırılan karikatür üzerinden kutsala küfret başlıklı Pentagon kampanyasında çok değerli bir ara durak oldu. Tehlikenin farkında mısınız? reklamları ile ticari ismini; koskoca bir Cumhuriyet ile özdeşleştirecek kadar ciddi kurumsal ego sorunları yaşadığını alenen beyan eden bu gazetede; Turan Selçuk'un türbanlı domuz karikatürü normal şartlarda kitlesel bir tepkiye neden olurdu. Ama neyseki; İslamcı kitleler mideleri; elitleri de ihaleleri peşinde olduğu için ve Cumhuriyet'i bizler dışında pek birisi okumadığı için; bu karikatür sadece, Gladio'nun, bak Cumhuriyet türbanlı domuz çizmiş. Bombalarsak; cennette de meyve yeriz şeklindeki adam devşirme çalışmalarına malzeme sağlamaktan öteye gitmedi. Cumhuriyet'in rolü bununla sınırlı değildi. Cumhuriyet'e 3 saldırı gerçekleşti... İkinci saldırı sonrasında İlhan Selçuk'un; bir şey yapmanız için 3. cü saldırımı gerçekleşmesi lazım mealindeki yazılarını okuyanlar İlhan Selçuk'un ne demek istediğini çok iyi anladılar. Gözlerden kaçan ise; köşesinden hezeyan yaratan İlhan Selçuk gazetesinin önünde ikinci bombalı saldırı sonrasında bile doğru düzgün güvenlik önlemi alınmamıştı. İlhan Selçuk; saldırı sonrasında, belindeki silahı çıkarıp, camdan dışarıya rastgele ateş eden kıdemli muhabirlerine mi güveniyordu bilemeyiz ama; gerekli tedbirler alınsaydı; Alparslan Aslan ve tayfası 3. cü girişimleri sırasında yakalanırdı. Ama nedense İlhan Selçuk; köşesinden hezeyan yaratmaktan; gazetesi önünde doğru düzgün güvenlik önlemi almaya fırsat bulamadı. Gazetenin tirajını Cumhuriyet'in bekaası ile bağdaştıran; ticari kurnazlık içeren Cumhuriyet'e Sahip Çıkın manşetlerinden; Adı Konulamıyor manşetlerine nasıl geçildiğini hep beraber gördük. Cumhuriyet sayesinde; Alparslan Aslan'ın cinayeti türban için işledim propagandası daha bir anlam kazandı... aynen Cumhuriyet sayesinde; kitlelerin; Uğur Mumcu cinayetinin arkasında İran'ın olduğuna inandırılması gibi.
Medya: Sağdan sola saydığınızda da; soldan sağa saydığınızda da; vicdan ve akıl içtimasında hep eksik veren bir medya var karşımızda. Zaman ve Hürriyet'in özel bir ilgi ile incelenmesini gerektiren bu tablonun ayrıntıları zaten dünkü yazımızda ele almıştık ama şunu söylemek gerekir ki; Danıştay senaryosunun failleri; haberlerinin yanına neredeyse haber fotoğrafı büyüklüğünde resimlerini basan muhabirlerin ego zaafları ile; binlerce dolarlık maaşları ve içine battıkları ilişkiler ağı sonucunda köşelerine hakim değil, tutsak olan yazarların karakter zaaflarını; çok iyi biliyorlardı. O yüzden; sırf manşet olsun diye önüne konulan bilgiyi teyit ettirmeden kullananları da; cemiyetlerindeki makamlarını korusunlar diye, istihbarat servislerinin işine gelecek şekilde kamuoyu oluşturanları da; ustalıkla kullandılar. Alpaslan Aslan'ın kurşunu; bu medya sayesinde hedefine vardı.
Emniyet/MİT: Bir vatandaş olarak beni en çok üzen tablo; Danıştay'daki ölüm sahnesi dışında, bu ülkenin Emniyet'i ve MİT'inin bir cinayeti araştırmak adına bu kadar ciddiyetsiz bir tabloya; bilerek veya bilmeyerek zemin hazırlamasıydı. Bir insanın haritada; Selanik'le Edirne'yi bağlayan yolu gösterip; bakın Selanik'le Edirne aynı ülkenin şehriymiş demesi ne kadar mantıklı ise; iki insan aynı fotoğrafda gözüküyor diye; çete ve başı ilan edilmesi o kadar mantıklı idi. İşlerine geldiğinde her türlü telefon kaydını medyaya sızdırmaktan çekinmeyenler; günler boyunca ulusalcı çete tezlerine zemin oluşturacak tek bir konuşmayı medyaya servis edemediği gibi; Susurluk ayranı müptelası basını; Susurluk kareleri ile oyalayıp durdular. Olay yerindeki delilleri incelemek yerine; göle maya çalan Nasrettin Hoca misali; elbet tutar ümidi ile; gazetelere delil serpip durdular. Sonuçta imdatlarına; bir havaalanı yangını; Ege'deki F-16 kazası yetişti de; Danıştay senaryosu kademeli olarak gündemden çekildi. Ortada; hakim öldürüp, gazete bombalayarak ülke kurtaracaklarını, İslam'ın onurunu koruyacaklarını zanneden bir salaklar grubundan ve çevresi ile birlikte itibarı zedelenmiş bir Muzaffer Tekin'den başka kimse kalmadı. Siciline Fethullahçı notu düşülmüş istihbarat daire başkanları ve yabancı istihbarat servisleri ile yata kalka; her baktığı yerde; gösterileni gören istihbarat şefleri ile daha fazlası beklenebilir miydi; bilemiyoruz ama Alparslan Aslan'ın kuklacıları bu hedef saptırmalar sayesinde; olay sonrasında bile pazarlık masalarına oturabildiler.
Alparslan Aslan olmasaydı; o bombaları atacak; o tetiği çekecek bir başkası bulunurdu... Ama yukarıda saydıklarımız; bu senaryoda Alparslan Aslan'ın tek başına asla dolduramayacağı boşlukları doldurdular. Özbilgin'in kanı sadece tetikçinin üzerine sıçramadı.