Yâylak, Yazlak, Güzlak, Kışlak..
'Zaman'ın adı epeyidir bence belli: İnsanın yanlışlarını ispat etmek için var olan, düzeltmek için fırsat yerine çok olsa pişmanlıklar bırakıp devam eden şey.. Böyle bir giriş yaptıktan sonra herşeyi anlatmak ruhsatı oluyor insanın; Allah biliyor ya, çok şey var bu şişkin dosyada.. Var da, o kadarını ne yazmak takâtim var, ne de kimseden okuyacak sabır beklemek anlamlı olur. Herkes gibi benim de Huzur-u Divân'a götürmem gerekecek.. Fakat, bir iki tanesi var ki, o kadar beklemeseler de olur.. Bunlardan birisi, benim her fırsatta ileri geri lâf ettiğim etimoloji konusu.. Tamam, ben hala daha, dilin temel taşları sözkonusu olduğunda etimolojiyi oyuna karıştırmamak taraftarıyım, ama hepten de yok saymak anlamlı değil gibi. Bunu da şundan dolayı söylüyorum: Yakın zamanda, Kâşgarlı Mahmûd'un Dîvân-ı Lügâti't Türk isimli eserini okuyorum. Eserin aslını değil, bugünkü dile oldukça başarılı aktarılmış bir çalışmayı. Okuması da hem hoş hem de zor. Zor. Çünkü, Bugün anladığımız anlamda bir sözlük mantığı yok. Kelimeler, Arapça dilbilgisi mantığıyla sıralanmış; dolayısı ile, keliedeki harf sayısı ilk tasnif kademesi. O yüzden, önce 2 harfliler, 3 harfliler filan diye bakmak gerekiyor. Bu da, yine Arapça mantığıyla, yani hareke vb işi karıştırıyor. Meselâ, 'çıqardı' ('çıkardı') kelimesini 3 harfliler arasında bulabiliyorsunuz --orada aramak aklınıza gelirse tabii. Bunu bugün yadırgamak aslında anlamlı değil; bugün, bizim dilbilgisi kitaplarımız --bugün üst dil kabul edilir olan-- İngilizce mantığına göre yazılıyor; tanım amaçlı kelimeler de İngilizceden alınıyor. Bunun doğru olduğunu söylemiyorum, ama durum budur. Bugun yazdığımız herhangi bir kitabın bin sene sonra okunur olmasında bunun ne gibi zorluklar çıkaracağını da düşünmemiz lazım. Gerçi, Dîvân-ı Lügâti't Türk'e bakınca, Arapçanın üst dil seçilmiş olması bence o kadar da talihsizlik değil; çünkü, o günden beri Türkçe o kadar değişti ki, kitap sadece Türkçe yazılsaydı belki bugün anlaşılması çok zor (hatta, imkânsız) olurdu. Çok şükür, kitabı günümüze uyarlayanlar, kelimelerin dizilişini de alışkın olduğumuz şekilde bulunduran bir bölüm eklemişler. Bu ikinci bölümü takip etmek ve bugün kullandığımız bir çok kelimenin nereden nereye taşındığını görmek açısından, kitap, bence son derece eğlenceli. Meselâ, 'eşmek' kelimesinin o devirdeki anlamı 'akmak, aktarmak'.. Ve, 'eşitmek' ('işitmek') de aynı kökten geliyor. Böyle olunca da, kulağın duyması değil, ağzın söylemesi anlamına geliyor olmalıydı... Aradabir özlü sözler cinsinden örnekler de vermiş: 'Qulag eşitse köngül bilir, köz körse üdig kelir' {'Kulak işitse (kulağa söylenirse) gönül bilir, göz görse iştâh gelir'} Bir başka ilginç kelime de 'aw' ('av') kelimesi... Bugünkü şekliyle '(ok, kurşun vb) atıp vurup ele geçirmek', ya da bu yolla ele geçirilmiş olan şey anlamına gelmiyor. Daha çok 'çevre olmak' ('etrafını saran şey olmak') anlamında kullanılıyormuş. Tam olarak 'kuşatmak' ('muhasara etmek') da sayılmaz. Bunun böyle olmasını da anlıyorum. Bin sene önce sonarlarla yerini tespit edip dürbünlü tüfeklerle geyik vurmak herhalde pek sık görülür bir şey değildi. Ok atıp vurmak da. Geyikleri, ceylanları olabildiğince çevreleyip, belli bir yöne doğru koşturup, orada bekleyen okçuların önüne sürmek herhalde çok daha verimli olsa gerek. Öyle ya, ok dediğimiz şeyler fabrikasyon ve seri üretilen şeyler değildi; herkes kendi okunu yapacak ise, müsrif davranmak akıl kârı değidi mutlaka.. Aslında, 'av' kelşmesinin orjinal anlamını devam ettiren bir kelime de yaşıyor hala daha: 'Avlu' yani 'av'ı olan.. yani, etrafını saran bir şeyi olan.. 'Av'lı, yani içinde 'avlanmış hayvan bulunduran' değil. 'Av' kelimesi için bir şiir örneği verilmiş: awlap meni qoymangız {yakın gelip bırakma} ayıq ayıp qıymangız {söz edip zedeleme} aqar közüm oş tengiz {gözüm deniz olur akar} tegre yöre kuş uçar {çevre civar kuş uçar} [derin bir anlamı olduğu muhakkak da, son mısrayı ben pek anlayamadım..] Oklardan bahsedince, 'yây' kelimesine ihmal edemeyiz. Ama, ok atmak için kullanılan 'yay'dan bahsetmeyeceğim. Başka bir 'yây'dan, yani, 'ilkbahar' anlamına gelen.. Evet, 'yây' o zamanlarda ilkbahar demekmiş. Ve, bu sayede, şu anda gözümde tüten yaylaların etimolojik açıdan ne anlama geldiğini de söyleyebilirim: İlkbaharla beraber göçülen yer. Fakat, anlaşılan o ki, 'yâyla' değil de, kelimenin aslı 'yâylak' imiş. Yani, 'lak' takısı varmış.. Evet, etimoloji sayesinde, pek işlek olmasa bile, yeni bir takı keşfetmiş oldum.. Pek işlek değil, çünkü bu takının bugün kullanıldığı bir kelime var mı bilmiyorum --hemen aklıma gelen yok--; bu, 'buzluk', 'kömürlük' filan gibi 'içinde o şeyi bulunduran kap' anlamından farklı. 'Yâylak', ilkbaharla beraber gidilen yer... Öyleyse, bugünkü 'yazlık' kelimesinin aslı da 'yazlak' olmalı. 'Kışla'nın aslı da 'kışlak'.. Sonbaharla beraber gidilen yer de, 'güzlak' olmalı.. Fakat, ilginçtir; bugünkü Türkçede --ojinal hallerinin bozlmuşları olsa da-- 'yayla', 'yazlık', 'kışlık / kışla' var da, 'güzlük' yok.. yani, ben rastlamadım.. Aklıma takıldı şimdi.. sahi, sonbaharda insanlar nereye gider?