Sen ağla. Nâdan gülsün. Câhil yelpâzelensin.
Bu yazı, Mahir Kaynak imzasıyla 06 Mayıs 2007 tarihinde Star gazetesinde yayınlandı.
Ben, Mahir Kaynak tarafından yazılan yazıların genelde kıymetli bir fikir ürünü olduğunu düşünürüm; ama, bunu buraya alış sebebim sadece kıtmetli olduklarını düşünüşüm değil. Yazının devamında ona değineceğim. Önce yazıyı okumanızı arzu ediyorum.
Önümüze konan paketler genellikle bir sürü şeyi içeriyor; ve, ya hepsini kabul etmemiz, ya da tamamından vazgeçmemiz isteniyor.
Mesela, demokrasi istiyorsak, liberal ekonomiyi de birlikte veriyorlar; üstelik, bu görüşün kendilerine uygun yorumunun da tek yol olduğunu söylüyorlar.
Mesela, eğer demokratsanız, yabancı sermayeye açık olmalısınız; ve bu konuda herhangi bir ayırım yapamazsınız; ve bir politika izleyemezsiniz deniyor.
Ben yabancı sermayeye açık olunmasını, isteyen herkesin ülkemizde mülk satın almasını ya da yatırım yapmasını kabul ediyorum; ama, yüksek faiz hadlerine karşıyım ve bu nedenle ülkemize gelen sıcak paranın bir şey vermeden alıp götürdüğünü ve ülkenin ekonomisini kontrol ettiğini, aynı zamanda siyaseti belirlediğini düşünüyorum.
Eğer ülke ekonomisine yön veren konumunda olsaydım, yüksek faiz lobisini tasfiye ederdim.
Bunun enflasyonu bir dönem yükseltmesi doğaldır, ama fiyatlar daha yüksek bir düzeyde dengeye ulaşır.
Bugün uygulanan ekonomik politikanın siyasi sonuçlar yaratacağını, ve bunun ekonomik olandan daha önemli olduğunu düşünüyorum.
Geleceği olan bir ülkeye yatırım yapılır; borç verdiğinizden ise nasıl olsa geri alırsınız ve arkanızda bir harabe bırakmanız sizi ilgilendiren bir mesele değildir; onu borçlanan düşünür.
Eğer 'ya hepsini kabul eder, ve sıcak paraya da kapılarını açık tutarsın ya da hiçbir şey alamazsın' derlerse paketin tümünü reddetmeyi tercih ederim.
Demokrasinin ikinci ayağı da halkın iradesi ve seçimle gelenlerin mutlak egemenliği olarak algılanıyor.
Eğer halkın iradesine bir müdahale yoksa, ülke dış yönlendirme operasyonlarına karşı devletçe korunuyorsa bu iddiaya katılırım; ama medya başta olmak üzere halkı yönlendiren kurumlar başkalarının kontrolünde ise, yönlendirme operasyonları başarıyla yürütülüyorsa, seçim sonuçları halkın iradesi olmaktan çıkar yönlendirenin tercihlerini yansıtır hale gelir.
Mesela, Öcalan’ın ülkeye getirilmesi bir iktidarın yolunu açmış aynı iktidar 2001 ekonomik kriziyle bertaraf edilmiştir.
Eğer 2001 ekonomik krizi, benim düşündüğüm gibi, bir dış operasyonsa; ülkemizde iktidarların halkın iradesiyle belirlendiği sadece bir efsaneden ibaret hale gelir.
Durumu sade bir bakışla özetlersek şunu söyleyebiliriz: Devlet rakip güçlerin bir denge içinde bulunduğu bir mekanizma olmamalıdır. Bunlar bir vücudun organları gibi ahenk içinde olmalıdır. Dış etkiler birlikte bertaraf edilmeli, hiç kimse, kendi yararını düşünerek, bu etkilere kapı açmamalıdır. Vücutta, diğerlerinden fazla ve ahenksiz biçimde büyüyen dokular kanserlidir ve gelişmenin değil yıkımın habercisidir.
Sınırlar haritadaki çizgilerden ibaret hale gelirse ve herkes istediği politikayı uygularsa günün birinde haritadaki çizgiler de soluklaşır ve silinir.
Sınırlarınızın içinde sadece size ait bir şeyler de olmalıdır ya da sınırdan söz edilmemelidir.
Birkaç ana tema var yazıda.
Bunlardan birisi 'demokrat' olmanın, ya da 'demokrasi talep ediyor' olmanın hangi anlamlara geldiği, ya da getirildiği..
Evet, demokrasi istemenin önşartı –tanımıyla birlikte– önümüze konmuş; kabul ya da red seçeneğimiz pek yok gibi.
Yabancı sermayeye açık olmak ilk şart, diğeri de yüksek faiz hadleri...
Nedense, birine taraftar olmak otomatik olarak diğerini de zorunlu kılıyor.
Sıcak paraya yüksek faiz vermemek yanlısı iseniz, aniden 'milliyetçi' ya da 'ulusalcı' oluveriyorsunuz;
'Milliyetçi' ya da 'ulusalcı' olmak ise 'kötü bir şey'dir; –tabii ki– çünkü hemen 'anti-demokratik' olduğunuz anlamına geliyor. Allah korusun!
İkincisi de, 'halkın iradesi ve seçimle gelenlerin mutlak egemenliği' gereği...
Evet, bu gerekli. Yani, olsa ne kadar iyi olurdu.
Fakat, olamıyor bir türlü. Olduralamadı yani.
Bir önceki seçimde konuşulan herşey –neredeyse eksiksiz olarak– hala daha gündemde.
Seçilmiş bir yöetimin ilk iş olarak, asıl önemli –seçim vaadlerini yerine getirmek gibi– konulara el atacağını beklerdiniz değil mi?
Mesela, İHL öğrencilerinin durumu, başörtülülerin eğitim hakları vs...
Ben şunu beklerdim: Seçilir seçilmez, ilk olarak bu konulara eğilir, ilgili kanunları düzeltmek, yenilerini eklemek vb. vs.
Ve, eğer Meclis ve demokrasi-dışı bir engelleme olursa, bunu da derhal seçimleri yenilemekle aşmak..
Bir yerlerde atladığım bir şeyler yoksa, ben böyle bir gayret görmedim.
Aksine, bu konu 'soğumaya' bırakıldı.
Yani, seçim vaadleri –esasen– yok sayıldı; vaadleri verenler tarafından.
Net sonucu nedir bunun?
İki temel net sonuç çıkarabiliyorum:
Birincisi, mağdur edebiyatının devamı.
İkincisi de, bu konunun –bir 'tükenmez şerbeti' misali– biteviye tartışılır kalması.
Bunu tartışanlar ise sıradan halk.
Bunun derhal çözülmesi mümkünken, muallâkta kalmasının tek faydası da, talep edenlerin öfkesinin artması.
Fakat, öfkenin hedefinin bunu halletmek yerine 'mağdur' rolünü oynayanlara değil de, 'engellemiş gibi' görünenlere/gösterilenlere yönelmesi..
Bunu ben takdir ediyorum. Son derece başarılı bir siyasi stratejidir bence.
Fakat, bunun başka bir net sonucu daha var:
Daha önemli, geleceğimizi ilgilendiren –hatta, hayatî dahi sayılabilecek– konuların gündemde lâyık oldukları yeri bulamaması..
- İşssizliğin yüzde yirmileri aşmasının sebepleri ve alınması gereken tedbirler
Yabancı kaynaklı sıcak paraya verilen aşırı yüksek faiz imtiyazının yol açtığı fon transferinin gerçek mahzurlarının değerlendirilmesi
Özelleştirme vb gibi 'liberal' ekonomik icraâtin sosyal ve ekonomik maliyetinin muhasebesi
Dış politikanın soğukkanlı bir eleştirisi
Bu ve benzeri şeyleri yapamadık.
Bunun yerine, kendi aramızda 'sağırlar diyaloğu' ve tabii ki 'kör dövüşü' ile meşgûlüz.
Bir tarafta 'demokrasi talipleri', diğer tarafta da 'lâik engelleyiciler'..
Her iki taraf da 'güyâ'..
Siz dövüşün, başkaları sizin taleplerinizin içini doldursun; diğerleri de 'engel oluyor gibi' konumlandırılsın..
Ziyan edilen zamana ve hebâ edilen fırsatlara yazık değil mi?