Efendiler, bu serpuş Liberalizm değil midir?
Kim olduğunu bilmiyorum, ama sağolsun, birisi Nihat Genç'in bazı yazılarını toplamış bir araya getirmiş. Yazılar çok güncel değiller, ama bu onların önemini azaltmıyor bence. Tersine, Birkaç sene gerisini bile hatırlayamadığımızı gösteriyor bana. Sizi bilmem, ama, ben bir kısmını ancak burada okuyunca hatırladım. Ve, 'sahi ya, evet, onlardı' dedim..
Aşağıdaki yazıyı bir çeşit roman gibi de okuyabilirsiniz, gerçek hayattan alınmış roman; sizin elinizden, hayatınızdan alınanlar var oralarda. Ve, kısa olmasına rağmen, çok zengin bir oyuncu kadrosuna sahip. Şöyle bir taradım, 40 kişi kadar çıktı. Tabii bunlar bu kısa yazıda değinebildikleri.. yoksa, çoktur. Liste burada –içlerinden çok azını hayırla yadediyor. Eksik ve yanlışı varsa bile ben rastlamadım.
Ali Kırca, Ali Şener, [Alpaslan] Türkeş, Altemur Kılıç, Aydın Apaydın, Banu Alkan, Besim Tibuk, Cavit Çağlar, Cem Uzan, Dinç Bilgin, George Soros, Gülay Göktürk, Hülya Avşar, Hıncal Uluç, Hıncal Uluç, [Kamuran] Çörtük, Kemal Ilıcak, Mehmet Alı Ilıcak, Mehmet Barlas, Mehmet Kutman, Mesut Yılmaz, Metin Akpınar, Muazzez Abacı, Murat Demirel, Nazlı Ilıcak, [Rahmi] Koç, Rauf Tamer, Sakıp Sabancı, Seda Sayan, Serpil Hamdi Tüzün, Sinan Çetin, Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Turgut Yılmaz, Turgut Özal, Uğur Dündar, Yavuz Donat, Yılmaz Erdoğan, Yılmaz Öztuna...
Şimdi.. bu listede benim pek de radarıma girmemiş olanlar var. Mesela, Gülay Göktürk.. Hiç dikkat etmemişim; ve şimdi, onun için de, 'sahi ya, o da vardı' diyor ve Nihat Genç'in her türlü iyiniyetli temennilerine katılıyorum. Ayrıca, bu listedeki herkes kötü adam roünde değil; mesela Serpil Hamdi Tüzün halkı oynuyor, anladığım kadarıyla..
Bu yazıyı, bayram değil seyran değil arayıp buluşumun temel sebebi, benim Liberalizm ve Özelleştirme ile niçin sorunlarım olduğunu bugüne kadar doğru dürüst zaman ayırıp, toparlayıp anlatamayışımı bir nebze olsun karşılar diye bekleyişimdir.
Bu yazıda, 'Çelebi, bizde Özelleştirme dediğin böyle olur; bizim Liberalizmimiz de onun feriştahı olacak' diye beni düşündürten şeylerin çok kısa özeti var.
Bakalım siz nasıl bulacaksınız...
Çok hoş bir romandı; hoş, bitmiş de değil, ama, çok hoş bağlamış değil mi?Hırsız ve Eskiya Yuvası: Merkez Sağ
Elli yıldır ülkenin koynuna yangın bombası gibi düşmüş sağ siyasetin faturası işte önümüzde: Maskaralık! İçişleri bakanı eşkiya takibinde. Eşkiyaların inlerine bakın: Demirel'in, Özal'ın, Mesut Yılmaz'ın, Çiller'in, aileleri, yakınları, gazeteleri, televizyonları, şirketleri yazarları, bakanları. Rezilliğin bini bir para, bu kepazeliğin ortasında, banka soygunları için en şirin açıklamayı yine Sabancı yapıverdi: "Gardaşım, hazine bizim, hazine hepimizin, dokunmayın hazinemize!".
Doğru. İç borç faizleriyle Koç ve Sabancı ailesine kilitlenmiş hazineyi, sonradan çıkma bankacıların-siyasilerin yürütmesi, yukarda birilerini rahatsız etti, "Hazine borçlarımızı ödeyemez duruma geliyor" paniğiyle ip çekildi. Nasılsa merkez sağa sürülecek gözü açılmamış bir şamar oğlanı bulundu.
Devletin acemiliği güçlerarası eşitliği sağlayamamak. Çağlar, Çörtük, Uzan, Sabancı arasındaki 'güç' dağılımını rayına oturtamadı. Derebeylik düzeni kolay değil, güçler arası eşit sınırlar bir otuz yılımızı alır. Yazarları, eğitilmiş köpekler, 28 Şubat mı hazırlanıyor... "Hadi kont yakala irticacıları!", 10 yıldan bu yana bankalar soyulup, tam takır olduktan sonra, "işte belgeler, hadi parçala onları kont!"
Sofra büyük, oyun zevkli. Özelleştirme pastası kimlerin aklını başından almadı. Hangi birini sayacaksın. Cavit Çağlar, ıslık sesini duyar duymaz yurtdışına tüydü. Demirel'in talimatıyla kaçtığı kesin. Demirel'le yurtdışında iki kafadar, operasyonu, hangi gazeteciler, hangi hakimler, hangi siyasilerle durdurabileceklerini-sınırlayabileceklerini gece gündüz düşündükleri kesin.
Çok geçmeden savcılar, Susurluk'ta olduğu gibi, "elimiz, kolumuz bağlı!" açıklamaları yapmaya başlar, ne hukuku, ne mahkemesi, bunlar mezarda da rahat bırakmaz insanı. Olsun, soygunların bize de faydası oldu, Sinan Çetin, Metin Akpınar, Egebank reklamlarıyla köşe oldu. Yılmaz Erdoğan, İnterbank reklamında 'hormonlu Sergen' esprisiyle kazandığı paralarla işte Türk sinemasının önünü açıyor.
Her akşam Hıncal Uluç, Çağlar'ın kurduğu televizyonda günün yorgunluğunu atıyorlar. Sallayıp, savurup, büyük gürültüyü hep birlikte örtüyoruz, işte! Hepsi zavallı köleler gibi satılmış bunların, tarihimizin en büyük soygunu televizyonda bir Siirt maçı kadar konuşulmadı.
Türkiye Gazetesi'nin yazarı, basının elli yıllık cellatı Altemur Kılıç'a ne demeli, Demirel'in şirketlerinden birinin yönetim kurulu başkanı çıktı. Bugünlerde 'banka soygunu' üzerine tek bir yazı yazmıyor. Köşesindeki resme, mayışmış orgazm gözlerine iyi bakın, sanki bir keçi sürüsü kıçını yalıyor.
Böyle düşünmeyin, vatanımız, yurdumuz yıkılırken bu yetmişlik kurtların hiçbir komploya, tuzağa gelmeyen sivri görüşleri olmasaydı halimiz nicolurdu. Ah kambur felek, ne denli üçkağıtçı, fırıldak, yedibaşlı canavar olsalar da, onları bize bağışla. Allah korusun, karaçamurlara bata çıka yürüyen fesat yuvaları öyle ince kanallardan ülkemizi işgal ediyor ki, onların kızgın fikirlerinden yedi düvel korkup, bir tek çakıl tanemizi çalamıyorlar! Milli bankalarımız artık çakıl dolu.
Türkiye Gazetesi'nin başyazarı, merkez sağın tarihçi kurmayı Yılmaz Öztuna da, 'banka soygunu' haberlerine hiç girmiyor. Zavallı büyükbaş milliyetçiler! İkibin yıllık şanlı tarihin bittiğine onların da artık imanları tam, ülkenin tek kurtuluş yolu olarak Avrupa Birliği'nin kucağına atılmak için çalakalem yazıyorlar. Allah kolaylık versin, Avrupa'nın insan hakları sıkıştırması karşısında, "birazcık demokrasiyi öğrenmekten zarar gelmez" türü vaazlar verip; Altemur Kılıç gibileri yatıştırmaya çalışıyor.
Ne yapacaksın kardeş, katlanacaksın Avrupa'ya. Ey şanlı milliyetçi, bin yıllık pişmanlığın böyle mi olmalıydı. Artık hiçbir denizin, hiçbir dinin, hiçbir duanın kaldıramayacağı pislikten kurtulmanın tek yolu olarak, Avrupa Birliği'ne teslim olmak mı vardı kaderde!
Birbirine yapışık pislik köleleri! Size helal olsun. Topallaya topallaya, yüzyıldır, yine de yüzdürdünüz bu korsan gemiyi! Artık safranızı dökeceğiniz hayalinden, uydurma düşmanınız dahi kalmadı! Bütün değerlerini, bütün imkanlarını iliklerine kadar sömürüp, bitirdiğiniz bu ülkenin leşini birilerine kakalamak istiyorsunuz, o kuş beyninizle.
Banu Alkan gibi ossuruk mevzularda halkın görüşünü soranlar, banka soygunlarında, kırk televizyondan bir tanesi halkın görüşünü sormadı. Özellikle Gazeteci Yavuz Donat'ın tarzıdır bu, "halk ne düşünüyor diye çarşı pazar dolaştım, kamuoyunun nabzını tuttum" diye başlar. Ağzınızı bıçak açmıyor, halk ne düşünüyormuş Yavuz Bey, ben söyleyeyim: "bunların hepsini teker teker kazığa çekeceksin...!"
Ömrün Süleyman Demirel'i övmekle geçti. Kalemin iki ucu pamuklu çubuk gibi hergün Demirel'in buruniçi, kulakdibi kirlerini temizlemek için kullandın. Halk ne düşünüyormuş, diye bir yazı neden yazmıyorsun. O şekilsiz, kabus suratlarınızı yılan bile tenezzül edip sokmaz. Bir tek gün banka soygunlarını yazsana. Bu zehir kara geceyi kim tasarladı, eşin, dostun, koruduğun arkadaşlarınla, aynı sağcı cehennemde büyüdünüz.
Vatan, millet, çakıl diye bir yalanla kandırdınız halkı. Yılışık gölgeleriniz birgün olsun 'utanma' nedir bildi mi? Otuz yıldır sessiz maşalığını yaptığın Demirel'in ne düşünüyor, haydi asıl telefona! Hadi tut getir Çağlar'ı, kan ağlayan, soğuktan tir tir titreyen depremzede anneler için, doğuda intihar eden gencecik kızlar için ne diyormuş, öğrenelim.
Halk ne düşünüyor, söyleyeyim: "Ağbi bunları, Pötürgeli hamallara vereceksin!"..
1983 yılında Özal'ın arkasından yürüyüp, çantasını tutan çulsuz, beş parasız bir oğlan vardı, on yıl içinde bankalar aldı, sattı, Show Tv'yi kurdu, fırıldağı döndürüp, tezgahı erken kapadı, artık sıra ona hiç gelmeyecek, o artık saygın bir beyfendi, açtığı resim sergisinden ünlü ressamları kolundan tutup atıyor. Tabii ki Hülya Avşar'ın tarafını tutacak, sıfırdan banka alacak durumlara gelirken, Hülya Avşar'lar halkın önüne geçip, şovlarla, magazinlerle görüntüyü perdelediler! O burnunu sokmadığı yer kalmamış gibi, beyfendi şimdi de sanat tartışmalarına giriyor!
Borsanın en büyük spekülatörü Mehmet Kutman'ın adını kamuoyu bilmiyor, çünkü, kendini afişe edecek basın grubunun hisselerini birgünde paçavraya çevirecek kadar güçlü. Dünya tarihinde en hızlı zengin olan iki-üç kişiden biri. Ünlü borsacı Soros, gelsin de biraz ders alsın. Arkasında ANAP var, Turgut Yılmaz ve Yılmaz ailesiyle ortak, Mesut Yılmaz'ın kuzeni. Bu kaygan zeminde sıra ona hiç gelmeyecek. Oralarda dolar bayrağını daha da yükseklere çekecek. Kılık, aynı kılık. Aynı sağcı Özalcı dolar canavarlarıyla büyüdü. "Kızdırmayın beni, borsayı bir günde çökertirim" tehdidine, sahip! Ancak, hergün gazetelerde, televizyonlarda entellektüel bir ciddiyetle borsa uzmanlığı yapıyorlar. Halkın bu entellektüel borsa yorumu hakkında görüşü: Yalancının *mına koyum.
Borsa değil karanlıklar dolabı. Beş yıl gibi kısa sürede tüm dünyada serbest piyasanın motoru olmuş borsaya tüm halkın inancını sıfırladılar. Kutlarım, onbinlerce küçük yatırımcının üç-beş milyarını sabırla, usul usul ve Erzurum'un dağındakine kadar hepsinden alıverdiniz. Kımıl kımıl azaplar içinde onbinlerce perişan aile bıraktınız. Basın kontrollerinde olduğu için, banker faciası gibi, borsa faciasını kimse dillendiremedi. Yüzbinlerce küçük yatırımcının ölülerine çullanıp, hacizlerde çarmıha gerdiniz. Mezatlarda cin çarpmış yüzlerce avukatla ölüm ektiğiniz evleri bir de yağmaladınız! Halk ne düşünüyor, söyleyeyim: "Ağbi bunları Palulu esnafa düzdüreceksin."
Saralı bir hasta gibi sıra bana gelecek korkusuyla etrafına salyalar saçıp duran Demirel'in yeğeni Ali Şener'e de sıra hiç gelmeyecek. Bu topraklarda tenceresini kaynatan kim varsa, gözünü dikip, boğazda düğümlenen her dilim ekmeğe gözyaşı düşürdüler. Ananız, babanız, amcanız, dedeniz, hırsızlıktan kelepçe takmayanı kalmadı. Doğu'da dağlar alev alev yanarken, gencecik onbinlerce Trabzonlu, Çankırılı, Diyarbakırlı, Tokatlı şehitler hergün kalkarken, sizler dolar saltanatı kurdunuz.
Beş sene önce yazmıştım: Hırsızlar Cumhuriyeti. Şimdi tüm yazarlar söylüyor: Hırsızlar Cumhuriyeti! Yazarlar, kimin suratına bakıp yazıyorlar bu sloganı. Bu halk, bir tükrük kovasını başınızdan aşağı boca etse de, sizler, yanar-döner yine iktidara gelirsiniz!
Anap İstanbul Milletvekili Aydın Apaydın, eski Emlak Bankası Genel Müdürü, otuzun üstünde müşterisi intihar etti. Mesut Yılmaz başbakan olduğu gün, Uğur Dündar'ın programına çıkıp, 'bankalar çetesi başı' olarak tüm Türkiye'ye ifşa etti. Sonra, nasıl pazarlık yapıldıysa, ANAP'tan milletvekili oldu. Banka soygunlarını denetleyecek denetleme kurulunun başına getiriliyormuş. Yeni Şafak'ın manşeti eğlendirici: Denetleyene Bak! Basında henüz tek bir yazar ismini ağzına alamadı. Bu adamı kuyruğundan tutup tutup yıllardır benden başka teşhir eden kalem yok. Demek ki saltanatı sağlam.
Demek ki oralarda birilerine sıkı meydan okuyor. Görkemli bir ağırlığı olmalı. Ayaklarının dibine yalvaran çığlıklarla atlayarak intihar eden onlarca insanı ne çabuk unutuverdik! Bankalar Çetesinin Başı, bu dolarla şişmiş canavarlar bu mübarek günlerde Eminönü'nde belediye çadırında, itilip kakılan, sürünen, yalvararak dilenen halka ramazan daveti verme günlerinde kameraların önüne çıkma günleri gelip çattı! Ey mübarek ramazan, kimlerin pisliklerini yıkamak için kullanılıyorsun, artık!
Uğursuzluğun ve kokuşmuşluğun milli kraliçesi! Nazlı Ilıcak da, 'banka soygunu' yazısı yazmayanlardan. Bir tane yazayım dedi, "sen önce, kocan Kemal Ilıcak, sen önce hırsız oğlun Mehmet Alı Ilıcak'tan haber var" dediler, neye uğradığını şaşırdı, kocamı, oğlumu hatırlatırlar diye soygun yazısı yazamıyor. Allah'a bin şükür, o günlerde genelkurmaydan 'andıç' belgesi Allah'ın bir nimeti, önüne düştü, Ilıcak da tümüyle kendini andıça adadı. Aslında, belge Fazilet'in tüm ileri gelenlerine postalanmıştı.
Faziletliler "bu belgenin bize gönderilmesinin arkasında ne gibi puştluk var" diye düşünemeden, Nazlı Ilıcak aslanlar gibi atıldı mahkemelerin kapısına. Zaten, Ilıcak, doktorasını genelkurmayla didişmek üzerine vermişti. Şu kadını, çişini tutamayan bir albay emeklisiyle evlendirseler de biz de kurtulsak. Bu milli bataklıkta hala manken gibi yürümesini becerebiliyor. Mehmet Barlas'la 'soyguncuların, genelkurmayın' muhalefetini yaptıklarına, yalnızca ikisi inanıyor. Ülkemizin en soğuk gerçeği, muhalefetçi kalemlerimize bakın: Ilıcak, Barlas!
İslamcılara, sağcılara demokrasiyi öğreten işte bu mendebur kalem. Olsun, TGRT'ye de çağdaşlığı-modernliği Seda Sayanlar öğretiyor. Sağcılar, neden daha bir nazenin kadın bulamıyor. İslamcıların, sağcıların fındıkçı kadın hastalığı da beni hasta ediyor. Ilıcak, anaç göğsünü tüm başörtülü kızlara açmış. Kurban olduğum Allah, Fazilet'in başına, 28 Şubat'tan daha büyük bela vermiş, kurban olduğum Allah, Fazilet'in üstüne lanet zehirini bu kadınla boşaltıyor, görmüyorlar.
Kadın da bir tasasız sormayın. Başörtülüleri koruyacağım ayağından Fazilet'e girdi, milletvekili oldu. Günahlarından, pisliklerinden arınmak için zaten camii, türbe kapısı arıyordu, insan duasını eder, çıkıp, döner, kadın, bir girdi,. pir girdi. Fazilet'te taban-tavan bırakmadı. Ilıcak Yeni Şafak'ta yazdıkça, Fazilet kitlesi, fesupanallah deyip, eridikçe eriyor.
Kamuoyunun nabzını tuttum, halk ne düşünüyor: "Bu kadından öğrenilecek demokrasinin *mına koyum!"
Ancak, milli vicdanımıza son anda bir faydası daha oldu, rezil rüsvay, kepaze olan eski dostu Rauf Tamer'in kirli çarşaflarını yıkamak için Yeni Şafak'ta tam sayfa röportaj yaptırttı. Ilıcak nankör değildir, elleriyle Tercüman gazetesinde büyüttüğü Rauf Tamer'in Kemal Ilıcak'a katkılarını unutmaz, onu, kurtlara, kuşlara yem etmez!
Rahat soluk alamayan bir yer: Vicdanımız. Havasızlık değil, [vicdanımızın] derdi. Bugünlerde ne duysa, endişeleniyor, hiç ölmeyen annemizdir o! Bu duygumu çözersem, ülkemin ruhunu çözecekmişim gibi bir soruyla doluyum bugünlerde. Biz, kazınmış kelleli, yırtık lastik ayakkabılarıyla yoksul büyüdük. Neden bizim de yok, açlık, özlem duygularının yırtıcısı kamçısıyla. "Herkes çalıyor, biz neden çalmıyoruz" tartışmalarıyla uzayan geceler kafalarımızı duvarlara vura vura.
Ahlaksızlığa, demire, betona karanlıklara, çıyanlara çok meyilliydik. Aksine, iyi yetmişmiş çocuklar, düzenli, pırıl pırıl, çalışkan, silgili, sorumlu, gerçek ve tertemiz bir vatan sevgisiyle, coşkulu bir ülke kalkınması şiirleriyle büyüdüler. Gıptayla izlerdik onları. Onların kalın, boyalı, mikili, ağzına kadar kitap, defter dolu çantalarını tutuşları, kıskanç, yan gözlerle izlerdik. Çalmak, yırtmak, parçalamak, yolmak, dağıtmak, soruları kafalarında hiç oluşmamış. Vicdanları kendileri tarafından birgün olsun hiç sorguya çekilmemiş, pürüzsüz bir terbiyeyle büyüdüler.
Kör, yoksul karanlıkta, içimizde zırlayan, büyüdükçe merdivenleri biraz daha tırmanan ahlaksızlık yüzünden ilk gençlik yıllarında 'ahlaki vaazlara' karşı çok açıktık, açtık. 1974, 75, 76, 77 yıllarında Rauf Tamer'in yazıları, bizi, derinden sarsıyor, kaynar sular gibi başımızdan dökülüyordu. Henüz yapamadığımız "düşündüklerimizden" utanıyorduk. Düşündüklerimiz bizi, it, puşt, çakal, pezevenk, hırsız yapıverecek düşüncelerimizden korkuyorduk. Rauf Tamer gibi milli ahlak, milli vicdan kelimelerini onbinlerce kez sert balyozlarla beynimize kazıyan yazarlar, peygamber gibi büyüyordu gözümüzde.
Karşımıza kim çıkıp, Allah, vatan, bayrak, yetim hakkı, dese, henüz hiçbir şey çalmadığımız halde, içimizdeki o suçluluktan delirmiş çocuk, geceler boyu suçluluktan ağlıyordu, kendisini istese de dizginleyemiyor, ahlak vaazlarına daha da yırtınırcasına koşuyordu. İçimizde, hergün çalmayı, soymayı planlayan, azılı, gangster, gözü dönmüş çocuk, pençeleriyle büyüyordu.
İşte o günlerde Rauf Tamer ismi, bizi, 'milli terbiye' vaazları ve ideolojisiyle şekillendiriyordu. Rauf Tamer ismi, 'merkez sağın' mührü, damgasıdır. Rauf Tamer ismi, sağcı kitleler için, gün gelmiş Demirel'den gün gelmiş Türkeş'ten daha büyük olmuştur. Bugün yüzde doksanı sağcı seçmen kitlelerin yetişmesinde, Rauf Tamer'in yavan, basit ve sık tekrarlardan oluşan milli devlet, milli birlik, milli ahlak vaazları çok işe yaramıştır.
Rauf Tamer'in çaldığını söylüyor, gazeteler, televizyonlar! Benim gibi kandırılmış milyonlarca insan bugün Rauf Tamer'in çaldığına inanmıyor. Krediler almış, fırıldak, üçkağıtçı isimlerle bir ömür keyif sürmüştür, ama, çaldığına, ben de inanamıyorum. Ama ben, etrafındaki bakanlar, gazeteciler, işadamlarının çaldığını, televizyonlar, gazeteler yazmadan da görmüştüm. Bu pislikleri, ne midem, ne beynim kaldırdı. Yirmi yıldır yaşadığım büyük hayal kırıklığıyla, işte sağcı, muhafazakar zihniyetin çürümüşlüğünü anlatıyorum.
Rauf Tamer'in bu kepaze, rezilrüsvay durumunu, doğru olsa da kaleme almak istemiyorum. Kendini savunan açıklamasında: "Benim evime giren çıkan belli olmaz, kim para aldı bilemem" diyor. Sağcılık tam da budur, "kimin eli kimin cebinde belli olmaz".. Üstelik kırk yıldır, solculara yardım ve yataklık suçunu yazmışsın, ama, sağcı ahlakta, isteyen istediğinin hırsızlığına çanak tutabilir, bu bir suç olarak 'yardım ve yataklığa' girmez.
"Benim, yatıştırıcı ve yapıştırıcı bir üslubum var, bu ülke benim üslubumu seviyor" diyor. Bu, düpedüz yalan!. Rauf Tamer'in 1978'in Ocak ayında yazdığı cümlelere gelelim: "Banka soyguncusu solcu gençler! Siz para bulmak için neden banka soyuyorsunuz. Etrafınızda birbirinden güzel kızlar var. Para kazanmak istiyorsanız onları satın. Bakın, ilk müşteriniz ben olurum!"...
22 yıl sonra bugün Rauf Tamer'e bu yazısını hatırlatmak istiyorum. Kimin karısını sattığını, kimin vatanı sattığını, kimin devleti, milleti soyduğunu, kimin, milyonlarca zihinsel özürlü, hasta, çıplak, sahipsiz, emekli, görme özürlü, bir milyonun üstünde yatağından kalkamayan, yatalak hastaların hakkını kimlere peşkeş çektiğini artık herkes gördü!
Bu felaketten beter kepazeliği hangi vicdan kaldırır, insanı vursalar daha iyi, Murat Demirel'den aldığın kredilerle ev aldığın yetişkin oğlun, bu satırları okuduğunda ne düşünecek! Karşısına geçip oğlunun, Muazzez Abacı'dan 'Ne olur anla beni' şarkısını söylerken, yine, milyonlarca, bedavadan 'milli ahlak, milli birlik, milli devlet' ve hepsi bu kadar olan fikir hayatından örnekler verirsin.
Merkez sağın çöpten dağları, bir Rauf Tamer'le yıkılıverecek kadar küçük değildir!
Sayın Ali Kırca! Tarihin bu en büyük soygununda siz neden bir siyaset meydanı yapmıyorsunuz. Patronunuz Dinç Bilgin'in bankası da soyuldu. Duyulmasın diye mi? Allah canınızı alsın, kimseler de sayenizde duymadı. Yoksa, Ali Kırca demokrasi hastasıdır, tartışmayı-tartıştırmayı, Türkiye'nin demokratikleşmesini pek sever, demiştik. Tam yirmibin kişi çağırmışsın Siyaset Meydanlarına, övünüp, şişinip duruyorsun, bir Dinç Bilgin gelmedi.
Aşk olsun. Varsın, gelmesin. Canı sağolsun. Sizin gibi yakışıklı, ağzı laf yapan, iyi giyimli, demokrat bir insanı bağışladı Türkiye'ye daha ne istiyoruz. Utanmıyor musunuz diye sormuyorum, akşamları görüyorum suratınızı. Muhabirleriniz habere koşarken, külüstür arabalar içinde sigortasız ölüyor. patronunuzun oğlu ise, özel dizayn edilmiş büyük otobüsüne tek başına biniyor. Bıkıp usanmadan, her Allah'ın günü binlerce zırvadan haberi, vurgularla, fon müziğiyle süsleyip, sırf Dinç Bilgin görünmesin, yakalanmasın diye, nasıl da sessiz, sakin, sabırlı, başarıyorsun.
Bu satırları okuyup vakit kaybetme. Bak, patronun seni, ev, bark, köşk sahibi yapıverdi. Herhalde bugünler için. Ananıza, avradınıza küfredilmesi, artık kimin umurunda. Sırf şöhret olmak, sırf ekranda şirin suratınızı göstermek için, her akşam hırsızları, soyguncuları koruyorsunuz. Halkımız da bu durumu hiç anlamıyor, bravo sizlere. Çirkin, terbiyesiz, kuş zekalı insanlar. Yüzünüze tükürmek sanki birşeyi değiştirecek!
Dinç Bilgin'in bankayı boşalttığı günler, bu ülkenin bütün alevilerini karşınıza aldınız, yüzlerce alevi programı yaptınız, bu ülkenin tüm müslümanlarını karşınıza aldınız, yüzlerce irtica programı yaptınız. Bu ülkenin 'değerleri'ni istediğiniz gibi, en adi, en şerefsiz, en cahil insanları geceler boyu tartıştırdınız. Ama bankalar boşaltılırken, şimdi...
Sayın Ali Kırca biliyor musunuz, benim yazılarım çok okunuyor, sizin çocuğunuz da okuyacak bu satırları. Çocuğunuzun patronunuz Dinç Bilgin'i korumak için sizin kadar gayretli olacağını sanmıyorum. İnanın çocuğunuz büyüyüp sizin boyunuza geldiğinde, sizin o kusmuğa bulaşmış takım elbiselerinizden bir tekini giymeyecek. Her akşam kavurarak, tekme tokat, acımasızca dövdüğünüz bu halkın, Hülya Avşar kadar hatırı da mı olmadı! Boyunuz, posunuz devrilsin. Pötürgeli hamallar sizi ne yapsın.
Boşaltılan bankalar ve Dinç Bilgin üzerine hiç yazı yazmayan bir diğer isim, Gülay Göktürk, "Türkiye çağ atladı.. Özal önümüzü açtı... Avrupa'ya koşuyoruz... Özelleşiyor, kurtuluyoruz... Hantal devlet, bir de KİT açıklarımız olmasa" başlıklarında yediyüzün üstünde yazı yazdı...
"Mutluyuz, çağdaşız, Avrupalıyız, liberalleşiyor, özelleşiyor, çağ atlıyoruz" yazılarının ana konusu. Tansu Çiller'i peygamberleştirdiği yazıları da cabası. Her akşam ekranda konuşuyor, her akşam büyük yazar pozlarında reklamı yapılıyor. İşte o günlerde, Gülay Hanım elinde liberalizmin bayrağıyla E-5'lerde koşarken, Susurluk henüz ortaya çıkmamış, E-5 yolu üzerinde yüzlerce faili meçhul, ülkede, ne basının, ne kimsenin haberi var.
Gülay Hanım, liberal bayrağını ekranlarda uçururken, işte tam da o günlerde Hizbullah kıtır kıtır yüzlerce insanı doğruyordu ve bundan mutlu, çağdaş, kalkınan basınımızın hiç haberi yoktu. Yine o günlerde, meğer tüm bankalar da soyuluyormuş, şimdi haberimiz oluyor. Ne günlerdi, bizler, mutlu, çağdaş, liberal, Avrupa'ya koşarken Gülay hanımın yazılarıyla... Az daha Besim Tibuk'la mantık evliliği yapıyordu...
Mübalağa etmiyorum, KİT'lerin zararları üstüne en çok yazı yazan kalemdir Göktürk. Özelleştirme yanlısı en çok yazı yazan. Patronları bu sevimsizi bu yüzden seviyordu. Şimdi Gülay Hanım, dinleyin, hiçbir KİT'in açığı-zararı, yetmiş yıl boyu, şimdi patronunuzun boşalttığı özelleştirilmiş bankası kadar büyük olmadı. Neden bugünlerde 'özelleştirme' yazısı yazmıyorsun. Neden özelleştirmeyle patronunuzun beleşten üstüne oturup soyduğu bankadan sözetmiyorsunuz. KİT'ler denince öfkeden kuduruyordunuz.
Bir de dönün bizim yazılarımıza bakın, hukuksuz, vahşi, dizginsiz liberalizme karşıyız dedik, ısrarla, işsizlik, eğitim, sağlık, eğitim sigortaları anayasal teminatlar olmadan yapılacak özelleştirmeler ülkeyi tamtakır eder, dedik. Siz ise, "devlet, çalışmayan, tembel insanlara bakamaz" diye bir de çok bilmiş liberalizm felsefesi yaptınız!
Ekranlarda, gazetelerde fıldır fıldır dönüp durdunuz, sonunda, bir tek insan, patronunuz, tarihin en büyük soygununun kahramanı oluverdi, siz de, basında en çok evi barkı olan yazar, oldunuz. Diyeceksiniz ki, tüm kazancımın hesabını veririm. Tabii ki verirsiniz, sizin o yazılarınıza bol kepçe dolarla maaş veren Dinç Bilgin efendi versin hesabı. Nerden alıyormuş paraları, size kimin parasını veriyormuş, Palulular seni ne yapsın, seni Saddam'a göndermeli!
Utanmaksızın, insan içine çıkılmayacak bu zirzopluğun adına orda üç-beş arkadaş birleşip 'demokrasi' koymuşsunuz. İki yıldır sizin mide kaldırmayan pislik yazılarınızla artık daşşak geçmemek için dergiden anti-medya sayfasını kaldırdık. Çünkü, sizinle dalga geçilen yazıları toplayıp patronunuzun önüne koşuyor, "bakın, en çok benimle uğraşıyorlar, o halde en çok ben okunuyorum" diye, yani, kirlendikçe, çirkinleştikçe, aptallaştıkça maaşınız büyüdü!
Biliyorum, siz de Hıncal Uluç gibi, siz de Süleyman Demirel gibi vicdanınız rahat. Akşamları mışıl mışıl uyuyor, yorganı üstünüze mutlulukla çekiyorsunuz. Tabii bu geçici bir rahatlık sizler için. Türk liberalizmi, Türk demokrasisi sizden uzun yıllar daha hizmet bekliyor! Hukuk önünde, anayasa önünde, insan içinde, kurum içinde, 'eşitlik' sözcüğü neden bu denli ağrınıza gidiyor!
Tabii ki Türk soluna da birkaç lafım var.
Genç Milli Takım antrenörü Serpil Hamdi Tüzün, takım yabancı bir takıma yenildikten sonra, hepsini soyunma odasına çekip, önlerine geçmiş. Sırayla, eliyle işaret ederek: "Senin ananı *ikiyim... Senin de ananı *kiyim... Senin de ananı *ikiyim..."
Yedek kaleciye kadar gelmiş sıra: "Senin de ananı *ikiyim" Yedek kaleci, şaşkın: "Hocam bana niye küfrediyorsun, ben sahaya bile çıkmadım." Hoca; "Olsun, sen de, bu kaleciyi kesmedin, o yüzden ananı *ikiyim.."
Sen de Türk solu, elli yıldır, bu eşkiyalardan iktidarı alamadığın için, senin de...