Rum, Ermeni, Musevi..

Uzun zamandır kafamı meşgul eden, çoğunuza da anlamsız geleceğini sandığım, bir soru olageldi hep. Zaman içinde, çıkarsamalarla falan bazı cevaplar, cevabımsılar, buldum gibi, ama, emin değilim.

Neyse. Önce soruyu söyleyeyim, sonra da cevabımsılarımı. Ardından da çıkarsamalarımı...

Hepimizin ezbere bildiği üzere, Türkler, Anadolu'ya resmen 1071 yılında Malazgirt Zaferi ile geldiler. Resmen diyorum, çünkü savaş-mavaş yapmaksızın, daha önceleri sessizce gelip yerleşenler de olmuş. Ama, benim ilgi saham değil, dolayısıyla bunları geçmek isterim.

Savaşla geldik. Kabul.

Galip geldik, ve yerleştik. Kabul.

Fakat, hepsi o kadar mı?

Yani, son derece centilmen bir dövüş sonrasında mağlup taraf edebini takınarak sahneyi terk mi etti? Hadi diyelim terketti. Peki de, 'Aman yarabbi, Türkler nihayet buraları da teşrif etti; acele edin, misafirhaneleri temizleyin, ziyafetler, toylar, şenlikler düzenleyeceğiz' mi dedi Anadolu'daki bütün ahali.. hem de bireysel anlamda tek tek..

Bu bana o kadar anlamlı gelmiyor. Kimse durup dururken, hariçten gelen bir unsuru kolay kolay kabul etmez. Öyle ya, herkesin iyi-kötü kurulu bir düzeni var, ve misafir bile bir kaç günden fazla pek çekilir bir şey değildir. Üstelik, savaşla da gelmiş..

Değildir de, bunun tersinin olduğuna dair pek de bir emmare de yoktur gibi. Yani, Malazgirt sonrası Anadoluya yavaş yavaş yayılmağa başlayan Türklere karşı ciddi bir karşıkoymaya pek rastlamıyoruz, kıyımlar, zulümler, soykırımlar, şunlar bunlar pek olmuş gibi değil. En azından ben rastlamadım. Olsaydı, cemaatlerin hafızası niteliğindeki din adamlarının kayıtlarında, yazdıkları şeylerde bunlardan bahislere rastlardık.

Tamam, ben tarihçi filan değilim, ama, bugüne kadar baktığım her şeyde bu tür bir iz aradım; rastlamadım. Tabii ki, rastlamak istediğim için değildi, ama, rastlamamış olmak bana çok ilginç geldiğinden dolayı aradım. Bugün, yani Türkler aleyhinde herşeyin konuşulduğu bir zamanda, 'sizin eskiniz de böyleydi' demek için dahi olsun, bulunup ortaya çıkarılırdı demek istiyorum.

Rastlamış olsam, normaldir diyecektim. Çünkü, bütün istila hareketlerinde yerel direnişler, kıyamlar, karşılığında da kıyımlar olur. Olmasa daha iyi olur tabii ama, tarih iyi dileklerle yazmıyor kendini; bunlar oluyor. Olunca da, tarihsel seyir açısından, normal saymak gerekir.

Fakat, Türklerin gelişinde, bu, yok gibi. Yok ise, yani önemli sayılacak bir direniş görülmemiş ise, buralarda bir yerlerde bir fevkaladelik olması lazım. İstisnai bir durum. Ve, istisnai durumlar açıklama gerektirirler.

İşin ilginç tarafı, bence bu kadar istisnai olmasına rağmen, hakkında doğru dürüst bir açıklama yoktur ortalıkta. Bırakın açıklama bulmağı, ilginçliği üzerinde de duranımız yok gibi.

Sanki bir film çekiyoruz ve asıl anlatacağımız hikaye hep kahramanlık destanları filan olduğu için, bu sahneyi sadece hikayenin nerede başladığını göstermek için bir resim gibi kullanıyor, ve derhal asıl hikayeye geçiyoruz.

O kadar...

Ardından da, Mohaçlar, Çaldıranlar, Otlukbeliler, Dandanakanlar.. nal sesleri, ardına kubbeler serpen ordu.. vs..

Bunlar tabii ki önemli, ama, sadece ilköğretimde önemli.. Oradan sonra, bence, Malazgirt'ten hemen sonrası hakkında düşünmek gerekiyor.

Nasıl oldu da, bu kadar sorunsuz başladı bu hikaye?

Yani, tılsım neydi?

Bulabildiklerim, bana bir tılsım olduğunu söylemiyor; ama, bilmek gereken bir kaç ilginç şey var sanki.

Kısaca bahsedeyim.

Başlıca etken, Bizansın –yani Doğu Roma İmparatorluğunun– resmen değilse bile fiilen kendi ağırlığı altında çökmüş olduğu bir zaman diliminden bahsediyoruz oluşumuz olsa gerek.

Devlet mekanizması –amiyane tabirle– yalama olmuş, olağanüstü verimsizliklerle yalap-şap çalışıyor, ya da çalışıyormuş gibi yapıyor... Devletin en başta gelen görevi, yani asayişi sağlamak, esasen dumura uğramış. Asayişi sağlamak, her şehrin, yerleşim biriminin kendi imkanlarına kalmış; buna bir çeşit zorunlu özelleştirme de diyebiliriz.

Her yerleşim birimi bunu kendi başına yapmak zorunda olunca, çok pahalı olduğu için, çareyi kendilerini duvarlarla çevrelemekte bulmuşlar; yerleşim birimlerinin etrafı surlarla örülmek zorunda kalmış... İyi fikir. Bir defalığına yapılan böyle bir yatırım sayesinde, uzun süre bakım ve masraf istemeyen bir savunma sağlanmış olur.

Olur da, bu, aynı zamanda, o birimin kendisini duvarlar arasına hapsetmesi anlamına da gelir. Ticaret yavaşlar, refah da giderek düşer. Duvarın dışında kalan taşralılar eşkiya, içinde kalanlar da sefil olurlar.

Hantal ve verimsiz çalışan devlet mekanizması, herhangi bir hizmeti çok pahalıya maletmek zorunda olduğu için, refahın artmasına yardımcı olacak yatırımlar yapmak bir yana, mevcut hizmetleri dahi –yalap-şap da olsa– yerine getirebilmek için daha fazla, daha yüksek oranlarda vergi toplamağa yönelmeğe mecbur olur.

Devlet almağa mecburdur da, ahalinin bu vergileri ödeme gücü yoktur. Ahali, hizmet alamadığı için, kendisi bunları zaten üstlenmiş, ve külfetin ağırlığı altında da eziliyordur. Dolayısıyla, vergi talebi red ile karşılanır. Bunun üzerine, Devlet celallenir, kendi ahalisi üzerine ordu yollar, tedip etmeğe çalışır. Başarılı olsa da olmasa da kaybetmeğe mahkumdur ya, başarısız olduğu anda, ilgili yerleşim birimi, şehir, otomatik olarak bir şehir devleti haline gelmiş olur.

Bir tane, iki tane.. derken, ortaya bir sürü irili ufaklı, dükalıkımtrak yapı çıkar.. Ve, bunlar da birbirleriyle düşük yoğunluklu kavgaya tutuşur.

Benim oluşturabildiğim resim, vardığım tasvir, aşağı yukarı böyle.

Böyle de... bu, herşeyi açıklamağa yetmiyor.

Yani, Türkler geldi, ticareti canlandırdı, ardından da asayişi genele yaydı ve herkes memnun oldu demek yetmiyor.

Başka temel bir şeyler daha olması gerekiyor.

Gerekiyor düyorum; çünkü oradan itibaren film kopuyor. Bomboş..

O boşluğu, kendimce, ve teorik uydurmalarla doldurmak zorunda kalıyorum.

Yani, yukarıdakilerin bilimsel (ne demekse) olduğunu zaten iddia etmemiştim; okuduklarımın kabaca bir özeti olduları için, yine de akla daha yakın olduklarını sanıyorum.

Buradan aşağıda söyleyeceklerim ise tamamen spekülasyondan ibaret. Baştan uyarmış olayım.

Tekrar kabaca baktığımı kaydederek, ben, Anadolu'da, bizden önce üç ana unsur olduğunu düşünüyorum. Üç 'millet' (inanç kümesi). Rumlar, Ermeniler, ve Museviler..

Sayısal ya da siyasal açıdan birbirlerine oranlarını bilmiyorum, ama, bu üç unsurun esas unsurlar olduğunu farzedebileceğimi düşünüyorum.

Ve, sağda solda rastladığım bilgi kırıntılarını ciddiye alacak olursam, bu üç unsurun birbirleriyle bir hayli kavgalı olduğunu da söyleyebilirim zannedersem.

Kökleri çok eskilere giden, zamanla da pekişen, bir dizi kandavası var aralarında. Bu kandavalarını tek tek sayacak kadar detaylı bilmiyorum, pek açıklanmıyor, ya da ben bulamadım; ama varlığını hissediyorum. Veya, bu teori ya da spekülasyonun anlamlı olabilmesi için böyle olmalıdır diyorum.

Ve, eğer bu doğruysa, yani, bu üç unsurun, birbirleriyle, kökleri çok eskilere giden, zamanla da pekişen, bir dizi kandavası var ise, ve Anadolunun asayiş açısından durumu da yukarıda tasvir ettiğimiz şekildeyse, ancak o durumda Türklerin gelişi bir çıkış, bir taze hava esintisi olmuş olabilir.

Türkler, bir yandan asayişi sağlarken, ticaretin canlanmasının altyapısını oluştururken, refahın artmasına imkan hazırlarken, bu kandavalı unsurların herhangi birinin yanında yer almaksızın ortada durmuş iseler, ki öyle görünüyor, o zaman, ne kıyam ne de kıyım olmasına gerek yok. Kandavasından, ve sefaletten bezmiş olan ahalinin bu durumdan memnun olacağını görür gibi oluyorum –tabii ki, faraziyelerim doğru ise.

Bu faraziyelere, varsayımlara, çok fazla itibar etmek gerekmediğini ben de biliyorum, ama, o zaman da başka açıklamalar gerekiyor.

Faraziyelere iman etmek anlamlı değil; aslolan temel soruya cevap bulmak. Yani, 'nasıl oldu da, Türkler buralara kıyamsız, kıyımsız yerleştier?' ya da 'gerçekten kıyamsız, kıyımsız mıydı, değilse neler oldu da biz bilmiyoruz?'

Her ne ise, bu faraziyelerin önemli derecede isabetli olduğunu düşünüyorum, çünkü Türklerin kendileri Müslüman olmakla beraber, içerideki ahaliye dinsel bir baskı pek yapmış değiller –sanki, başlangıçtaki 'sözleşme' gereği. Dinsel ayaklanmalar pek görnüyoruz –olanlar da İslam-içi ya da İslam-çevresi şeyler (Alevi kıyam ve kıyımı vb.), ve bu bu bağlamda komumuzun dışında kalıyor.

Tekrar edeyim, tamamı varsayım; bence anlamlı, ama varsayım. Anlamlı bulduğum için azıcık daha devam edeyim istiyorum. Çünkü, asıl gelmek istediğim yer orası sayılabilir, ve benim için, bizim için bence çok önemli.

Biz, bu topraklardaki herkes, bu 'sözleşme'yi çok uzun zaman koruduk, bu da çok verimli bir işbirliği demekti ve bu sayede muhteşem bir yönetim yapısı ortaya çıkardık, aramıza başka ırklar katıldı.. Yani, Mohaçlar, Çaldıranlar, Otlukbeliler, Dandanakanlar.. nal sesleri, ardına kubbeler serpen ordu.. vs..

Sonra?

Sanra işer karıştı biraz; 'millet' kelimesininin anlamı da değişti, artık ırklar, kültür daireleri birer millet oldu. Ayrıştık.

Çok zor ve kanlı oldu.

O da kader...

Ayrışma, tabii ki planlı olamadı; ve ciddi, çok ciddi hatalar yapılarak oldu.

Ne oldu, niçin oldu, nasıl oldu soruları baki, ama, bence, bu bağlamda, ondan daha önemlisi, bir tespitte bulunmamızın gereği.

O tespit de şudur: Üç temel unsurun ikisi ile düşman kesildik. Rumlar ve Ermenilerle..

Dost sayılabilecek, kala kala, Museviler kaldı..

Ve, ucundan kenarından, aralarındaki tarihsel kandavasına biz de bulaşmış gibiyiz; ya da bulaşmamızın eli kulağında..

Bu, bu durum, bu ihtimal, beni çok rahatsız ediyor.

Rahatsız eden de, Musevilerle yanyana olmak değil; Rumlar ve Ermenilere karşı fakat Musevilerle yanyana olmaktır.

Bu o kandavasında taraf olmaktır. Bence böyle yapmamalıyız –nasıl beceririz, bilmiyorum ama, yapmamalıyız.

Aklımızı başımıza devşirmezsek, hem bize, hem de bu topraklardaki başka kimseye bundan böyle huzur yok demektir bence.

Yapılması gerekenin, doğrusunun, Rumlar, Ermeniler ve Musevilere –hepsine– eşit mesafede ve hepsiyle –istisnasız– tekrar dost olmakta yattığını düsünüyorum..

Yanlış mı düsünüyorum?

Yanlışsam, niçin?