Anam, bacılarım, sevgilim..

Afet, Afife, Afitap, Ahenk, Ahsen, Ahu, Ahucan, Ahueda, Ahuela, Ahugül, Ahunaz, Ahunisa, Ahunur, Ajda, Akasya, Akcan, Akel, Akgün, Aksel, Aksen, Aksev, Aksu, Aktan, Akün, Akşın, Ala, Alagül, Alanur, Aleda, Alev, Aleyna, Algül, Algün, Algın, Alkım, Almıla, Altın, Alçin, Alçiçek, Aliye, Alım, Amine, Andaç, Anka, Anıl, Arkın, Armağan, Armina, Arnisa, Arsu, Arya, Arzu, Arzucan, Arzugül, Arzum, Arzunaz, Arın, Asena, Aslı, Aslıcan, Aslıhan, Aslım, Aslınaz, Aslınur, Asu, Asude, Asuela, Asuman, Asya, Ateş, Ay, Ayben, Aybeniz, Aybike, Aybirgen, Ayca, Aycan, Ayda, Aydan, Aydeniz, Aydonat, Ayevi, Aygen, Aygönül, Aygül, Aygün, Aykal, Aykut, Aykız, Ayla, Aylan, Aylin, Aynur, Ayperi, Aysan, Aysar, Aysel, Aysema, Ayseren, Aysu, Aysun, Aysuna, Aysın, Ayten, Aytolun, Aytu, Aytuna, Aytül, Ayzıt, Ayça, Ayçan, Ayçağ, Ayçiçek, Ayşan, Ayşe, Ayşegül, Ayşen, Ayşenur, Ayşim, Ayşin, Ayşıl, Ayşın, Azize, Azra, Açangül, Açelya, Aşkım, Aşkın, Aşına, Bade, Baha, Bahar, Bahargül, Bala, Balca, Balcan, Baldan, Balkın, Balkız, Balım, Balın, Banu, Banuhan, Başak, Bediz, Begüm, Behin, Behiye, Belde, Belemir, Belen, Belfü, Belgi, Belgin, Belgün, Belin, Beliz, Belkıs, Belma, Belur, Benan, Benay, Benek, Bengi, Bengisu, Bengü, Bengül, Beniz, Bennur, Bensu, Beren, Berfin, Bergüzar, Beria, Beril, Berin, Berivan, Berke, Berna, Berrak, Berran, Berrin, Besime, Besisu, Beste, Bestegül, Bestenigar, Betil, Betül, Beyaz, Beyza, Bezen, Bige, Bihter, Bike, Bilcan, Bilge, Bilget, Bilgül, Bilgün, Bilhan, Billur, Bilnaz, Bilnur, Binay, Bingül, Binnaz, Binnur, Biray, Birbet, Bircan, Birce, Birgen, Birgül, Biricik, Birim, Biriz, Birsel, Birsen, Birsu, Buket, Burcu, Burcum, Burçak, Burçin, Buse, Büge, Büklüm, Büküm, Büyüm, Büşra, Cahide, Canal, Canan, Canay, Candan, Candaş, Caneda, Canel, Canfeza, Cankat, Cankut, Cankız, Cansel, Cansen, Cansu, Cansun, Cansın, Canöz, Cavidan, Celile, Cemile, Cemre, Cennet, Ceren, Cevher, Cevza, Ceyda, Ceylan, Cihanbanu, Cihannur, Çaba, Çağ, Çağla, Çağlayan, Çağrı, Çağıl, Çağın, Çilen, Çiler, Çimen, Çise, Çisem, Çisil, Çiçek, Çiğdem, Çığlık, Çığıl, Dal, Damla, Defne, Demet, Demre, Deniz, Deren, Derin, Derya, Deryanur, Desen, Deste, Destegül, Devin, Devinsu, Devrim, Devrin, Dicle, Didar, Dide, Didem, Dila, Dilan, Dilara, Dilay, Dilber, Dildar, Dilde, Dilek, Dilem, Diler, Dilhan, Dilnişin, Dilrüba, Dilseren, Dilsu, Dilşah, Diren, Diril, Dirim, Dolunay, Dora, Doruk, Doğa, Doğangün, Doğay, Doğu, Döndü, Duru, Durugül, Durusu, Duygu, Duygun, Duygunisa, Düşüm, Ebru, Ece, Ecegün, Ecem, Ecenaz, Ecesu, Ecmel, Eda, Efil, Efsun, Ege, Ekim, Ekin, Ela, Elanaz, Elanur, Elif, Elife, Eliz, Elvan, Elçim, Elçin, Elmaz, Emel, Emet, Emine, Ener, Enginsu, Erda, Erem, Erenay, Erendiz, Erensu, Ergül, Erin, Erke, Erna, Erçil, Esen, Esengül, Eser, Esim, Esin, Esma, Esmacan, Esmagül, Esmanur, Esmen, Esna, Esra, Eti, Eva, Evin, Evrim, Evşen, Eylem, Eylül, Ezgi, Ezgin, Ezgü, Eşay, Eşlem, Fadime, Fahriye, Fatma, Fatmagül, Fazilet, Fehriye, Ferah, Ferahgül, Ferahnur, Feray, Fercan, Ferda, Ferdacan, Ferhan, Feri, Feride, Feris, Ferisu, Fernur, Fersude, Ferzin, Feyza, Feza, Fidan, Fidel, Figen, Filiz, Firdevs, Firuze, Fulya, Funda, Füruzan, Füsun, Gamze, Gaye, Gazal, Gazel, Gece, Gelincik, Gencay, Gerçek, Gizem, Gonca, Goncagül, Gök, Gökay, Gökben, Gökmen, Göksel, Göksen, Göksu, Gökyel, Gökçe, Gökçen, Gökçenaz, Gökçenur, Gökşen, Gönen, Gönül, Gönülgül, Görke, Görkem, Gözde, Gözdem, Gözdenaz, Gözdenur, Gözen, Güher, Gül, Gülal, Gülay, Gülbahar, Gülben, Gülbin, Gülcan, Gülce, Gülden, Güleda, Gülen, Gülendam, Gülenay, Gülfem, Gülfer, Gülfidan, Gülgen, Gülgün, Gülhan, Gülin, Gülinaz, Gülistan, Güliz, Gülizar, Gülnar, Gülnihal, Gülnisa, Gülnur, Gülperi, Gülsin, Gülsinem, Gülriz, Gülru, Gülsanem, Gülseli, Gülsu, Gülsün, Gülten, Gülçin, Gülçiçek, Gülüm, Gülümse, Gülşah, Gülşen, Gün, Günal, Günay, Gündüz, Güney, Güneş, Günhan, Günnaz, Günnur, Günçiçek, Güray, Gürdal, Güven, Güz, Güzay, Güzel, Güzin, Güzün, Habibe, Hacer, Hale, Halenur, Handan, Hande, Hanife, Harika, Hasibe, Haslet, Havva, Hayal, Hayat, Hazal, Hazan, Hazar, Helin, Henna, Hepgül, Hepgüler, Hera, Hesna, Heves, Hevin, Hicran, Hilde, Hilâl, Hoşseda, Hülya, Hüma, Hümeyra, Hüner, Hürrem, Hüsna, Hüsün, Ilgaz, Ilgım, Ilgın, Ilgıt, Ilım, Irmak, Itır, Iğıl, Işık, Işıl, Işılay, Işıltı, Işın, Işınbıke, Işınsu, İclal, İdil, İdilsu, İlayda, İlbüke, İlcan, İldeniz, İlgi, İlgin, İlgün, İlkay, İlkbahar, İlkcan, İlke, İlkgüz, İlkim, İlkin, İlknur, İlkyaz, İlma, İlsel, İlsu, İlter, İmer, İmge, İmran, İmren, İnanç, İnce, İnci, İncilay, İncinur, İpar, İpek, İrem, İren, İris, İsmihan, İsminaz, İyem, İzel, İzem, İzgi, İzim, İzlem, İçim, Jale, Jalenur, Janseli, Janset, Jasmin, Jeyan, Jinsal, Jülide, Kader, Kainat, Kamelya, Kamer, Kamile, Kamuran, Kanat, Karaca, Karanfil, Kardelen, Karmen, Kayra, Kerime, Keriman, Kevser, Kezban, Kumru, Kumsal, Kutay, Kutlu, Kutsal, Kuzey, Kuğu, Kösem, Kübra, Kıvanç, Kıvılcım, Kızıltan, Lal, Lale, Lalehan, Lalezar, Lamia, Latife, Lema, Leman, Lemis, Lerzan, Leyan, Leyla, Leylifer, Lila, Linet, Mahire, Mahperi, Maide, Mahmure, Manolya, Maral, Mavisu, Maviş, Mayıs, Mebruke, Mediha, Mehir, Mehpare, Mehtap, Mehveş, Melda, Melek, Meliha, Melike, Melis, Melisa, Meltem, Menekşe, Meral, Mercan, Merih, Meriç, Merve, Meryem, Merze, Meyyal, Mihriban, Mihrican, Mihrigül, Mihrinaz, Mihrinur, Mimoza, Mina, Mine, Miray, Mircan, Mutlu, Mualla, Mübeccel, Müge, Müjde, Müjgan, Mısra, Nadide, Nadire, Nahide, Narin, Naz, Nazan, Nazer, Nazgül, Nazlan, Nazlı, Nazlıhan, Nazlım, Nağme, Naşide, Necibe, Necla, Nefise, Nehar, Nehir, Nehire, Nergis, Nermin, Neriman, Nesli, Neslihan, Neslişah, Nesrin, Neşe, Neşve, Neva, Nevade, Neval, Nevbahar, Neveser, Nevgece, Nevgül, Nevid, Nevra, Nevres, Neyir, Nezihe, Nice, Nigar, Nihal, Nihan, Nil, Nilay, Nilgün, Nilüfer, Niran, Nisa, Nisan, Nur, Nuran, Nuray, Nurcan, Nurdan, Nurfer, Nurgül, Nurgün, Nurperi, Nursal, Nursay, Nursel, Nurseli, Nursen, Nurseza, Nurten, Nurşen, Nutiye, Nüket, Nükhet, Nükte, Odil, Oksal, Okşan, Olca, Olcay, Olgaç, Omay, Ongu, Ongül, Orkide, Oskay, Oya, Oylum, Ödül, Ömür, Önay, Öngül, Örgün, Övgü, Övgül, Övgün, Övül, Övünç, Öykü, Özben, Özde, Özden, Özen, Özge, Özgen, Özgü, Özgül, Özgün, Özgür, Özlem, Özlen, Öznil, Öznur, Özperi, Özselen, Özsu, Özten, Özün, Öğün, Öğünç, Öğüt, Pakize, Pamira, Papatya, Parla, Parlar, Pelin, Pelinsu, Pelit, Peri, Perran, Pervin, Perçem, Petek, Peyda, Pınar, Pırıl, Pırıltı, Rabia, Radife, Rahşan, Rana, Ravza, Raziye, Rebia, Remziye, Renan, Rengin, Revan, Reyhan, Rezzan, Rima, Rosa, Ruhan, Ruhsar, Ruhugül, Ruhşen, Rukiye, Ruşen, Rüya, Rüçhan, Saba, Sabah, Sahra, Saliha, Salkım, Sanal, Sanem, Sara, Sare, Sargın, Saye, Saygın, Sayıl, Sebla, Seda, Sedef, Seden, Segah, Seha, Seher, Sel, Selay, Selda, Selen, Selin, Selinti, Selis, Selma, Selmin, Selva, Selime, Selvi, Sema, Semanur, Semen, Semin, Semiramis, Semra, Sena, Senahan, Senar, Senay, Senem, Sera, Serap, Seray, Seren, Serfinaz, Serin, Serma, Serpil, Serpin, Serra, Sertab, Sertap, Seval, Sevda, Sevdem, Seven, Sevgi, Sevgül, Sevi, Sevil, Sevilay, Sevim, Sevinç, Sevtap, Seylan, Seyyal, Sezen, Sezer, Sezgi, Sezgin, Sezin, Seçen, Seçil, Seçkin, Sibel, Sim, Sima, Simge, Simirna, Sinem, Sitare, Sonay, Soneda, Songül, Songüz, Sonyaz, Su, Sude, Sumru, Suna, Surperi, Suzan, Süheyla, Sümeyye, Sündüs, Süsen, Sıla, Şanal, Şebnem, Şenay, Şener, Şengül, Şengün, Şeniz, Şenkal, Şenol, Şensoy, Şensu, Şerife, Şirin, Şölen, Tahire, Taibe, Talha, Talia, Taliha, Tamay, Tan, Tanay, Tansel, Tanseli, Tansu, Tanyel, Tanyeli, Tanyeri, Tara, Tayyibe, Taçnur, Tekgül, Tenay, Tendü, Tennur, Tezcan, Tijen, Tilbe, Tolunay, Tomris, Tomurcuk, Toprak, Tuba, Tulü, Tumay, Tuna, Tutkun, Tuğçe, Tülay, Tülen, Tülin, Tümay, Tünay, Türkan, Türkü, Tüzün, Tüzüner, Ubeyde, Uhde, Ulya, Umay, Umur, Umut, Utku, Uysal, Uzay, Uzel, Uçay, Uğur, Uğurgül, Ülgen, Ülke, Ülker, Ülkü, Ülküm, Ümmühan, Ümran, Ünzile, Ürün, Üzgü, Üçgül, Vahibe, Vahide, Varide, Vecihe, Vedia, Verda, Vildan, Vira, Vuslat, Yakut, Yaprak, Yaren, Yasemin, Yağan, Yağmur, Yaşam, Yelda, Yeliz, Yeşim, Yeter, Yonca, Yosun, Yudum, Yüksel, Yıldız, Zahide, Zarife, Zehra, Zehre, Zeliha, Zeliş, Zennan, Zennur, Zeren, Zerin, Zerrin, Zeynep, Zinnur, Zişan, Zuhal, Zulal, Zübeyde, Zühre, Zülal, Züleyha, Zümra, Zümrüt.. Walla.. n'ossun; işte... İyi diyoruz, iyi oluyoruz.

Güney Türkistan Federe Bölgesi Başkanı dedi ki..

Aşağıdaki metin Fırat Haber Ajansın sitesinde 'Barzani'den aşiretlere ajanlık uyarısı!' başlığıyla ve Mehmet Nuri Ekinci imzası ile 27 Haziran 2007 tarihinde yayınlandı.

Biçemde çok az değişiklikler yaptım; içerikte ise, bütün yaptığım, metindeki 'Kürt' ya da 'Kürd' kelimelerini 'Türk' kelimesi ile, 'Türk' kelimesini de 'Ecnebi' ile ikame etmek oldu sadece.

Bu ufacık sayılacak değişikliği de sadece deney amacıyla yaptım; yoksa, haberi çarpıtmak gibi bir niyetim olduğundan dolayı değil --orjinaline yukarıdaki linkten erişebilirsiniz zaten.

Barzani'den aşiretlere ajanlık uyarısı!

(27.06.2007) - Güney Türkistan Federe Bölgesi Başkanı Mesut Barzani, Ecnebiye'nin etkisi altında olan Güney aşiretlerini sert bir dille uyardı. Barzani, "dış güçlerin etkisine giren" aşiretlerin bölgede kalmasına izin vermeyeceklerini belirtti.

ABD'nin Irak'a müdahalesinden sonra Güney Türkistan sahasında istihbarat ve ajanlaştırma faaliyetlerini hızlandıran Ecnebiye'nin Güney Türkistan'daki varlığı tepki toplamaya devam ediyor.

Türk Federe Federe Bölgesi Başkanı Barzani de "dış güçlerin Türkler arası birlik ve beraberliklerini bozmaya izin vermeyeceklerini" söyledi.

'Birliği Bozan Kovulacak' Duhok, Zaho ve Diyana gibi, Güney Türkistan'ın şehir ve kasabalarında istihbarat ve çeşitli askeri çalışmaları yürüten Ecnebiye devleti buradaki aşiretler arasında çelişkiler yaratarak Türklerin birliğini uzun süredir bozmaya çalışıyor.

Son bir yıldır, Ecnebiye'nin bu çalışmaları hızlandırdığına dikkat çeken yerel kaynaklar, üç hafta önce Federe Bölge Başkanı Mesut Barzani'nin buradaki aşiretlerle bir toplantı yaparak gelişen bu duruma ilişkin tavrı ortaya koyduğunu öğrenildi.

Toplantıda Türklerin birlik ve beraberliklerinin önemine dikkat çeken Türkistan Federe Bölgesi Başkanı Barzani; "bazı dış güçlerin son yıllarda aşiretlerin birlik beraberlikleri bozmaya yönelik çalışmalar yürütüyor. Bu çalışmalar sonucu Ecnebiye gibi bazı komşu ülkelerin kimi aşiretler üzerinde etkili olduklarını biliyoruz. Bu ülkelerin amacı gelişen Türk halkı arasında kargaşa yaratmak ve aşiretler arası husumet çıkarmaktır" şeklide değerlendirdiği öğrenildi.

İster Türk örgütleri, ister aşiretler arası birliği bozmaya yönelik çalışmaların Türklerin çıkarına olmadığını vurgulayan Barzani'nin "Aramızdaki birliği bozmak istiyorlar, bu hepimize kaybettirir, aşiretine bağlı olmayan biri ister Vali olsun, ister Kaymakam, doktor, mühendis olsun. Birliğimizi bozmaya yönelik her kim olursa olsun onun aşiret içerisinde kalmasına izin vermeyiz" dediği öğrenildi.

Türk Federe Federe Bölgesi Başkanı Mesut Barzani'nin bu açıklamasından sonra Diyana kaymakamının görevden alınmasının bu toplantı ile ilişkisinin olup olmadığı öğrenilemezken, Diyana kaymakamının bir süredir yerel hükümet ile bazı sorunlar yaşadığı öğrenildi.

Türk Federe Bölgesi Başkanı Mesut Barzani'nin tepki gösterdiği istihbarat faaliyetlerine benzer çalışmaların Soran mıntıkasında olduğu ve rahatsızlık yarattığı öğrenildi.

Son olarak Süleymaniye'de Ecnebi özel tim güçlerinin silah dolu bir araçla yakalanmaları bu rahatsızlıkları büyüttüğü belirtiliyor.

Hoş bir deney oldu bu bence..

Şu tondaki sözler:

  • "dış güçlerin etkisine giren"ler..
  • "aramızdaki birliği bozmak istiyor" olanlar..
  • "kalmasına izin vermeyiz"ler..
  • "birlik ve beraberliklerini bozmaya izin vermeyecek" olduğumuz..

ve bu haber, Türkiye'de hiç duymadığımız ya da duymayacağımız bir şey değil pek.

İyi de, Türkiye'nin en şikayet edilen yönleri de bu tür şeyler olmadı mı hep?

Peki, o zaman, 'Güney Türkistan'ın farkı ne?

Bu kadar benzerliğimiz varken ayrı kalmamız Allaha reva mıdır? :)

Sen dik a

Yeni Şafak gazetesinde 1 Ocak 2007 tarihinde Mehmet Gündem imzasıyla yayınlanmış bir ropörtaj var. Ropörtaj, Mehmet Tıraş'la yapılmıs. Mehmet Tıraş, 24 sene, işçi statüsünde bir KİT'te çalışmış.

Söyleşinin tamamını buraya almıyorum, çünkü o kısımları Mehmet (Tıraş) beyin, emekli olduktan sonra kendini yetiştirmesi sonucunda yazdığı üç kitabın ["Küreselleşen Dünyada Özgür Birey Zengin Toplum"; "Korkularımız ve Tabularımız"; "Derin Devletin Kara Kutusu"] kapsamına giriyor.

Ben, daha çok, Mehmet (Tıraş) beyin sendikalarla ilgili söylediklerine kulan vermek istiyorum.

Yazıyı okuduğumda hayli rahatsız oldum.

Rahatsız oluşumun sebebi de şu: Ropörtajı yapan Mehmet Gündem, ropörtajın muhatabı olan Mehmet Tıraş'a hep 'sen' (ikinci tekil şahıs) şeklinde hitap ediyor.

'Sen' ve 'siz' arasındaki farkı kişinin mektepler bitirmiş olması ya da zengin veya meşur olması mı tayin ediyor?

Bence, hayır. Böyle yapmamalıydı.

Neyse.

Gelelim söyleşinin benim ilgimi çeken kısmına:

[..] DİSK, TÖS, TÖBDER VE TİP gibi davalardan yargılananların çocuklarını askeri okullara almıyorlar. DİSK yöneticilerini darbeciler 12 Eylül'de idamla yargıladılar ama DİSK, 28 Şubatçıların yanında yer aldı, TÜRK-İŞ ile ittifak etti. Darbelerden darbe yiyenler, darbecilerle bir arada nasıl oluyorlar?

Sen bunu nasıl izah ediyorsun?

Mesela sendikalar genelde AB'ye karşıdırlar. Çünkü bizdeki sendikacı, bir işçinin 25 yılda aldığı parayı, üç yılda hizmet ikramiyesi adı altında alıyorsa, bu sistemin değişmesini ister mi? Bu tür sendikacılığın biteceğini bildiklerinden AB'yi istemiyorlar.

Sen 24 yıl çalıştın. KİT'lerdeki durumu nasıl gördün?

KİT'ler siyasal yerlerdir. KİT'lerin siyasilerin arpalığı olduğu doğrudur. KİT'lerde çalışan işçilerin sendikası yoktur, KİT'lerde devletin sendikası var. Devlete rağmen sendikacılık yapamazsınız. Devletin ideolojisinin yanında yer alırsanız ihya olursunuz.

Kaç yıl sendikalı oldun?

İşe girdiğimden beri, 24 yıl, altı ay. Ben Türkiye'de KİT' de çalışıp da özelleştirmeyi savunan ilk işçiyim. Hak aramaya başlayınca bana "sınıfına ihanet eden işçi" dediler.

Ne kadar para ödedin sendikaya?

Ayda ortalama 20 dolardan toplam 4 bin 920 dolar. Aidatlar maaştan, Çek-of sistemiyle sendikanın hesabına geçiyor. Türkiye'de işçi, ayda bir gün sendikasına çalışıyor. Bu sistem kaldıkça sendikalar yaşar. 12 Eylül'den sonra Kenan Evren, 'Bu işçiyi sömürüyor' deyip çek-of'u kaldırmak istedi. Zamanın Türk-İş Başkanı, 'Sokağa dökülürüz' deyince Evren, '1982 Anayasası'na destek verirseniz kaldırmam' dedi ve Türk-İş bu darbe anayasasını destekledi.

Sendikal yapı nerede nasıl kırılmalar yaşıyor?

KİT'lerde derin devletin istediği sendika yetki alıyor ve o sendikalar da darbelere destek veriyor, askeri kurumlara, Mehmetçik Vakfı gibi yerlere para bağışında bulunuyorlar. Türk-İş 12 Eylül hükümetine Genel Sekreteri Sadık Şide'yi bakan olarak verdi, Şide, darbeci generallere DİSK'in para ve mal varlığına el konulmasını, sakatlar için kullanılmasını önerdi...

Sendikalar "sivil kurum" gibi gözüküp gerektiğinde "darbeci kurum"a mı dönüşüyorlar?

Sendikalar saydam değil, hiçbir sendikanın ve konfederasyonun web sitesinde para ile ilgili bilgiye rastlayamazsınız. İşçi sendikalarının genel kurulunda mali bütçenin tartışıldığını göremezsiniz. Muhalefet de bu konuyu gündeme getirmez. Türkiye'de muhalefeti rejim karşıtı gören, işçiyi değil, devleti temsil eden bir sendikacılık sürüyor. Temsil ettiği sınıfı sömüren bir kurum ve anlayış sendikal hareket hakim.

Sendika senin ne işine yaradı?

Örgütlülükle tanışıyorsunuz. Toplu hareketin içinde bulunuyorsunuz. Bu hayatınıza dayanışma ve paylaşma fikrini katıyor. KİT'ler de çalışanların yüzde 80-90'ının eğitim düzeyi ilkokuldur. Ben İHL ikiden terkim...

Sendikaya verdiğin paranın hesabını hiç sordun mu?

Çok sordum ama aidatların sendikalarda nereye gittiğini öğrenemedim. Sendikalı bir işçi, bağlı olduğu sendikanın harcamalarını denetleyemez. Paraların nereye harcandığını öğrenemez. İşçi, sendikacıların maaşlarını da bilmez. Sendikalarda trilyonlar dönüyor. Trilyonların döndüğü sendikalarda, işçiler aidatlarının akıbetini öğrenemez. Bu kadar parayı ve mal varlığını elinde bulunduran sendikacıyı yönetimden indiremezsiniz. Her sektörün çetesi var da, sendikacılığın çetesi olmaz mı? Emekliliğini sendikacılık yaparak dolduran onlarca sendikacı var. Bu sendikacıların işçilikle hiç bir alakası yok. Sendika saltanata dönüşmüş.

Hak ararken ne tür durumlarla karşılaştın?

Benim paramla evine ekmek götüren sendikacı "sen çizmeyi aştın' diyor, beni tehdit edip 'devlet düşmanı' ilan ediyor. Suçum da ödediğim aidatın nasıl değerlendirildiğini, sendikacıların maaşı ve hizmet ikramiyesi adı altında aldıkları ikramiyeyi gündeme getirmek. Petrol-İş Mali Sekreteri Adnan Özcan, 'Biz genel kurul kararı gereği işçilere böyle bir bilgi veremeyiz' dedi. Bu konuyu işyerime taşıdım, ama herkes korkmuş, çünkü tehdit ediyorlar. Bu da bir çetedir. Sendikacıların çoğu derin devletin sendikacısı.

Sendikalar ile siyasiler arasında nasıl bir ilişki var?

Özellikle KİT'lerdeki sendikacılar, siyasi partilerle uyum sağlarlar. KİT'lerde en iyi sözleşmeler seçim dönemlerinde yapılır. KİT'lerde verimlilik diye bir şey yoktur. İşçiler özel sektörde gösterdiği performansı kamuda göstermez. KİT'lerde rejimle ve siyasi iktidarla uyumlu olduğun sürece işin garantidir. Bu sendikacılık sistemi siyasetçinin de, devletin de işine geliyor. Özal bir dönem sendikacılarla çatıştığında, sendikalarda biriken paraları kastederek, "Bana fonları konuşturtmayın" deyince sendikacılar sustular.

Sendikalar ile asker arasındaki ilişki nedir?

Sendikalar, 12 Eylül'e, 28 Şubat'a destek verdiler. 12 Eylül'den sonra kurulan askeri vakıflara para yardımı yapıyorlar. Sivil toplum örgütlerinin nerede görülmüş darbeleri desteklediği?

Sendikalarda yönetim neden uzun sürelidir?

200 trilyon nakit parası olan sendikalar var. Tes-İş, Türk Metal-İş gibi... Büyük parayı elinde tutan seçim kaybeder mi? Sendikalar, işyeri temsilcilerini toplantı adıyla sık sık tatil yörelerinde, beş yıldızlı otellerde ağırlar. Delegeleri de zaman zaman toplantılara götürürler. Türk-İş, Hak-İş, DİSK... hepsi böyle.

Sendikalar biriken paraları nasıl değerlendiriyorlar?

Sosyal tesisler yapılıyor, faize yatırılıyor. Böylece toplumun her kesimiyle büyük pazarlık gücüne sahip oluyorlar. Türk-İş eski Başkanı Bayram Meral, "Ben 3 Kasım'da CHP'den milletvekili seçildiğimde, Yol-İş'in 150 trilyon nakit parası vardı. Teamüldür, genel başkanlar ayrılırken ona bir hediye alınır. Ben hediyeyi kabul etmeyince, sendika yönetimi buna karşılık işsiz olan oğlumu 5 milyar maaşla sendikada işe aldı" demişti.

Sendikacılar nasıl zengin oluyorlar?

Ben 2003 yılında emekli olduğumda 24,5 yılın karşılığı olarak aldığım emekli ikramiyesi 40 milyar, Petrol-İş'te bir profesyonel sendikacının 3 yılda aldığı hizmet ikramiyesi 55 milyar. Lüks içinde yaşıyorlar. İşçiden farklı yerde oturuyorlar. Yazlıkları, kışlıkları var. Kaliteli arabaya biniyorlar. Mesela Petrol-İş'te bir sendikacı maaş artı, altı ikramiye alır. Arabası, benzini, telefonu bedavadır. Ayrıca çok yüksek yolluk, harcırah alırlar. Türk-İş, Hak-İş ve DİSK'e bakın, 20, 30, 40 yıllık profesyonel sendikacılar göreceksiniz.

Bizde sendikalar ne kadar denetleniyor...

Devletin bu paraları denetleme yetkisi var ama devlet konunun üstüne gitmiyor. Siz hiç bugüne kadar yolsuzluktan yargılanan bir sendika başkanı biliyor musunuz? Oysa bir yerde denetim yoksa, orada yozlaşma doğaldır. Devlet, üniversiteleri YÖK'le nasıl denetliyorsa, Türk-İş'le de ülkedeki işçiyi denetliyor. Siz hiç demokratik anayasa talep eden, darbecilerden hesap sorulmasını, Kürt sorunun çözümünü, yargının bağımsız olmasını, faili meçhul cinayetlerin aydınlatılmasını, Kıbrıs'ta çözümü isteyen bir sendikacı gördünüz mü?

Evet. Bence Mehmet (Tıraş) beyin söylediklerinin eksiği var, fazlası yok. Eksiği var, ama ona daha aşağılarda değineceğim.

Bu konu benim çok uzun zaman önce dikkatimi çekmişti --üstelik, eminim ben ilk değilim...

Bu ülkede 1980 öncesi sendikalar greve diger ve leblebi-çekirdek cinsinden de olsa, grev sırasında o işcilere bir miktar bir şeyler öderdi. Fakat, 1980'den sonra alınan muhtelif kanuni tedbirler ve oluşturulan kurumlar ile birlikte, grevde geçen gün sayısı artık devede kulak bile değil.

Gerçi, vakt-i zamanında da sendikalar grevdeki işçilere --bol slogan ve bir iki davul zurnayla beraber 'grev gözcüsü' yazan sağlık görevlisi kılığına benzer fakat adi patiskada mamül kıyafetler haricinde-- pek bir şey ödemezlerdi; ama o zamanlar sendikalar işçi aidatlarını şimdi olduğu üzere bankamatikler üzerinden (check-off, ya da kaynağında tenkisat dediğimiz usûlle) tahsil etmiyorlardı. Yani, sendikalar, bugün olduğu kadar hem rahat kazanıyor hem de zengin değildiler.

Eskiden, sendika üyesi olmak da yetmiyordu; üye olan, aidatını da kendi elleriyle götürüp ödemek durumundaydı.

Şimdi öyle değil. Üye olan kişi bir kâğıda imza atıyor. Sendika da bunu işverene ibraz ediyor ve ondan sonra aidat ödemek otomatiğe bağlanıyor --her ay kişinin maaşından kesilerek.

Sendika üyesi kişi bunun karşılığında --başka, sendika üyesi olmayanlarla kıyaslandığında-- ekstra ne elde ediyor?

Aslında hiçbirşey. Çünkü, isveren sendika ile pazarlık yaptığı zaman, ortaya çıkacak sonucu herkese (sendika üyesi olsun ya da olmasın) tatbik edeceğini bildiğinden, pazarlığı ona göre yapıyor ve sonunda da sendikasızlar da aynı zam ve hakları alıyorlar.

Ama, elde edemediği farka karşılık, sendika üyesi kişi aslında bir risk üstlenmiştir: İşveren, işçi çıkarağı zaman, ilk olarak sendika üyelerinden başlar. Yani, sendika üyesi olanların işten atılmak riski daha yüksektir.

Bu manzaraya baktığım zaman, sendika üyesi olmanın herhangi bir avantajını göremiyorum.

Sendika, üyesine, sağlık, eğitim (beceri artırma vb), veya --işten haksız yere atıldığında-- iş bulmak konusunda ele gelir bir gayret göstermez. Hele de, işten çıkarılmış birisi için hiç (çok olsa, işten çıkaran işvereni mahkemeye vermekte yardımcı olur)..

Bütün bunları yanyana koyduğumuzda, sendikalarımızın 'bordro mahkûmları'mıza asalak olup olmadıkları konusunda ne denebilir bilmiyorum..

Merak edip, tipik sayılacak bir durumu ele almak istedim. 1980 senesinde sendikalı olan bir kişinin sendikaya ödediği aidatların bugünkü değerini hesaplıyor.

Kullanılan veriler gerçek verilerdir. Yani, döviz kurları, o tarihteki TC Merkez Bankası Döviz Satış kurlarıdır --TCMB'nin Internet'teki veri tabanından aldım. Aynı şekilde, faiz oranları da ilgili tarihteki cari (geçerli) faiz oranlarıdır; bunları da TCMB'nin sitesinden aldım.

Şimdi durumun özeti şöyle:

1980'den itiabren, her ay, 25 sene boyunca, ödediği sendika aidati toplam 3,172 dolardır. (ödemenin yapıldığı anda dolara çevrilirse).

Bu ödemeler her ay faiz karşılığı bir hesaba yatırılırsa, o ay geçerli olan faizle nemalandığında, 25 sene sonunda 9,496,810,344 TL (ya da 9,496 YTL) gibi bir rakama ulaşır.

Bu da, 25nc senenin sonunda geçerli olan döviz satış kurundan dolara çevrilirse, 7,042 USD eder.

Yani, çalışan, emekli olduğu anda, sendikaya 7,042 USD bağışlamış oluyor; çünkü, ismi üstünde, bu bir 'aidat'tır ve aidatlar üyelik bitiminde geri alınamazlar.

Burada soru şu olabilir: Geçen 25 sene içinde sendikanın işçiye faydası, bunu 7,042 USD bedeli haklı kılacak mertebede midir?

Bu yazıyı daha önce yazdığımda, hem elimdeki verilerin eksikliği, hem de hesap hatası yüzünden, bu rakam 7 bin dolar değil de 100-200 bin dolarlar gibi çıkmıştı. Ve, haliyle, sendikaların işçiye maliyetini çok yüksek bulmuştum.

Şu anda yaptığım hesaplar pek öyle göstermiyor.

Şunun için göstermiyor: 1980 yılında işe başlayan bu kişiye sendika aidatları 25 sene içindeki ücret gelirinin yaklaşık %3-7'sine mâlolmuştur.

Dolar, 1980 ile 2005 arasında, 1980'de 71.40 TL olan dolar 2005'in başında 1,348,600.00 TL'dir; yani, 18,900 kat artmış; buna karşılık, aynı dönemde kişinin ücreti ise 277,800 kat artmış.

Başka bir deyişle, işçinin ücreti, dolardaki artışın 15-15 katı daha yüksek olmuş.

Bunu, tabii ki, sendikaya bağlayamayız; fakat bu artıştan pay almak konusunda sendikaların katkısını da yok sayamayız. Sendikaların, bu anlamda, asalak olduğunu düşünmek doğru olmaz.

Tek sorun, sendikaların 'ücret sendikacılığı' yapmaları olabilir.

Üyelerinin sadece ücretlerinin artması yolunda varlık gösterdikleri, buna karşılık, üyelerinin başka sorunlarıyla (beceri geliştirme, işten çıkarıldığında iş bulma vb gibi) konularla pek/hiç ilgilenmeyişleri eleştiriye değer.

Aşağıda, bu yazının yeniden yazılmasına sebep olan, sonuçta olabildiğince hatasız olduğunu düşündüğüm, hesaplamaların tablosu vardır.

kaybolan yıllarmış.. lâf!..

Kimin umurunda bir avuç sene! 
Kaybolan yıllarım değil ki benim.. 
Ruhum yakışmıyor kalan mahzene! 
Yitip giden tek şey, bedenim benim..
 
Müzmin Anonim

Altı suç unsuru..

..var burada.. Peki, de.. ne(ler)?

nârsisist..

neden böyle insafsız, kıyarcasına cana, 
ve nasıl aynı anda bunca düşkünüm bana?
 
soru eski soru da.. teşhisi yeni koydum: 
ben hem bir narsisistim, hem de küskünüm bana..  

Muzmin Anonim

benden den den..

Ziyân-ı kelâmsa zayi-i merâm 
Nâr-ı vehmindeki şem buram buram 
Yaksın dönene dek ashâb-ı kirâm..
 
Müzmin Anonim

Kapı, çatı, konak.. ve geçit..

Aşağıdaki yazı Le Monde gazetesinde (Fransa) 12 Haziran 07 tarihinde, 'Bakış Açısı' bölümünde 'La Turquie au bord de l'implosion' başlığıyla ve Ahmet Altan imzasıyla yayınlanan yazının Dünya Gündemi gazetesinde 'Türkiye iç patlamanın sşiğinde duruyor' başlığıyla yayınlanmış tercümesidir.

Herzaman olduğu üzere, okunmasını --kendimce-- kolaylaştırmak için biçeme müdahale ettiğim yerler oldu, biçem haricinde içerik tercümenin aslının aynıdır.

FRANSA, Paris: Türkiye bir son büyük hesaplaşmaya doğru ilerliyor. Bu durum, korkulduğu gibi, bir ırk veya din çatışmasından kaynaklanmıyor. Zira ülkeyi ikiye ayıran daha temel ve daha tehlikeli bir kırılma noktası bulunuyor.

Bugün bir yanda, evlere girerken ayakkabılarını çıkaran insanlar, başını örten kadınlar, kızlar aşırı baskıcı kurallara maruz kalırken kahveye gidebilen gençler, çıplak ampulle evlerini aydınlatanlar, popüler ve arabesk arasında bir müzik türünden hoşlananlar, belki hayatlarında bir kitap bile okumamış, hiç dans etmemiş, tiyatroya gitmemiş, eşlerini lokantaya hiç götürmemiş erkekler, eğitim seviyesi düşük, yoğun dini duyguları olan insanlardan oluşan geniş bir kesim bulunuyor.

Öte yanda, İstanbul'un prestijli Robert Kolejinde okumuş genç erkek ve kızlardan –zira, lisenin bir kızlar bölümü de bulunuyor– düğünlerde veya gecelerde dans eden, sinemaya giden, 'bazen' kitap okuyan, oldukça iyi bir eğitim seviyesine sahip, müzik zevki pop müzikten klasik müziğe uzanan, zevkle döşenmiş evlerde yaşayan ve başını örtmeyen kadınlardan oluşan bir kesim bulunuyor.

Belki bu insanlar kızlarının bir erkekle ilişki kurmasına izin vermiyorlar, ancak başlarına gelince buna katlanıyorlar.

Allah'a inanıyor, ancak nadiren ibadet ediyorlar, kadınlı erkekli gecelerde içkilerini içiyor, basını takip ediyor, talk şovları izliyor ve az çok Batı normlarına göre bir yaşam sürdürüyorlar.

Bu iki grubun yaşam tarzları hiçbir şekilde benzeşmiyor.

Batı'da kilise müziği, dini ikonografiler, kutsal hikayelerin televizyonlarda da işlenmesiyle bütün kesimlerin paylaşacağı bir hassasiyetin oluştuğu gibi Türkiye'deki iki grubun birleşmesini sağlayacak hiçbir kültürel ortak payda bulunmuyor.

Varlıkları, zevkleri ve inançları tamamen ayrı. Hatta birbirine zıt.

İlk grup, Cumhuriyet yıllarında hor görüldü ve gözden düştü. Şimdi sayısal anlamda üstün olan bu grup siyasi anlamda örgütlendi ve artık bütün seçimleri kazanmalarını sağlayan bir siyasi güce sahip.

Ancak bu grup idareye, yalnız bazı Batı kriterlerini kabullenerek ulaşabilir, bu nedenle de demokratik ilkeleri benimsemeye ve Batı ile ilişkilerini düzeltmeye çalışıyor.

Azınlıkta olan ikinci grubun, Batı'nın siyasi kurallarına uyduğu takdirde bir daha idareye geçemeyeceğinin bilincinde olduğundan, Batının demokratik ilkelerine karşıtlığı yavaş yavaş artıyor.

Bu kültürel çöküşte ordu büyük rol oynuyor. Ordu, kendine karşı olan ikinci grupla işbirliği yapan birinci grubun çocuklarından oluşuyor. Bir anlamda ordu kendi kökenine ihanet ediyor.

Cumhurbaşkanlığı seçimi her iki kesimin de niyetini gün yüzüne taşıdı ve aralarındaki anlaşmazlığın ne denli ciddi olduğunu gösterdi.

Ordunun desteklediği ikinci grup artık seçim istemiyor. Ve her geçen gün bir darbe ihtimaline dair söylentiler artıyor. Yeniden cuntadan söz ediliyor. Ancak bir darbe halinde durum ne olur?

Hayat tarzı Batı'ya yaklaşan grup, ordunun da desteğiyle yönetime geçer, ancak Batı'nın desteğini kaybeder. Avrupa bir darbeye karşı olduğunu kesin bir dille ifade edecektir.

Aslında ABD, Kuzey Irak'ta ve Orta Doğu'nun tamamında yürüttüğü politikasına destek karşılığında bir darbeyi kabul edebilirdi. Ancak, Irak'a 'demokrasiyi' getirmek için ülkeyi işgal eden bir gücün, dünyaya ve kendi halkına Türkiye'de bir darbeyi desteklediğini açıklaması zor olacaktır.

Dolayısıyla ister istemez bir darbeye karşı çıkması gerekir. O halde Batı'dan hem mali destek, hem de ordusu için silah alan bir ülke Batı ile ilişkisini kesmesi gerektiğinde ne yapar?

Türkiye bir darbe yaşarsa, dünya daha önce görülmemiş bir olaya tanık olur: Türkiye, Rusya ve İran ile bir ortaklık yoluna girişir. Bu iki ülke kendisine silah, enerji ve mali destek sağlar. Rusya ve İran'ın doğal gazı, petrolü ve nükleer enerjisi Türkiye'nin kısa bir süreliğine de olsa su yüzünde kalmasını sağlar.

Rusya, Türkiye ve İran'dan oluşan böyle bir blok, genel dengeyi sarsacaktır. Orta Doğu'nun kontrolünü tamamen eline geçirecek, Avrupa'yı küçük kıtanın sınırları içerisinde hapsedecektir. Eksenine Kafkasya, Afganistan ve Pakistan'ı da çekecek, Müslüman dünyasıyla sıkı ilişkiler kuracak, hatta Çin'e bir ortaklık teklif edecek konuma bile gelecektir.

Bu yeni blok, askeri, mali ve enerji bakımından ciddi bir güce sahip olur. Böylece Türkiye'deki çatlak dünyayı genel bir kırılmaya taşır. Bir üçüncü dünya savaşı çıkacak olsa, sanırım bu çatlaktan başlar.

Bu senaryoyu Türkiye'de birbiriyle çatışan iki cephenin de incelemesini dilerim. Ayrıca imparatorluk mirası hem olağanüstü hem de etkili olan bu ülkeye karşı küstah davranan ve onu birliğinden dışlayan Avrupa'nın incelemesini isterim. Ve Türkiye politikasında ikili oynayarak zeki olduğunu sanan ABD'nin de.

Türkiye'de ufukta beliren kanlı çatışmanın bütün dünyayı ateşe vermesi sandığınızdan daha da yakın bir ihtimaldir. Birinci Dünya Savaşı'nın iki el silah atışıyla başladığı unutulmamalıdır.

Ahmet Altan'ın analizine önemli derecede katılıyorum, ama katılmadığım bir hayli nokta da var.

Bunların başında da, Ahmet Altan'ın 'azınlıkta olan ikinci grub'a dair dedikleri.. daha doğrusu, bu 'grub'u değil de asıl oyuncuyu ordu olarak görmesi..

Herşeye sınıf analizi cinsinden bakmak zorunda değiliz tabii ki, ama bu noktada bence Ahmet bey üstünkörü gidiyor. Bahsettiği grup aslında bir ya da birkaç sınıf. Ve, ordudan daha büyük.

Ya da, şöyle söylesem belki daha isabetli olur.

Ordu bu grubu değil de, bu grup orduyu destekliyor.

Bunun daha da isabetli ifade biçimi, bu grubun orduyu da (doğrudan / dolaylı) yönetiyor olduğunu söylemek olabilirdi..

Buradan yola çıkarsak, Ahmet beyin şu dedikleri "Hayat tarzı Batı'ya yaklaşan grup, ordunun da desteğiyle yönetime geçer, ancak Batı'nın desteğini kaybeder. Avrupa bir darbeye karşı olduğunu kesin bir dille ifade edecektir. " bence havada kalıyor.

Bu demek değildir ki, Avrupa (her kim, ya da ne ise), hayat tarzı kendisine yakın olMAyanları desteklemez. Bunun en bariz ve yakın örneğini Humeyni İran'ında gördük. [Not: Humeyni İran'ı sözünü provokatif anlamda söylüyor değilim. ]

Devletler, veya devlet benzeri kurumlar, muhataplarının neye inandığına değil, neye hizmet edeceğine bakarlar. Bu bakımdan, Avrupa'nın Humeyni İran'ını desteklemesini yadırgıyor değilim.

Benim yadırgadığım, Ahmet beyin, 'azınlıkta olan ikinci grub'un Avrupa'nın çıkarlarıyla ters düşeceğini peşinen kabul ediyor oluşudur.

Başka bir deyişle, Avrupa'nın çıkarlarıyla 'çoğunluk grub'un çıkarlarının örtüşeçeğni ve dolayısıyla bu grubun Avrupaca destekleneceğni varsaymasını yadırgadım..

Ben, bu konuda çok da emin değilim.

İkincisi, şu anda 'varsıl'larla 'yoksul'lar arasında ayrışım pek de kristalize olmuş değil.

Hala daha --ya da henüz-- sisler arasında piyesler oynanıyor.. Özgürlükler filan bağlamında.. kelimeler..

Bunlar iyi ve güzel şeyler, fakat somut değil.

Kitlelerin hangi tarafta yer alacağına kalıcı anlamda bunlar karar vermezler. Kitleler de, nihai analizde, kendi çıkarlarına bakarak saf değiştiriler.

Siyasi arenanın kristalize olması bence bu olduğunda gerçekleşecek. Bu da, hala/henüz, olmuş değil.

Şu anda, her partide herkes var. Uzaktan bakıldığında, sanki kendi diyalektiğini kendi içinde barındırmak yarışındaymış gibi duruyor her siyasi oluşum.. Sağcı kim solcu kim belli değil.

Değil, çünkü, Türkiye hangi tarafta olacağına karar vermiş değil.

Ben ise, taraf seçmenin ne anlama geleceğini henüz kestirebilmiş değilim.

Türkiye, İran ve Rusya vd. ilginç bir formül olmakla beraber, dünya haritasında yeri olacak kadar anlamlı bir açılım gibi durmuyor.

Anlamlı bir açılım gibi durmayışı, ABD'nin bu denklemin nerede olacağını kestiremeyişimden kaynaklanıyor.

İçinde olursa, ki bu pekala mümkündür, bu AB'nin sonu demek olur.

Dışında olursa, o zaman bütün dünyayı gerçekten ilginç günlerin bekleyeceğini söyleyebilirim herhalde..

Fakat, sonuç olarak, Ahmet beyin son mealdeki sözlerine: Türkiye'de bıçak sırtına gelmiş olan bu 'varsıl' ile 'yoksul' ayrışmasının siyasi sonuçlarının bütün dünyayı --belki de, yazılı tarih açısından, son defa için-- kana bulayacağı endişesine katılıyorum.

Katılıyorum; katılıyorum da.. bu trenin durdurulabileceğine hiç de emin değilim.

Hadi hayırlısı..

gider..

yergi 
yer gider 
sevgi 
sev gider  

Müzmin Anonim

Heisenberg, bitti m'ola Şam ilinin hurması?

'Belirsizlik İlkesi' diye birşey var, ve çoğumuz için belirsizdir... Ne menem şey olduğunu bilenimiz azdır. Ne biçim bir ilkedir ki belirsizliktir?

Şunu bir yazayım da kamuya hizmet dizsinde eksik kalan binlerce halkadan birisini daha gidereyim dedim. Olmadı aslında, olsun..

Neyse.

Dedim de, kafayı belirsizlik konusunda toparlayıp yazmak kolay değil. Bu yüzden, kafası daha az karışık birisi tarafındna yazıldığı aşikar olan birinin yazdıklarını okudum.

Okudum, ama, oradan anladıklarımı özetleyerek yazmanın bir alemi yoktu. Ben de, benim açımdan ne anlama geldiğini gösterecek şekilde, azıcık elleyerek aşağıya alıntılamağı tercih ettim..

Mesele şöyle imiş:

Kuantum fiziğinde Heisenberg'in Belirsizlik İlkesine göre, bir parçacığın momentumu ve konumu aynı anda tam doğrulukla ölçülemezmiş.

Belirsizlik ilkesini 1927 yılında Werner Heisenberg bulmuşmuş. Belirsizlik ilkesini daha da genellenmiş şekilde anlatmak istersek şunları söyleyebilirmişiz:

Klasik fizikten farklı olarak Kuantum fiziğinde her fiziksel niceliğe tekabül eden bir reel sayı değil bir operator varmış.

Bu operatörler (işlemciler) klasik mekanikten farklı olarak sayısal değerler ile değil matrisler ile temsil edilirmiş.

Dolayısyla, kuantum mekaniğinde ölçülen fiziksel niceliğin ölçüm sırası önemliymiş.

Herhangi 2 fiziksel niceliği (mesela konum ve momentum) ele alaırsak; eğer bu fiziksel niceliklere tekabül eden 2 operator yer değiştiremiyorsa bu 2 niceliğin (mesela momentum ve konum) aynı anda ölçülmesi imkansızmış.

Bu durumda kesin sonuçlardan değil, bir ortalama değer civarında dalgalanan değerlerden sözedebilirmişiz.

Başka bir deyişle:

Bir parçacığın konumu ne kadar doğrulukla ölçülürse (yani, konumunun belirsizliği ne kadar küçük olursa), buna karşılık momentumunun belirsizliği aynı oranda büyük olurmuş.

Tersine, momentumdaki belirsizlik küçüldükçe, aynı oranda konumunun belirsizliği büyürmüş. Ancak bu belirsizlik deneysel ölçümlerden değil doğrudan matematikten elde edilmiş olurmuş.

Fourier analizinde x ve k uzayları arasındaki dönüşümler ele alınırsa Δx.Δk > 1, eşitsizliğinden yola çıkılarak De Broglie-Einstein denklemlerinden momentumla ilgili ifade yerine konulursa p=ħk bundan Δx.Δpx > ħ/2 elde edilirmiş.

Burada Δx, x konumundaki belirsizliği, Δpx ise x yönündeki momentumdaki belirsizliği temsil edermiş.

Görüldüğü üzere birbirine dik eksenlerde herhangi bir belirsizlik yok gibidir, diğer bir deyişle y yönündeki konumla x yönündeki momentum aynı anda sonsuz hassaslıkla elde edilebilinirmiş.

Belirsizlik ilkesi enerji ve zaman ilişkisi için de geçerliymiş. Belirsizlik ilkesinin daha iyi anlaşılabilir gibi olması için benzer bir örnek:

Bir elektromanyetik dalganın frekansını (titreşim sayısını) ölçmek için belli bir süre beklemek gerekirmiş. Yani dalganın frekansını belli bir anda ölçmek imkansızmışmış. Bekleme süresi uzadıkça zaman belirsizleşirmiş.

  • Titreşim sayısı ve enerji miktarı az ⇒ Dalga boyu uzun ⇒ Bekleme süresi uzun ⇒ Belirsizlik büyük
  • Titreşim sayısı ve enerji miktarı çok ⇒ Dalga boyu kısa ⇒ Bekleme süresi kısa ⇒ Belirsizlik küçük

Enerji miktarı ne kadar azsa, aynı oranda dalga boyuyla bağlantılı olarak bekleme süresi uzarmış ve ölçülen zaman belirsizleşirmiş.

Tersine; Enerji miktarı ne kadar çoksa, aynı oranda dalga boyuyla bağlantılı olarak bekleme süresi azalırmış ve ölçülen zamanın belirsizliği azalırmış.

Kafanızı bulandırdığım için çok özür dilerim ama benim kabahatim değil.

Bütün bunlar, hayvan hakları konusunda son derece nobran olduğuna kolaylıkla hükmedebileceğimiz bir başka ismi telaffuz edilemez yüzünden ortaya çıkmış.. Bu, kedilere gıcıklığını gizlemeğe dahi lüzüm görmeyen ve kendi kesisine her türlü eziyetlerden sadistçe zevk aldığı aşikâr olan kisinin ismi de Schrödinger imiş...

Adam tutmuş şöyle bir hayalini dile getirmiş --'hayal' diyorum, çünkü bunu gerçekten yapıp yapmadığı belisiz.

Adamın hayali de şu:

Sağlıklı bir kediyi hava alabilen bir kutu içine koyalım.

Kutuda zehirli bir gaz şişesi bulunsun ve bu gazın şişeden salınmasını sağlayacak mekanizma, 'bozunma yarı-ömrü' 1 saat olan bir radyoaktif parçacık ile kumanda edilsin.

Bu mikroskobik parçacığın davranışını ancak kuantum mekaniği ile ifade edebiliriz, fakat şimdi makroskobik bir sistem olan kedinin kaderi de artık parçacığın davranışına bağlanmış oluyor.

Schrödinger'in iddiasına göre 1 saat sonunda kedinin canlı ve ölü olma olasılıkları eşit.

Dalga fonksiyonunun anlamı 'ya bozunma oldu ve kedi öldü ya da olmadı ve kedi hayatta' gibi uç iki olasılığı anlatmaktan ibaret değil.

Schrödinger'in analizi doğru ise kuantum kuramı, (birisi bakıp durumu bu iki seçenekten birine indirgeyene kadar) kedinin iki durumunun yan yana bulunduğunu söylüyor. Yanı, 'yarı-ölü, yarı-diri'...

Yok yok.. yanlış analamayın.. O kadar da sadist değil; sevimli kediciğin yarısın olü yarısının da diri olduğunu söylemiyor.

Söylediği şey çok daha basit:

Kutuyu açıp bakıncaya kadar, kedinin sağ olup olmadğını bilemeyiz. Sağ da olabilir, ölü de.

Yani, sağ olmak ihtimali ile ölü olmak ihtimali eşittir.

İşte, bu eşitlik yüzünden, mantıksız bir durumla karşı karşıya kalmış oluyoruz; hem ölü hem de sağ olunamaz çünkü.

{Niçin illâ eşit olması gerekiyor diye sormayın lütfen; sürekli değilse bile belli bir zaman dilimi içinde bu iki ihtimalin eşit olabileceğini kabul edebiliriz.}

Kedinin ne hâlde olduğunu bilmiyoruz. Endişe ettiğimizden değil --en azından Schrödinger açısından durum böyle-- ama bilmiyoruz.

Kediciğin başına herşey gelmiş olabilir; --onu oraya kapatan biz olsak da-- ne haldedir bilmiyoruz.

Bilmiyor olmak 'cehalet' demek; bu da en berbat hislerden birisi..

Bilsek sorun ortadan kalkacak..

Yani, sağ ise alıp kucağımıza okşayacağız, değilse --ölüyse-- çocuklara 'attâ gitti' diyecek; meseleyi kapatacağız --hayat devam ediyor çünkü.

Bilmiyor olmaktan biliyor olmağa geçmek için ne yapılması gerektiği de basit: Kutuyu açmamız lâzım.

Kutuyu açarız ve konu kapanır. Ya da, bilimsel lagaluga ile söyleyecek olursak, 'tanecik-dalga fonksiyonu çökmüştür' deriz.

Bilim adamları böyledir işte; adına matematik dediğimiz hangi dilin alfabesi olduğunu kimsenin bilmediği şeyler yazmaları yetmiyormuş gibi, 'kutunun içine bakar ve kedinin ölü mü sağ mı olduğunu görürüz' demek yerine 'kutuyu açınca tanecik-dalga fonksiyonu çökmüştür' derler..

Daha da ötesi var; bu konuları Batı'nın materyalist acımasızlığı içinde konuşmak da ne kadar bize uyuyuyor ona da bakmak lazım..

Yani, "al bir sağlıklı kedi, koy bir kutuya; kutunun içinde radyoaktif bir mekanizma olsun ki kedinin ne zaman öleceğini bilmeyelim" filan demek yerine, bunu çok daha insanî usullerle dile getirebiliriz bence.

Çok uzağa gitmeğe de gerek yok ki.. Ruhi Su tarafından pek de güzel icra edilen 'Et koydum tencereye' isimli o güzelim türkümüzün ikinci dörtlüğü bence konuyu mükemmel ifade ediyor:

Şu Söğüt yedi dağdır İçinde yârim vardır Alt'aydır mektup gelmez Ya ölüdür ya sağdır..

Buyrun işte.. buram buram acımasızlık kokan kutu-kedi masalına ne gerek vardı? Hayatın kendisi varken..

Konunun özeti şu:

Siz Söğüt'ten uzaktasınız. Yâriniz de Söğüt'te. İmkân elvermemiş, gidip görememişsiniz; haberleşmeniz de mümkün olmamış..

Yarı-ömrü bilmemne olan radyoaktif mekanizma tarafından kumanda edilen zehirli gaz şişesine de gerek yok ki.. Ecel dediğimiz şey çok daha rastgele değil mi?

Aradan altı ay geçmesine de gerek yok aslında.. her an olabilir..

Haber de alamıyorsanız, belirsizliğin alâsını yaşıyorsunuz demektir.. Üstelik, öyle kuru bir belirsizlik de değil; endişe ve hasretin katmerlendirdiği bir belirsizlik..

Ne yapmak lazım?

Basit. Size Söğüt'e yol görünüyor.

Görünüyor..

Görünüyor, ama cesaretiniz var mı?

İşte, bu da, size yönelik, bendeki belirsizlik..

Sizi bilemem, ama 'Belirsizlik İlkesi'nin varlığından haberdar olsam da, belirsizliği bir ilke olarak kabul edemiyorum pek..

Söğüt'e gitmeden olmayacak yani...

asıl ecelim

hayâl
 hatıra
  hafıza
   beşer
birer birer dolar
yalan mahzeni

hep aynı mevsim
   ne sol
   ne yeşer
sadece takvimden yapraklar düşer

seyrek de olsa
ahbaplar
   sevgili
   ve yâr
  işkence ufkumu

pembeye boyar

aynalar bilmez
  bilse zevk duyar
   baktıkça içimden
akıp geçeni

gün gelip
   yâdetmek
   evvel gideni
   öldürür
   öldürür
öldürür beni


Müzmin Anonim

Öksüz oynaşa çıkmış..

Yukarıdaki başlık yedek başlıklar arasından seşilmiştir; ilk sıradaki aday 'Bir kompütüm var çocuklar! haydi kır! Kır!' idi..

Kıracağım, kıracağım da biraz daha sabrediyorum.. yani, elimi korkak alıştırmağa gayret ediyorum.. Yoksa, bu benim kırdığım ilk olmayacak.. sayısını hatırlamıyorum bile..

Yahu, 'öksüz oynaşa çıkmış, ay akşamdan doğmuş' lafını sanki benim için uydurmuşlar..

Bu laf da, aslında özettir. Bunun authentic version'unu ustam fi tarihinde yazıp söylemiş..

Kara bahtım kem talihim.. Taşa bassam iz olur Devlet kuşu isterim de uçup gelen kaz olur Ağustosta suya girsem balta kesmez buz olur Yüz yaşında gelin sevsem el değmemiş kız olur Bunun, muhallebi çocuklarının daha kolay anlayacağı tercümesi 'muhallebi yesem dişim kırılır'dır..

Neyse.. Ne demek istediğimi artık azıcık da olsa anlamışsınızdır..

Efenim, kulunuz uzun zamandır teknolojik ıvır zıvır konusunda merak-ötesi bir illete düçardır. 'Merak-ötesi bir illete düçardır' dediğim zaman, 'manyağıdır' da okunabilir, ama nezaketi elden bırakmış oluruz...

Şu anda içinde daracık bir köşesine sığındığım odanın geri kalan kısmı --nerden baktığınıza bağlı olarak-- hem yakın tarih teknoloji müzesi, hem de ıvırzıvırhane sayılabilir.

O hale geldi ki, neyin nerede olduğunu kimse bilmiyor. Bilmeyince de, eğer birşey lazım olursa, arayıp bulmanın ümitsizliği yüzünden, ya yenisi alınıyor, ya da o her ne ise lüzumsuzluğuna hükmediliyor.

'Üç taşınma bir yangına bedeldir' diye bir laf vardır ya; yalandır. Okul yıllarımı da sayarsak, hiç yoksa 10-15 defa taşınmışlığım var ve olan albümlerime, kitaplarıma ya da kasetlerime oldu; ama bunlara hiç bir şey olmadı.

Fakat, artık altında ezilir hale geldim. Dolayısı ile, bir şekilde kurtulmak gerekiyor --hem, artık, teknoloji deyince aklımıza elektronik filan da gelmiyor. Artık devir genetik devri..

Genetiğe merak sarmak konusunda da ciddi çekincelerim var. Evde genetik ıvır zıvır biriktirmek sakat birşey.. Kokar, bulaşır; evi haşarat basar.. O yüzden, genetiğe pek ilgi duymayacağım galiba.

Neyse.. dönelim bilgisayar mevzuuna.. Eldeki ıvır zıvırı atmadan önce, işe yarar olanlarını ayıklamak lazımdı. İşe yarayan şeyler de esasen bir kaç tekme tokat sonunda da olsa, çalışabilecek bilgisayarlar, çevre birimleri filan..

Bu çalışır hale getirilebilen zımbırtıların içinde de 'bilgi' dediğimiz, dosyalar filan var. Onların oralardan alınması, yeni ve daha yetenekli bir şeye --bir tek şeye-- aktarılması gerekiyor.

OK. Fikir son derece akıllıca..

Uzun bir zaman araştırısın; en iyisi, en kullanışlısı, birbiriyle en uyumlusu, en zor demode olacak olanı nedir diye ders çalışırsın. Sonra da neyin nereden tedarik edileceğini belirlersin..

Ardından da, elinde avucunda ne varsa, gider toka edersin ve son nesil bir şeyler alırsın.. Ben de aynen öyle yaptım.

Kaç senedir evde yanıbaşımda motosiklete denk (abartmıyorum) ses çıkaran şeyin yerine, sessiz çalışacak bir düzenek kuayım dedim.

Pervane filan az olsun, sessiz olsun; olabildiğince su soğutmalı olsun; ufak olup da çok kısa zamanda içime daral getirmesin dedim. Sonunda, bir bulaşık makinası ebatlarına yakın bir kasaya karar kıldım. Yani kasa kocaman birşey.

Olsun, sessiz çalışıyor olacaktı.

Her ne kadar yer değiştirmesi zor olacaksa da, hayatımı etrafımdaki zımbırtıların dayattığı kısıtlara uydurmağa alıştım sayılır. Bundan böyle, o devasa kasa nerede ben de orada..

Fakat, ta en başta dedim ya.. öksüz oynaşa çıkmış, ay akşamdan doğmuş..

Daha önce hiç karşılaşmadığım, aklımın dahi ucundan geçmeyen sürüyle aksilik beni buldu.. İki haftadır bu lanet şeyi ayağa kaldırmağa çalışıyorum.

İlk enteresanlık, piyasada bulabildiğim en güçlü ve en sessiz (yani, pa-ha-lı) güç ünitesi ile başladı..

Neremden ter damlayarak o lanet şeyi monte edip bilmemkaç tane kabloyu da oraya buraya bağladıktan sonra, sıra sistemi çalıştırmağa geldiğinde, alet sadece yarım saniye çalışır gibi yapıp susuverdi..

Hay lanet.. Neresinden test etmeğe başlarsın şimdi bunu..

Sayısız sebebi olabilir..

Kim uğraşacak?!

Dooru aldığım yere..

Fakat.. fakat, srada denerler ve çalışır..

'Grrrr!!!' diye özetleyebileceğim her türlü küfürü ederek geri dönerim.

Takarım. Çalışmaz.

Gene aynı şey. Yarım saniye ve sessuzluk..

Bu defa, 'anakart' dediğimiz ['herşeyi tutan birşey' de diyebileceğimiz] şeyi sökmek gerekir..

Bu da, esasen herşeyi sökmek demektir.. Küfrün bini bir para.. Sökerim.

Ana kartla beraber, bu sefer, güç ünitesini de yanıma alır, aldığım yerin kapısına dayanırım.

Bendeki anakart ile bendeki güç ünitesini bir arada denerler ve sonuç aynen benim dediğim gibi olur.. Yarım saniye çalışır ve durur.

Oh, çok şükür, yalan demediğim ortaya çıkmıştır...

Sonra, sırf merak üzerine, benim anakartı başka (dandik marka, ve gürültülü) bir güç ünitesine bağlarlar ve... anakart, o dandik marka ve gürültülü güç ünitesiyle çalışır..

Benim güç ünitemle başka anakartları denerler ve onlar da çalışır..

Tut keli perçeminden..

Ne anakart arızalıdır, ne de güç ünitesi.. Sadece kan uyuşmazlığı var..

Biz de ona hükmederiz. Güç ünitesini bir başkasıyla değiştirmeği teklif ederler. Kabul ederim. Ama, ellerinde yoktur. 3-5 güne gelecektir. Beklerim.

Bir hafta sonra yeni güç ünitesi gelir. Alır takarım. Yine aynı şey.

Pahalı ve sessiz güç üniteleri benim kısmetimde yoktur --anakartı feda edemiyorum, çünkü onunla uyumlu olsun diye bir sürü zımbırtıyı satın almış durumdayım..

Mecburen, evdeki motorsiklet simülatörlerinden birisini kullanacağım --başka marka pahalı ve sessiz bir güç ünitesi buluncaya kadar...

Eh, naapalım.. Şimdilik idare ederiz..

Demiştim, ama olmuyor.

'RAID' kurmak niyetim vardı (ne olduğunu bilmiyorsanız dert etmeyin, çalıştığında faydası olan, bozulursa da sizi yandım Allah dedirtecek birşey olarak bilin yeter). Başka türlü onca dosyayı güvenli sayılacak bir şekilde muhafaza edemem.. Mecburum yani.

Fakat, aldığım disklerin üçünde değişik arızalar çıktı.. RAID kurulamıyor.

Onları değiştirmek için gidildi tabii ki.. Yeni olmasına rağmen diskleri öyle sorgusuz sualsiz değiştirmek adeti yok bu ülkede.. Verceksin, 'bakacaklar' ve sonucu da pazarlığa tabidir..

Pazarlığa tabidir, çünkü benim disklerime bakan çocuk ertesi gün gittiğimde, 'bunlarda bir şey yok, ağbi' ferman buyurdu..

Teknik servisin o işlere bakan uzmanı.. Daha yirmisinde değil, ama uzman olmuş. Bravo.

Bravo da, nasıl 'bunlarda bir şey yok, ağbi' diye buyurduğunu merak ettim. Kolaymış. Bir bilgiyara bağlamışmış ve format çekmiş --üstelik de 'quick format' dediğimiz usulle..

Yani hiçbirşey yapmamış.. Disklere bir iki dosya yazdırtmış. Okutmuş. Ve sağlam olduğuna hükmetmiş..

Uzmanlık budur.

Değildir tabii.

Şimdi işin yoksa, ona yarım saat bu işin ansıl yapılacağını anlat..

Anlattım. Ya sabır çeke çeke anlattım.

Sonunda bana 'ağbi, öyle yaparsak çok zaman alır yaw' demez mi..

Yok. Sabır konusunda kendime bazan hayran olurum: Dövmedim. Pişmanım, ama dövmedim. Kazık kadar çocuk. Elalemin arasında dövülmez; ayıptır.

Sonunda, sabırlı bir pazarlık sonunda, yepyeni diskleri değiştirmek konusunda karar verilsin diye, ana ithalatçıya gönderttik. Orada adam gibi test yaptıklarını söylediler. Bakalım.

İki hafta da gün verdiler.. Dört-beş hafta sonra disklerin ÖSS sonuçları gelir inşallah...

Bu zaman zarfında ben de boş durmayacağım tabii ki. Mesela, şu anda bu gürültülü de olsa elimdeki güç kaynağı ile çalışır gibi yapan şeyin neden bazı programları çalıştırırken çoktüğünü araştıracağım.

İnşallah, o araştırmalardan sonra sorun anakart-işlemci-bellek arasında bir gri bölgeye düşmez; yoksa, hem dünyanın parası verilmiş alınmış fakat artık hiçbirşeye yaramayan bunca ıvır zıvırı kaldırıp atmak projesdi yatacak, hem bu da onların arasına eklenecek, hem de ben kafayı yemiş olacağım..

Siz de kurtulacaksınız ben de, yani..

daha yukarıdan bakınca..

Mahir Kaynak. Start Gazetesi. 17 Haziran 2007

Senaryo

Bush yönetimine yakın olduğu söylenen Hudson Enstitüsü’nde, basına kapalı bir toplantıda konuşulan senaryolar ilgi ve tepkiyle karşılandı.

Basına kapalı olmasına rağmen bunun kamuoyuna sızmasının ve tartışılmasının istendiği anlaşılıyor. Nitekim kısa sürede ileri sürülen senaryoları duymayan kalmadı.

Bu toplantının ve böyle karanlık senaryoların üretilmesinin nedeninin ve kaynağının bilinmesi önemli. Öyleyse biz de senaryolarla ilgili bir senaryo üretmek zorundayız.

Hudson Enstitüsü ve onun arkasındaki güç odağı bu senaryoyu ifşa ederek gerçekleşmesini önlemek istemiştir.

Ya böyle bir operasyonun yapılacağı bilgisine ulaşmış ya da nelerin olabileceğini tahmin ederek ve bir önlem olarak bunları açığa vurmuştur.

Enstitü, olabilecek ihtimalleri sıralayarak ve bunların bir operasyon olduğunu ima ederek ülkemizi uyarmaktadır.

Toplantıya çağrılanların iki gruptan olduğunu söyleyebiliriz. Bir bölümüne yapacağınız şeylerden haberdarız mesajı verilirken diğerlerinin dikkatli olması istenmektedir.

Eğer ABD’de tek bir güç olsaydı ve bu senaryoları onlar üretseydi kamuoyuna yansıtılmaz, işbirlikçilere kapalı kapılar arkasından bilgi verilir ve destek istenirdi.

Eğer bu senaryolar ABD dışındaki bir güce ait olsaydı diplomatik ve istihbarat kanallarından ülkemiz uyarılır ve ortak hareket önerilirdi.

Olayın bir düşünce kuruluşu kanalıyla kamuoyuna duyurulması bu senaryoyu eyleme dönüştürecek gücün de ABD içindeki taraflardan biri olduğu ve her iki tarafın ülkemizde yandaşlarının olduğunu düşündürüyor.

Bir kanat yapılacak eylemlerle bir yandan iktidarın seçim şansını azaltırken diğer yandan Türkiye’yi Kuzey Irak’a müdahaleye mecbur edecek ve buradaki olası varlığımız bir erken doğumla yaşamaz hale düşürülecekti.

Türkiye’deki siyasal oluşumların dünyadaki gelişmeler karşısındaki tutumu ve tarafların politikaları henüz belirginleşmedi.

Son zamanlarda gözlenen kaymalar yani bildiğimiz ölçülerin dışına çıkan ve herhangi bir ideolojik farklılığı ifade etmeyen taraf değiştirmeler ve tasfiyeler aslında yeni bir saflaşmanın olduğunu işareti ama bunlar gerçek nedenleriyle ifadesini bulmuyor ve demokrasi söylemleri içinde anlamlandırılmaya çalışılıyor.

Geçmişte küreselci eğilimlerin temsilcisi sayılan AKP’de bu politikayı terk edeceğini gösteren emareler var.

Buna karşılık küreselci güçler karşı tarafı söylem düzeyinde yanlarına almasalar bile istedikleri siyasi sonuca götürecek eylemelere teşvik ediyor.

Kuzey Irak’a yapılacak acele bir müdahale bir Türk-Kürt çatışmasına yol açabilir ve bölgeyi bizim için yasak bölge haline getirebilir.

Oysa bölgedeki siyasi gelişmeler bizi vazgeçilemez bir koruyucu haline getirebilir ve bunun için sadece biraz beklemek yeterli.

Oysa son zamanlardaki tahrikler ve bunun sonucunda yapılacak bir erken müdahale bu yolu tamamen kapatır.

Türkiye’deki ulusalcı kanadın acelesi küreselci güçlerin, ideolojik bir birliktelikleri olmamakla birlikte, bu kanadı kendi amaçları için kullanacağını gösteriyor.

Türkiye dünya üzerindeki büyük mücadelenin odağı haline gelirken büyük bir karmaşa yaşanıyor ve kimin hangi tarafta olduğu kestirilemiyor.

Ancak iktidarın ve Ordunun tepelerinde belli belirsiz bir ışık fark ediliyor.

Evet... Böyle de bakılabilir.

Yani, bakabilmem gerekirdi.

çaresizlikten kaçış ve self-tasfiye..

Sedat Laçiner, USAK (Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu) ve ODAM (Ortadoğu Araştırmaları Merkezi) Başkanı imiş.. Talihsiz diyebileceğim kısaltmalar seçmişler sanki.. Hele de sloganları (mottoları).. 'USAK... Dünya Döndükçe...'

Onursal Başkan da Tayyibe Gülek imiş.. siyaseten tanıdık bir yüz.. ilgiyle kaydediyorum.

Neyse.. bunlar lüzumsuz teferruatlar.. Kendilerini nasıl tanıttıklarına bakmak lazım..

Sedat beyi kısaca tanınak istersek şuradan başlayabilriz:

USAK ve USAK-Ortadoğu Araştırmaları Merkezi başkanıdır. Davos Economic Forumu Young Global Leaders tarafından "Entellektüeller" (Intellectuals) dalında 2006 yılı Genç Küresel Lideri seçilmiştir.

2004 yılında ise Ankara'da Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu'nun (USAK) kurucu başkanı oldu. Halen USAK Başkanlığı görevini yürütmektedir.

Buradan, kıymetli bir genç arkadaşımız olduğunu anlıyorum. USAK hakkında da şunları okuyabiliriz:

USAK bir sivil toplum kuruluşudur (STK - NGO). Bir siyasi görüşün, partinin ya da devlet organının uzantısı değildir. Faaliyetlerini üyelerinin aidatları, bağışlar ve aldığı projeler yoluyla karşılar. Dernek şeklinde yapılanmıştır.

İdari yapılanması dışında araştırma merkezleri vardır ve buralarda akademisyenler, araştırmacılar ve uzmanlar gönüllülük esasına göre veya tam zamanlı olarak görev almaktadırlar.

Seçtikleri logo (amblem) de ilginç ve manidar.. ya da ben mi münafıklık ediyorum da bana manidar geliyor, bilmiyorum.. Her neyse, kararı ben verecek değilim, seçilmiş zaten. Aşağıda:

Bunun da açıklamasını yapmak gereği duymuşlar, sağolsunlar:

Çınar ağacı yaprağı köklü bir geçmişe olan bağlılığı, renkli duruş çoğulculuğu, yaprağı saran çember ise dünyayı ve evrenselliği temsil eder. Çemberin üzerinde yer alan "Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu" yazısı USAK'ın dünyayı kucaklama ve evrensel olma arzu ve hedefini ortaya koyar.

USAK'ın İngilizce isminin açılımından alınan kısaltması ise ISRO'dur. Başka dillerde herhangi bir logo çalışması yapılmamıştır.

Logo evrensel değerler ve standartlarda kaliteli araştırmanın markası olabilmek amacıyla uzun bir ekip çalışmasının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Yaklaşık 3 aylık bir çalışmanın ürünü olan logo, onlarca örnek arasından Blue Ajans ile ortaklaşa gerçekleşen uzun bir mesainin sonunda seçilmiştir.

Bunları okumamış olsam, ambleme bakıp, üç çeyreklik bir Kanada bayrağının geri kalan bir çeyreğine US ve AK kelimelerinin yazılmış hali olduğunu düşünecektim. İyi ki okumuşum.

Şimdi... 'US' kelimesini görür görmez konuyu hemen ABD ile ilintilemek de doğru olmaz.

Olmaz çünkü, usak.org.tr (Türkiye) ve usak.org.uk (İngiltere) siteleri var. İspanyolca yayınları olmakla birlikte usak.org.es siteleri henüz yok galiba. Almanca henüz başlatılmamış, dolayısı ile usak.de sitesinin olmayışını yadırgamıyorum.

Neyse. Önemli olan o değil. Benim ilgimi Neşe Düzel'in Sedat Laçiner'le yaptığı söyleşi çekti. Söyleşinin tamamını, yersizlikten dolayı, buraya almıyorum. İlgilendiğim kısmı (paragraf ayrımları bana ait) şurası :

[...] Daha önce Türkiye'nin karşısında bir PKK vardı. Yani birkaç bin adam vardı. Ama şimdi bu açıklamalar sonucunda, Türkiye'nin karşısında AB, ABD, Barzani, Talabani, Bağdat var, tüm dünya var.

Siz bir devletin, hem ülkenizde terörü desteklediğini söyleyip, hem de onunla müttefik olamazsınız. Eğer bu kadar açık meydan okuyarak, ABD'nin ve AB'nin terörü desteklediğini söylerseniz, karşılığını alırsınız.

PKK'nın eline öylesine etkili bir silah verirler ki, öyle bilgiler aktarırlar ki, siz Irak'ın kuzeyine girdiğiniz anda 300 askerinizi kaybedersiniz.

Hatta Barzani'nin adamları ve İsrail'in oradaki istihbarat görevlileri, size PKK kılığında öyle zararlar verirler ki, şaşkınlığa uğrarsınız.

Evet, önemli şeyler söylüyor Sedat bey.

Orası öyle de, nedense okuduğum zaman, 'aba altından sopa göstermek' gibi bir tonu olduğunu düşünmeden edemedim.

Yani, sanki, bizim değil de başkalarının diyeceklerini söylüyor gibiydi.. Çaresizliğimizi ve çözümsüzlüğümüzü kabul etmemiz gerekiyor der gibi sanki...

Öte yandan, yani daha bir beri yandan, konuya bakanlar yok mu diye, merak da etmdim değil...

Çok sık okumak fırsatım olmasa da, Milli Gazete gazetesine yolum düştü.. Saadet Partisi genel başkanı Recai Kutan ise aşağı yukarı aynı şeyleri, bambaşka bir perspektiften, söylüyordu.

Son dönemlerde tırmanan terör olayları konusuna yönelik de değerlendirmede bulunan Kutan, bir dönem Türkiye'nin himayesi ile yaşamını sürdüren Talabani ve Barzani'nin şimdi Türkiye'ye kafa tutar konuma geldiğini söyledi.

Kutan, şöyle konuştu: "Peki nasıl olundu da bu konuma gelindi. Kuzey Irak'lı aşiret liderlerinin ardında ABD, AB ve İsrail bulunmaktadır. Kuzey Irak'a füze rampaları yerleştiren bu emperyalist güçler, Türkiye'nin Kuzey Irak'a girmesini istememektedir. Ancak bizim Başbakanımız Erdoğan ise, hâlâ ABD'ye 'Stratejik ortağımız' derken, BOP'un eş başkanlığını da sürdürmeye devam etmektedir" şeklinde konuştu.

Son dönemlerde tırmanan terör olayları konusuna yönelik de değerlendirmede bulunun Kutan, bir dönem Türkiye'nin himayesi ile yaşamını sürdüren Talabani ve Barzani'nin şimdi Türkiye'ye kafa tutar konuma geldiğini söyledi.

Kutan, şöyle konuştu: "Peki nasıl olundu da bu konuma gelindi. Kuzey Irak'lı aşiret liderlerinin ardında ABD, AB ve İsrail bulunmaktadır. Kuzey Irak'a füze rampaları yerleştiren bu emperyalist güçler, Türkiye'nin Kuzey Irak'a girmesini istememektedir. Ancak bizim Başbakanımız Erdoğan ise, hâlâ ABD'ye 'Stratejik ortağımız' derken, BOP'un eş başkanlığını da sürdürmeye devam etmektedir" şeklinde konuştu.

Durdum.. düşünmek zorunda kaldım.. Acaba, Davos Economic Forumu Young Global Leaders tarafından 'Entellektüeller' (Intellectuals) dalında 2006 yılı Genç Küresel Lideri seçilmiş bir kıymetli entellektüelimiz mi yeni ve önemli şeyler söylüyordu, yoksa Recai Kutan mı?..

Cevaplamadan önce üzerinde düşünmek gerekiyor.. Düşünmek de en zor şeylerden biri tabii ki..

Neyse.

Daha sonra, yolum Taha Kıvanç'ın şu yazısına düştü.. 'Eski bir olay' başlığı altında anlattığı kısa öykü ilginçtir.

Bilinmeyen bir hikaye değildir de Taha Kıvanç'ın şimdi anlatması ilginçtir. Neden ilginç olduğunu bilmiyorum. İlişki kuracak bilgiye sahip değilim çünkü; fakat sonundaki cümleleri seçerek oraya yazmadığını sanmıyorum.

Şunları yazmış:

Genelkurmay Başkanının oğlu Haşmet Orbay mahkemece suçlu bulunur, önce idama mahkûm edilir, cezası sonra 20 yıla düşürülür...

İşte bu olay sebebiyle hatırladım Kazım Orbay'ı...

Acaba ne demek istedi diyerek bakınırken, yan tarafında 'Yeniçerilik hortlar mı?' başlığıyla --bugüne kadar pek okumuş olmadığım-- Sami Hocaoğlu'nun bir yazısı dikkatimi çekti.

Meseleye 'Vak'a-i Hayriyye'den girmiş.. İlginç..

Okurken, bugüne kadar niçin Sami beyi okumamış olduğumu da aşağı yukarı çıkardım...

Osmanlı'daki üç sınıfı 'ilmiyye', 'kalemiyye' ve 'seyfiyye' olarak adlandırılması gibi şeyler yüzünden olsa gerek.. 'Kalemiyye' değil de 'mülkiye' olması gerektiğini ya bilmiyor ya da atlıyor.

Başka şeyler daha var atladığını düşündüğüm.. Mesela, 'seyfiyye'nin 'ilmiyye'den kılıç zoru ile istediği fetvayı aldığı iddiası.. Bence genelde tersidir bu: 'İlmiyye', aklına estiği zaman, 'seyfiyye'yi isyana sevketmiştir.

Neyse. Yazıyı okuduğum zaman, nedense, bu yazının tarih özeti olmak gibi bir anafikri olmadığını düşündüm..

Sonundaki şu dramatik sahneyi okuduğum zaman sanki, evet, bu da bir tür 'aba altından sopa göstermek' okuyormuş gibi oldum..

Tabii ki bütün bu süreçte olan millete olurdu. En sonunda milletin gözbebeği olan ordu, milletin gözüne batan çöpe dönüşmüştü.

Millet, kendi ekmeğinden kısarak beslediği yeniçerinin, gözlerini oyan karga rolünü oynamasına daha fazla dayanamadı.

Zira değerlerini savunsun diye beslediği güç, değerlerine düşman olmuştu.

Bunu gören halk, sonunda dayanamayıp "benden ekl ü bel' ettiklerin gözüne dizine dursun" dedi.

Halkın verdiğini haram etmesi, annenin hayırsız evlada sütünü haram etmesi gibi bir şeydi.

Tarihler 15 Haziran 1826'yı gösterdiğinde, Dersaadet'te tarihin en dramatik tasfiyelerinden biri yaşandı.

Olan şuydu: Millet yeniçeri bebeğini göğsünde emzirerek büyütmüştü. Millet bağrına bastığı yeniçeriyi her türlü yaramazlığına karşı sonuna kadar korudu.

Ancak bir noktadan sonra yeniçeri hayırsız evlatlığa soyundu ve silahını kendini besleyen millete doğrulttu. Millet de emzirdiği sütü ağzından burnundan fitil fitil getirdi.

Tarihe, bence isabetsiz bir adla "Vak'a-i Hayriye" olarak geçen olayın hikayesi buydu.

Allah yazdıysa bozsun! Ne yeniçerilik hortlasın, ne de "Vak'a-i Hayriye" tekerrür etsin.

Tarihten dersler almak lazım tabii ki..

Fakat, 'kanlı mı olacak, kansız mı olacak?' sorusuna cevap sayılabilecek bu tür romantizmlerin içinde başka şeyleri kaçırıyor olabilir miyiz acaba..

Mesela, tasfiye edilen neydi?

Sizi bilemem, ama be galiba şöyle cevap verirdim: Düşmanla savaşmak yerine, halkı ile 'uğraşan' bir ordu..

Bugüne benziyor mu?

Buna 'evet, kısmen' diyebilirim. Başörtüsü meselesi yüzünden bilhassa.

Peki, ama aydınımızın amacı nedir? Yani, aydınımız da mı kendine sadece bir 'iç düşman' bellemiştir: Ordu..

Aydınımızın 'tehdit' algılaması bu kadar mıdır?

Bu sorunun cevabı da malesef evettir bence.

Tehdit değerlendirmesi dumura uğramıştır aydınımızın. Yoktur bir dış tehdit, aydınımıza göre. Önlerindeki yegane engel de ordudur..

İşin acı tarafı, ordunun dış tehdit değerlendirmesi var; bununla hemfikir olursunuz fakat olmazsınız, ama var. Ordunun, gereğinde, savaşmak azmi de var. Aydınımızda ise, ne o var ne de ötekisi..

Tıpkı, yeniden bir Tanzimat aydını dönemi bu bence.. 'Ne istiyorlarsa ucuz pahalı demeyelim ve verelim, yeter ki rahat bıraksınlar bizi' mantığı ve rahat bırakmalarını sağlamak için de 'gelme düşman su serperiz' teknolojisinden medet ummak..

Ordumuzun halkı ile ters düşmesinin alternatifi bu olmamalı bence.

Halkın galeyana getirilerek silahlı bir unsuru ortadan kaldırması hoş ve romantik bir dille anlatılır bir hikaye olabilir; ama, sorumsuz ilmiyyenin (aydınımızın) tasfiyesi ve yerine işe yarar bir yenisinin getirilmesi meselesi ne ve nasıl olacak?

İlginç ilginç şeyler oluyor...

Zaman gazetesi. 16 Haziran 2007. Ali H. Aslan -- Washington - Ankara

Karanlık senaryolara sert tepki

Türkiye, 22 Temmuz seçimlerine kilitlenirken Amerika'daki bir düşünce kuruluşunda yapılan gizli toplantıda ele alınan senaryolar sert tepkiyle karşılandı.

İddialara göre, Bush yönetimi yanlısı Hudson Enstitüsü'nde çarşamba günü yapılan basına kapalı toplantıya, bazı Türk askerî yetkililer ve sivil uzmanlar katıldı.

'Beyin jimnastiği' toplantısında, Anayasa Mahkemesi Başkanı'na suikast, PKK'nın İstanbul'da onlarca kişinin ölümüyle sonuçlanacak bir saldırısı ve Kuzey Irak operasyonu gibi senaryolar masaya yatırıldı.

Toplantıya yakın kaynaklardan alınan bilgilere göre, Türk katılımcılardan biri ya da ikisi, şu aşamada K.Irak'taki bazı PKK'lı liderlerin ABD tarafından yakalanıp Türkiye'ye teslim edilmesi ihtimaline karşı çıktı.

Gerekçe olarak da, 'bunun seçimlerde AKP'ye destek olarak algılanacağı' gösterildi. Ancak ABD'li katılımcıların çoğu toplantının başında ortaya atılan senaryonun kötü olduğunu söyledi ve fikir beyan etmek istemedi.

Senaryolara en sert tepki ABD yönetiminden gelirken, Dışişleri Bakanlığı üst düzey yetkilisi Matt Bryza, konuşulanları 'çılgınca' olarak nitelendirdi.

Emekli Büyükelçi Nüzhet Kandemir, "Belli ki, ABD'deki yönetimin zihninde böyle olaylar olabilir mi gibi soru işaretleri var." dedi.

Prof. Dr. Hüseyin Bağcı ise Türkiye ile ilgili daha çok senaryo duyulacağının altını çizdi.

Karanlık senaryoların ele alındığı toplantı, Washington'ı ziyaret eden Egemen Bağış başkanlığındaki AK Parti heyetinin Türk büyükelçiliğindeki basın açıklaması sırasında ortaya çıktı.

Olay, BBC ve Anadolu Ajansı tarafından da dünya kamuoyuna duyuruldu.

Gazeteci Hasan Mesut Hazar, söz konusu iddiaları hatırlattıktan sonra Egemen Bağış'ın değerlendirmesini sordu.

Bağış, "Değil üst düzey bir yargıcımızın, herhangi bir Türk vatandaşının hayatına kastedilmesini senaryonun bir parçası, başlangıç noktası olarak kabul eden her türlü girişimi ben kınıyorum. Demokrasi olduğunu iddia eden bir ülkede böyle bir şeyler yapmaya kalkışanları da ayıplıyorum." karşılığını verdi.

Gazeteci Yasemin Çongar da söz konusu toplantıda, birtakım uzman ve yetkililerin ABD'nin seçim öncesi PKK liderlerini Türkiye'ye teslim etmemesi gerektiğine ilişkin görüşlerini hatırlattı.

Bunun üzerine Bağış şöyle konuştu: "Türkiye'de bizim yarbaylarımız, binbaşılarımız, yüzbaşılarımız, askerlerimiz, sivil vatandaşlarımız hayatlarını kaybederken, Türkiye'deki birtakım siyaset beklentileri uğruna 'bu can kayıpları devam etsin biraz bekleyelim' şeklindeki yaklaşımlarını iğrenç buluyorum. Şiddetle kınıyorum. Bunlar siyaset üstü, vatan hainliğiyle eşdeğerde yaklaşımlardır. Türkiye'deki siyaseti etkiler düşüncesiyle bizim PKK terörüne şehit vermeye devam etmemizi savunanlar varsa onlar haindir."

Zaman'ın edindiği bilgiye göre Hudson Enstitüsü'ndeki kapalı toplantıya Genelkurmay'a bağlı Stratejik Araştırmalar ve Etüt Merkezi SAREM'in Direktörü Tuğgeneral Suha Tanyeri, Washington'daki askerî ataşe Tuğgeneral Bertan Nogaylaroğlu, SAREM'den diğer bazı yetkililer ile Hudson Enstitüsü Türkiye uzmanı Zeyno Baran katıldı.

Türkiye'nin Washington Büyükelçiliği'nden yetkililer, enstitüde bir toplantı yapılacağını duyduklarını; ancak davetli olmadıklarını ve hiçbir Türk diplomatın katılmadığını söyledi.

Toplantıya yakın kaynaklardan alınan bilgilere göre, birçok Amerikalı katılımcı daha toplantının başlarında ortaya atılan senaryonun çok kötü olduğunu söyleyerek, bahsedilen ihtimallerle ilgili fikir beyan etmek istemedi.

Daha sonra konuşmalar çoğunlukla senaryo dışı bağlamda cereyan etti. Katılımcılara fikrî hazırlık için önceden dağıtılan senaryonun kimlerce hazırlandığı netlik kazanmadı.

Ancak Washington'da yaygın olan bu tür zihinsel egzersiz toplantılarda senaryoların ev sahibi ve organizatör kurumların uzmanlarınca hazırlanma geleneği bulunuyor.

Toplantıya 15-20 dolayında davetlinin katıldığı ve öğle yemeğiyle de birlikte birkaç saat sürdüğü öğrenildi.

Katılımcılara sorulan sorular arasında şunlar da bulunuyor:

  • Türk ordusu Kandil Dağı'nda İsrail ajanlarının PKK'lılarla çekilmiş videolarını ve Mossad eğitim kılavuzlarını bulursa ne olur?
  • Peşmergelerle bir sınır çatışmasında Türk güçlerince öldürülenler arasında bir ABD'li subay da bulunsa ne olur?

Toplantıda en az bir Türk katılımcıya atfedilen, 'PKK liderlerin teslim edilmesi seçimlerde AK Parti'ye yarar' düşüncesi, Washington'da ilk kez telaffuz edilmiyor.

WINEP Türkiye uzmanı Soner Çağaptay da 22 Mayıs'ta Yüksel Sezgin'le ortaklaşa yayınladığı raporda, 'ABD, Iraklı Kürtlere Kuzey Irak'taki PKK liderlerini Türkiye'ye sınır dışı etmeleri yönünde baskı yaparsa, partinin popülaritesi artar' ifadesini kullanmıştı.

Türk Büyükelçiliği'ndeki basın toplantısında, Hudson Enstitüsü'nde gerçekleşen toplantıda tartışılan senaryoların sorulduğu İstanbul Milletvekili Egemen Bağış (ortada), "Bu vatan hainliği." ifadesini kullandı.

Bağış, Washington'da demokrasi yanlısı düşünce kuruluşu NDI'da yapılan toplantıda ise Bush yönetimini, askerin siyasete müdahalesine geç tepki vermesinden dolayı eleştirdi.

ABD Dışişleri Bakanlığı Üst Düzey Yetkilisi Matt Bryza, Hudson Enstitüsü'nde tartışılan senaryoları 'çılgınca' sözleriyle niteledi. Zaman'a konuşan Bryza, Türkiye'nin demokratik bir ülke olduğunu belirterek, "Seçimle geldiği sürece kimin seçildiğine dair endişemiz yok." ifadesini kullandı. PKK teröristlerini mümkün olduğu kadar çabuk yakalamak istediklerini söyleyen ABD'li diplomat, "Sorumluluk taşıyan hiçbir Amerikalı yetkili böyle bir açıklama yapamaz. Seçimle ilgili önemsediğimiz tek şey, demokratik olması ve halk iradesinin ortaya çıkması." dedi. {Çağrı Çobanoğlu, İstanbul}

"1989-1998 arasında Washington büyükelçisi olarak görev yaptım. ABD'de düşünce kuruluşları birtakım senaryolar üzerinde her zaman çalışır; ancak Hudson'dakine benzer bir senaryo hiçbir zaman tartışılmadı.

ABD'de yönetimler de bu tip kuruluşları yönlendirir. Belli ki, ABD'nin zihninde soru işaretleri var. Toplantıyı düzenleyenler karşı tarafın tepkilerini ölçmek için zaman zaman onları davet eder."

"ABD'de 10 yıl süreyle büyükelçi olarak görev yaptım. Hudson Enstitüsü ciddi bir kuruluştur. Bu senaryo çok saçma. Gidenlerin de bunu ciddiye almaması gerekir. Benim zamanımda böyle senaryolar olmadı. Bunları anlamsız buluyorum. Türkiye tahrik ediliyor, manipüle ediliyor. Küçük düşürücü bir senaryo... Bizim manipülasyonlara kurban olacağımızı, düşünüyorlar; küçük düşürüyorlar."

"Washington, Türkiye'yle ilgili senaryo düzenlemede Hollywood'la yarışır oldu. Bu senaryolar inanılmayacak kadar aptalca. Amerikan devleti bağımsız gibi kuruluşlarla iç içedir. ABD Dışişleri'ne bağlı olmayan bir kuruluş da olsa, Amerikan Dışişleri'nin açıklama yaparak tutumunu ortaya koyması gerekir. Toplantıya katılan Türk temsilcileri, yapılacak yanlışları önlemek için katılmıştır diye düşünüyorum."

"Türkiye'yle ilgili daha çok senaryo duyacağız. Ortadoğu karıştı, yeniden tasarlanacak gibi gözüküyor. K.Irak'a müdahaleyi yanlış buluyorum. Türkiye'nin başına büyük sorun çıkaracaktır. Terörü şu an için ortadan kaldırmak çok zor. ABD ve Avrupa'nın bunun arkasında olduğunu biliyoruz. 'Bölünme' psikolojisinden kurtulmamız gerekir. ABD'de Erdoğan'ın gitmesi için büyük bir çaba sarf ediliyor."

Hudson Enstitüsü Türkiye uzmanı Zeyno Baran, söz konusu toplantıyı doğruladı.

Zaman'a bilgi veren Baran, "Düşünce kuruluşları, hem ileriye dönük hem de çoğu farazi olan senaryolar görüşüp 'şu olursa ne olur' diye fikirler üreten kuruluşlardır. Bunun ötesinde bir şey söylemek istemiyorum. Herhangi birisinin herhangi bir lafını konteks dışı almak doğru olmaz." dedi.

Yeni Şafak gazetesi. 16 Haziran 2007. Haber Merkezi - Ankara

Felaket senaryosu

ABD'de Hudson Enstitüsü, Türkiye için suikast ve katliam senaryosu yazdı. 'Tülay Tuğcu öldürülse ve PKK Beyoğlu'nda 50 kişiyi öldürse ne olur' sorularının tartışıldığı toplantıda Zeyno Baran, Türk subaylar ve Talabani'nin oğlu da vardı

Amerika'da önceki akşam gerçekleştirilen bir toplantıda Anayasa Mahkemesi'nin emekliye ayrılan başkanı Tülay Tuğcu'ya suikast, PKK'nın Beyoğlu'nda 50 kişiyi öldürmesi, ardından da Türkiye'nin Kuzey Irak'a girmesinin değerlendirildiği bir “dehşet senaryosu” konuşulduğu iddia edildi.

Muhafazakâr Hudson Enstitüsü'nde gerçekleştirilen ve Türkiye'den askerî yetkililerin katıldığı bu toplantının başkanlığını Zeyno Baran'ın yaptığı da bir diğer önemli bilgi.

Toplantıda katılımcılara daha önce yazılı olarak sunulan ve inanılması son derece güç bir bazı “dehşet senaryoları” masaya yatırıldı.

Bu senaryoya göre Anayasa Mahkemesi'nin emekliye ayrılan başkanı Tülay Tuğcu suikastla öldürülüyor. Tülay Tuğcu'nun henüz görevindeyken, bir suikast sonucu öldürülmesiyle aynı zaman diliminde, İstanbul Beyoğlu'nda PKK'nın üstlendiği ve 50 kişinin hayatını kaybettiği bir eylem düzenleniyor.

Bu iki vahim senaryo da Haziran ayının son günlerinde gerçekleşiyor ve bu olayların ardından Türkiye, 50 bin askerlik bir kuvvet ile Kuzey Irak sınırını geçerek bir askeri harekât düzenliyor.

Türk diplomatlarının davet edilmediğini toplantıda ele alınan ana konu ise böyle bir senaryo karşısında Amerika'nın nasıl tepki vereceği. Türk askeri yetkililerinin hazır bulunduğu ortamda, bu senaryo tartışılırken bir de Amerika'nın PKK'nın Kuzey Irak'taki liderlerini yakalayıp teslim etmesi konusu ele alınıyor.

Bu çerçevede de bir Türk uzman ve yetkilinin de aralarında bulunduğu katılımcılar, bunun siyasî sakınca doğurabileceğini ifade ediyor.

Buna göre PKK liderlerinin yakalanıp teslim edilmesinin AK Parti'ye yarayacağı ve Amerika'nın Türkiye'deki bazı siyasi partileri kayırdığı izlenimi yaratacağı belirtiliyor.

Adalet ve Kalkınma Partisi'nin Washington'u ziyaret eden milletvekillerinden Egemen Bağış ve Reha Denemeç de Washington'da düzenledikleri basın toplantısında toplantıyı çok sert cümleler ile eleştirdiler. Egemen Bağış, Washington'da böylesi bir toplantıda konuşulduğu ileri sürülen şeyler eğer doğruysa, bunu konuşanların, hele bu kişiler Türkler ise, vatan haini olacaklarını söyledi.

BBC'nin Türkçe servisindeki haberine göre toplantı, Çarşmaba akşamı Hudson Enstitüsü adlı muhafazakâr eğilimli fikir kuruluşunda düzenlendi.

Toplantıya Türkiye'den ve Washington'dan Türk askeri yetkilileri katıldı. Katılanlar arasında Türk Genelkurmay Başkanlığı bünyesindeki Stratejik Araştırma ve Etüd Merkezi'nin Başkanı ve bazı yetkilileri ve Türkiye'nin Washington'daki Savunma Ataşesi Tuğgeneral Bertan Logarlaroğlu da bulunuyor.

Habere göre toplantıda Celal Talabani'nin oğlu Kubat da vardı.

Toplantının başkanlığını ise, Türkiye'den Zeyno Baran yaptı.

Ne diyorduk?... Evet... İlginç ilginç şeyler oluyor..

Bu toplantıya askerler de katılmış..

Katılanlar arasında başkaları da var. İsmini daha önce duyduğumuz.. yani, sizi bilemem ama ben duymuştum..

Hafızamı yoklayınca, www.muslimmanifesto.org isimli bir siteleri olduğunu hatırladım. Bir, 'Ilımlı İslam' manifestosunun yayınlandığı ve imzaya açıldığı site..

Ama, artık o site nedense ortada yok.

Yazık değil mi; --koşa koşa gelip imzalayan-- milyon bin (!) kişinin imzaları boşa mı gitti şimdi?

Neyse. Dert değil; herşey tamamen kayıp sayılmaz. Bir kopyası en azından Internet Arşivinde duruyor. Duruyor da, şimdi kaybolmuş olan bu faydalı çalışmanın sahipleri kimdi acaba?

Her neyse.. Ne diyordum?

Evet, Zeyno Baran..

Zeyno hanımın çok başarılı bir 'Türkiye vatandaşı' olduğunu kabul etmeliyiz. Sürekli önemli enstitülerde ortaya çıkıyor.

Şimdi Hudson Enstitüsü'nde, daha önce de Nixon Enstitüsü'nde.. Hepsi de, görüldüğü üzere eğitim (!) kurumları..

Üstelik, Yeni Şafak'a göre, toplantının başkanlığını yapan Zeyno hanım Türkiye'denmiş..

Bravo.

Yeni Şafak'a bravo, tabii ki.

Keşke Zaman gazetesini okuyup yazsaydı bu haberi.. Çünkü, Zaman'a göre, Zeyno Baran Hudson Enstitüsü'nde Türkiye uzmanıymış.. ne demekse.

Şimdi.. Gelelim, Türkiye'den katılan askerlere..

Benim merak ettiğim, bu toplantının mahiyeti.. Acaba neydi mahiyeti?

Niçin davet edilmişlerdi?

Niçin askerler sadece?

Koordinasyon amaçlı mı, bilgilendirme amaçlı mı, yoksa gözdağı vermek için mi?

Neydi acaba?

Ve, tabii ki, toplantıyı kim, niçin basına sızdırdı acaba?

İklim mi, özgürlük mü?

Aşağıdaki metin, (İngiltere) Financial Times gazetesinde Vaclav Klaus {Çek Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı} imzasıyla 13 Haziran 2007 tarihinde yayınlanan yazının tercümesidir.

Tercümenin eksiksiz ya da kusursuz olduğu iddiasında değilim. Benzer şekilde, orjinali ya da tercüme edilmiş haliyle birebir hemfikir olduğum da farzedilmemelidir.

Bu konuda böyle bir görüşün de olduğunun bilinmesini istedim. İlgilenenlerin okumasını faydalı buldum.

İklim değil, özgürlük meselesi

Acayip (garip) bir devirde yaşıyoruz. Çevreciler ve müridlerinin iklimle ilgili bir şeyler yapılmasını, ve onun da hemen derhal yapılmasını talep etmeleri için --her ne kadar, 20nc yüzyıl boyunca sıcaklık sadece yüzde 0.6 artmış olsa bile-- istisnai ılıman bir kış geçirmemiz yetiyor.

Geçtiğimiz sene, Al Gore'un güya 'belgesel' olan filmi bütün dünyada gösterime girdi; İngiltere'nin --daha çok da Tony Blair'in-- 'Stern Raporu' yayınlandı; Birleşmiş Milletlerin Hükümetlerarası İklim Değişikliği Panelinin dördüncü raporu ortaya kondu; ve Sekizler Grubunun iklimle ilgili iddialı bir şeyler yapacağı anons edildi. Bu 'siyaseten hakikat'lerin, kesin, katı ve izin verilmiş yegâne hakikat olduğu dikte ediliyor. İnsanlık tahinde, başka herşeyin geçersiz olduğunu iddia eden böylesi dayatmalarla ilk defa karşılaşışımız değil bu.

Michael Crichton'un çok vazıh (açık) bir dille ifade ettiği üzere: "insanlığın en çetin meselesi, gerçeği fanteziden, hakikati de propogandadan ayırdetmektir".

Aynı fikirdeyim, çünkü küresel ısınma histerisi, hakikati de propogandadan ayırma problemine birinci sınıf bir örnek haline geldi. Her ne kadar bir çok insan --en üst seviyedeki bilim adamları da dahil-- iklim değişikliğini tamamen farklı görseler de, yine de 'yerleşik' hakikatlere karşı durmak cesaret istiyor. Çok sayıda insan, küresel ısınma hipotezini öne sürenlerin hwm kibirlerine hem de onu (küresel ısınmanın sebeplerini) insani faaliyetlere ilişkilendirenlere itiraz ediyor.

Ömrünün önemli bir kısmını komünizm altında geçirmiş bir kişi olarak, demokrasi, pazar ekonomisi ve refaha en büyük tehdidin komünizmden değil, muhteris çevrecilikten kaynaklandığını söyleyebilirim.

Bu ideoloji, insanoğlunun bağımsız ve kendiliğinden gelişen evrimini bir tür merkezi (ve küresel) planlama ile ikame etmeğe (yer değiştirtmeğe) çalışıyor.

Çevrecilerin hemen bazı siyasi faaliyetin başlamasını isteyişlerinin sebebi, ekonomik gelişmenin uzun vadeli pozitif etkilerinin olacağına, teknolojik ilerlemenin gelecek nesillerin refahını artıracağına inanmayışları ve refah yükseldikçe toplumun sağlığının da yükseleceği gerçeğini gözardı edişleridir. Başka bir deyişle, onlar Malthusian kötümserlerdir.

Bilim adamları bir yandan bizlere yardımcı olmalı, ve diğer yandan da, kendi bilimsel kanaatlerinin yol açacağı siyasi etkileri de dikkate almalı.

Faraziyelerinde kullandıkları değer yargılarının, siyasi görüşlerinin ne olduğunu ve bunların bilimsel bulguların seçimi ve yorumlanmasında ne gibi roller oynadığını beyan etmeleri zorunluğu var.

Dünyanın evriminin yüzlerce milyon sene olduğunu dikkate aldığımız zaman, dünyayı ısıtmak anlamlı geliyor mu?

Her çocuk, okulda sıcaklık değişimleri hakkında bir şeyler okumuştur, buzul çağları, daha ılık olan Orta Çağlar. Hepimiz de, hayatımız boyunca, ısınmak ya da soğumak anlamında, iklim değişiklikleri olduğun adikkat etmişizdir.

Tekonoloji sayesinde, harcanabilir gelir, kurumların rasyonelliği, ülkelerin hendilerini organize edebilme yetenekleri, toplumun adapte olabilme kabiliyeti arttı. Bu, ehven iklim değişikliklerinin muhtemel sonuçlarını da halledecek şeklide artmağa devam edecek.

Massachusetts Institute of Technology'den Professor Richard Lindzen'in "21nc yüzyıl insanının, ne idüğü belirsiz ve aşırı abartılmış bilgisayar tahminleri ve mantık-zorlayan çıkarımlardan yola çıkıp, küresel ortalamada bir derecenin sadece ondalıkları mertebesinde artmış olan sıcaklık rakkamlarına dayanarak, histerik panik yaşaması ve endüstri çağını geri sarmak yolunda adımlar atmağa yeltenmiş olmasını ilerki nesiller istihzâyla hatırlayacak" deyişiyle aynı fikirdeyim.

Küresel ısınma meselesi doğa bilimlerinden maâda toplumsal, kürsel sıcaklıkta bir derecenin ondalıkları cinsinden değişikliklerden maâda da insan ve insanın özgürlüğü ile alâkalıdır.

Dünya üzerinde devam eden küresel ısınma münâzaralarının bir şahidi (gözlemcisi) olarak, şunları önermek isterim:

  • Küçük iklim değişiklikleri, uzun-erimli kısıtlayıcı tedbirlerin alınmasını gerektirmez
  • Özgürlüklerin ve demokrasinin baskı altına alınmasına yol açılmamalıdır
  • İnsanları tepeden aşağıya organize etmek yerine, herkesin istediği şekilde yaşamasına izin vermeliyiz
  • Bilimin politize olmasına direnelim ve hiç bir zaman sessiz çoğunluk tarafından değil de daima sesi çıkan azınlıklar tarafından elde edilen 'bilimsel konsensus' ('bilimsel görüşbirliği') ibaresine karşı duralım
  • 'Çevre' hakkında 'konuşmak' yerine, buna kendi kişisel davranışlarımızda itina gösterelim
  • İnsanlığın, insan topluluklarının, evrimlerine daha az heyecanla fakat daha güvenle bakalım. İnsanlığın akılcılığına itimad edelim ve onu yavaşlatmayalım, herhangi bir istikamette yolundan da saptırmayalım.
  • Birbirimizi böyle felaket tahminleri ile korkutmayalım. Bunları, ne birbirimizi hayatlarına karışmak için geçerli sebepler sayalım, ne de sayanları savunalım.

Not: Tercümeye esas alınmış metni yorumlar arasında bulabilirsiniz.

ııh.. zor..

Bazı hanım okuyucularımın nasıl etkileneceklerini, nasıl memnun olabilecekleri konusunda sabbahlara kadar kafa patlat duruyorum! Bunalımlara girmek işten bile değil.

Hürriyet gazetesi de olmasa ne yapardım, bilmiyorum. Sağolsunlar, bu konuda ne yapılması gerektiğini madde madde yazmışlar.

Virgüline dahi dokunmaksızın aşağıya alıntılıyorum. Lazım oldukça bakmak niyetiyle tabii ki..

Kadınlar işte böyle etkilenir!

Bazı erkekler ne yaparsa yapsın, kadınları etkilemeyi başaramaz. İşte kadınları etkileme tüyoları...

    • Klasik kurallar
    • Ona çiçek alın.
    • Parfüm alın.
    • Size çıkar sağlamayan sürpriz bir hediye bulun.
    • Onun için para harcayın.
    • Ona yılbaşı ve doğum günü hediyesi almak için zaman harcayın.
    • Yeni arabanızı kullanmasına izin verin.
    • Evrensel tüyolar
    • Akıllı olun.
    • Onu akıllı hissettirin.
    • Arkadaşlığından zevk aldığınızı gösterin.
    • Hasta olduğunda onu nazlandırın.
    • Geç kalacağınız zaman telefon edin.
    • Asla surat asmayın.
    • Dürüst olun.
    • Onun işiyle gerçekten ilgilenin.
    • Daha önceki konuşmalarda ne söylediğini mutlaka ama mutlaka hatırlayın.
    • Gardırobunuzu budamasına izin verin.
    • Kendi gömleklerinizi kendiniz ütüleyin.
    • Temizliğin çok önemli olduğunu bilin.
    • Bunları yapmayın
    • Sekreterinizi kız arkadaşınıza hediye almak için görevlendirmeyin.
    • Bir kızla restorana gittiğinizde sakın bez peçeteyle burnunuzu silmeyin.
    • Yemek yerken ağzınızı şapırdatmayın.
    • Yeni kız arkadaşınız ile eski sevgilinizin de olduğu bara gitmeyin.
    • Birayı kutudan içmeyin.
    • Yanında burun karıştırmayın, sümkürmeyin ve burnunuzu çekmeyin.
    • Kadınların ütü yapmaktan hoşlandığı fikrine kapılmayın.
    • Eğer siz başlatmışsanız kavgayı kaybedin.
    • Yalan söylemeyin.
    • Asla ne yapması gerektiğini söylemeyin. İma bile etmeyin.
    • Çıplak olduğunda vücudunu övün. Kendine güvenini kazandırın.
    • Giyinik olduğunda da vücudunu övün. Kadınlar buna bayılır.
    • Güzel koktuğunu söyleyin.
    • Onunla olmadığınız zamanlarda da onu düşündüğünü söyleyin.
    • Evinize özenin
    • Banyoyu toparlayarak bırakın.
    • Çarşafları değiştirin.
    • Onun için yemek yapın.
    • Kahvaltısını yatağına götürün.
    • Ne içtiğini bilin ve evinize geldiğinde o içkiden ikram edin.
    • Onunla olmak için erkek arkadaşlarınızla yaptığınız bir programı ekin.
    • Nazik davranın
    • Garsonlara nasıl davranacağınızı bilin.
    • Beraber gideceğiniz filmin seçimini ona bırakın.
    • Sonra da bu filmde niye ağladığını anlamaya çalışın.
    • Toplum içinde sevecen davranın.
    • Arkadaşlarıyla iyi anlaşın ve ailesine karşı nazik davranın.
    • Yemekten ve şaraptan anlayın.

Fakat.. fakat.. bu işte bir gariplik var sanki..

Tabii ya.. Muhterem okuyucularımla benim aramdaki ilişki bir gönül ilişkisi değil ki..

İyi de.. bunu benim farketmem yeterli mi?

Onlara kim söyleyecek bunu şimdi?

Ne zor ve sıkıcı bir durum yarabbi..

Bu yetmezmiş gibi, bir de beni aileden sayıp belli şekilde yazmam gerektiğini telkin eden hem erkek hem kadın okuyucularım oluyor.. Bu konuda da bir şeyler bulmam lazım..

Şimdi işin yoksa, böyle zor durumlarda ne yapılması gerektiğini madde madde açıklayan yazılar ara..

kıpti yeri yeri

Meraklısına notlar: Yunanca 'Aigyptos'tan Latince 'Aegyptus'ye dönüşmüs bügünkü Mısır'ın yerli ahalisinin ismi 'Kopt'tur ve dillerinin ismi de 'Koptî' idi. Türkçeye, dönüşerek, 'Kopt' ya da 'Koptî' değil de 'Kıpti' olarak yerleşmiş ve zaman içinde de, Mısır asıllı oldukları düşünülen (ki, bir kısmı öyledir) Çingenelere bu isimle hitap edilmiştir. Hala daha, 'Kıpti' denildiğinde Çingene anlamında kullanıma rastlanır. Tabii, hem 'Kıpti' hem de 'Çingene' kelimeleri zaman içinde sevimsiz bulunmuş ve her ikisinin de yerine giderek 'Roman' kullanılır olmuştur. Romanya kökeni iddiaları yüzünden olsa gerek. Osmanlı'nın Mısır'ı doğrudan yönettiği zamanlarda Kıptiler devlet kurumlarında pek görülmezler, Hırıstiyan olduklarından dolayı Müslüman ahaliye kıyasla, ödemek zorunda oldukları vergiler biraz daha yüksektir. Bu yüzden Kıptilerin Osmanlı'dan pek de fazla memnun olmadıklarını farzedebiliriz. Daha sonra, Kavalalı Mehmet Ali Paşa zamanında, Osmanlı ile araları limoni olan bu grubu, Kıptileri, Mısır yönetiminde yüksek kademelere kadar getirir. İngiliz egemenligi altında da bu durum devam eder, fakat İngiliz yönetimine karşı başkaldırıya destek olurlar. Bir kısmı müslümanlaşmış olmasına karşın çoğunluğu Hıristiyandır ve halen Mısır nüfüsünda önemli yer tutarlar ve yüksek siyasi nüfüzları ise sayılarından daha fazladır. Mesela, eski Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri --dedesi osmanlı tarafından asılmış olan-- Butros Gali de Kıpti idi. [Arap dünyasını BM'de temsile --ayrıca bir de Osmanlı kini olan-- bir Hiristiyan Kıptinin getirilmiş olması manidar olup olmadığı bu yazının konuus değidir.] Yukaridaki bilgiler ile gösterilen kırpık arasındaki yegâne ilişki, kırpıktaki parçada geçen 'Egyptian' kelimesidir ki, onun da parça içindeki kullanımın 'Egypt' ya da 'Egyptian' ile alâkası yoktur. Kısacası, bu yazı herhangi bir şeyle alâkalı değildir.