KendiMİM

Gerçek dünyadaki ismimin lügatî anlamını severim, ama isim anlamı yüzünden bana verilmiş değil. İsmimi koyan kişi, o yıllarda daha bir futbol tutkunu oldugu için, takımın başarılı oyuncularından birisinin ismini ben almışım. Takım da Fenerbahce imiş; ben ise hiç Fenerbahçeli olmadım. İlköğretim yıllarında 'top geçer, adam geçmez' defans oyunculuğumu saymazsanız, futbolla alâkam hiç olmadı da diyebilirim. Herhangi bir sene için konuşacak olursak: Ne zaman sezon başlar, ne zaman hangi takım şampiyon olur, kim kimi transfer eder.. hiiç takip etmem, haberim bile olmaz. Gazetelerin son bir kac sayfası benim için mevcut değildir; televizyonlarda spor geyikleri veya naklen yayınlar filan da öyle. Aile büyüklerimize nispet, çocukluğumda 'ben Galatasaraylıyım' dediğim günler olmuş olsa bile, milli takım da dahil, herhangi bir futbol takımının taraftarı değilim. Futbol oynamadım değil. Herkes gibi ben de oynadım tabii ki. 'Top geçer, adam geçmez' bir defans oyuncusuydum, da, nadiren ilerde oynadığım maçlardan birisi, attığım birkaç gole karşılık, bana çok pahalıya mal oldu. Çaktırmadan çelme takmak ile çaktırmadan çelme takılmak arasındaki farkı bilmediğim için, maçın sonuna doğru yediğim bir tırpan sonucu kötü düştüm ve omuzum çıktı. Tedavi ettirmediğim için, daha sonra da başıma belâ oldu. Seyyar hale geldi.. ikidebir, en beklenmedik yerlerde çıkıyordu ve tarifi zor acılar anlamına geliyordu. Mesela, gecenin bir vaktinde, uykuda, yastığı düzeltirken çıktğı çok olmuştur. Tevekkeli, kendi kendime tamirini de biliyordum da hastane hastane dolaşmadım. Fakat, o lanet olası 'mütemadi omuz çıkığı' (habitual shoulder dislocation) yüzünden --çok sevdiğim halde-- voleybol oynayamaz oldum. Sadece voleybolde değil; başka sporlarda da sorun olmuştu, ama voleybol sevmek, ve çok da içselleştirmiş olmak da --başka açılardan-- iyi birşey değildi. Omuz yüzünden değil de voleybol yüzünden amerikan futbolu veya rugby oynayamaz oldum. Top yere düşünce yere topun peşinden yere uçmak hiç de iyi fikir değidi.. Her iki takımın oyuncuları da insanın üzerine çullanıyor ve altta kalanın canı çıkmıyorsa da, 'ölmek ölmemis, ama yaşamaz' durumlarıya yüzyüze geliyorsunuz. O yüzden, voleybol meraklılarına amerikan futbolu veya rugby oynamalarını pek tavsiye etmem. En son da olmayacak bir yer ve zamanda, bir arabanın arka koltuğunda çıktı. Ve, artık canıma tak etti ve askere gitmeden önce ameliyat oldum --iyi fikirdi, yoksa askerde çok zorlanırdım. İki ay kadar sargıda kaldığı için, ve sağ omuzum olduğu için, sol elimi oldukça iyi kullanmağı öğrendim. Yemek yemek, yazı yazmak, vitesli araba kullanmak, ve masa tenisi oynamak.. O günden sonra, uzun zaman, iki elimde birer masa tenisi raketi, ya da bir elimden ötekine geçirerek, milleti deli ettim. Masa tenisini severim. Ama, turnuva gibi, maç almak, set almak filan için değil de, zevkine saatlerce oynamağı severim. Daha doğrusu, genel olarak, sayısına oynanan, ya da amacı yenmek olan türden rekabetli oyunları sevmem. Benim için oyun oyundur; yani zevkli olan oynamaktır, yenmekten ya da yenilmek cinsinden adrenalin müptelası değilim. Azıcık da yemek içmekten, atıştırmaktan bahsedeyim. En sevdiğim şeylerden birisi, bir adet CocaCola ile (cam şişe olacak, pet şişe, ya da kutu değil; Pepsi filan da olmayacak) 7-8 adet simit. Simitler de pastane simidi olmayacaklar, çekince lastik gibi uzayan, bol susamlı ve fırından taze çıkmış olmak şarttır. Bu kalitede simidi de, ben, sadece Tahtakale'de (Osmanlı'nın en rüşvetçisi olan) Rüstem Paşa Camii'nin hemen yukarısındaki simit fırınında bulmuşumdur. Bir de Fatih Köprüsünün Avrupa yakasındaki tarafında –semtin ismini hatırlamiyorum– salaş bir simit fırınında.. Ha, aklımdayken, ben cam sisede CocaCola'yı sadece simitle severim; başka herzaman da kutu CocaCola olmak zorundadır. Bu kutu CocaCola israrımın, Rusya’da ve Bulgaristan’da beni ağırlayanlara maliyeti çok büyük olmuştur. Rusya’da 120 km, Bulgaristan’da da 40 km uzaktan gönderip aldırmak zorunda kalmışlardır. Daha sonra gittiğimde, acıdım ve yanımda götürdüm. Uzun yıllar sonra, çay içerken bir adet karabiberi kırıp yarısını daha önce çiğnemenin çayın lezzetine çok olağanüstü katkılar yaptığını buldum. Onu da, karabiberli salam yedikten sonra tesadüfen çay içişimie borçluyum. Deneyin, siz de seveceksiniz. Çayı bergamutlu filan sevmem; denedim içemedim. Çin ve diğer uzakdoğu çaylarını da 'Allah kabul etsin' d'yerek ya da nezaketen içmişliğim vardır ama aramam sormam. Aslında son yıllarda, çaydan çok şipşak kahve (Nescafe Classic, sütlü) içer oldum. CocaCola'yı birakışım buna yol açmış olabilir. En sevdiğim numara 'Pi' (π) sayısıdır. Alır beni sonsuza götürür. Belki daha önce başka bir yerlerde bahsetmistim, çocukluğumda, bir şişe tentürdiyod içmişim –öksürük şurubu zannıyla. Tadını sevmiştim; annem evden uzaklaştığı anda, ecza dolabının olduğu yere güç-belâ tırmanıp, ona benzeyen ilk şişeyi kapıp yere yuvarlanmış; yakalanırım korkusuyla da şişeyi dikmişim. Tabii, içtiğim iyot ve alkol karışımı şey de tad alma duyularımı devrden çıkardığından, ne içtiğimi de herhalde pek farketmemişim. 5-6 yaşlarından bahsediyorum. O zamanlar köydeyiz. Doktor filan hakgetire. Köyün ilkokul öğretmeninin yönlendirmesiyle birşeyler yapmışlar. Bir-iki gün komada kalmışım. Beni, ateşimi düşürmek için, üzerime serdikleri yoğurt emdirilmiş çarşaflarla hayata döndürmüşler. Daha sonra da gizli sarılık olmuşum. Tentürdiyodun pankreas ve karaciğere verdiği hasar yüzünden olsa gerek. Hayli doktor gezdiydik ama faydası olmadı. Sonunda bir kocakarı ilacı ve yöntemiyle iyileştim. Onu anlatmalıyım... Bir-iki köy ötede bir kadının sarılık kestiğini öğrenince annem, ona gittik. Kadın bize bir alışveriş listesi verdi. Bir adet dana dalağı, bir adet dana ciğeri (ikisi de taze olacak), bir kilo kadar sarmısak, yarım kilo kadar da nişadır. Bir şişe de sirke. Biz de bunları alıp oraya gittik. Kadın önce, dalak ve ciğeri satırla kıyma haline getirdi. Sonra sarmısaklar soyuldu. Ardından nişadır, ciğer ve dalak kıyması ile beraber sarmısaklar bir kapta ezilerek bir bulamac haline getirildi. Sirke de eklendi tabii. Kokuyu düşünebiliyormusunuz.. Evlere şenlik. Ben de merakla bekliyorum. Sonra kadın bir çekmeceden bir ustura peydahladı. Geldi benim başımın tepesindeki saçları, bir Budist rahibe yakışacak şekilde, bir güzel kazıdı. Tepem kel oldu yani. Sonra da, o bulamacı ince bir tülbende döküp, tepemdeki kele oturttu. Koku?.. Felaket, dayanılacak gibi değil tabii.. Ardından da o 'şey' başımda dursun diye, onu bir güzel sarmaladı. Benzedim tapınak Brahmanlarına.. Sonra da bizi yola koydu. Bahar günü. Yürüyerek eve dönüyoruz. Araba yok. Olsa da --o kokuyla-- içinde oturmam mümkün değil zaten. Eve yaklaşana kadar herşey iyiydi de, eve 200 metre filan kala bir köpek zuhur etti bir yerlerden.. Başımdaki koku ilgisini çekmiş olacak ki, çok samimi davranmak niyeti olduğunu farketmemek elde değildi.. O tarihlerde kronometreli saatim yoktu, olsa da onu ayarlayacak fırsatım olmazdı; fakat, 100 metreyi 9 saniyenin altında koştuğuma eminim.. eve, köpekten evvel vardım yani.. Her neyse, bir şişe tentürdiyod içmek anlaşılan çok da kötü bir fikir değilmiş.. Onun sayesinde, alkole karşı şerbetli oldum. Balık gibi içtiğim yıllar oldu (üniversitenin ilk iki senesi) ve hiç sarhoş olmadım. Gerçi, tadını alamadığım için zıkkımı bir türlü de sevmedim. Sırf, içebildiğim için ve arkadasların hepsinin birden sarhoş olmasını sağlamak böbürlenmesi için içiyordum. 10-15 kişi ile başlayıp, onları küfelik ettikten sonra evlerine taşımak da bana kalıyordu.. Salakça bir zevk işte... Bir hayli hacimli (bira filan degil, bildiğimiz alkol ve hepsini de karıştırarak) içtiğim halde tek kuruş da para vermedim diyebilirim. Bahis filan oynadığımdan değil; başka ve ilginç bir sebebi vardı. Onu da ilerde başka bir yazıda anlatırım. Bahis oynamak dedim de.. evet, bahis oynamağı sevmem. Las Vegas'a yolumun düşmüşlüğü vardır ve tek kuruş (cent) oynamadım. Benim için anlamlı değildi --orada milleti soymak için o düzeni kurdukları belliydi ve ben de soyulmaktan zevk alan milleti gözledim. Onun zevki yeterdi. Bir de, hayli sübvanse edilmiş lokantaları fena değildi... Bir başka enteresan halim de 'üşümemek' olsa gerek.. bu yüzden, kış günü arabada klima çalıştırdığım için yakınlarımı hasta eder[d]im. Şimdilerde daha normal sayılırım. Ellerim sürekli sıcak olduğu için, elimi masanın üzerine, ya da duvara dayadığımı gören olursa şaşırmasın. Baska?.. Berber ve dişçiye gitmeği sevmem. Kelleyi birilerinin eline teslim etmek zor gelir bana. Halbuki, ne kadar zor olursa olsun, ameliyata sedyeyle filan degil, ameliyathaneye yürüyerek gitmişimdir. Anlatmasi uzun sürer, ama, bir trafik kazasında, carpışma anından hemen önce, uzanıp emniyet kemerimi sökmüşlüğüm vardır. Kabahatli olan ben değildim, TEM üzerinde, kara buz yüzünden kaymış ve yolun ortasında (yola 90 derece) duran bir araca, ben de aynı kara buz yüzünden çarptım. İçinde insanlar vardı. İstemeden de olsa katil olmak, ve öyle yaşamak istemedim. Çok şükür ki öyle bir şey olmadı; kimseyi öldürmedim. Daha daha ne anlatabilirim? Müzik zevkim? Türkülerimizi, özellikle de Sivas ve Urfa dolaylarının türkülerini çok severim. Aslında, şimdi düşününce, bunu demem yanlış oldu. Her yörenin türküsü benim için apayrı bir taddır. Alevi müziğinin ritmine baylırım. Türk Sanat Musikisi? Çok sevdiğim çok parça var. Ama, türküler gibi gönül telimi titretenlerin sayısı azdır. Bir de, makam filan gibi şeylerin ne olduğunu --kaç defa okuduğum halde-- hala daha anlayabilmiş değilim. Bilen birisinin anlatması lazım; ama hiç de rastlamadım, ya da sıram gelmedi. Klasik Batı Müziği? Sevmem diyemem.. içlerinde sevdiklerim vardır. Ama, öyle bir kadeh konyak ile oturup bilmemne konçertosunu dinlerken beni bulamazsınız.. Pop Müzik? İster yerli olsun, ister yabancı.. dinlediklerim çoktur. Ama, bunların ezici çoğunluğu birer tüketim unsuru.. kalıcı olmak amacı olan çok az... dolayısı ile, ismini söyle deseniz sayabileceklerim çok değil. Yemek? 'Whenever I see food, I eat it' diyebilmek isterdim, ama, birincisi, deniz ürünlerine o kadar da düşkün değilimdir. İkincisi de, öyle aman aman yemek de aramam. Benim için yemeğin tadı, lezzeti ve miktarı yerinde olmak zorundadır. Pahalı yerlerde süslü tabaklarda sentetik ve tadsız tuzsuz ve kuş yemi ölçeğindeki şeyler illet eder beni. Türkiye'de bir yerden bir yere giderken, eğer tek başınaysam, yol üzerindeki lokantalar arasından kamyoncuların gittiği lokantaları tercih ederim. Şehir içinde ise, esnaf lokantalarını. Yani, müşterisi devamlı olan yerleri.. Oralarda kalite ve tad daha güvenilirdir benim açımdan. Gavur ellerde de, Çin yemekleridir favorim. Vaktiyle, bir devlet delegasyonunda Çin'e gittiğimde, kafiledekiler Çin yemeğine bir türlü ısınamadığından, beraberlerindeki peksimet ve peynire talim ederlerken, ben 15 günlük bu tempolu ziyaretten 5-6 kilo alarak dönmüştüm. Ne yediğimi sormayın, ne yemediğimi sorarsanız da cevabı kolaydır ve hiçbirşeydir. Kendi yemeklerimizden, lokantada yapılmışsa, musakkaya bayılırım ama nedense evde yapılan hiçbir zaman aynı tadı vermiyor.. İşkembe çorbasına da bayılırım. Ama, o da evlerde yapılan türden, aile terbiyesi almış olmayacak.. Bildiğimiz salaş lokantalarda yapılan türünden bahsediyorum. Kelle ve kokoreç de favorilerim arasındadır. Gerçek safranla yapılmışsa zerde de yenir yani. Onun haricinde, kebaplar ve lahmacun var.. Acılı olanlar bilhassa.. Evde yapılan yemekler arasında da karalahana sarması.. Kıyma etini seçmesini bilmek dahil, nasıl yapılacağını bilen birisi tarafından yapılmışsa, beni tutabilene aşkolsun.. Bu güne kadar hiçbir lokantada karalahana sarmasının o tadını tutturabilene rastlamadım. O yüzden, arkadaşlar arasından annesi ya da karısı karadenizli olanlar benim için özel yere sahiptir. Davet etsinler de karalahana sarması nasip olsun bu fakire deyu atmadığım takla kalmaz.. Tatlılar... Hmmmm.. Fırında sütlaç.. Gerçek sütten yapılacak. Üzeri de kızarmış olacak --mevzi yanıklar olacak ama her tarafı kapkara da olmayacak.. Bir tencere büyüklüğündeki bir tas fırında sütlaç yiyebilmek için Adapazarına gitmişliğim çoktur. Ama, malesef TEM yapılalı beri yolum pek düşmedi --daha doğrusu bulamadım-- yol kenarındaki o benzincideki o lokantayı. Mercimek çorbaları da çok iyiydi.. özledim şimdi.. Burma kadayıf.. şööle 3-4 santim çapında ve içi de kızarmış antep fıstığı dolu olan.. Tabağıma uzananı vururum Allahıma! Pastalar? Frambuazlı olsa yerim.. çikolotalı da olacak ama.. Onun haricinde aramam pek.. Başka ne? Uyku.. Üstüste iki gün (48 saat) ya da daha fazla, hiç uyumadığım çoktur. Ondan sonra da 10-12 saat uyuduğum olur. Ama, genelde daha kısadır. Alakasız saatlerde uyurum. Uykusuz olduğum zamanlarda çok daha 'attentive' (dikkat kesilen) olurum. Süratli araba kullanırım.. Galiba yol isteme adabını öğrendiğimden olacak, önümdeki araba yol vermekte hiç güçlük çıkartmaz. Hatırladığım sürat rekorum, bu ülkede, 290 km/saat. Diyar-ı küffarda 310 km/saat yaptığım oldu. Uzunca bir süre o hızlarda gittim; kiralık bir araba idi. Poliste herhalde bir albümü dolduracak kadar fotoğrafım birikmiştir. Kiralık arabalarda plakaya kesilen cezaları tahsil edemiyorlardı. Ben de, haliyle, çok üzülmüştüm. Ama onlar eskidendi. Yakın zamanda, iki hafta kadar oldu, 270 km/saat civarına çıkabildim ancak. Bunun yanısıra, uzun yol gitmeği de severim. Bir iki defa 15 dakikalık molaları saymazsanız, bir defada 2,000 km'den fazla yol gitmişliğim hiç de az değil. Uzun yol giderim dedim, ama, mihmandarlığım (navigation) hiç de iyi değildir. Adres madres bulmak konusunda tam anlamıyla bir moron olduğumu çoktan kabul ettim. Göçmen kuş olsam, ilk mevsimde kaybolup bir yerlerde zıbarırdım herhalde. O kadar berbattır bende yön duygusu ve yol bulmak yeteneksizliği.. En klasik örneğini de askerlik zamanlarımdan hatırlarım. Unutmam mümkün değildir de ondan.. Ankara gibi bir yerde, Kara Kuvvetleri Karargahı ile oturduğum evin olduğu yer arasındaki mesafe 10-15 km idi; ama ben her akşam eve giderken kayboluyor ve o yüzden de her hafta 400-500 km ekstra yol yapıyordum. Sırf o sebepten dolayı, servis olan bir yere taşındım... Ne okurum? İşte bu sorunun cevabı hem kolay hem de zor. Roman, hikaye, masal filan gibi şeyleri okumağı hiç beceremedim. Yani, o platforma hiç terfi edemedim. Ben daha çok aykırı şeyleri okumaktan hoşlanırım. Aykırı olmaları önemlidir. Benim burada bahsettiğim 'aykırı' olmak bir tür beyin fırtınasıdır ve daha önce farkında olmadığım, bilmediğim, aklıma bile gelmeyen şeyler içerir. Yoksa, bilâ sebep isyankârlık hezeyanlarını okumaktan hoşlanırım anlamına gelmez. Teknik, teknoloji filan hakkında bir hayli okurum. Ama, onlar genelde benden başka çok az kimseyi ilgilendirdiği için üzerinde durmayacağım. Onların haricinde, siyasi analizler okurum. İktisadi analizler de aynı kapsamdadır. Tarih de öyle. Fakat, dediğim gibi, basmakalıp şeylerin tekrarı olan türden olmayacaklar. Bir de Türkçe var.. Türkçe benim ilgi sahamın önemli bir kısmını kapsar. Bir anlamda da anlamsız derecede bir ilgidir bu; çünkü, Türkçe konuşanların aklına, Türkçe ile ilgilenmek deyince, edebiyat merağı gelir. Benimki edebiyat filan değildir; 'doğal dil işleme' dedikleri türdendir onun da en alt seviyesi olan morfoloji çerçevesindedir. Bu da, bu konuya özel alakası olan az sayıdaki kişinin haricinde, kimsenin ilgisi çekmez. Bir başka deyişle, tenha bir ilgi alanıdır. İnanç bağlamında da, benim için hiç bir fani kutsal değildir. Tabii ki, bazıları bazılarından daha kıymetlidir ama kutsallık mertebesine varmaz bu. Bir dönem ateist oldum. Yeteri kadar anlamlı bir model olmadığı kanaatine vardığım için, artık değilim. İdeolojilerin herhangi birisi ile hiç bir zaman başım pek hoş olmadı. Bir dönem Kemalizm/Atatürkçülük ile yakından ilgilendim; fakat devlerin yakından görünüşünün cüceydi. Artık değilim. Müslümanım. Ama, benim kendi tabirimle, bir 'border-line müslüman'.. yani, din külliyatıyla da din müessesi ile de değişik noktalarda anlaşmazlığa düştüğüm çoktur. Daha iyi bir etiket buluncaya kadar Hanefi/Maturidi olduğumu söyleyebilirim, ama, --dediğim gibi-- bu, o modelin tamamını içselleştirdiğim, temsil edebildiğim anlamına gelmez. İslam'a cepheden yapılacak saldıralara herzaman karşı geldim, ama, İslam adına beni kumanda etmek isteyenlere karşı tavrım da aynıdır. Kişinin inancı akla dayalı kişisel bir tercihi olduğundan, benim baktığım yerden, inanç inancı beniseyenden bağımsız sayılmaz ve bu yüzden de 'sümme haşa o tartışılmaz!' yaklaşımına hiç sıcak bakamadım. Kendi aklıyla seçmiş olduğu bir şeyi tartışmaktan kaçınanları hiç anlayamadığımı söylemek istiyorum. Kendi aklıyla seçmeyip, genetik ya da gelenksel sebeplerle bir inanç edinelere sözüm yoktur. Onlar benim içinde olmadığım apayrı bir kümedir. Eşitlik hurafesine inanmam. Farklı bağlamlarda mukayeseli üstünlüklere inanırım. Yani, bence, meleke, yetenek ve beceri bağlamında bireylerin birbirine değişik şekillerde üstünlükleri vardır. Ve, hiçbir üstünlük de mutlak değildir. Dolayısı ile, kadın erkek eşitliği vb şeyler benim açımdan abestir. Hukuk önündeki eşitlik hariç; yer gelir kadın üstündür, yer gelir erkek.. yer gelir bir kadın bir diğer kadına, yer gelir bir erkek de diğer erkeğe üstün olur.. Aslolan, bence, herkesi heryerde ve herzaman sürekli eşit saymak değil; kimin nerede daha üstün olacağını bilmek ve kabul etmek... Daha zor olan da,bence, budur. Aksi halde, sırf eşittir diye, bir papağan kolonisinde olduğu üzere, ağzı olan konuşur ve hiçbirşey çözüme kavuşmayabilir. Fikirler benim için kıymetlidir, de, hiçbirine zerre kadar vefa duygum yoktur. Aklıma yatmayan bir fikrim olduğunda, gözünün yaşına bakmadan terkederim. Daha sonra da bana birisi çıkıp da 'ama, sen o zaman öyle düşünmüyor muydun?' cinsinden bir şeyler sorup o fikre bir vefa göstermemi beklediğinde de onu (o fikri) sadece nostaljiyle yadederim. Aldırmam yani. Neyse; bunu daha fazla uzatmadan özetleyeyim: Bendeniz, Paretocu olmayan türden bir elitistim. Herhangi bir sebeple, ya da bakımdan benden üstün olanlara --o kapsamda-- saygı duyarım. Arzederim.