Zehir kavi

Bu yazı, Bağdat Yanıyor (Baghdad Burning) isimli blogdaki en son yazının tercümesidir.

Yazar hakkında bütün bildiğim, savaştan önceden beri ve halen Bağdat'ta yaşamakta olan bir Iraklı hanım olduğudur. Hayli zamandır yazılarını da okurum.

Bence yazdığı dile mükemmel sayılabilecek bir hakimiyeti var ve Irak'ta yaşayan sıradan birinin hayatını dile getirdiği için benim açımdan pek yok basın organından da muteberdir.

Orjinal tam metnin bir kopyasını tercümenin devamında bulabilirsiniz.

Zerkavi...

Çok şükür, sonunda 'Zerkavi' öldü. Dün (yoksa evvelsi gün müydü? artık günleri de takip etmez oldum) sabah ilk iş bu ilginç haberi verdiler. Film ve resimlerine bakmadım bile; kopmuş, kanayan vücutlar görmekten bana gına geldi artık.

Ahalinin tepkileri farklı farklı oldu. Aile ve dostlar arasında, kimsenin, ölen her kim ise, onu özlemeyeceği yolunda fikir birliği var. Bazıları hala daha itimatsız –kim idi o aslında? gerçekten var mıydı? hakikaten Amerikalıların dedikleri kadar devasa bir terör müydü o? Tam olarak ne zaman öldü? Onun taa 2003'lerde ölmüş olduğu üzerine yemin bile edenler vardı... Zamanlama da olağanüstü derecde kuşku verici: Irak halkının bu beceriksiz hükümete tam da yeter diyeceği bir anda, Zerkavi öldürülüyor ve işgal altındaki dünyanın muzaffer önderi olarak Maliki selamlanıyor! (Yok. İraklılar sokaklarda kutlama filan yapmıyor –elektrik, su, ölüm mangaları, sınavlar, cesetler ve yüksek makamlardaki aşırılık eğilimlileri halkın kafasını çok daha fazla meşgul ediyor şu sıralar.)

Tepkileri dinliyorum –daha çok da savaş yanlısı siyasetçileri; ve sergiledikleri eblehlik akıl alır gibi değil. Maliki (halen başbakan olan kişi), zevkten adeta dörtköşe idi haberi açıkladığında (hatta günün mâna ve ehemmiyeti uğruna sakal traşı bile olmuştu!). Gerçekten bunun Irak'taki direnişi sona erdireceğine inanıyor olabilirler mi? Irak'ta yabancı birlikler olduğu sürece, direniş ya da 'ayaklanma' devam edecek –bunu anlamak niçin BU KADAR zor? Bu o kadar da yabancı bir kavram mıdır?

Amerikalılar ve Irak'ın kukla hükümeti için şu andaki tema "Iraklılar için yeni bir gün". Aynen 9 Nisan 2003'te, Uday ve Husey'i öldürdüklerinde "Iraklılar için yeni bir gün" olduğu gibi. Saddam'ı yakaldıklarında "Iraklılar için yeni bir gün" olduğu gibi. Ya da Anayasa taslağını hazırladıklarında daha bir "yeni bir gün" olduğu gibi.. Ben bu şeylerin bir çeşit zeka testi sorusu gibi olmağa başldığını düsünüyorum artık: Eğer 'yeni' eşittir 'daha fazla' ve 'gün' eşittir 'çile' ise "Iraklılar için yeni bir gün" ne anlama gelir?

Ben ne mi hissediyorum? Zerkavi'nin (ya da Bush'un söylemeğe çalıştığı şekliyle Zehrkavi'nin) canı cehenneme. Amerikalıların yarattığı bir mahluktu –onlarla birlikte zuhur etti– ve, anlaşılan, ona daha fazla ihtiyaç kalmadı. Zerkavi'nin etkisi çok fazla abartılmıştı, fakat, askerlerin ve (işgalci) birliklerin öldürdükleri her aile için sığındıkları en başlıca gerekçeydi. Daha önceleri KİS (Kitle İmha Silahları), sonra Saddam, sonra da Zerkavi oldu gerekçeleri. Şimdi kim olacak? Iraklıları hapse tıkmak ya da öldürmek için şimdi kimi sebep ittihaz edecekler? Yoksa artık sebep ihtiyaçları kalmadı mı –artık istediklerini rahatça yapmak özgürlükleri mi var? Hadisa'daki kıyım aslında bunun kanıtı. Yanımızdaki yaşlı komşumuz, haberi dinlerken "Artık ona ihtiyacı yok" deyip eliyle sanki sinek kovar gibi yaptıydı; "artık Hükümette elli tane Zerkavi var."

Çok şükür, sonunda Zerkavi de öldü, çok şükür, cünkü Bush'a ve onun o kadar arkasında durduğu bizim Irak kuklalarımıza bakarsak, Irak'ın berbat halinin arkasında hep Zerkavi vardı –öldüğüne göre, artık bazı şeyler düzelecek demektir, öyle değil mi? Araba bombaları azalacak, etnik temizlik duracak, askeri baskın ve kuşatmalar ortadan kalkacak.. Bize vaad edilen buydu, değil mi? Kulağa çok hoş geliyor. Şimdi... şimdi merak ediyorum, İçişleri Bakanlığının ölüm mangalarını ve tetik çekmeğe bayılan yabancı birlikleri durdurmak için kimi öldürmek zorunda kalacaklar?

Zarqawi...

So 'Zarqawi' is finally dead. It was an interesting piece of news that greeted us yesterday morning (or was it the day before? I've lost track of time…). I didn't bother with the pictures and film they showed of him because I, personally, have been saturated with images of broken, bleeding bodies. The reactions have been different. There's a general consensus amongst family and friends that he won't be missed, whoever he is. There is also doubt- who was he really? Did he even exist? Was he truly the huge terror the Americans made him out to be? When did he actually die? People swear he was dead back in 2003… The timing is extremely suspicious: just when people were getting really fed up with the useless Iraqi government, Zarqawi is killed and Maliki is hailed the victorious leader of the occupied world! (And no- Iraqis aren't celebrating in the streets- worries over electricity, water, death squads, tests, corpses and extremists in high places prevail right now.) I've been listening to reactions- mostly from pro-war politicians and the naïveté they reveal is astounding. Maliki (the current Iraqi PM) was almost giddy as he made the news public (he had even gone the extra mile and shaved!). Do they really believe it will end the resistance against occupation? As long as foreign troops are in Iraq, resistance or 'insurgency' will continue- why is that SO difficult to understand? How is that concept a foreign one? "A new day for Iraqis" is the current theme of the Iraqi puppet government and the Americans. Like it was "A New Day for Iraqis" on April 9, 2003 . And it was "A New Day for Iraqis" when they killed Oday and Qusay. Another "New Day for Iraqis" when they caught Saddam. More "New Day" when they drafted the constitution… I'm beginning to think it's like one of those questions they give you on IQ tests: If 'New' is equal to 'More' and 'Day' is equal to 'Suffering', what does "New Day for Iraqis" mean? How do I feel? To hell with Zarqawi (or Zayrkawi as Bush calls him). He was an American creation- he came along with them- they don't need him anymore, apparently. His influence was greatly exaggerated but he was the justification for every single family they killed through military strikes and troops. It was WMD at first, then it was Saddam, then it was Zarqawi. Who will it be now? Who will be the new excuse for killing and detaining Iraqis? Or is it that an excuse is no longer needed- they have freedom to do what they want. The slaughter in Haditha months ago proved that. "They don't need him anymore," our elderly neighbor waved the news away like he was shooing flies, "They have fifty Zarqawis in government." So now that Zarqawi is dead, and because according to Bush and our Iraqi puppets he was behind so much of Iraq's misery- things should get better, right? The car bombs should lessen, the ethnic cleansing will come to a halt, military strikes and sieges will die down… That's what we were promised, wasn't it? That sounds good to me. Now- who do they have to kill to stop the Ministry of Interior death squads, and trigger-happy foreign troops?

Şol gönül erbabı

Aşağıdaki hikaye gerçek hayattan alınmış bir hikayedir; cevap hakkı doğmaması için ilgili kişilerin isimlerini, yerlerini ve görev ya da makamlarını deşiştirerek yazıyorum. Cevap hakkından çekindiğimden değil; gelecek cevapları okuyamayabileceğimi dikkate alarak böyle bir şeye tevessül ediyorum. Umarım anlayışla karşılanır.

Bu yazıyı yazmama, bir başka blog refikamızda karşılaştığım duygu yüklü bir yazı yol açtı. Ben de duygulandım tabii ki...

Dolayısı ile sorumluluk da tek başına benim sayılmaz. Her neyse, kıssa elde edeceğimiz bir hikayeye çok da uzun bir girizgah gerekmez; hatta yakışmaz da diyebiliriz...

Başlayalım:

Zamanın birinde, Konya'da çok muhterem bir zat yaşarmış. Bu zat, hem dünyevi, hem de uhrevi ilimlerde çok âlim bir zatmış. Kendisini sevenlerin sayısı bilinmez, o da Allah rızası için fakir ve çulsuzları karşılıksız irşâd edermiş. Mütevazı bir hayat yaşamasına karşılık, hali vakti de parmak ısırtacak kadar iyi imiş. Ama, zaten Allah sevdiklerine istediğini bağışladığı için bunu kimse ne merak eder, ne de sorun edermiş. Biz de etmiyoruz ve etmeyeceğiz.

Bu muhterem mübin zatın ism-i alii Abdurrahman imiş. Şeyh Abdurrahman da denebilir tabii ama, yine de saygışinaslık gereği ismini doğrudan doğruya anmak yanlış olur –ne yani, biz onun asker arkadaşı mıyız, ki, muhterem Hazreti ismi ve ünvanı ile çağıracağız! Töbe töbe!.. Neyse.

Günlerden bir gün bu muhterem Şeyh Hazretleri, Şeyh Abdurrahman Hazretleri, sefil kullarından birini, bir müridini, Yahya'yı, huzura çağırtmış. Aynı durumda olacak olan herkes gibi, Yahya da hem çok şaşırmış, hem de böyle bir şerefe nail ettiği için önce bir kaç rekat şükür namazı kılmış. Geç kalmamağa da özen göstererek, yelken yepeldek Şeyhin huzuruna varmış, yüz sürüp el etek öpmüş –içinden hala daha şükür duaları ederek...

Ak saçlı, naif fakat nurlu yüzüyle Şeyh Hazretleri, yüksek tavanlı uzun loş odanın kapıya yakın olan köşesindeki ruloları göstererek, "Bunları al, Bağdat'ta muhterem dostum Şeyh Burhanettin Hazretlerine götür. Hürmet ve selamlarımı da ilet" demiş ve susmuş –şeyhler de mollalar gibi çok konuşmazlarmış; teravih namazları hariç tabii..

Garibim kul Yahya, mürid Yahya, böyle bir teveccüh karşısında derhal Şeyhinin ellerine sarılmış, öpmüş koklamış, böyle bir mazhariyete nasip ettiği için dualar mırıldana mırıldana ruloları sırtlanmış.

Rulolar deyince aklınıza öyle basit şeyler gelmesin; bunlar büyücek bir medresenin tabanında çok şık duracak büyüklükte, halis Bursa ipeğinden dokunmuş fevkalade güzel, has halılarmış.. Bugünkü olçü sistemine tercüme edersek, en az 4 metreye 6 metre boyutlarında bir şeyden bahsesiyoruz yani. Bir de, belki bilmeyeniniz çıkar: İpek, hem de saf ve halis Bursa ipeğinden dokunmuş halılar, aynı boydaki bir kalastan çok daha ağır çeker –fiyatından bahsetmiyorum tabii ki, kilogram olarak ağırdır demek istiyorum.

Ama, iman kuvveti bu!... Sizin bizim bildiğimiz şey değil; Yahya ruloları "Yâ Allah!" diyerek bir nidâyla kaptığı gibi yola koyulmuş. Gerçi, Şeyhi ona o güzelim safkan Arap atlarından bir tanesini vermek şöyle dursun, uyuz bir merkep bile vermemiş; ama, belli ki bu bir imtihandır ve sırtı çıplak, başı açık, karnı da hep aç, Yahya yola revan olmuş..

Yolda, rastladığı köylerde, sağolsunlar, Şeyhi tanıyanlar bilenler Yahya'yı gece yatısına misafir eder, Allah ne verdiyse –peynir ekmek– doyururlarmış ama, her zaman da geceleyecek köy bulunamayabiliyor. O zaman, Yahya, mecburen halılardan birini yastık edip, kıvrılıp bir yerde gecenin ayazında uyur. Çulsuz dervişliğin şanındandır zaten.

Torosları aşmak çok zor gelmiş, ama, Allah'ın izniyle üç aylık zorlu bir yaya yürüyüşten sonra, Urfa'ya varmış.. Urfa da Urfa hani.. Yeryüzü cenneti –tövbe tövbe–, peygamberler diyarı... hanlar, hamamlar, atlar, develer, kervanlar.. bir canlılık bir canlılık ki sorma gitsin; neredeyse Konya'ya baskın olduğunu düşünecek insan, Konya'da Şeyh Hazretlerinin olduğu gerçeğini unutsa, mazallah...

Bunca canlılık, hareket, tabii ki Yahya'nın yorgunluğunu unutmasına zerre kadar fayda etmez. Etmez de, evlerden ırak, şeytan girer aklına.. Yahu, ben bu halılardan birini burada bir bedestende okutsam, onun parasıyla da kendime bir deve filan alsam ne olur? Şeyh'in bundan haberi olacak değil ya, Şeyh Burhanettin de sipariş vermiş değil; ne teslim edersem onu alacak diye düşünmüş. Fikir iyi de, şeytanın işi olduğu da belli. Yahya epeyce mücadele etmiş; fakat, Şeyh Hazretlerinin kerameti yetmemiş olsa gerek ki, sonunda yenik düşmüş. Bedestende o kütük gibi, halis Bursa ipeğinden dokuma, halılardan birini oldukça da iyi bir fiyata satmış. Deve fiyatlarını da öğrenmiş. Halının onda biri fiyatına en iyi deveyi alabileceğini anlayınca, dua etmeği de ihmal etmemiş.

Eh, artık bir deve alabileceğine göre, yaya olsaydı üç ayda zor gideceği yolu bir iki haftada gidebileceği için, yakındaki kervansaraylardan birinde bir iki hafta kalıp hem bir güzel temizlenmek, hem de sırtındaki yaraların iyileşmesi için tabiblerden yardım almak hiç de fena fikir görünmemiş. Ne fenası, tam da aradığı şey... İki haftalığına yerleşmiş ama, dördüncü hafta ancak ayrılmış –Urfa'nın tatlıları insanı kolay bırakmıyor; ayrıca, diktidği o güzelim libaslar da ancak yetişmiş zaten..

Her şeyin bir sonu var, Urfa'da kalmanın da herhalde yani... Yola koyulmuş, halı rulosu devenin terkisinde biraz sıkıntılı olsa da, herşeye rağmen, oldukça keyifli bir seyahat olmuş. Bağdat'a vardığında öğle civarıymış, ama, biraz Bağdat'ı gezdiği için, Şeyh Burhanettin Hazretlerinin dergahına ancak alacakaranlıktan sonra varabilmiş. Deveyi birilerine teslim ettikten sonra, halı rulosunu sırtlanıp Şeyh Burhanettin huzuruna destur dilemiş.

Kendini tanıtıp, Şeyh Abdurrahman Hazretlerinin bahusus selam ve hürmetlerini iletip halıyı teslim etmiş. Şeyh Burhanettin Hazretleri , Şeyh Abdurrahman Hazretlerinin bu nazik hediyesi karşısında son derece mütehassıs olmuş; "ne gerek vardı, niçin zahmet etmiş Şeyh Abdurrahman" filan gibi kıymetli lâtifelerle onurlandırmış Yahya'yı.. Yahya da, gayretlerinin –dolaylı da olsa– takdir edildiğini görerek sevinmiş tabii..

Tam izin isteyip çıkacakken, Şeyh Burhanettin Hazretleri "Bir dakika.. Şeyh Abdurrahman'a bir teşekkür edeyim" deyince, Yahya, Şeyh Burhanettin Hazretlerinin bir pusula yazıp eline tutuşturacağını anlayarak, beklemek amacıyla bir kenara çekilmiş.

Şeyh Burhanettin Hazretleri, yaşlılığın verdiği zerafet kadar ağırlıkla, yerinden zorlukla doğrulmuş ve yanda duran dolaplardan birini açmış. Yaşından ve kendinden pek de beklenmeyecek gür bir sesle "Şeyh Abdurrahman! Şeyh Abdurrahman!" diye seslenmiş... Yahya?.. Yahya şaşkın şaşkın bakıyor tabii, başka ne yapacak?!

Bir kaç dakika sonra dolaptan ses gelmiş: "Buyur, Şeyh Burhanettin; beni mi çağırdın?".. Yahya daha bir şaşkın; Şeyh Burhanettin Hazretleri cevaplamıs "Evet, ya. Bana çok güzel bir halı göndermişsin. Teşekkür etmek istedim" deyince, karşı taraftan bir ses köpürmüş: "Neee! O nabekâr sadece bir halı mı getirdi; ben iki tane göndermiştim!!!"

Bunu üzerine, Şeyh Burhanettin yavaşça dönüp Yahya'ya baktığında Yahya: "Ulan! Madem o kadar yakındınız, biriniz uzatsa öbürünüz de alsaydı!" der..

Şimdi... bu kıssadan çıkarılacak hisselerin ne(ler) olacağını, bu yazıya yorumlarda bulunacak kıymetli arkadaşlarımızın ehl ellerine bırakıyorum...

Güle güle güzellik...

Sevgi... sebepsiz olunca asil.. Özlem... çaresiz olunca buruk.. Bu da öyle... Okurken kulaklarımda nedense çınlayan bir başka ses daha vardı; özellikle ve sadece bir bölümünü eklemek isterim:

Rüya, bütün çektiğimiz Rüya kahrım, rüya zindan. Nasıl da yılları buldu, Bir mısra boyu maceram... Bilmezler nasıl aradık birbirimizi, Bilmezler nasıl sevdik, İki yitik hasret, İki parça can. Çatladı yüreği çakmaktaşının, Ağlıyor gök kuşaklarının serinliğinde Çağlardır boğulmuş bir su... Ağlıyor yeşil.

[Ahmed Arif -- Suskun]

ve, sözün kendisi:

Canım Yavrucuğum!.. 15 yıl önce hayatıma girdiğin günü daha dün gibi hatırlıyorum. Ali, seni getirip taşıma kutundan çıkardığında hic tereddüt etmeden orada bulunan 3-4 kişiden bana geldin, yerde otururken sırtım ile duvar arasındaki boşluğu güvenilir buldun. Neden beni seçmiştin yavrucuğum? Ben bunun tesadüf olduğunu düşünmüyorum yavrucuğum, sen ne dersin? O zaman kedi sevgim de hayvan sevgim de fazla derin değildi. Senin eğitimine henüz girmemiştim yavrucuğum. Evladım, ayrılmadan sana bir itirafta bulunacağım: Aslında ben zannettiğin kadar masum değilim; inanmayacaksın ama ben bir katilim yavrucuğum! Evet biz insanların masumu yok yavrucuğum! O size ait. Çocukluğumda senin hemcinslerinden iki tanesini öldürdüm!! Bunun için kendimi affetmedim bu güne kadar; yaşadıkça da affetmeyeceğim. Kimse hesap sormadı, hatta kızıp bağırıp çağıran da olmadı. Ah yavrucuğum kaç defa o yavrucaklar rüyalarıma girdi; ne kadar acı verici bu suçluluk bir bilsen!! Belki de bugün seni ve kardeşlerini bu kadar çok sevebilmem bir çesit o yavrucakların diyetini ödeme duygusundandır. Onlar hayatlarını hemcinseleri için verdiler belki de. Sana kum leğeninin kullanmayı sadece bir defa gösterdim. O bilgi ile 15 yıldır bir defa çişini yanlış yere yapmadın. Bir de biz insanlar zekiyiz, temiziz, eşref-i mahlukatız deriz. Sahi biz insanlar çıkardığımız dışkının üzerini kapatmayı ne zaman öğrendik ki? Bazılarımız hala öğrenemedik ya neyseç Güç bizde; bizde böyledir yavrucuğum. Might makes it right (güç caiz kılar)... Daha biz dünyaya gelmeden sizin milyonlarca yıldır, ahenk içinde ve bir parçası olarak yaşadığınız tabiatı parselledik tapular çıkardık, sahiplendik, size sormadan etmeden, sizleri ancak bizim ihtiyaçlarımızı karşılayacak kaynak olarak gördük ve diğer kaynaklar gibi kullandık. Binlerce yıldır sadece fare, sıçandan koruma görevi karşılığında yaşamanıza müsaade ettik. Sonraları güzelliğiniz, asaletiniz, komleks ihtiyaçlarımızı karşılamaya başladı. Güzel olanlarınızı koruduk; yoo sizin için değil, kendi egolarımızı tatmin için. Böyle başlayan ilişkimiz sizleri evlerimize, bahçelerimize sokaklarımıza soktu –nerden mi bizim oluyor? Dedim ya yavrucuğum biz tapu çıkarttık!. Sizden sevgiyi öğrendik, güzelliği, masumiyeti, farkında dahi olmadan. Yoga yapmayı öğrendik, dengeli, tabii yaşamayı, Allah'ın nimetlerinden sadece yaşamamıza yetecek kadar almayı. Öğrendik öğrenmesine ama şeytani güdülerimiz hep üstün geldi. Şeytani ne mi? Sen anlamazssın. Başlangıçta, sana kedi muamelesi yaptım. İşte, evime almıştım, yemek de veriyordum; ihiyaç duyduğumda okşuyordum, seninle oynuyordum ya. Benim geldiğim yerlerde bu bile fazla burjuva idi. Ama, diyorum ya, benim eğitimim seninle başladı. Daha ilk günden yatağıma zıplayıp ayak ucuma kıvrıldın; ben müsade etmedim. Ayağımla itip aşağıya düşürdüm seni. Tekrar uyandığımda gene ayak ucumda buldum seni; gene ittim aşağıya. Ve gene aynı şey her geçe tekrarlandı aramızda. Sen hiç küsmedin, kapris yapmadın, misilleme yapmadın, kimseye şikayet etmedin, gene yere yattığımda gelip yüzümü yaladın, ayağıma süründün. Göğsüme oturup purr yaptın.. O zümrüt yeşili gözlerinle gözlerimin içine bakışın! Ah yavrucuğum, hiç bir kadının bakışına değişmem ben senin o bakışını! Ve sessiz sedasız kalbime yürüdün; tabii ki yatağıma da. Ben elimi başımın altına koyup yan üstü yatardım; sen de minnacık başını katlanmış olan kolumun uzerine koyar sırtını kalbimin üstüne yaslar önce purr yapar sonra uyurdun... Yavrucuğum, bu 15 yılda bana verdiklerinin karşılığını istemiyorsun biliyorum. Ama, ben insanım işte, bizde mübadele denen sey vardır; biz karşılıksız bir sey vermeyi anlamayız. Belki inanmayacaksın yavrucuğum, ama sen hayatıma girmese idin belki de ben de şimdi yaşıyor olmayacaktım. Evet, insanların dünyası bana dahi dayanılmaz geldi çok zaman ve terketmeyi düşündüğüm anlar oldu. Beni burada tutan güzelliklerin başında sen vardın, ve sayende hassaslaştığım diğer mahlukat. Bu onbeş yılda, bana sevgi verdin, temizliği, güzelliği, masumiyeti, bilgeliği ve kendimi öğrettin yavrucuğum! O minnacık beyninle nasıl yaptın bunu, benim o kocaman beynim almıyor! Ah, ne hatıralarımız oldu; bilmiyorum sen hangisini hatırlıyorsun. Bir gün oğlun olduğunu sandığım yavruyu boğulmaktan kurtarmıştın ya? Ben onu anlatır, iste benim oglum boyle diye övünürdüm. Artık böyleydi diyebileceğim ancak; katlanabilirsem sensizliğe... Oğlun olduğunu sandığım deyince aklıma geldi. Sen, belki biliyordun o kitty'nin senin oğlun olduğunu... Neden mi sandım? Hani daha 6-7 aylıkken eve bir arkadaşın dişi kedisini getirmiştim ya bir kaç günlüğüne. O da, senin kadar değilse de, sevimli bir bebekti. O agresifti, sen değildin. O sana saldırırken dahi sen onu yalamaya çalışırdın. Yemek koyduğumda, o geldiğinde sen bırakırdın; belki bir çok günlerini aç geçirdin. Neyse nerden bilecektim sizin o yaşta cinsel erginliğe ulaştığınızı. Sizi iş başında yakaladığımda bile bunu tam kavrayamamıştım; ve ayırdım. Fakat herhalde iş işten geçmişti. O kitty birkaç ay sonra doğum yaptı. İşte o hayatını kurtardığın kitty o kediciğin hayatta kalan tek yavrusu idi. Yani, muhtemelen, senin oğlun. Dedim ya sen büyük ihtimal biliyordun bunu. Allah'ın size verdiği bilgiyi biz anlayamayız ki yavrucuğum. Anlıyor gibi yaparız; çunku dedim ya biz gucluyuz. Sonraları seni başka kedilerin peşinde koşarken de gördüm. Kimbilir belki başka çocukların da olmuştur; belki o bir ay içinde. Çünkü daha sen en fazla yedi aylıkken sana sormadan etmeden o Allah'ın sana bahşettiği erkekliğini elinden aldırdım seni kısırlaştırarak. Affedermisin beni onun için? Ah yavrucuğum bunu sana anlatmak zor olacak, ama yukarıda dedim ya biz dünyayı sahiplendik; böyle olunca sizlere sadece ihtiyacımız kadar yaşama hakkı tanıdık; biz bunu birbirimize de yaparız Dannycik! İşimize yaradığınız kadarınızı evlerimize aldık; geriye kalanınızı sokaklara attık. Bazılarınız zekanız sayesinde sokaklarda çöplerden, yakalayabildiğiniz farelerden, yılanlardan kuşlardan bir çeşit hayat sürdünüz ama çoğunuz açlıktan, hastalıktan, soğuktan kırıldınız. Birçoklarınızı biz eşref-i mahlukat keyif için öldürdük. Çocuklarımız sizlere işkence etmeyi, öldürmeyi, sizleri köpeklere öldürtmeyi oyun sandılar. Bizler de gülerek seyrettik. Onun da canı var; onu da Allah yarattı, belki onu bekleyen yavruları var; belki annesi falan demedik. Bilgisayar denilen bu makinanın başında oturduğumda da benden ırak olmak istemezdin. Önce kucağıma zıplar, sonra monitörün üstüne çıkar otururur benim klavye üzerinde hareket eden parmaklarımı seyrederdin. Bazen gelip adeta klavyeyi kıskanıp, tam üstüne oturduğun da olurdu; güldürürdün beni, gülmeye hasret olduğum zamanlarda. Bazen, ilk eşimle, tavla oynadığımızda gelip tam da tavlanın ortasına otururdun. Ne tatlı şeydin sen :) Ahh, evladım, seninle neler gördük... Texas'tan Washington'a taşındıgımda ben arabayla gitmiştim senden önce. Ev ayarladığımda seni Ali uçakla göndermişti. Eminim ki seni eşya gibi atmışlardı bagaj kısmına. Havalananında beni gördüğünde burnunun üstünde biraz kan vardı. Beni görür görmez bir kısa çıglık attın. Sevinç çığlığı mı idi, yoksa beni burdan kurtar yakarışı mi bilmiyorum. Beraber çok adres değiştirdik; her birinde, dışarı bıraktığımda kaybolacağından korktum; ama bir kere korktuğumu başıma getirmedin, akıllı yavrucuğum. Insanlardan pek korkmazdın, fakat hiç arsız falan değildin. Onlarla dost olmak isterdin ama tanımadan önce değil; önce ölçer biçerdin; seni sevip sevmediklerini anlamadan karar vermezdin kime yaklaşacağına. Hep sevimli, fakat vakurdun. Bana yakın olduğunu anladığına sen de yakın durudun. Herkes, kedilerin tırmalamasından, tuvaletten su içmesinden, insanların tabağından yemek yemesinden falan bahsederdi. Dannyciğim ben senin hiçbir davranışından şikayetçi olduğumu hatırlamıyorum. Bazen televizyonun karşısında yemek yerken yanıma gelirdin, hatta ben bitirdikten sonra tabağımı yaladığın, benim bardağımdan su içtiğin falan da oldu; ama inan bunlar beni hiç rahatasız etmedi; hatta hoşuma da giderdi. Bir gün patates yemiştin hatırlıyor musun? Son zamanlarda bırak patatesi fillet-mignon getirsem ağzını vurmuyorsun yavrucuğum. Bu onbeş yılda baban ne günler geçirdi, Danny, bir sen bilirsin bir baban bir de Allah. Kendimi yapayalnız hissettiğim zamanlarda, kendimden nefret ettiğim, hiçbir insanın yüzüne bakmak istemediğim, bütün insanlardan nefret ettiğim, butun insanların beni yapayalnız bıraktığı zamanlarda bir tek sen vardın yanımda. Sen hiç nefret etmedin, kızmadın, yargılamadın, kayıtsız şartsız sevdin, ve bana hayatın bütün kötülüklerine rağmen yaşamaya değer olduğunu gösterdin. Biliyorum, Danny, bunlar senin tahayyül gücün, o bir aptal kedi, o ne anlar bunlardan; sen egonu tatmin ediyorsun; delisin diyecekler bana çokları. Oyle ya, sen sadece bir kedisin; bir çeşit haşarat. Yaptığın sadece içgüdüsel kedilik onlara göre. Desinler Dannyciğim. Zaten senin güzelliğin de farkında olmamanda saklı. Sen, bak, ben cis yaptıgımda uzerini kapatıyorum; bak, ben hergün dışarda araba yağından, toz toprağa kadar ne ile kirlenirsem kirleneyim, dilimle her tarafımı temizliyorum ve her zaman kar beyaz kalabiliyorum diye ovünmüyorsun da. Övünmek bizim işimiz. Senin bilgeliğin, karşılıkşız sevgin, ve asilliğin sana Allah'ın vergisi. Yavrucuğum, eminim sana haksızlıklar yaptığım da oldu. Ama, eminim ki, seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun; senin için hep doğru olanı yapmaya çalıştım. Bu bakımdan pek çok hemcinsinden şanslı sayılırsın. Sanıyorum sana fena bir hayat sağlamadım, Amerika'da iken her gün dışarı çıkmana müsade ederdim; çünkü etraf eminyetli idi her zaman. Zaten oturduğumuz evleri seçerken de hep etrafında yeşillik, ağaçlar, boşluk olan yerleri seçmem de senin içindi. Burada da, burayı bahçesi var diye seçtim, ama insanlara güvenemedim. Bu araba denen makinalar seni ezerler, insanlar ve çocukları sana acı verirler diye korktum; onun için hayatının son 2.5 yılı hapis hayatı oldu. Valla, Dannyciğim, biliyosun benim için de aynısı oldu. Bir insanı sevmiştim biliyorsun; ve bunun için evlendim. O seni sevemedi; onun gönlü olsun diye sana soğuk dahi davrandım. Ama yetmedi Dannyciğim. Dedim ya biz insanlar için gerçek sevgi yoktur; ticaret vardır, ne dersek diyelim. Onlar geldi geçti sen kaldın. Onu birkaç defa Danny diye çağırdığım oldu gayr-i ihiyari. Herhalde şuuraltımda her ikinizi de en sevdiklerim dosyasına koyduğumdandır. Ama o bunu hakaret saydı; küplere bindi. Benim için senin ne ifade ettiğini anlasa idi bunu iltifat kabul ederdi. Eğer sana şans verse idi, senden benim öğrendiklerimi o da öğrenebilirdi. Ama geçelim; kabiliyetsizin teki idi vesselam. Dannyciğim, son iki aydır dayanılmaz acılar çektin muhtemelen ve acılarını kendine sakladın asil tabiatın gereği. Sana iyilik yapayım derken muhtemelen sana veteriner denen tüccarların işkence yapmasına sebebiyet verdim. Ne yapabilirdim yavrucuğum? Bizim bilgimiz bu kadar. Bildiğim doğruları yapmaya çalıştım; yetmedi. Takdir-i İlahi'ye karşı gelinmeyeceğini sen benden iyi bilirsin. Onun içindir ki kimseye yük olmadan sessiz sedasız ölmek için kuytu köşelerde büzülüyorsun son yolculuğuna çıkmak için. Belki de beni üzmemek için öyle yapıyorsun. Ah yavrucuğum babanın ifade kabiliyeti bu kadar kötü değildi gençliğinde; bu ruh çokuntusu, insanlardan aldıgı darbeler bu hale getirmese idi babanı sana şiir dahi yazabilirdi; ve daha neler söylerdi. Ama ne gerek var değil mi Dannyciğim? Sen anlıyorsun biliyorum. O yeter. Güle güle güzellik! Eğer senden sonra belimi dogrultabilirsem senin kardeşlerine, bütün korumasız mahlukata daha da hassas olacağım; onlar için elimden geleni yapmaya çalışacağım. Her birini gördüğümde seni hatırlayacagım. Belki sana gene yazarım. Yazmasam da biliyorsun ben seninle konuşmaya devam edeceğim, rüyalarımda, hayallerimde. Hatıran asla beni terketmeyecek. Nur içinde yat! Baban, Bekir L. Yıldırım

Ne köpek al ne kedi! başlıklı yazıma Bekir beyin yazdığıdır bu; benim her yazdığım yazıdan defalarca daha güzel ve duygulu.. çünkü gerçek... Üzerine ne ekleyecek olsam sâkil ve acemice duracaktı. Biliyorum. Hiç gerek yoktu. O yüzden pek bir şey eklemedim. Sadece yorumlar arasında kalması da zûldü; ayrı bir yazı olsun istedim.. Not: Bekir beyin izniyle, bir kaç basit düzenleme (edit) yaptım. Dolayısı ile, varsa, yazım hataları artık bana aittir. ['kitty', kedi yavrusu anlamına gelir.]

Ne köpek al ne kedi!

  • Seni mutlu etmek için herşeyi yapacak birini istiyorsan;

    Bir köpek al.

  • Gazete kapıya geldiği anda, spor sayfasına atlamadan önce sana getirecek birini istiyorsan;

    Bir köpek al.

  • Seni gördüğü zaman ordan oraya koşuşturacak, sevinçten deliye dönecek birini istiyorsan;

    Bir köpek al.

  • Önüne ne koyarsan bayıla bayıla yiyecek ve annem daha güzelini yapıyor demeyecek birini istiyorsan;

    Bir köpek al.

  • Ne zaman nereye gitmek istersen anında hazır olacak birini istiyorsan;

    Bir köpek al.

  • Hırsızları silah kullanmadan korkutup kaçıracak, seni ve komşuları kahramanca koruyacak birini istiyorsan;

    Bir köpek al.

  • TV kumandasına elini sürmeyecek, pazar akşamı heryerde futbol var diye ekrana yapışmayacak ve en sevdigin aşk filmini 50.ci kez oynatırlarken seninle hayran hayran ekrana bakacak birini istiyorsan;

    Bir köpek al.

  • Gece yatakta sana sıcacık sokulucak ve horlarsa yataktan kovsan da darılmayacak birini istiyorsan;

    Bir köpek al.

  • Yaptığın hicbirşeyi eleştirmeyecek, iyi ya da kötü görünmenle ugraşmayacak, ağzından çıkan her kelimeyi dünyanın en önemli bilgisiymiş gibi dikkatle dinleyecek, ve seni her şartta çok sevecek birini arıyosan;

    Bir köpek al.

  • Bu arada... çağırdığında hiç oralı olmayacak, odaya girdiğinde kafasını çevirip bakmayacak, her tarafa kıllarını dökecek, eve sadece yiyip içip uyumak için gelecek, ve sana sen bu dünyaya ona hizmet etmek icin gelmişsin gibi davranacak birini istiyorsan;

    Müstehaksın. Bir kedi al!

Fakat...

  • Tatille giderken, ya da bıktığın için, bir gün başından atacak ve sokaklara salıp sensiz ve perişan edeceksen;

  • Sevgiye sevgi ile,

  • Sadakate sadakat ile,

  • Vefaya vefa ile

karşılık vermeği bilmiyorsan;

Ne köpek al ne de kedi!!!

En büyük eşkıyâ

Vakti zamanında son derece zengin bir adamın çok haylaz bir oğlu varmış. Uğraşmış didinmiş ama, oglunu bir türlü mücadeleci bir insan haline getirememiş; ve ölümünde, vasiyetinden şöyle bir (ve tek) madde çıkmış:

Bütün mallarımın yarısını oğluma bırakıyorum, ama bir tek şartla: Diger yarısını da karşılıksız olarak Memalik-i Osmani'nin en büyük eşkıyâsına verecektir. Bunu kendi elleriyle ve bizzat yapacaktır, aksi halde tek kuruş alamaz..

Bunu görünce oğlan –mecburen– yollara düsmüş.. Önce Bolu'ya gitmiş, dağa çıkıp Köröğlu'nu bulmuş ve durumu anlatmış..

Köröğlu:

Beyzadem, demiş, benim ismim her ne kadar eşkıyâya çıkmışsa da, ben haddimi bilirim; benden daha büyük Kiziroglu var. Sen en iyisi git onu bul..

Oğlan tekrar yollara revan.. gitmiş Kiziroğlu'nu bulmuş.. Ama, Kiziroglu da benzer bir şekilde onu bir baskasına göndermis.., bir başkası bir başkasına.. derken sonunda Çapanoğlu'na kadar gitmiş.. Zaten, o vakte kadar memleketteki bütün eşkıyâyla da tanısmış oldugu için, artık Çapanoğlu'ndan daha büyük eşkıyâ olmayacağına kesin kanaat da getirmiş..

Neyse,

Varmış Çapanoğlu'nun yanına.. adama derdini anlatmış.. Çapanoğlu, herşeye ragmen, acımış onun bu haline; ve

Keşke en başta bana gelseydin, hiç bu kadar yorulmazdın; ben sana bu memleketin tarih boyunca gördüğü en büyük eşkıyânın kim ve nerede olduğunu hemen söylerdim.

demiş..

Oglan merak içinde bekliyor.. başka hangi dağ kaldı diye..

Çapanoglu devam etmiş:

Sen git Kayseri Kadısını bir gör o senin işini halleder.. O hepimizin tartışmasız en büyüğüdür..

Oğlan varmış Kayseri'ye, kadının huzuruna çıkmış derdini anlatmış, vasiyeti gostermiş.. Fakat, Kadı:

Bu işler öyle kolay degil; ben bir kanun adamıyım.. Senden böyle bir şeyi karşılıksız alamam.

deyince, oğlan beyninden vurulmuşa döner.. çünkü karşılıgında bir sey alırsa bu vasiyete aykırı...

Herneyse,

Kadı devam etmiş:

Ama, şöyle yapabiliriz: Benim Kayseri taşrasında binlerce dönüm boş arazim var; yakında da kış geliyor.. Şimdi seninle bir mukavele yapalım; o arazilere yağan karları ben sana satmış olayım.. sen de Istanbul'a dön git, yaz gelince karlar eriyip gidecegi için vasiyet yerine gelir. Vasiyetin yarısı en geç Mayısta senin olur..

Mukavele yapılmış, ve oğlan sevinç içinde İstanbul'a döner.. Gözleri yollarda, bekliyor ki kış gelsin ve Kayseri'den kar haberleri duysun.. Neyse kış da gelmis..

Ocak aylarında haberler gelmeğe başlamıs ki, Kayseri, son bilmem kaç senedir görülen en yoğun kar yağışını yaşıyor..

Sonra da yolların kapandıgı haberleri gelmiş. Oğlan dörtköşe..

Aradan bir ay gecmiş, yollar açılır gibi olmuş; ve Kayseri'den Kadı'dan bir mahkeme ilâmı gelmis:

... tarihinde .... ile yapmış olduğunuz mukavele çerçevesinde satın almış olduğunuz ..... arazilerin üzerindeki karları tahmil ve tahliye etmediginiz, verilen bütün ilanlara karşılık mahkemeye de gelmediginizden dolayı duruşma vicahi yapılmış ve aleyhinize acılmış olan dava sonucunda ..... altın tazminat ödemeniz karara bağlanmıstır..

Tesadüf bu ya, tazminat miktarı da servetin geri kalan kısmı kadarmış..

Parasıyla değil mi!

Çocuklarımızın geleceğini düşünüp onları özel okullarda okutuyoruz, onların sağlıklarının üzerine titreyip onları özel doktorlara hastanelere götürüyoruz. Onları üniveristede okutuyoruz. Ne okuyacakları önemli değil; hiç bir yeri kazanamamışsa bile bir yolunu bulup en azından özel bir apartman üniversitesine, ya da yurtdışında bir yerlere gönderiyoruz. Erkek olanların bir şekilde askerlikten de yırtması için, bedelli askerlik hakkından faydalansınlar diye, yurtdışında çalışırmış gibi gösteriyoruz...

Bunların hepsi iyi şeyler hoş şeyler, ama, acaba biz ne yapıyoruz?.. Zenginleşenlerle fakirleşenler arasında –eskiden hiç olmadığı kadar– umarsız ve pervasızca bir ayrışmaya yol açtığımızın farkında mıyız?

Özel okul, özel hocalar, özel doktorlar, özel hastaneler ile birlikte özel otomobili de olunca kişinin, fakirlerle karşılaşmak fırsatı sadece onlara buyurmak amacıyla oluyor artık.

Zengin akrabalarımız, arkadaşlarımız bizi; biz de bizden fakirleri görmezlikten duymazlıktan geliyoruz... Eskiden gemiyi kurtaran kaptan (diğerleri de, herhalde, tayfa) olurdu; şimdi gemiyi kapan gidiyor... Meşru bir de gerekçesi var: Seyahat hakkı... geride kalanların ne olacağı umurunda bile değil; onun seyahat hakkı kutsal ve mutlaktır çünkü.

Burada bir komplo aramak peşinde değilim. Yaşadığımız ekonomik ve sosyal değişiklikler bizi buraya getirdi. Kabul, ama, buradan nereye gitmek istediğimizi düşünmek de bize düşüyor.

Her birimizin şuur altına ve hayaline bir kutsal kâse gibi yerleşmiş, ve dolayısıyla, ne zaman adı geçse akan suların durması gereken demokratikleşme gibi bir kavramı nereye kadar uzatacağız? Ve, ne demektir demokratikleşme, ve demokratik olmak?

Demokratiklik sadece hak talep etmek anlamına mı gelir, hak karşılığında bir ödev doğmaz mı? Yoksa, bütün haklar gerçekten ödevsiz ve mutlak mıdır?

Demokratiklik, beğendiğini talep etmek, beğenmediğini reddetmek, hoşlanmadığını da baskasına şutlamak mıdır?

Benim param var; yapılması gereken işleri ben yapmam, kaç paraysa vereyim ve başkaları yapsın demek demokratik midir?

Ya da, yapılması gerektiği söylenen işleri ben sevmiyorum, beğenmiyorum içime sinmiyor, vicdânım elvermüyor, veya yapılmasının gerekli olduğuna bile inanmıyorum; kim ne yaparsa yapsın ama ben yapmam deyince demokratik mi oluyoruz?

Sırf biz kendimize hak görüyoruz diye hak mı oluyor, yoksa üstü örtülü de olsa kaba bir bencillik mi?

Söylemek özgürlüğü, aynı zamanda, keyfimize kalmış bir yapmak veya yapmamak özgürlüğü müdür?

Bencillik de bir hak mıdır?

Nuray Mert'in bu yazısı bence önemli bir noktaya temas ediyor.

Kendini ülkenin yegâne sahibi olarak görenler, öteden beri, her konuda farklı bir şeyler söyleyenleri vatan haini olarak ilan etmekte tereddüt göstermezler. Son zamanlarda, bu tavır yine, zihniyetten öte eyleme dökülüyor. Perihan Mağden'in, askerlik yükümlülüğüne ilişkin 'vicdânî ret' üzerine yazdıkları, bu çerçevede hedef haline geldi. Mağden, diğer benzer durumlarda olduğu gibi, hoyrat bir muamaleye maruz kaldı.
Bu hoyrat zihinlerin anlamakta zorlandığı, bir ülkede yaşayan herkesin her konuda aynı düşüncede olmak zorunda olmadığı ve bu ülkenin hiç kimsenin tekelinde olmadığı. Bu ülkenin selameti, bu konuda yol alıp alamayacağımıza bağlı, demokratikleşme dediğimiz şey, bu nedenle hayati bir konu.
Diğer taraftan, askerlik yükümlülüğüne karşı, 'vicdânî ret' hakkını ciddi biçimde tartışmamız gerekiyor. Bu konuyu tartışmak için de, askerlik yükümlülüğünün esası olan 'milli ordu' kavram ve kurumu üzerine düşünmemiz gerekiyor. Bu arada hemen söyleyeyim, 'milli ordu' modern bir kurumdur, yani modernleşme süreci öncesinde 'her Türk asker' doğmuyordu. Milli ordu ulus-devletin yükselişiyle devreye giren bir kavram ve kurum. Tarihte milli ordunun alternatifi, meslek ve/veya sınıf olarak askerlik ve paralı askerlerdi. Şimdi, ulus-devlet kavram ve kurumlarının dönüşmesinin söz konusu olduğu çağımızda, söz konusu olan da, milli ordunun yerini profesyonel ordunun alması.
Modern, daha doğrusu postmodern toplumun insanları, profesyonel orduyu, milli ordudan daha makul/insani bulabiliyor, bu çok ciddi bir yanılsama. Bu açıdan baktığınızda, savaşa, dalaş dövüşe, boğuşmaya karşı temiz vicdânlı vatandaş askere gitmez, onun yerine kendi rızasıyla askerliği meslek seçen bu işleri yapar. Nitekim, Batı ülkelerindeki uygulama büyük ölçüde bu doğrultudadır. Peki, hiç düşünüyor musunuz, kim kendi rızasıyla askerliği meslek seçer? Irak işgali vesilesiyle, ABD'de kimlerin asker yazıldığını izleme fırsatınız olmuş olmalı. 'Milli' veya emperyal hisler veya macera duygusuyla hareket eden küçük bir azınlık dışında, bu insanlar, her toplumun 'tutunamayanlar 'ıdır.
Yani, para karşılığında ölmek veya öldürmeyi meslek olarak seçmek durumunda olanlar. Tabii, bunun yanında ordunun profesyonel olması dışında 'özelleştirilme'si söz konusu. Afganistan ve Irak'ta 'özel güvenlik şirketleri' adı altında çalışanlar bunlar. Irak'ı, Afganistan'ı nasıl kana buladıklarını, nasıl bir mafya terörü estirdiklerini biliyor musunuz? Öte taraftan, hâlâ yoksul Tibetli gençlerin İngiliz ordusuna 'gurka' yazılmak, üç-beş kuruş kazanmak için, insanlık dışı seçme sınavlarında birbirini yediği bir dünyada yaşıyoruz. Bu şartlar altında, sizce, vicdânî ret hakkıyla, vicdânlarımızı rahatlatabilir, temizleyebilir miyiz? Vicdânî ret hakkına tutunup, savaşın kirinden pasından sıyrılmak mümkün mü?
Dahası, profesyonel ordu anlayışı, bu kurumu ve dahası dış politikayı, demokratik siyasal süreçlerin bir adım daha ötesinde tutmaya yarar. Paralı askerlik, para karşılığı rıza anlayışına dayalı olduğu için, savaşı uzun boylu sorgulama imkânını azaltır ve etkisizleştirir . Milli (veya başka türlü) ordunun alternatifi savaşsız bir dünyadır, 'vicani ret' hakkını kullanarak, savaştan inim inim inleyen bir dünyada temiz kalmak mümkün değil.
Bu anlamda, postmodern liberalizmin bize sunduğu ikiyüzlü ahlaki konforları sorgulamak zorundayız. Bu da vicdânımızın bizi yapmaktan alıkoyduğu şeyleri, başkalarına (ve çoğunlukla bizden daha az ayrıcalıklı başkalarına) havale etmekle değil, onlarla doğru dürüst hesaplaşmakla olur.

Reddetmek marifet değil; marifet, reddettiklerini işin içine girip düzeltmek, ya da düzeltmek yolunda gayret sarfetmektir. Bu yüzden, vicdânî retçilerimizin askere gitmeği reddetmek bir yana, gönüllü askere gitmelerini ve orada neyin düzeltimesi gerekiyorsa ona çalışmalarını beklerdim. Aksi halde, yapılan şeye vicdânî ret değil, vicdân kısvesiyle kaytarma demek daha doğru olur.

Tek başına bu bile hiç hoş değişken, daha da kötüsü, bu yaklaşımın taban bulması halinde (ki, askere gitmesi gerekenler arasında bulmaması için fazla bir neden yok), bizim tek çıkar yolumuz profosyonel bir ordu olacak demektir.

Yani, bir lejyonerler, Cellat Kara Aliler, âli kıran-başkesenler ordusu..

Biz parasını verip unutacağız; onlar da parası kadar insan öldürecekler. Kiminle niçin savaştıklarını bile merak etmeyeceğiz; içlerinde bizden kimse olmayacağı için, onları da merak etmeyeceğiz.

Gün gelecek, paramız yetmeyecek, ordunun ulûfesi de yetmeyecek, kazan kaldıracaklar. Ya canını, ya malını diyecek kendi ordumuz...

Gün gelecek, sivil halka musallat (belâ) olmasınlar diye, başka birileriyle savaş çıkaracak ve onları savaşa göndermenin yollarını arayacağız...

Bunlar kurgu-bilim değil; bu topraklarda bunların hepsi yaşandı, denendi. Milli ordu, bütün bu denemelerin sonunda bulunabilen en iyi çözüm. En iyi, ama, ideal olduğunu kimse iddia etmiyor; eksik taraflarını –amaçları doğrultusunda– sürekli gözden geçirmek, düzeltmek gerekiyor, ve hep de gerekecek.

Gelecek kuşaklara bir borcumuz da, başbelası haline gelmiş bir ordu devretMEmektir. Ama, bu, pasifistlik, idealistlik, liberallik ya da demokratiklik ayaklarına yatarak kaytarmakla olmaz. Bunun milliyetçilikle olmakla, milliyetçi olmamakla bence hiç alakası filan da yok.

Ben, vicdânî retçi olduğunu söyleyenleri, bu sebeplerle, hem bencil hem de basiretsiz –dolayısı ile, tehlikeli– buluyorum.

Atan da yiyen de...

Eski başbakanlardan Tansu Çiller'in dediği "Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir." sözü zaman içinde yanlış bir zemine mi oturdu, yoksa Tansu Çiller'in o malum gafları yüzünden taa başında mı yanlış yerde söylenmişti? Bu sorunun cevabını veremiyorum. Çünkü, hakkında derde devadan gayri her şey yazılmış olan Susurluk vakasının tam olarak ne olduğunu bir türlü öğrenemedik.

Bu nesilde öğrenebileceğimizi de, giderek artan bir kesinlikle, ihtimal dışı görüyorum. Ama, bu yazıda ilgimi çeken konu Susurluk değil, "Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir." sözünün kendisi ve zaman üçünde bu sözün kullanıldığı yerlerdeki anlamları..

Tekrar söyleyeyim: Amacım Tansu Çiller'in gaflarını açıklamak, ya da beceriksizliklerini methetmek yoluyla aklamak değil. Vezirken rezil olmasına da uğraşmıyorum; onu benim yardımıma ihtiyaç dumaksızın pekala yapabildiğini sanıyorum. Aynı şekilde, yazıda zorunlu olarak ismi geçen kişilere ya da kurumlara yönelik olarak da methetmek veya hedef göstermek gibi bir niyetim yok.

Ben, tıpkı Özal'ın "Benim memurum işini bilir" deyişinde olduğu üzere, nerede ne bağlamda söylendiği dikkate alınmaksızın, artık sadece ve sadece memurların rüşvet almasına atıfla (ve bunu da meşrulaştırmak gayesiyle) söylenildiğinin sanılması gibi; Çiller'in de bu lafı, Devlet'in emrinde olup da üniformasız herhangi bir silahlı aktivitede bulunmanın tukaka edilmesi anlamına geliyor. Bu sözün bu anlamdan, ve Susurluk bağlamında çıkarılması gerektiğini düşünüyorum. Çürük elmaların sepetten ayrılması ve atılması şart, tabii ki, ama, bütün sepeti çürük elma kabul etmek, farzetmek, de doğru olmayabilir.

Bu bağlamda, rastladığım bir örnek var. Yeni değil. Yeni olmayışının sebeplerinin başında da, kulunuzun bir Emin Çölaşan okuru olmaması geliyor belki de.. O yüzden, bu benim dikkatimden çok uzun zaman kaçmış..

Yazıya, her türlü ileri-geri uygun-aykırı yazının yazıldığı forumlardan birinde, 'Tarih ve Demokrasi Forumu'nda rast geldim. Kimim gönderdiği yazılıydı ama orjinal metnin yazarının ismi yazılmamıştı. Merak ettim, Google sayesinde çok da zorlanmadan buldum: Emin Çölaşan...

Önce, bunun da bir gazetecilik fantezisi olmak ihtimali aklıma geldi; galiba öyle değil, biraz daha bakınca başka yerlerden de teyid edici linkler buldum.

Bunlardan birisi bozkurt.net isimli bir siteden. Cenaze ilanı gibi duran metnin ilgili bölümü şöyle:

Kerkük Feneri - Özel
Irak Türkmen Cephesi kurucu üyesi ve eski genel başkanı Sabah KETENE öldürüldü.
Bugün Kerkük'te saat 13:20'de kimlikleri belirsiz kişiler tarafından ateşli silah saldırısına uğrayan Irak Türkmen Cephesi kurucu üyesi ve eski genel başkanı Sabah KETENE Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Mekânı cennet olsun, yakınlarına ve sevenlerine bassağlığı dileriz.

Bir başkası da BizTürkmeniz.com'daki bu yazı:

Şehit Sabah Ketene için Anma Toplantısı İstanbul'da Yapıldı
22.04.2006 tarihinde Kerkük'te Şehit edilen Sn. Sabah Ketene İstanbul'da anıldı.
Şehadetinin 40.gününde Sn. Sabah Ketene için Merkezi İstanbul'da bulunan Irak Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği tarafından pazar günü 28.05.2006 tarihinde bir Anma Toplantısı düzenlendi.
Toplantı Abdullah Kerküklü tarafından okunan Kuran-i Kerim ile başladı. Arkasından dernek genel başkanı Kemal Beyatlı bir konuşma yapıtı. Beyatlı, Şehit Sabah Ketene'nin yaklaşık iki dönem Irak Türkleri Derneğinin genel başkanlığını, Avrasya Türk Dernekleri Federasyonu Başkanlığını bir dönem ve Irak Türkmen Cephesinde Yürütme kurulu üyeliği v.s. görevlerinden bahsettikten sonra Sabah Ketene'nin dava arkadaşlarından: Bahattin Türkmen, Yaşar İmamoğlu ve Cüneyt Mengü tarafından Ketene'nin milli davalardaki duruşundan uzun uzun konuşmalar yapıtılar.
Konuşmaların sonunda dernek genel başkanı Kemal Beyatlı tarafından "Türkmen liderleri, başkanları, fikir adamlarının suikastlarla ve haksız yere öldürülmelerinde Türkmen toplumu bunu normal ölüm cenazesi gibi davranmamaları gerektiğini, bunun içinde bütün Türkmen bölgelerinde top yekûn tepki gösterilmesi, siyasi ve sivil kuruluşlar, esnaf ve memurlar en ağır şekilde tepkilerini göstermelerini" vurguladıktan sonra toplantı bütün Türkmen Şehitleri için Kuran-i Kerimle ve Fatiha okunarak sona erdi.
Kemal Beyatlı - İstanbul

Emin Çölaşan'ın sözkonusu yazısı da bu:

Kahraman
Geçen yıl yayınlanan Şu Benim Gazetecilik. Yaşadıklarım isimli kitabımda Kahraman başlığı altında birini anlatıyordum. Orada ismini vermemiştim. Şimdi veriyorum: Sabah Ketene. Türkmen kökenli. Önce kitabımdan o bölümü birlikte okuyalım:
Bir devlet büyüğüyle konuşuyorduk. Bana şöyle dedi: "Tanıdığım gerçek bir kahraman var. Sizin yazılarınıza hayranmış. Mutlaka tanışmak istiyor. Bir gün buralara yolu düşerse haber vereyim, tanıştırayım."
Aradan yaklaşık bir ay geçti, devlet büyüğünden haber geldi. Konuğu Ankara'ya gelmiş. Üçümüz onun evinde buluştuk, tanıştım. İlginç bir adamdı. Sokakta görseniz süklüm püklüm, sıradan bir insan olarak tanımlardınız ve dikkatinizi bile çekmezdi. Mensup olduğu kurum adına yurtdışında PKK'ya karşı ekibiyle birlikte büyük işler yapmıştı. Uzun uzun sohbet ettik. Hiç çekinmeden anlattı. Onları olduğu gibi yazabilmek isterdim. Ekibinden aslan gibi çocuklar diye söz ediyordu. Verilen görev doğrultusunda hedef ülkeye ayrı ayrı gidiyorlar, orada ekibin öteki bireyleriyle buluşup gerekeni yapıyorlardı.
Bir ülkede kendilerine hedef verilmişti. Anlatıyor ve aynı zamanda hayıflanıyordu: "Kaldığı apartmanda asansörün önünde sıkıştırdık, en az on kurşun yedi. 'Ölmüştür' diye bırakıp gittik. Fakat adam yedi canlıymış. Altı ay hastanede yoğun bakımda kaldı ve sonunda düzelip çıktı. Onu bitiremedik. Fakat bundan sonra işe yaramaz."
Kuzey Irak'ta (Erbil'de) PKK'nın bir binası var. Burada hem gazete basıyorlar, hem de binayı karargâh olarak kullanıyorlar. Bina birkaç katlı. Altında boş dükânlar var ama kepenkleri kilitli. [Sabah Ketene ve ekibi] Binayı havaya uçurmak için gidiyorlar. Fakat çevrede sıkı güvenlik önlemleri alınmış. Görev dönüşü bir gün bana gazeteye geldi, anlatıyordu:
"Abi bu sefer canımız çıktı. Önce ayrıntılı keşifler yaptık. Çevreyi öğrenmek için iki arkadaş simitçi kılığına girdik. Çok iyi Arapça bildiğimiz için dikkat çekmedik. Tam üç ay sabah 4'te kalktım, fırından simit aldım ve binanın çevresinde sattım. Böylece geleni gideni iyice öğrendik. İş geldi bombaları yerleştirmeye. Bir gece sabaha karşı dükkânların kilitlerini usulca söküp içeri girdik ve patlayıcıları yerleştirdik. Bina yok oldu. İçerideki yirmi sekiz (PKK'lı) kişi de aynı akıbete uğradı. Ama bu sefer çok yoruldum. Zor bir işti. Ankara'ya yolum düşünce size uğramak istedim."
PKK terörünün en yoğun olduğu dönemde turistik yörelerimizde birbiri ardına bombalar patlamış ve tüm turistler kaçmıştı. O yıllarda yöredeki ormanlarımızı da cayır cayır yakıyorlardı. Bunları bir ülkenin yaptırdığı belli olmuştu. Anlatıyordu:
"Malzemeleri ayrıca gönderip o ülkeye geçtik. Onların turistik yörelerinde birkaç bomba patlattık, oraları da derhal boşaldı. Onların başkentinde, metronun önünde bir patlama oldu ve halk paniğe kapıldı. Sonra dikkat ettiyseniz, o ülkede de çok büyük orman yangınları çıktı. Güzelim ormanlarına yazık oldu. Ama bizi sabote eden yakınımızdaki ülke pabucun pahalı olduğunu ve ne ekerse onu biçeceğini görmüş oldu. Bir daha bu gibi işleri açıktan yapamadılar."
"Biz çalışmalarımızı gizli tutmak zorundayız. Ama belli yerlerimiz olması gerekir. İstanbul'un göbeğinde bir yerde göstermelik turizm bürosu açmıştık. Bizim ekipten ve amirlerimizden başka geleni gideni yok. Yani turizm falan yapmıyoruz, bir şey alıp satmıyoruz. Bir gün büroya maliyeciler gelip vergi defterlerini istediler. Tabii bizde böyle bir şey yok. Adamlara buranın 'çok özel' bir yer olduğunu söylememiz de mümkün değil. O gün savdık. Ertesi gün yine gelip zabıt tuttular. Vergi kaçakçılığından işlem başlatıldı."
Sonrasını devlet büyüğü anlattı: "Bana telefon etti. 'Başımız derde giriyor, büronun kimliği açığa çıkabilir' dedi. Maliye bakanına durumu bildirdim, vergiciler çekildi."
Onu uzun zamandan beri görmedim. Bana cep telefonu bırakmıştı, birkaç kez aradım ama numara kullanılmıyor. Acaba şimdi ne yapıyor? Bilmiyorum.
Yukarıda anlattığım kişiyi görseniz, asla dikkatinizi çekmez. Aklınıza onun bir kahraman olduğunu kesinlikle getirmezsiniz. Türkiye"de birileri her dümeni çevirirken, birileri de kelle koltukta en büyük işleri başarıyor. Keşke mümkün olsa da, kamuoyu onları tanıyabilse. Ama onlar hep gizli. Hep perdenin arkasında. En kutsal görevleri canları pahasına yerine getiren, kendilerini vatana adamış insanlar. Namussuzları, üçkâğıtçıları, vurguncuları çoğu zaman biliyoruz da, vatana millete hizmet eden o kesimi tanımıyoruz bile.
Sabah Ketene için kitabımda aynen bunları yazmış, ancak ismini doğal olarak vermemiştim. Halen görevde olmayan devlet büyüğü beni birkaç gün önce aradı: "Duydunuz mu, Sabah Ketene'yi Kuzey Irak'ta öldürdüler... Taradılar. Zaten oralıydı, Kerkük'te gömüldü."
Demek Türkiye bir kahraman evladını daha yitirmişti. İsimsiz kahraman Sabah Ketene, Allah sana rahmet eylesin, nurlar içinde yat.

Son olarak da, bununla ilgili olabileceğini sandığım bir pasajı başka bir yazıdan, Aksiyom Dergisinden alıntılayayım:

Asala operasyonlarında öne çıkan bazı isimler kahraman ilân edildi. Eski Başbakan Tansu Çiller, söz konusu şahısların isimleri söylendiğinde, "Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir." dedi. Peki, Asala'yı kim bitirdi? Söylenen kişiler mi yoksa bir başka güç mü? Bazılarına göre kahraman ilan edilenler haricinde Asala operasyonunda Irak vatandaşı Türkmenler kullanıldı mı?

Şimdi... "Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir." lafı halâ daha sadece Susurluk bağlamında ve negatif anlamda mı kullanılmak gerekir acaba?

Kimler ve neler olmasaydı?

Aşağıdaki yazı, Açıkİstihbarat'ta, Behiç Gürcihan tarafından yazılmış. Okuduklarım arasından akla en yakın şeyleri sıralamış olduğu kanaatindeyim. İlginç çıkarımlara yol açabileceğini düşünüyorum. Yazının orjinalini okunamaz berbatlıkta bulduğum için, yeniden formatladım. Umarım böylesi biraz daha okunaklı olmuştur.

Danıştay senaryosunun vazgeçilmezleri – Behiç Gürcihan

Danıştay saldırısını öncesi ve sonrası ile Danıştay Senaryosunu bir bütün olarak incelediğinizde; sağlıklı bir analiz için sorulması gereken bir soru var karşımızda: Kim/Ne Olmasaydı Bu Senaryo Gerçekleşmezdi?

Gerçekleşmek fiili ile neyi kastettiğimizi açıp; bu sorunun cevabına yönelelim. Burada gerçekleşmekten kastımız; senaryonun yazarlarının amaçlarına hizmet edecek bütün maddi ve manevi koşulların oluşmasıdır. Yani; sadece bir tetikçinin Danıştayı basıp can almasını değil...

Bu olay öncesinde; Laiklik elden gidiyor atmosferinin yaratılmasından; olay sonrasında; 19 Mayıs tarihi ile denk düşecek şekilde önce hükümetin hedef tahtasına oturtulduğu bir kitlesel şovun düzenlenmesi ve sonra kamuoyuna fırlatılan topa kavis verdirilerek; hükümetin hedef tahtası olmaktan çıkartılıp; yarattığı kamuoyu baskısı ile Hükümeti; yarattığı taban baskısı ile Genelkurmayı; küresel senaryoya uymadığı için AB-D merkezli NATOyu; rahatsız eden emekli subay çekirdekli Ulusalcı/Kuvay-i Milliye dinamiklerinin hedef tahtasına oturtulmasını kastediyoruz. Gelin bu tablo kim/ne olmasaydı gerçekleşmezdi sorusunu masaya yatıralım :

Tayyip Erdoğan: Olay öncesinde bu ülkedeki laik kitlenin; laiklik elden gidiyor paranoyasını besleyecek hiç bir görüntüden kaçınmadı. Hem de bunu göstere göstere yaptı. Öyle ki; kartel medyasının; AKPde haremlik/selamlık toplantı gibi bildik kareleri özellikle büyütmeye başladığı; şeriatçı damgasının üzerine vurulmaya başlandığı günlerde; Meclise Eskişehir'den gelen onlarca türbanlı genç kızın arasında, poz vermekten bile çekinmedi. Kitlenin laiklik elden gidiyor paranoyasını beslemek için bundan daha güzel bir kare olamazdı. Suudi Arabistan imgesi anında hafızalara kazındı. Selanik'te Atatürk'ün evini ziyaretinde; bir defter sayfası arasında kalmaya mahkum bir metne; yırtıp atmadığı halde; yırtıp attı cümlesine zemin hazırlayacak şekilde tepki verip; bizzat Adalet Bakanının ağzından kamuoyuna cümle cümle okutma sureti ile meşhur ederek; laik/anti-laik cepheleşmesine çok değerli bir katkıda bulundu. Tayyip Erdoğan; keza Cumhuriyet gazetesine ilk bombalar atıldığında; bizim AKP binaları da bombalanıyor, ne var ki bunda söylemine bürünmeyip; Cumhuriyet'e samimi bir ziyaret gerçekleştirseydi; Danıştay senaryosunun faillerine hizmet eden psikolojik zemini hazırlamazdı. Bütün bunlara; Danıştay Başkanının konuşmasını dinlemeden çıkan ve Danıştaydan şikayetci olan bir Tayyip Erdoğan'ı eklediğinizde; Tayyip Erdoğan'ın; tetikçi Alpaslan Aslan'ın sıktığı kurşunun propaganda değerini nasıl yükselttiğini net bir şekilde görürsünüz.

Hilmi Özkök: Genelkurmay Başkanlığı makamında oturan Hilmi Özkök Bey'in ne kadar itidalli ve demokrat bir şahsiyet olduğunu bilirsiniz. O kadar ki; askerinin başına çuval geçirilirken; Kıbrıs ABye peşkeş çekilirken; Güneydoğu neredeyse eyaletleşirken; bir kere olsun sesini çıkarmayan bu mümtaz kişilik; ne olduysa; Danıştay saldırısı sonrasında halkı hatırladı ve halkın tepkisinin sürmesi gerektiğini vurguladı. Halbuki Hilmi Özkök olay sonrası istihbari ödevini iyi yapsaydı; cenaze törenindeki kalabalık arasında çok ilginç simalara rastlayacak; sözkonusu kalabalığın sadece samimi kitlelerden oluşmadığını ve özellikle bakanlara yönelik saldırıları gerçekleştirilenlerin arasında sivil giyimli bazı elemanların bulunduğunu tespit edecekti. Cenazedeki kalabalığın; laikler İslamcı başbakanın kabinesine saldırıyor, laikler başörtülü kadının başını açtırdı görüntüsüne hizmet edecek şekilde kışkırtılmasının arkasında gerçek değil, yapay bir dinamiğin olduğunu tespit eden bir Genelkurmay Başkanının ise bu oyunu görüp bozması sadece bir demecine bakardı. Ama yapmadı. Bir kaç ay öncesinden internete salınan; Askerle Tayyip'in arası bozuluyor imajını yaratacak abuk-subuk sözde tartışma metinlerinin yarattığı imajı pekiştirecek şekilde; o meşhur sessizliğini bozdu. Kıbrıs'taki satış; Güneydoğu'daki eyaletleşme; Irak'ın kuzeyindeki devletleşme; ve hatta iddialı konuşalım; BOP sürecini bile; bir kararlı demeçle rayından çıkartabilecek bir makamda oturan şahıs; demeç hakkını; Tayyip Erdoğan'ı demokrasi kahramanı yapacak bir konjonktürde kullandı. AKP'nin tabanı; Genelkurmay Başkanına; herkes konuştuğu sözün sorumluluğunu bilmeli diye fırça atan Tayyip Erdoğan'ın arkasında safları sıklaştırdı.

Tansel Çölaşan: Emin Çölaşan'ın eşi ve Danıştay Başkanvekili olan Tansel Çölaşan; Danıştay saldırısı sonrasında medyaya "Saldırgan, kapının nasıl açılacağına bakmış, kendine göre bir keşif yapmış. Bugün de Allah'ın elçisiyiz, askeriyiz diyerek odadan içeri giriyor. Bunlar türban kararından ötürü... Yapılanlar yanlış, bu sadece Danıştay’a yapılan bir saldırı değildir, lanetlemek yetmez. Toplumsal mutabakatı bozanlar suçludur. Onlar kendilerini biliyor." şeklinde demeç verdi.

Bu demeçte; bir yalan, bir de yönlendirme vardı. Yönlendirme; sanki Alpaslan Arslan'la önceden provası yapılmış gibi; hedefin türban kararı olduğu yönündeki yönlendirmeydi. Kamuoyu; o günden beri, bu yönlendirmenin de etkisi ile; türban süsü verilerek; son günlerde Oyak'tan AKP'nin müteahhitlerine; yerel müteahhitlerden; küresel baronlara kadar bir çok sermayedarın hesabını bozan Danıştay'a birileri mesaj vermiş olamaz mı? sorusunu hala soramadı; sormadı. Hadi; Tansel Çölaşan, bu yönlendirmeyi, bilinçsizce, kendince yaptı diyelim. Peki yalanı nasıl açıklayacağız... Çünkü saldırıya maruz kalan Danıştay üyelerinin bizzat kendileri; saldırganın hiç bir şekilde konuşmadan, bağırıp, çağırmadan ateş ettiğini açıkladılar. Bu tabloda; bariz bir katilin motivasyonunu gizleme suçu olduğunu görmek için CSI: NY gibi dizileri izliyor olmak gerekmez. Dürüst bir gazeteci veya memurun soracağı çok temel bir sorudur bu: Tansel Çölaşan niye yalan söyledi? Bir yalan; bir sonraki günün manşetlerini; o manşetler de; Anıtkabir ve Kocatepe kitlesel görüntülerinin zeminini oluşturdu.

Oyak Güvenlik: Olay günü; Oyak Güvenlik'in kameraları çalışıyor olsaydı; olay anını daha teknik olarak inceleme fırsatı doğacak ve medyaya daha fazla malzeme çıkacaktı. Olay günü ve öncesi; Oyak Güvenlik'in kayıt sistemi çalışıyor olsaydı; olay anı ve öncesinde binaya kimlerin girip çıktığı daha ayrıntılı etüd edilebilecek ve olayda Alparslan Aslan dışında başkalarının var olup olmadığı daha net araştırılabilecekti. Bunların çalışmıyor olmasını basit ve talihsiz bir kalitesiz servis sorunu olarak geçebilirdik; Oyak güvenlik düpedüz teknik bir yalan söylemeseydi. İşte bu noktada; kayıt sisteminin sabit diskinin silindiğini söylemek çok gereksiz ve acemi bir yalandı. Başında MİT'ten emekli olan bir albayın bulunduğu bir kurumun böyle bir yalana başvurması bir yana; Emniyet'in bu beyanın üzerine gitmeyip; silinen disklerden bile veriyi kurtarabilecek teknik donanım ve eleman kadrosu ile olayı araştırmaması ise bu yalanın niteliğini pekiştirdi. Tansel Çölaşan'ın yalanından sonra; Danıştay Senaryosuna ikinci bir yalan damgasını vurdu.

Cumhuriyet: Danıştay oskarlarlarının en nitelikli oyuncularından... Danimarka'da başlatılıp; İran'da sonlandırılan karikatür üzerinden kutsala küfret başlıklı Pentagon kampanyasında çok değerli bir ara durak oldu. Tehlikenin farkında mısınız? reklamları ile ticari ismini; koskoca bir Cumhuriyet ile özdeşleştirecek kadar ciddi kurumsal ego sorunları yaşadığını alenen beyan eden bu gazetede; Turan Selçuk'un türbanlı domuz karikatürü normal şartlarda kitlesel bir tepkiye neden olurdu. Ama neyseki; İslamcı kitleler mideleri; elitleri de ihaleleri peşinde olduğu için ve Cumhuriyet'i bizler dışında pek birisi okumadığı için; bu karikatür sadece, Gladio'nun, bak Cumhuriyet türbanlı domuz çizmiş. Bombalarsak; cennette de meyve yeriz şeklindeki adam devşirme çalışmalarına malzeme sağlamaktan öteye gitmedi. Cumhuriyet'in rolü bununla sınırlı değildi. Cumhuriyet'e 3 saldırı gerçekleşti... İkinci saldırı sonrasında İlhan Selçuk'un; bir şey yapmanız için 3. cü saldırımı gerçekleşmesi lazım mealindeki yazılarını okuyanlar İlhan Selçuk'un ne demek istediğini çok iyi anladılar. Gözlerden kaçan ise; köşesinden hezeyan yaratan İlhan Selçuk gazetesinin önünde ikinci bombalı saldırı sonrasında bile doğru düzgün güvenlik önlemi alınmamıştı. İlhan Selçuk; saldırı sonrasında, belindeki silahı çıkarıp, camdan dışarıya rastgele ateş eden kıdemli muhabirlerine mi güveniyordu bilemeyiz ama; gerekli tedbirler alınsaydı; Alparslan Aslan ve tayfası 3. cü girişimleri sırasında yakalanırdı. Ama nedense İlhan Selçuk; köşesinden hezeyan yaratmaktan; gazetesi önünde doğru düzgün güvenlik önlemi almaya fırsat bulamadı. Gazetenin tirajını Cumhuriyet'in bekaası ile bağdaştıran; ticari kurnazlık içeren Cumhuriyet'e Sahip Çıkın manşetlerinden; Adı Konulamıyor manşetlerine nasıl geçildiğini hep beraber gördük. Cumhuriyet sayesinde; Alparslan Aslan'ın cinayeti türban için işledim propagandası daha bir anlam kazandı... aynen Cumhuriyet sayesinde; kitlelerin; Uğur Mumcu cinayetinin arkasında İran'ın olduğuna inandırılması gibi.

Medya: Sağdan sola saydığınızda da; soldan sağa saydığınızda da; vicdan ve akıl içtimasında hep eksik veren bir medya var karşımızda. Zaman ve Hürriyet'in özel bir ilgi ile incelenmesini gerektiren bu tablonun ayrıntıları zaten dünkü yazımızda ele almıştık ama şunu söylemek gerekir ki; Danıştay senaryosunun failleri; haberlerinin yanına neredeyse haber fotoğrafı büyüklüğünde resimlerini basan muhabirlerin ego zaafları ile; binlerce dolarlık maaşları ve içine battıkları ilişkiler ağı sonucunda köşelerine hakim değil, tutsak olan yazarların karakter zaaflarını; çok iyi biliyorlardı. O yüzden; sırf manşet olsun diye önüne konulan bilgiyi teyit ettirmeden kullananları da; cemiyetlerindeki makamlarını korusunlar diye, istihbarat servislerinin işine gelecek şekilde kamuoyu oluşturanları da; ustalıkla kullandılar. Alpaslan Aslan'ın kurşunu; bu medya sayesinde hedefine vardı.

Emniyet/MİT: Bir vatandaş olarak beni en çok üzen tablo; Danıştay'daki ölüm sahnesi dışında, bu ülkenin Emniyet'i ve MİT'inin bir cinayeti araştırmak adına bu kadar ciddiyetsiz bir tabloya; bilerek veya bilmeyerek zemin hazırlamasıydı. Bir insanın haritada; Selanik'le Edirne'yi bağlayan yolu gösterip; bakın Selanik'le Edirne aynı ülkenin şehriymiş demesi ne kadar mantıklı ise; iki insan aynı fotoğrafda gözüküyor diye; çete ve başı ilan edilmesi o kadar mantıklı idi. İşlerine geldiğinde her türlü telefon kaydını medyaya sızdırmaktan çekinmeyenler; günler boyunca ulusalcı çete tezlerine zemin oluşturacak tek bir konuşmayı medyaya servis edemediği gibi; Susurluk ayranı müptelası basını; Susurluk kareleri ile oyalayıp durdular. Olay yerindeki delilleri incelemek yerine; göle maya çalan Nasrettin Hoca misali; elbet tutar ümidi ile; gazetelere delil serpip durdular. Sonuçta imdatlarına; bir havaalanı yangını; Ege'deki F-16 kazası yetişti de; Danıştay senaryosu kademeli olarak gündemden çekildi. Ortada; hakim öldürüp, gazete bombalayarak ülke kurtaracaklarını, İslam'ın onurunu koruyacaklarını zanneden bir salaklar grubundan ve çevresi ile birlikte itibarı zedelenmiş bir Muzaffer Tekin'den başka kimse kalmadı. Siciline Fethullahçı notu düşülmüş istihbarat daire başkanları ve yabancı istihbarat servisleri ile yata kalka; her baktığı yerde; gösterileni gören istihbarat şefleri ile daha fazlası beklenebilir miydi; bilemiyoruz ama Alparslan Aslan'ın kuklacıları bu hedef saptırmalar sayesinde; olay sonrasında bile pazarlık masalarına oturabildiler.

Alparslan Aslan olmasaydı; o bombaları atacak; o tetiği çekecek bir başkası bulunurdu... Ama yukarıda saydıklarımız; bu senaryoda Alparslan Aslan'ın tek başına asla dolduramayacağı boşlukları doldurdular. Özbilgin'in kanı sadece tetikçinin üzerine sıçramadı.

Thirty-Three Bullets - Ahmed Arif

I.

This is the Mengene mountain

When dawn creeps up at the lake Van

This is the child of Nimrod

When dawn creeps up against the Nimrod

One side of you chills against the Caucasian horizon

The other side is a prayer mat, the Persian lands

Glacier stalactites up on the summits

Fugitive pigeons at water-pools

And herds of deer

And flocks of partridge...

Gallantry cannot be denied

In one-to-one fights they are unbeaten

For thousands of years, people of the region.

Come, how shall we break the news?

This is not a flock of cranes

Nor a constellation in the sky...

But a thirty-three bulleted heart,

Thirty-three springs of blood,

Flowing no more...

Calmed to a lake on this mountain...

II.

A rabbit arose from the bottom of the slope;

Its back is motley,

Its belly milk-white,

Lonely, pregnant, a mountain rabbit,

Its heart heaved to its mouth, poor thing

Can bring anyone to repentance...

It was an uninhabited, a solitary time

It was a faultless, naked dawn..

One of the thirty-three looked;

His body with the heavy void of hunger..

Hair and beard all tangled,

Lice on his collar...

Glanced, as he saw his arms got shot,

This lad, with hellion heart,

Once at the rabbit

Then futher, futher back...

How he so missed his delicate carbine now

Sulking under his pillow

And his young Harran mare

Her blue-beaded mane

A blaze on her forehead

Three fetlocks white

Cantering flirty and agilely

His chesnut mare

How they had flown in front of Hozat!

If he were not now

This helpless and tied up

With a cold barrel rigth behind hic back

He could have taken refuge in these heights

These mountains, the friendly mountains, appreciate your worth

God willing, these hands would not put anyone to shame

These hands can flick off

The ash of a burning cigarette

Or the tongue of the viper

Sparkling in the sun

On the first shot...

These eyes were never fooled

These fore-knowing eyes

Of the ravines waiting for the chill

Of the soft, snowy betrayal of cliffs...

Unavoidably,

He was going to be shot

The order was final

The blind reptiles would devour his eyes

The vultures his heart.

III.

In a solitary niche of the mountains

Coincident with morning prayer

I lie

stretched

Long, bloody...

I have been shot

My dreams, darker than the night,

No one can find a good omen in them

My soul taken before its time

I cannot put it into words

A pasha has sent a coded message

That I be shot, inquestless, judgmentless

My kinsman, convey my feelings precisely

Or it might be mistaken for a fable

These are not rosy nipples

But a dumdum bullet

In my shattered mouth...

IV.

They applied the decree of death

They stained

The half-awakened wind of dawn

And the blue mist of the Nimrod

In blood.

They stacked their guns there

Laguidly searched our chests

Our delapidating corpses

They took away

My red sash of Kermanshah weave

My prayer beads and tobacco pouch

All gifts to me from the Persian lands

And left us behind

We are guardians, relatives, tied by blood

Across the river

We have intermarried

Our daughters, these many centuries

We are neighbours

Shoulder to shoulder

Our poultry has mingled together

Not out of ignorance

But poverty

And that we never got used to passports

This is the guilt that kills us

We end up

Being called

Bandits

Killers

Traitors...

My kinsman, convey my feelings precisely

Or it might be mistaken for a fable

These are not rosy nipples

But a dumdum bullet

In my shattered mouth...

V.

Shoot, bastards

Shoot

I do not die easyly

Like the warm ashes under the mantle

I have words buried in my belly

For those who understand.

My father gave his eyes on the Urfa front

And also his three brothers

Three young cypresses

Three chunks of mountain with yet unfulfilled dreams

And when friends, guardians, kin

Met the French bullets

Out of towers, hills, minarets

My young uncle Nazif

With a budding moustache

Handsome

Light

Fine horseman

Charge, brothers, he yelled

Charge

This is the day of honour

And reared his horse...

My kinsman, convey my feelings precisely

Or it might be mistaken for a fable

These are not rosy nipples

But a dumdum bullet

In my shattered mouth...

by Ahmed Arif

[Translated by Murat Nemet-Nejat - 1982]

[Edited by Muzmin Anonim - 2006]

Gerici yaşmak. İlerici yaprak..

Birilerine göre belli bir gericilik birikiminin, ya da başkalarına göre dini değerlerin bu derece ihmalinin veya kasıtlı olarak imhasına çalışılmasının bir sonucu olarak yavaş yavaş; bana kalsa, aniden sayılacak kadar hızlı bir şekilde ortaya çıkan bir sorun bu türban ya da başörtüsü sorunu.. Bir olguya bu isim, kisve ya da etiketin verilmesi –herkesi tatmin eder gibi dursa da– çok çabucak oldu demek istiyorum..

Aradan epeyi de zaman geçti, neyin neden kaynaklandığı üzerinde konuşmak bile neredeyse mümkün değil.. çoğunu hatırlamıyoruz bile.

Ama, çıktı çıkalı da zihnimi hep meşgul etti. Ne problemin tarifi ne de çözüm önerilerinin sağlaması tutuyordu.. Problemin tarifi tutmuyordu –bence–, çünkü ben ortada “Şeriat isterük!” türünden bir kalkışma göremiyordum.

Aslında, güya Şeriat ile yönetilen Osmanlı'nın duraklama dönemi itibariyle görülen “Şeriat isterük!”çilerin derdi şeriat istemek filan da değildi. Kendilerine bir şekilde haksızlık edildiğini düşündüklerinden, bu haksızlığın giderilmesi için yollara dökülüyorlardı. Çoğu zaman da, bu kitle, henüz küçük burjuvamız olmadığından, küçük burjuva rolündeki esnaf idi. Ya da Yeniçeri kalıntıları.. ki onlar da bir hayli esnaflaşmışlardı..

Neyse. Tarihte gördüğümüz “Şeriat isterük!” sloganlarının karşılığının daha yakın geçmişten hatırlayabileceğimiz “Ne ezilen ne ezen. İnsanca hakça düzen!” sloganlarının değişik versiyonları olduğunu düşündüm hep... Yani, eski/önceki benzerleri ne kadar Marksizm-Leninizm filan biliyor ve istiyorduysalar, bu yenilerin de dinsel talepleri aşağı yukarı o kadar.. Yani, pratik açıdan sıfır..

Bu sloganların okunuşu, bence, nerden baktığınıza bağlı olarak da değişir: Marksist gözle bakarsanız, sınıf mücadelesi, sınıflar arası çatışma; veya daha genellemeci ve klasik gözle bakarsanız, gelir dağılımın bozulması, gelir dağılımından hakettiği payı alamadığını düşünenlerin memnuniyetsizliği, bundan kaynaklanan kitlesel (ekonomik) huzursuzluk vb. vs. olabilir; ama dinle alakası pek yok.

Dinle pek alakası olmadığını şundan dolayı da düşünüyorum: Bu tür örnekleri yakın geçmişte de gördük, bir tür isyan sergilemek amacıyla sarığa cüppeye sarılanlar, kendi isyanlarının altyapısını teşkil eden ekonomik unsurların düzelmesiyle birlikte, hem sarığı, hem cübbeyi, hem de bunları savunan fikirlerini çıkarıp vestiyere bıraktılar; bunların önemli bir kısmı bugünkü 'sosyete'miz arasındalar ve eski 'sosyete'mizden pek de farklı olmayan bir hayat tarzıyla yaşıyorlar. Onlarla beraber yola çıkanların hepsi aynı mutlu sona eremediler tabii ki; ve hala daha ekonomik altyapıları sorunlu olanlar, bu yeni 'sosyete'mizi 'satılmış'lardan sayıyorlar. Bunu da anlayışla karşılıyorum; kendilerini satın alan henüz çıkmadığı için hala daha memnuniyetsizliklerinin devam etmesi şaşırtıcı değil..

Kısacası, varsıllarla yoksullar arasında hiç bitmeyecek olan bu çekişmede din bir örtü.. Bu örtüyü hem varsıllar hem de yoksullar kullanıyorlar... Varsıllar yoksulları itelemek, püskürtmek için; yoksullar da varsıllardan paylaşım taleplerini dile getirmek için dini kullanıyorlar. Başörtüsü, tıpkı yeşil sermaye gibi, bu mücadelede bir sembol... Hatırlanacağı üzere, yakın geçmişte, yeni parayı temsil eden Anadolu kaplanlarına (ya da yeşil sermayeye) karşı da bir operasyon düzenlendi, ve Anadolu sermayesinin yeterince büyüyebilimiş olanları da bu operasyonu düzenleyen eski para taifesine katıldı; Sermaye Meydan Muharebesini eski para, ya da büyük sermaye kazandı. Geriye kalanlar da seyreltik yeşilimsiler olarak ölmek ölmemiş ama yaşamaz teşhisiyle hayatta kalmağa çalışıyorlar..

Problem çözülmüş değil, hala daha gelir dağılımı çok bozuk, işşizlik had safhada. Bu kitle, benzer durumdaki seyreltik yeşilimsi sermaye ile ister istemez bir ittifak kuracak. Buna da, ister istemez mikromilliyetçilikler eklenecek.. Bu memnuniyetsizler, kendilerni siyasi platformda temsil edecek bir kaç sembol de bulacaklar.. bu, yeri geldiğinde, başörtüsü, yeri geldiğinde de Kürt Sorunu adını alacak. Benim analizim bu yönde.

Fakat, gidişat sadece sosyoekonomik sonuçlara değil, daha farklı ve belki de daha önemli sonuçlar doğurmağa gebe gibi görünüyor. Buna bu yazının ilerleyen kısımlarında değineceğim; şimdi eldeki problemin analiz ve çözüm teklifi yolundaki bir örneğe bakmak istiyorum. Aşağıdaki pasaj, 21 Ekim 1999'da (İran'ın ülkemizdeki uzantılarınca gerçekleştirildiği iddia edilen –fakat böyle bir şeyde İran'ın ne gibi bir çıkarı olduğunu bir türlü anlayamadığımız) bir bombalı suikast sonucu kaybettiğimiz, rahmetli Ahmet Taner Kışlalı'nın 19 Haziran 1998 tarihinde Cumhuriyet gazetesindeki 'Haftaya Bakış' köşesindeki yazısıdır.

'Türban' Sorununa Çözüm!

Öyle sorunlar vardır ki iki tarafı da doyuracak bir çözüm yoktur. Ya taraflardan birisini seçer, onun isteğini yerine getirirsiniz..

Ya da 'Ne şiş yansın ne kebap' yöntemini seçersiniz. Yani, ne bir yana yaranabilirsiniz ne de öteki yana..

Ama bazen de çözüm, Kristof Kolomb'un yumurtası kadar yalındır. Ama herkes karmaşık formüller peşinde olduğundan, bu çözüm kolay kolay kimsenin aklına gelmez.

'Türbanli öğrenci'lere izin verseniz, olayın orada durmayacağı belli... Çünkü perde arkasındaki 'siyasal İslam' için türban bir amaç değil, sadece bir araç!

İzin vermediğiniz zaman da konunun Fazilet ve benzeri çevrelerce 'istismar' edildiği ortada... ANAP sözcüleri bile, söz türbana gelince, karaya vurmuş balığa dönüyorlar.

Saçmalıyorlar.

Yolu Özal açmış bir kere.. Yılmaz mı kapatacak?!

Öyleyse ne yapmalı?

****

'Ne yapmalı' sorusunu yanıtlamadan önce.. konunun artık 'her açıdan', tartışmaya yer bırakmayacak kadar açık olduğunu vurgulamalıyız.

Bazı kız öğrenciler niçin başlarını örtüyorlar?

Kimisi inancı gereği... Kimisi siyasal amaçla.... Kimisi de kendisine bunun karşılığında maddi bir çıkar sağlandığı için...

Eskiden var olmayan böyle bir sorunun, 12 Eylül sonrasında ve özellikle de Özal döneminde ortaya çıkmasının nedenleri nelerdir?

Dinci güçlere verilen ödünler... 'Türk-Islam sentezi' nin resmi ideoloji yapılması... Devletteki kadrolaşma... Ve Özal'in tarikatçı eğilimleri...

Kadınlarin başlarını örtmesi, dinsel açıdan bir zorunluluk mudur?

Hayır! Kuran, kadınların başını örtmesini zorunlu kılmamış, sadece 'daha uygun' olacağını tavsiye etmiştir.

Bu tavsiyenin arkasında ne gibi gerekçeler var?

Arap erkekleri sokakta cariyelere sataşıyordu. Yanlışlıkları önlemek için böyle bir uygulama getirildi. Ve bu nedenle de Müslüman cariyelerin bile başlarını örtmesi yasaklandı.

Din adamlarının, dinsel 'cemaat önderi' konumundakilerin yakınları başlarını örtüyor mu? Fazilet Partisi'nin önde gelenlerinin eşleri başlarını örtüyor mu?

Örten de var, örtmeyen de!

Öğretmenlerin ve öğrencilerin başörtüsü ile derse girmelerinde ne gibi bir sakınca var?

Herkes dinsel inancını belli edecek biçimde giyinerek sınıfa gelirse, orada özgür bir eğitim ortamı kalmaz. Siyasal ve inançsal bölünmelerin sınıflara taşınması, giderek önlenemez olur.

Kamu görevlerinde ve üniversitede 'türban yasağı' demokrasiyle bağdaşır mi?

Benzer uygulamalar birçok demokratik ülkede de var. Her kurumun ve görevin gereği olan kurallar bulunur. Avrupa Insan Hakları Mahkemesi, bu yasağa karşı yapilan bir başvuruyu geri çevirdi.

Üniversitede 'türban yasağı' kalkarsa ne olur?

Yeni istemler başlar... Sırada ders ve sınav saatlerinin 'namaz saatlerine göre' düzenlenmesi isteği bulunuyor.

Perde arkasındakı güçlerin amacı 'din devleti'dir.

****

Ne yapmalı?

'Türban'ın yerine 'peruk' koymalı!

Böylece, hem başını örtmek isteyenler amaçlarına ulaşmış olacaklar.. hem de dinsel simgelerle üniversitelere girilmesinin sakıncalarina inananların içi rahat edecek! (Aynı çözümün tüm kamu çalışanları için geçerli olmaması için de bir neden yok!..)

Üstelik böyle bir uygulamanın örnekleri de var.

Fethullah Hoca'nin öğretmenleri, Orta Asya'daki okullarında derslere başörtüsü ile girmiyorlar... Peruk ile giriyorlar.

Çünkü yönetimler başörtüsüne izin vermiyor.

Işte çözüm!.. Işte uygulama!..

Eğer amaç 'üzüm yemek değil de bekçi dövmek' değilse tabii!

[Ahmet Taner Kışlalı – Haftaya Bakış – Cumhuriyet 19/06/1998]

Kışlalı'nın bu yazısı, bir analiz ve bir çözüm teklifi getirdiği için önemli. Fakat, hem analiznin hem de çözüm teklifinin yanlış olduğunu düşündüğüm için bence daha da önemli...

Amacım Ahmet Taner Kışlalı'yı hedef almak, ona dil uzatmak değil. Rahmetliyi tıpkı Uğur Mumcu'yu olduğu gibi, belli bir entellektüel dürüstlüğünü muhafaza ettiği için beğenir ve severdim.

Kışlalı, başörtüsü, ya da türban, meselesinin köklerini 12 Eylül'e bağlıyor. İsabetli olduğunu düşünüyorum.

12 Eylül'le birlikte, Türkiye, dünya sermaye sistemine gerçek anlamda entegre olmak/edilmek yolunda temel adımlar attı. Daha önceleri var olan sosyalistimtrak yapıyı terketmeğe başladı. Taban fiyatları, KİTler, sendikal faaliyetin devlet eliyle teşviki, kayıtsız ekonomiye göz yumma vb.. Tabii, yapılanlar sadece bunlar değildi, hemen aklıma gelenler bunlar.

Bu süreci gerçekleştirebilmek yolunda kitlelere ümit ve heyecan vermek gerekiyordu. Bu kapsamda, tabii ki, Evren Paşa'mızın laikliği Kuran'dan ayetlerle açıklama gayretlerini, Özal'ın varsıl bir hayatın pekala yoksulların söylemiyle yaşanabileceği yolundaki kendi hayatından örnekleri vb vs hatırlanabilir. Ama, sorunun temelinde bunlar olamaz, dolayısı ile bunların analizde de yeri olmaması gerekir.

Aynı şekilde, Kışlalı'nın, başörtüsü konusundaki hareketliliğin önemli aktörlerinden birisi olarak konumlandırdığı Fethullah (Fethullah hoca) Gülen de aslında pek de önemli bir oyuncu değil. Bildiğimiz üzere, meselenin en civcivli zamanlarında, apansız ortaya çıkan sağlık sorunları yüzünden ülkeyi terketti. Yokluğunun önemli bir fark yarattığını sanmıyorum –geride kalan uzantılarının kudretli etkilerinden bahsetmek de bence hala daha meseleyi anlamamak sayılır.

Başörtüsünün icad edilmesinin tarihsel gerekçelerine bakıp, “Arap erkekleri sokakta cariyelere sataşıyordu. Yanlışlıkları önlemek için böyle bir uygulama getirildi. Ve bu nedenle de Müslüman cariyelerin bile başlarını örtmesi yasaklandı” bugün bunlar artık yok, dolayısı ile başörtüsüne gerek yok demenin anlamlı olmadığını düşünüyorum. Başörtüsü takanlar, bunun böyle olduğunu eminim biliyorlar ve bu lafları takmıyorlar.

Tıpkı, bir zamanlar, parka giymekte ısrar edenlerin, soğuğa karşı parkanın normal paltodan daha etkin olmadığının bildikleri gibi.. Bıyıkların aşağı doğru ya da yana kıvrık bırakılmasının da kişisel açıdan yakışıklı görünmek endişesiyle bir alakasının olmadığı zamanlar gibi..

Bu tip şeyleri artık öğrenmiş olmalıyız –yani kıyafet seçiminin her zaman dinle, iklimle, yakışıklı ya da güzel görünmek arzusuyla alakalı olamayabileceğini.. Biz rasyonel bulmuyorsak, karşıdakine bu seçiminin neden irrasyonel olduğunu anlatmakla vakit kaybetmek yerine; karşıdakinin vermek istediği mesajı okuyabilmeli ve anlamlı bir çözümü beraber arayabilmeliyiz artık..

Kışlalı'nın baktığı yerden bakıp, Fazilet'in, ANAP'ın ve diğer partilerin, yani siyaset kurumunun, bu konuda pek de cesur olmayışını da sadece ve hep istismar olarak görmek yerine, bir realitenin farkındalığı olarak da görebilirdik... Uzun zamandır, belki de ilk defa, siyaset kurumu, gelecek için, bu meselenin ne derece derinlere gittiğini farketti, hissetti; ama, aydınlarımız için aynı şeyi söylemek kolay değil..

Kışlalı'nın korkularına bakıyorum.. Türban yasağı kalkarsa yeni istemlerin başlayacağını düşünüyor; buna katılıyorum: Toplum ve insan hayatında arzu ve istekler bitmez, hergün yeni bir şeyler istenir arzulanır...

Ama, “sırada ders ve sınav saatlerinin 'namaz saatlerine göre' düzenlenmesi” isteğinin olacağını söylemek?.. Bunu da anlamlı bir korku olarak dile getirmek?... Ardından da 'din devleti' ihtimalini eklemek?..

Kışlalı'nın bu korkuları dile getirdiğine de, bu korkuların gerçekleşeceğine ciddi ciddi inandığına ben inanamıyorum. 'Ders ve sınav saatlerinin namaz saatlerine göre düzenlenmesi' talebinin ne sebeple ortaya gelebileceğini –ama, hadi geldi diyelim, bunun nasıl olup kitlesel destek bulacağını göremiyorum. Kitlesel destekten kasdım bugün başörtüsü talebini dile getiren kitlenin desteğidir; namaz saatleri meselesine destek bu kitleden bile gelmeyecektir bence. Böyle bir talep o kitleye bir avantaj ifade etmiyor çünkü. Yeni tip öğrencilerin, Hz Muhammed zamanında üniverite de, ders geçmek de, diploma da yoktu, bunlar kaldırılsın filan diyebileceğini düşünebilirim ama kimsenin ciddiye alacağını sanmıyorum.

'Din devleti'ni ise üzerinde konuşmağa değer bile görmüyorum şayet bundan, din devletinden, kasıt bugün başörtüsü taleplerini dile getiren sosyal kitlenin yönetime tırmanması değilse tabii. Ama, bu da bizi din devleti yapmaz; sadece, yönetici elitlerimizi daha yakın zamanda taşralı olanlardan yapar. Yönetici elitlerimizin taze taşralı olması 'din devleti' olmak anlamına gelmiyor; sadece aktörler değişecek demektir. Nitekim, AKP iktidarı ile bunun böyle olacağını az-çok gördük...

Kışlalı'nın önerdiği çözüme, türban yerine peruk takmak önerisine de biraz bakmak istiyorum... Kışlalı'nın espri anlayışını çok iyi bildiğimi iddia edemem; yakın çevresinde olamadım maalesef, fakat, bu öneri bana daha çok bir şaka denemesi gibi geliyor..

Sanki, bir kıyafet balosuna davetliyiz ve nedense balo salonuna çırılçıplak girmek için ısrar eden birileri var ve sırf bu sebepten dolayı kapıdan içeri alınmıyor.. ve biz de kestirme bir çözüm olarak, bu egzantrik kişiye, bir iki ağaç yaprağı uzatıp, Adem Baba (ya da Havva Ana) kıyafetine bürünmesinin meseleyi kökünden halledeceğini söylüyoruz..

Problemi, kıyafet balosunun yapıldığı salonun kapısında mızıkçılık yapan bir egzantriğe indirgemek bir şaka denemesi olabilir; ama bu espriye kimsenin gülecegini sanmıyorum. Espriden daha çok, çok vahim sayılabilecek yetersizliklere, eksikliklere işaret eden hatalar yapmış oluyoruz..

Toplumsal hayatta, tabii ki, sosyoekonomik çekişmeler, çatışmalar olacaktır. Bu tür şeyler –tabiri caizse– Allahın emridir... Ama, birileri bu gündelik olayların dışında, üzerinde düşünebilmeli, daha uzun vadeli hedefler için, bu toplumsal olayları iyi değerlendirmeli, gereğinde kullanmalı, gereğinde de yönlendirmelidir.

Bu birilerinden kasdım da Devlettir. Devlet, kendi bekası sözkonusu olduğunda, aptallık yapamaz; böyle bir lüksü yoktur. Hayati zararlar görür. Atmosfer ya da yerçekimi kadar temelden ve yaygın taleplerde, Devletin yapması gereken şey bu talepleri tehdit sayıp onların üzerine gitmek olmamalıdır. Böyle bir senaryoda Devletin kazanacağını varsaymak pek akıllıca olmasa gerek. Olsa olsa, herkesin kaybedeceği bir senaryodan bahsedebiliriz.

Örnek vermek gerekirse; 12 Eylül'e gelen yollarda da farklı fakat benzer yaygınlıkta talepler vardı. Ama, bu taleplere karşı, Devlet, bugünkünden çok daha akıllıca davrandı. Özellikle de TSK.

Sokağa dökülen işçi ile herhangi bir şekilde karşı karşıya gelmemeğe özel itina gösterdi. “Kahrolsun Faşizm!“, “Tek yol devrim!“, “Ne ezilen ne ezen. İnsanca-hakça düzen!”sloganları ortalığı inletirken, TSK kendini bu hengamenin dışında tutmağı becerdi. Bu sırada, oyuna el altından müdahale edilmediğini söylemiyorum tabii ki, ama, –edildiyse bile– bunu bir hayli mahir bir şekilde, usturuplu sayıalacak şekilde yaptılar. Son ana kadar TSK'nın rengi pek da belli değildi. Bıçak kemiğe dayandığında (ya da dayandırılğında –ki, benim baktığım yerden çok farketmiyor), müdahale neredeyse bütün taraflarca meşru görüldü.

Ama, bugün pek de öyle değil. TSK, bu hengamenin içinde bir taraf. Değilse bile öyle algılanıyor. İşin kötüsü, öteki taraf pek de tanımlanabilir değil artık. Sıradan vatandaşın öteki taraf olduğu hallerde TSK'nın beriki taraf olmasını potansiyel olarak çok riskli görüyorum. Risk, benim endişelerimi anlatmak için kullandığım bir kelime. Atmosferin ya da yerçekiminin varlığından habersiz ya da onu yoksayarak bir şeylerin yapılabileceğini düşünenlerin dümende olduğu ihtimalini bile hem orta hem de uzun vadede çok riskli buluyorum.

Ordusuz Devlet olamaz; halk desteğini, yani siyasi ağırlığını, kaybetmiş bir ordu da... TSK'nın böyle bir tufaya gelmemesi gerekirdi. Taraf olacaksa bile, taraf olduklarını hissettirmeksizin bunu yapabilmeleri gerekiyordu. Halbuki, şimdi mevcut olan ve epeyi zamandır devam eden görüntü bunun tersidir. Bu durumu ve işaret ettiği riskleri hayli iyi (fakat herzamanki uslubu ile, dolaylı anlatan) Mahir Kaynak'a kulak vermek gerekiyor:

Uzun vade

Güncel olayların çekiciliği, yarattığı heyecan ve endişeler uzun vadedeki eğilimlerin göz ardı edilmesine neden olur. Herkes olayları en ince ayrıntılarına kadar tartışırken bunun nasıl bir eğilimin işareti olduğunu fark edemez. Oysa güncel olaylar bir sel gibidir, geriye sadece kum ve molozlar kalır.

Yaşadıklarımız uzun vadeli gelişmelerin ip uçlarını veriyor mu? Hangi değerlerin egemen olacağı, çatışmaların ne için yapılacağı ve hangi araçların belirleyici olacağını biliyor muyuz? Ülkemiz dünya ölçeğindeki gelişmelerden mi etkileniyor yoksa sadece iç dinamikler mi belirleyici rol oynuyor? Uzun vadeli öngörülere ihtiyaç var mı yoksa karşılaştığımız sorunları çözerek bütünü istediğimiz yöne çevirebilir miyiz?

Şu anda egemen görüş çatışmaların hem amacının hem de aracının ekonomik güç olduğu yönünde. Geçmişte tek belirleyici olduğu sanılan askeri güç ve bu alanda üstünlük sağlamak için yapılan ittifaklar çok anlamlı sayılmıyor. Tüm karşılaştırmalarda iktisadi faktörler göz önüne alınıyor ve bu güç rakamlarla ifade ediliyor. Geçmişte asker sayısı, silahların kapasite ve miktarıyla yapılan karşılaştırmaların yerini ekonomiyi anlatan sayılar alıyor. Mesela Çin’in geleceğin en büyük gücü olacağı bu eğilimler ölçülerek hesaplanıyor ve üstüne bir de nüfus faktörü eklenerek geleceğin egemeni tahmin ediliyor.

Bu genel eğilimden ülkemiz de payını alıyor ve ekonominin tek belirleyici olduğu genel bir kanıya dönüşüyor. Üstelik ekonomi niteliği ve geleceğe yönelik performansıyla değil rakamlardan ibaret olarak algılanıyor.

Durum buysa ve bu anlayış doğruysa askerin konumunun giderek alt sıralara düşmesi hem olağan hem de gerekli oluyor. Sonucu belirleyemeyen neden ön saflarda bulunsun ki? Üstünlük ve amaçları gerçekleştirmenin kansız ve daha az masraflı bir yolu varken, ekonomik araçlarla istenilen hedeflere kolayca varılabiliyorsa bu vahşi gücü hala sürdürmenin anlamı ne?

Geçmişte ordularla yapılan savaş arkasında bir kan denizi ve harabeye dönmüş ülkeler bırakır ve hemen ekonomik sorunlar ön plana çıkardı. Şimdi ekonomiyle yapılan savaş sonunda harap olmuş ekonomik yapılarla karşılaşırsak yeni sorun ve önceliğimiz ne olacak?

Türkiye’de askerin siyasi gücünün azaltılması mücadelede etkilerinin azalmasının bir sonucu mu yoksa çatışmada hala belirleyici olacağını düşünenler onu saf dışı mı etmek istiyor?

Ben önümüzdeki dönemde askeri gücün, özellikle bölgemizde, hala etkili olacağını düşünüyorum ve askerin etkisizleştirilmesini demokrasinin savunulması olarak değil, bu gücün rolünün azaltılmasını amaçladığını sanıyorum. Bu nedenle askerin, çeteleşme iddiasıyla yıpratılmasının yanlış olduğunu, eğer ortada görüş ayrılıkları varsa, bunun taraflardan birinin yenilgiyle çözüleceğini düşünmenin gerçekçi olmayacağını düşünüyorum.

Uzun vadede değer yargılarının aynı kalmayacağını, başarının ve insanın değerinin zenginlikle ölçüldüğü dönemin sonuna yaklaştığımızı söylemek tarihin seyrine aykırı mı sayılmalı yoksa bu değer yargılarının da tarihi bir kategori olduğu ve değişmesinin zamanının geldiği mi düşünülmeli? Bence günümüz, biz farkına varmasak bile, böyle bir değişimin işaretlerini taşıyor. Bir silah olarak kullanılan ekonomik güç, uğradığı ve uğrayacağı yenilgiler nedeniyle, etkisini sürdürmekle birlikte, belirleyici olma vasfını kaybediyor. Türkiye sahip olduğu ve etkinlik açısından kimsenin göz ardı edemeyeceği askeri varlığını, ekonomik ve düşünce gücüyle destekleyerek önemli bir aktör konumuna gelme şansına sahip. Bunu iç politikanın ve güncel sloganların etkisiyle kaybetmesi ciddi bir hata olur.

Bu askerin her yaptığının doğru olduğu anlamını taşımaz. Yanlış düzeltilir ama bu yanlışlar nedeniyle sahip olunan bir değer yok edilemez.

[Mahir Kaynak – Akşam – 04/06/2006]

Ortada ciddi bir yanlış var; askerin başörtüsü gibi dahili ve geçici bir sosyoekonomik meseleye lüzumsuz yere ve yanlış şekilde çok fazla angaje olduğunu söylemek mümkün. Bedelini ağır ödemek istemiyorsak, bir şekilde bu meselenin dışına çıkması gerekiyor. Ve, elini çabuk tutması da şart bence. Arzu edilebilir en iyi çözümün böylece daha kolay ve daha az yan-etkilerle elde edilebileceği kanaatindeyim.

Not: 'yaşmak' TDK'ya göre, "kadınların ferace ile birlikte kullandıkları, gözleri açıkta bırakan, ince yüz örtüsü. [halk ağzında] başla birlikte yüzü, ağzı kapatan örtü".

Burada, halk ağzına uyarak, başörtüsü yerine kullanıldı. TDK tarifine bakılırsa başörtüsünden daha kapsamlı bir başörtüsü ortaya çıkıyor, ama bu doğru değil. Halk ağzında, bildiğimiz başörtüsü yerine kullanıldığıni biliyorum.