Neo-Tanzimat, Elitlerimiz ve Gidişât

Çok isterdim, ama malesef ben Tanzimat dönemine yetişmedim. Dönem hakkında bütün bildiklerim, sağda solda okuduklarım ve onların işaret ettiği bir genel çerçeve.

Gerçi, işin kaderi de bu. Her dönemi içinden yaşamak imkanı yok bir neslin.

'Tanzimat döneminde ve öncesinde genel çerçeve ne idi?' diye baktığımda, galiba şöyle özetleyebilirim:

Uzun bir durağan dönemi yaşayan Osmanlı Doğusu (Müslüman ağırlıklı coğrafya) ve yeni dinamiklerle zenginleşen bir Osmanlı Batısı (Gayrimüslim ağırlıklı coğrafya).. Osmanlı Batısından kasıt da, esasen İstanbul'un batısıdır. İzmir dahil, Trakya ve Balkanlar yani.

Zenginleşenlerin yapmak istedikleri vardır ve mevcut yönetim ile bunun istedikleri sürat veya istikamette gerçekleşmesinin zor olduğunu düşünürler.

Nereden etkilendiklerini önemsemiyorum, çünkü hiç bir yerden etkilenmemiş olsalar dahi kendi ihtiyaçlarına cevap verecek sloganları bulacaklardı. Buldukları, ortaya attıkları soyut sloganlar, 'Hürriyet, Adalet, Müsavat' (yani 'Özgürlük, Adalet, Eşitlik'), Fransız İhtilalinden kaynanlanmış olsa da tam anlamıyla soyut ve seçicidir..

Soyut ve seçicidir; çünkü, bu sloganları ülkenin tamamı için değil, kendileri için atıyorlardı.

Osmanlı Doğusunun 'Özgürlük, Adalet, Eşitlik' yolunda kalkındırılması, onların da benzer bir zenginlik ve refaha erişmesi yolunda gayretlerini göremiyoruz.

Konuyla ilgili temel duruşları, Osmanlı Doğusuna ikrâh (bir çeşit tiksinme, iğrenme) ile bakmak ve onların 'ümitsiz vaka' olduğu kanaatlerini pekiştirmek ve harici elitlerle ittifaka gitmek olmuştur.

'Ümitsiz vaka'larla aynı kaderi paylaşmanın anlamsızlığı onlar için aşikar olunca da, kendi kaderlerini tayin edip kendi yollarına gitmeleri artık mukadderdi. Bağımsızlık hareketleri vb bundan sonra gelir.

Buraya kadarki kısmı, haklı ve doğru bulmasam da, doğaldır ve anlayışla karşılamak zorundayım: Bunu, bugünkü zenginlerin kendileri için ayrı mahalleler, şehirler kurmasına benzetebiliriz.

Büyük resme bakınca hiç de akıllıca olmasa da, toplum içinde sosyal uçurumlar oluştuğu zaman --ve, bu da belli bir kritik kütleye erişmiş ise-- bu tür gettolaşmalarla karşılaşıyoruz.

Bu, bu anlamda normal olmakla beraber, uzun vadede çok sakıncalıdır. Bu sakıncayı görmek ve buna tedbir almak da devlet elitlerinin görevidir.

Burada kullandığım 'devlet elitleri', toplumun bir arada olabildiğince uzun ve ahenkle yaşamasını sağlamak amacını güden; ve resme daha yukarıdan, zümreler ve sınıfların çıkarlarından daha yukarıdan, bakabilenlerdir.

Bakabiliyorlarsa, bu tür gettolaşmalara ta en baştan başından müdahale ederler ve servet ve refah paylaşımını yeniden düzenlerler.

Bakamıyorlarsa, sorun var demektir ve sorun büyür. Bakamayışlarının temel sebebi de, büyük bir ihtimalle, bu elitlerin aidiyetlerinden kaynaklanır.

Yani, 'devlet elitleri' --zümreler ve sınıflardan yukarıdan bakabilmek yeteneğini haiz elitler-- yoktur (ya da siyasal iradeleri bitmiştir); yerlerini 'zümre elitleri' almıştır. 'Zümre elitleri'nin aidiyetlerinin kime olduğu --tarifi gereği-- bellidir: Kendi zümrelerine.

'Zümre elitleri'nin devlet çatısı altındaki toplumların, zümrelerin, cemaatlerin vs ahenk içinde yaşaması, dolayısı ile de 'devletin bekası' (devletin uzun ömürlülüğü, devamlılığı vs) gibi bir endişelerinin olmasını bekleyemeyiz.

Bu endişeleri olsaydı, onlara 'zümre elitleri' değil, 'devlet elitleri' derdik.

Peki, de, 'devlet elitleri' dediğimiz yaratığın var olabileceğini söylemek gerçekçi midir; sonuçta, bu elit kadroları da oluşturacak bireyler o devlet içindeki toplumlardan, zümrelerden, cemaatlerden vs. gelmeyecek midir?

Tabii ki öyle olacak --Enderun türü bir yetiştirmeyi ve devşirme tekniklerini kullanmayacaksak-- fanusta peydahlanacak değiller. Bu, ilgili bireyin nerede ya da kimden doğduğu ile değil, o bireyin üstün tuttuğu ideoloji ile, aidiyeti ile alakalıdır.

Başka bir deyişle, doğrudan doğruya içinden çıktığı cemiyet ya da cemaatin mikro çıkarlarına değil de daha geniş bir çerçevenin çıkarlarına öncelik tanıması, daha büyük bir çıkarı daha cazip görmesi demektir. Buna da, 'daha büyük ortak fayda' ('greater common good') diyoruz.

Bunun arkasındaki matematiğin ne derece basit olduğunu bilmiyorum, ama ampirik bakınca, yeteri derece önemli olduğunu söyleyebilirim --aksi halde, bireylerin toplumsal hayatı seçmeleri anlamlı olmazdı.

Her neyse.

Böyle bakınca, 'daha büyük ortak fayda'yı daha cazip gören bu tür bir mahluğun ('devlet eliti') mümkün olduğunu görürüz...

Tekrar Tanzimat dönemine dönüp bakarsam, ben, 'devlet eliti' denen mahluğun yerine 'zümre eliti' denen mahlukların geçtiğini görüyorum.

Devlet çatısı altındaki bütün toplumların değil de, içlerinden seçilmiş bir kısmının çıkarını savunan, yeri ve zamanı geldiğinde de diğerlerini bir safra gibi kaldırıp bordadan atmağa hazır bir elitler topluluğu; daha doğrusu çıkarları birbirinden çok farklı olan 'zümre elitleri' torbası...

Nitekim öyle de olmuş gibidir: Bir moda, ya da bir salgına dönüşmüş ve Tanzimatı müteakip, herkes 'sepeti koluna herkes yoluna' olmuş ve geride İmparatorluk bakiyesi diyebileceğimiz Türkiye Cumhuriyeti kalmış.

En son terkdilenden sonra olduğunu dikkate alırsak, (bu ifadeyi kullanmak hiç hoş olmasa da) 'istenmeyenlerin buluştuğu yer' de diyebiliriz belki de.

Bu 'istenmeyenlerin buluştuğu yer'de de, buradan kaynaklamış ve kendimizin elitleri değil de, istenmedikleri yerlerde kalamamış olan elitler işbaşına gelmiş gibidir...

Bu hem iyi hem de kötü.

İyi, çünkü buraya göç eden elitlerin bilgi ve görgüsü hayli zengin idi. Dünyayı çok değişik açılardan tanıyanlardan oluşuyordu. Başka bir deyişle, dışardaki dünya ile omuz hizasından muhatap olacak yetkinlikleri vardı. Bu topraklarda yaşayan ahalinin hayatta kalabilmesine hizmet etti. Bu, tabii ki, çok önemli bir hizmetti.

Kötü, çünkü geldikleri bu yeni mekana kendilerini ait görmüyorlardı. Zorunlu gelmişlerdi; kendilerini bir çeşit sürgün mahkumu sayıyorlardı. Bu yeni mekanı, kendileri için yaşanabilir kılmak amacıyla, alışkın olduklarına uydurmaları gerekiyordu.

Başka bir deyişle, yerel ahali ile aralarında çok fark vardı. Yerel ahalinin değişmesi gerektiğine inanıyorlardı. Buna inanmaları da son derece normaldi, çünkü, eğer yerel ahali matah bir çey olsaydı, yerel ahali bu sefil durumda olmazdı. Daha iyinin ne ve nerede olduğu belliydi ve onu da kendileri temsil ediyordu.

Sorun da burada başladı bence. İmparatorluğun darmadağın olmasına apansız peydahlanan 'zümre elitleri'nin yol açtığını yaşayarak gören bu muhacir (buraya göç etmiş) elitlerimizin en son istediği şey, bu yeni yerde güçlü 'zümre elitleri'nin ortaya çıkmasıydı.

Buna izin vermemek gerektiğini biliyorlardı. Kısacası, bir çok refleksleri itibariyle, 'devlet eliti' olmak için her türlü sebep ve tecrübeye de sahiptiler.

Bir taraftan, bir 'devlet eliti' gibi davranıp ahalinin eğitim ve refah seviyesini yükseltmek için gayret ettiler, ki, bu da otomatik olarak nüfus artışı anlamına geldi; diğer taraftan da (onları birer 'zümre eliti' olarak gördükleri için ve bunu da geçmiş tecreübeleri ışığında tehdit saydıkları için) yerel ahaliden yetişmekte olan elitleri aralarına almadılar.

Fakat, artan nüfus ve eğitim seviyesi ile beraber, yerel ahalinin 'zümre elitleri'nin sayısı da etkinliği de arttıkça, 'devlet eliti' olduğu iddiasındaki muhacir elitin hem çelişkili durumu daha bir barizleşti, hem de tedirginlikleri arttı.

Çelişki şuradaydı: 'Devlet elitleri' olmanın temel şartlarından birisi de (meşruiyet ve temsil açısından zorunlu olduğundan) 'zümre elitleri'nden kendi aralarına yeni üyeler kabul etmeği gerektirmesine rağmen, bizdeki bu muhacir elit bunu yapmadığı için, kendilerinin de sonuç olarak bir 'zümre eliti' pozisyonuna düştüğünü göremediler.

Artık 'devlet elitleri' değil de, sıradan bir 'zümre eliti'ne transform olduklarını farkettiklerinde de, tedbir almak gerekti. Tedbir de, savunma amaçlı saldırı oldu. Yeniyetme 'zümre elitleri'ni bertaraf etmek için saldırılar yani..

'Başörtüsü sorunu', 'yeşil sermaye' vs. gibi başlıkları ben bu kapsamda görüyorum. Denediler. Ama, hem yanlış bir yötemdi hem de vakti geçmişti.

Üstelik, sayısal olarak da azalıyorlardı. Başarılı olmaları muhtemel değildi. Nitekim olmadı da.

Bütün bu hikayede makul görmediğim pek bir taraf yok aslında. Sonuçta, tarihsel kazalar olur ve bir tarihsel kaza sonucunda başımıza geçen muhacir elitlerimiz uzun bir zaman için bizi bir 'devlet eliti' sıfatyla yönettiler --başarılı da oldular--, fakat zümreleşine sahneden inmek zorunda kalıyorlar. Bunda olağanüstü bir şey göremiyorum.

Olağanüstü bir tek şey var. Doğal, ama yine de olağanüstü: 'Devlet elitleri'nin arasına kabul edilmeyen yerel ahalinin 'zümre elitleri', 'devlet eliti' olmalarna izin verilmediği için (ya da bunu başaramadıkları için) kademesini es geçip, daha üst bir kademe ile 'global elitler'le ittifaka giridiler..

'Global elitler' açısından baktığımda bunu tabii ki normal kaşılıyorum; sonuçta buradaki 'devlet elitleri' dumura uğramış ve yetersiz kalmışlardı. Onların yerine yeni muhataplar aramaları ve edinmeleri normaldi.

Normal olmayan, yerel ahalinin elitlerinin sergilediği tavırdır bence. Taktik amaçlı da olsa, global elitlerle ittifak kurmanın riskleri var. Bu risklerin başında da, mevcut haliyle devlet olarak devam edememek gelir bence.

Başka bir deyişle, tıpkı Tanzimat döneminde olduğu üzere, global elitlerle ittifaklar kuran (bir kısım) yerel elitlerimizin 'sepeti koluna herkes yoluna' demek ihtimali hayli yüksek.

Gerçekten istenenin bu olduğunu sanmıyorum, ama --yine Tanzimat döneminde olduğu üzere-- eğer şartlar diğerlerinin bir 'ümitsiz vaka' olduğuna hükmettirecek olursa, varılacak noktanın da bu olacağını düşünüyorum.

Başka bir deyişle, yeni bir bölünme olacak. İstenmese dahi, bu inatlaşma sürer ve nasırlaşırsa, bunun mukadder olduğunu söyleyebiliriz.

Açmaz da, biraz da, burada: Bir 'zümre eliti'ne dönüşmüş olan mevcut muhacir 'devlet eliti'miz de, birer 'zümre eliti' olan yerel ahalinin elitleri de 'devlet eliti' gibi düşünmeğe başlamak ve kendi aralarındaki bu kavgayı sona erdirmek zorunda.

Yani, bütün tarafların yeniden ve farklı bakabilmesi lazım. Ufuk lazım. Karşılıklı güven lazım. Bunlar, zorunlu ama bu hep beraber metebeye erişmek hiç de kolay değil.

Kısacası, ne olması gerektiğni söylemek kolay, ama nasıl oalcağını söylemek mümkün değil..

'Felaket birleştirir' derler.. Çok da doğru değildir bu laf.

Cünkü, felaket değildir birleştiren; felaketi önceden görebilmek, yani basiret, birleştirir.

İnşallah elitlerimiz arasından basiretli olanlar yetei kadar çıkar ve sözlerini de dinletebilirler...

Yoksa, çok hareketli bir döneme --bir neo-Tanzimat'a-- gireceğimizin resmidir...