Güzellik Faşizmi
Aşağıdaki yazıdan dolaylı yoldan haberim oldu. Üzerinde konuşmağa değer olduğunu düşünüyorum; ama, yazarın ruhsat tanıdığından emin değilim pek.
Her ne kadar, aradabir, siyaset filan yazıyor gibi yaptığım, hatta büyük hikaye cinsinden bakmağa çalıştığım da vakiyse de, kendimi herhangi bir şekilde yazar sayamıyorum. O yüzden, ruhsatsız sayılmaz bence bu diyeceklerim.
Sonuçta blog sahibi olmak kişiyi yazar-mazar yapmıyor. Yazar sayılmak için, artık, karşılığında para almak lazım.
Eskiden, modernite-öncesi, bu da böyle değildi diye duymuştum, ama, önemli değil.
Neyse, alıntısını gördüğünüz yazı Fatma K. Barbarosoğlu tarafından Yeni Şafak gazetesinde 2006-10- 27 tarihinde yayınlanmış. Bence oldukça önemli bazı noktalara değiniyor.
"Adamın karısından güzel olmasını istemek hakkı!" / Acaba!?
Başlıktaki cümleyi hayatında en az bir defa duymayan yoktur herhalde. Camideki vaazlar, köşe yazısı ya da ilmihal bilgisi olarak. Kadınlar kendi aralarında birbirlerine akıl fikir verirken, "ah şekerim, bak sen de biraz kendine" derler. Dikkat ediniz sen de güzel ol biraz demezler. Bak kendine biraz. Yani şöyle derli toplu ol, saçına başına, yeme içmene dikkat et.
İlahiyat hocalarının güzellik bahsini gündemlerine alması gerekiyor. Ama o eski söylem ile değil. Hüsn artık dünyamızda oturmuyor çünkü. Yani atalarımızın bahsettiği güzel ve güzellik ile günümüzün güzelliği arasında ortak noktalar gittikçe azalıyor. Günümüzün güzelliği fetişist bir unsur olarak tüketimin ana payandası. Dolayısıyla dindar bir kimlik içinde kalarak, güzellik bahsini ele almak isteyenler başlangıç olarak şunu fark etmek zorunda: Modernite ile birlikte güzellik ve iyilik birbirinden ayrılmıştır. Modern öncesi zamanlarda iyi olan güzeldir, güzel olan iyidir. İslamiyet güzellik tanımını hüsn'den alır.
Modernite ile birlikte bir çok disiplin birbirinden boşandırılmıştır. Ahlak ile siyaset, din ile felsefe ilk aklıma gelen boşanmalar. Bu boşanmaların etkisi, kavramların muhtevasında da kendini gösterir. Mesela ilk çağdan 17. yüzyıla kadar iyilik ve güzellik birbirinden bağımsız değildir. Ta Aristoteles'de ifadesini bulan, "iyi olan güzeldir, güzel olan iyidir" tanımı geçerli olmuştur.
Modern dünyada güzellik iyilikten bağımsızlaşarak yani kalb güzelliğinden arındırılarak, hesaplanır, ölçülür, denetlenir, değiştirilebilir bir boyut kazanmıştır. Postmodern dünyada ise güzellik artık faşist bir ideolojiye dönüşmüş durumda. Gazeteler, film ve romanlar, güzel kadınların; daha yetenekli, daha başarılı, daha çalışkan, ama pek güzel olmayan kadınlardan, daha çabuk işe alındığını, daha kolay terfi ettiğini ve daha çok para kazandığını söyler. Başlangıçta böyle bir algı yoksa da, yazıla yazıla/söylene söylene zamanla bu algı gerçekleştirilmiştir.
Fakat güzellik ile hukuk arasında kurulan bağlantı henüz yeni bir durum. Geçtiğimiz yaz, ABD'de aynı suçu işlemiş iki kadının aldıkları ceza dikkat çekiciydi. Kadınların ikisi de öğretmen ve ikisinin suçu da aynı: Öğrencileri ile ilişki kurmak.
İşlenen suç tamamen birbirinin aynısı olmasına rağmen; öğretmenlerden biri ceza aldı, diğeri ceza almadı. Ceza almayan öğretmenin savunuluş biçimi bu yazıya konu olmasının sebebi. Avukatı jüriye şöyle seslendi: "Bu güzelliğin hapiste solması doğru mu?"
Ve sonuç: Jüri "bu güzelliğin hapiste solmasına" izin vermedi.
Esasında bu durum işlenen suçun önemini yitirerek nasıl işlendiği ve kim tarafından işlendiğinin önemli görülmeye başlandığı sürecin devamı.
Sadece erkeğin kadından derli toplu olmasını isteme hakkı yoktur. Biz savaşa giderken yanına ayna ve tarağını alan bir Peygamber'in ümmetiyiz. Derli toplu, temiz pak olmak efendimizin sünnetidir. Ancak güzellik vurgusu bizi sünnete yaklaştıracak bir durum değildir. Çünkü fıtrat güzelliğini perdeleyen, fıtratı bozan güzellik güzellik midir? Önce bu konuda zihinlerin berraklığa kavuşması gerekiyor. Sonra güzellik vurgusunun giderek güzellik faşizmine dönüşmesinin cemiyet hayatını bozan yapısına.
Ama şunu tavsiye etmek durumundayım. Siyaset yazan erkek yazarların kalemleri "büyük hikaye" kurmaya ayarlı olduğu için, bu tip "küçük" hikayelere hiç bulaşmasınlar. Yazar erkeklere değil bu uyarım, erkek yazarlara. Ve tabiî kadın yazarlar da kalemlerini oynatmaya kalkmasınlar güzellik faşizmine dair. Çünkü onlar bulundukları yeri bu güzellik faşizmine borçlular.Geriye kim kaldı? Yazarlar. Yazar kadınlar ve yazar erkekler.
Güzellik faşizmini konuşmalıyız velhasıl.
Değindiği nokta önemli de, odak noktası nerededir sorusunu kendime epeyi sordum...
Odak biraz kaybolmuş gibi geldi bana; ama o kadar da önemli değil, sonuçta bu günlük bir yazı, üzerinde gereği kadar çalışılamamış olmak ihtimali çok yüksek. Ben olsam, azıcık daha vakit ayırıp, bazı şeyleri bu yazıdan ayıklardım –çünkü, luzumsuz şeyler meseleyi açıklamağa yardımcı olmuyor.
Meselâ, modernite ile birçok şeyin birbirinden boşandırılmış olduğunu söylemek gibi.. Bana kalsa, birçok şey birbirinden boşandığı için o olgunun adına modernite diyoruz. Yani, tersi değil.
'İyi olan güzeldir, güzel olan iyidir' demek de tıpkı 'sağlam kafa sağlam vücutta bulunur' demek gibi.. Bir kural olmaktan çok, bir temenni...
Birinin varlığı bir diğerini otomatik olarak sağlamadığı gibi, yokluğu da ötekinin var olmasına engel değildi.
Tek faydası (!), olsa olsa, çirkin bulunanları kötü kabul etmek (cadılar vb hep çirkin, ve iyi kalpli prensesler hep güzel, prensler de hep yakışıklı), sakat ('özürlü', 'mücrim') ınsanları da lânetlenmiş saymanın altyapısı olmasıydı.
Görünüş ile davranışın, form ile fonksiyonun, birbirinden ayrılması modernite sayesinde olduysa, ben modernitenin niçin kötü sayılması gerektiğini anlayamıyorum. Bence bu iyi bir şeydir ve modernitenin bunda günâhı değil sevâbı vardır.
Bunu dedikten sonra, sıra ABD'den verilen örneğe geliyor. Bu konuda kısaca iki şey söyleyebilirim.
Birincisi, Fatma hanım nasıl değerlendiriyor bilemem, ama, ABD'deki jüri sisteminin ideal olmadığına dair tek örnek bu değil, en çarpıcı örnek de değil, son örnek de bu olmayacak. Mizahî bir çelişki içerdiğini kabul edebilirim, fakat ABD'deki jüri sistemini bu denli ciddiye almasını pek de isabetli bulamıyorum.
İkinci husus da aslında birincinin devamıdır ve Fatma hanımın bu çelişkiyi görebilmiş olmasını beklerdim. Sözkonusu jüri, o güzel kadının kötü olamayacağına hükmetmiştir. Yani, 'iyi olan güzeldir, güzel olan iyidir'.. Jürinin kararının modernite ile değil, aslında, modernite-öncesi bakışla çok daha örtüşük olduğunu kolayca söyleyebiliriz.
Bu örnek, dolayısıyla, konuyla pek de alâkalı değil gibi, alâkası varsa bile, Fatma hanımın argümanlarına hizmet etmiyor.
Fatma hanımın konumlandırdığı şekliyle, problemin, modernite ya da ABD hukuk sistemiyle alâkası kalmayınca, yazının da en az üçte ikisi yok sayılmak zorunda kalıyor gibi. Ama, önemli değil, yazının geri kalan kısmı önemli bence.
Önemli de, Fatma hanımın ilâhiyatçılardan tam olarak ne istediğini ben anlayabilmiş değilim.
Kalp güzelliğinin daha bir vurgulanması neyi değiştirecek ve ne kadar değiştirebilir? Kişisel kanâatim, her gün 24 saat, senede de 365 gün bu konuda yayınlar yapılsa, beynimiz yıkansa, pek bir şey değişemeyeceği istikametindedir.
Bunu söylerken, değişMEmelidir anlamında söylemiyorum; yöntem ve çözüm önerisinin tutarsız olduğunu söylemeğe çalışıyorum.
Modernite ile birlikte, form ve fonksiyon, güzellik ve iyilik birbirinden ayrıldı, boşandı. Bunun yasını tutmanın akıllıca olduğu kanaâtinde değilim; bilâkis, iyi oldu, geç bile kalındı...
Şimdi.. iyi olmak niçin önemli ise, güzel olmak da onun için önemli olsa gerek. Ve, sırf kalp güzelliğinden de bahsetmiyorum. Sebebi ve şekli ne olursa olsun, bu ikisi (başka bazı şeyler gibi) insanların makbul tuttuğu şeyler. Niçin öyledir; tekrar niçin o mutlu-mesut modernite-öncesi günlere dönemiyoruz gibi sorularla da bir yere varabileceğimizi de sanmıyorum. Pragma değişti.
Hangi belâgatli ilâhiyatçı ne kadar kelam ederse etsin, bu da pek değişmeyecek gibi, değişecek olsaydı, bugün anladığımız şekliyle, modernite hiç ortaya çıkmazdı. Dolayısıyla, ilâhiyatçıları da denklemin dışına alabiliriz...
Geriye ne kalıyor?
Geriye, bence, yazının en önemli kısmı, esasen ve sadece başlığı kalıyor: Adamın karısından güzel olmasını istemek hakkı var mıdır sorusu ve bunun yansımaları..
Bence, soru ve sorun burada. Ve, en az iki soru var burada.
Niçin adam karısından bunu isteyebiliyor da, karısı adamdan benzer estetik değişilikler, gelişmeler istemiyor, isteyemiyor? İster mi, istemez mi? Mesela, bugün, teçhizatının arasına cımbız [da] katarak savaşa giden olsa, Fatma hanım bunu müspet ve metroseksüel bir gelişme olarak mı değelendirirdi?
Diğer soru belki daha önemli. Eşlerin birbirlerinin estetikleri hakkında talepleri olabilir mi; olmalı mıdır, olmamalı mı?
Üçüncü, ve bonus soru: Güzel olmak –güçlü olmak gibi– bir rekabet unsuru mudur, yoksa sırf (veya ağırlıklı olarak) estetik bir kaygı mıdır?
Ben, hep, birincisi olduğunu, güzel olmanın güçlü olmakla eşdeğer tutulduğunu düşünegeldim. Ama, erkeğin karısına daha güzel olması yolundaki talepleri de bir tür çelişki gibi –hani, sanki 'azıcık daha güçlü ol da, tut beni, yoksa çekip alacaklar' demek gibi.. çok da anlamlı değil [mi?]...
Fakat, bütün meseleyi de, getirip getirip evlilerin durumuna indirgemenin de doğru olmadığını düşünüyorum. Bu durumda, genelleme yapmak daha akıllıca geliyor, ve soruyu başka bir soruya dönüştürmek istiyorum:
'Güzele bakmak sevaptır'ı güzelliklerin devamını sağlamak için gayret etmek (duru ve güzelim dublaj Türkçemizde 'kendine iyi bak'ta da geçen 'bakmak'tan, 'ihtimam göstermek'ten bahsediyorum) olarak anlaMAmakta ısrar edip, 'güzel' kadınlara aval aval bakmak veya şehevî/şehvanî iştâh sergilemek şeklinde anlayan erkekler mi, yoksa güzel olmağı güçlü olmakla eşdeğer tutan kadınlar mı güzellik faşizmi için eleştirilmelidir? Bu faşizan hâlin sorumlusu kimdir?
Bu yazı aslında az önce bitti; ama, şu güzellik faşizmi ibaresinin kulağa çok da hoş geldiğini söylemesem çatlarım...
Faşistliğin sevapseverlikle eşdeğer konumlandırılabileceği daha güzel ve bir o kadar da çelişkili bir şey pek duymadım.
Duyacağımı da sanmıyorum. Onca çelişkiye rağmen, sevdim, hattâ bayıldım. Bana benziyor çünkü :) Başka ne diyeyim...